Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

‘Kavga adamı değilim, ama kaçmam da’

Genç bir bilim insanı olarak üniversiteye adım attığından bu yana tam 42 yıl geçti… Dolu dolu ve hiç duraksanmayan bir hayat sözün konusu… Türkiye’nin tarihsel, toplumsal yapısıyla içselleşerek gelişen bir hayat her şeyden önce… Davalar, karmaşık, geleceği belirsiz yıllar, tekerrür-ü tarihler…

Gamze Akdemir

Usta yazar Feridun Andaç, ‘Herkesten Bir Şey Öğrendim-Emre Kongar Kitabı’ adlı uzun bir nehir söyleşi yaptı; Kongar’ın yaşamını, fikirlerini tüm oylumlarıyla değerlendiren tam bir kaynak vücuda getirdi. Birazdan okuyacağınız bu söyleşi hem Emre Kongar ile daha çok günümüze odaklanarak yaşamının kilometre taşlarına değinmek hem de Andaç’ın büyük emeğine bir saygı sunmak üzere yapılmıştır. Emre Kongar ile söyleşmek her zamanki gibi çok keyifli ve bilgilendiriciydi, umarım okuması da öyle olur.

‘Ben katıldığım bir kuruluşun yapısını değiştirmeye, orada egemenliği ele geçirmeye, devrim yapmaya filan çalışan iddialı bir insan değilimdir. O zaman Hürriyet’te de öyleydi, Cumhuriyet’te de öyle. Çünkü benim iddiam bilim yapmakta, yazmakta. Kendimi başka türlü kanıtlamaya ihtiyacım yok; bulunduğum yerde benden ne isteniyorsa ne bekleniyorsa, sadece onu yaparım.

‘ Emre Kongar-İlk soruda sizden rol çalarak usta yazar Feridun Andaç ile söyleşmeyi soracağım söyleşen olarak… Size göre nasıl bir nehir söyleşi, külliyat vücuda getirdi Andaç? Yaklaşımı… Sizi anlatan kitabı size değerlendirtelim?

Feridun Andaç beni en iyi tanıyan ve değerlendiren yazarlardan biridir. O açıdan bu nehir söyleşiyi Feridun ile yapmış olmak benim için büyük bir şans. Beni tanıyor, kafa yapımı biliyor, yaşamöyküme ilişkin birçok ayrıntıdan haberi var. Tabii sadece o da değil, kendi birikiminin getirdiği felsefi ve edebi çerçevelere uygun sorular da sordu. Beni felsefe ve edebiyat paradigmaları içinde çözümledi. Bu arada kendimi keşfetmeme de yardımcı oldu. Yaşamımda pek çok düşünmediğim noktayı Feridun Andaç’ın soruları sayesinde yeniden düşünmek ve aydınlığa kavuşturmak olanağını elde ettim.

– Feridun Andaç ile tanışıklığınız?

– Çok eskiye dayanıyor. İlk söyleşimizi galiba müsteşarlıktan ayrıldıktan sonra ‘Ben Müsteşarken’ adlı kitabım üzerine yapmıştık ama ondan önce de tanışıyorduk. Ben Feridun’u çok önemseyen, ona çok değer veren bir okuruyum. O da anlaşılan aynı duygulara sahip.

‘Kader kurbanıyım’

– Genç bir bilim insanı olarak üniversiteye adım attığınızdan bu yana tam 42 yıl geçti… Türkiye’nin tarihsel, toplumsal yapısıyla içselleşerek gelişen, dolu dolu ve hiç duraksanmayan bir hayat… Davalar, karmaşık, geleceği kimi belirsiz yıllar, tekerrür-ü tarihler…. Ama tanıdığım siz durmayı da bilmiyorsunuz’ Öyle bir devinim… Sizin için bir emeklilik ya da salt bir kariyer söz konusu değil. Tercihiniz hep bundan yana olmuş

– Daha da ilginci şu anda yaşamımın sonuna doğru yaklaşıyorum ve hiçbir zaman çalışmadığım kadar çok uzun ve yoğun çalışıyorum. Yaşlandıkça yüklerim arttı ve şu anda ‘artık biraz köşeme çekileyim, rahat edeyim’ dediğim sırada inanılmaz bir koşuşturma içinde buldum kendimi.

– Ama öyle ki yaşamaktan anladığınız daha çok çalışmak gibi, öyle anlaşılıyor

– (Gülerek) Gamze bir defa ben bir kader kurbanıyım! Şu anda bulunduğum yere toplum tarafından savruldum. Çünkü benim yaşamaktan anladığım, yaşamdan beklediğim çalışmak, üretmek ve sevmek. Buna hiç kuşku yok. Ama başka bir şey daha var; kader kurbanıyım derken onu kastediyorum. Sakin, sessiz, derinliği olan, kendi başıma kalabileceğim, öğreneceğim, öğreteceğim, tabii ki yazacağım bir bilimsel çalışma atmosferini tercih ederek hayata başladım. Fakat olaylar beni 12 Mart, 12 Eylül, Hacettepe, YÖK, sakal dolayısıyla zorlandığım istifa, Hürriyet, kamuoyu araştırmacılığı, siyaset, müsteşarlık, CHP, CHP’deki liderlik sorunları, istifalar, şimdi Cumhuriyet, bu davalar, NTV’de Mehmet Barlas ile tartışma programı derken hep toplumun en kırılgan, en uç noktalarında yaşamaya itti. Hiç de amaçlamadığım halde bu kırılma noktalarında tavır koymak zorunda kaldım ahlaken. Onun için kader kurbanıyım diyorum.

– Ama bunu siz istediniz… (gülüyoruz)

– Ben bu değişim zamanlarında yaşamak istemedim. Biliyorsunuz bir Çin atasözü vardır beddua olarak söylerler ‘değişim zamanlarında yaşayasın’ diye. Ve ben de bu ‘değişim zamanlarında’ kader kurbanı olarak boynumu büktüm, toplumun beni sürüklediği yerde, bana biçtiği görevi yerine getirmeye çalıştım, hâlâ da ona çalışıyorum. Bu benim toplumsal ve bireysel ahlak ve görev anlayışım. Karşıma çıkan sorunlardan kaçmayı, saklanmayı pek sevmem. Kendimi bu toplumun bir üyesi bir parçası gördüğüm için, burada yaşamayı seçtiğim için üzerime düşen laik ve demokratik, insan haklarına dayalı uygar bir rejimi savunma görevini yerine getirmeye çalışıyorum.
 

‘Beni aforoz etmek isteyen çok’

– Tansiyonu çok yüksek ortamlar

– Bir defa kavga adamı değilim ama asla ilkelerimden ödün vermem. Ödün vermeyince işte böyle sürükleniyorsunuz. Kavga adamı değilsiniz ama size öyle şeyler yapıyorlar ki ilkelerinizi korumak için belli mücadelelerin içinde buluyorsunuz kendinizi. Mecburen dışarıdan kavga ediyormuş gibi görünüyorsunuz. Hayatımda belirgin olarak ortaya çıkan bir nokta da hangi ortamda, pozisyonda bulunursam bulunayım insan sevgimi ve belki daha da önemlisi insan saygımı hiçbir zaman kaybetmemiş olmam. Öğrencilerime de ilke olarak yazdırdığım şudur: ‘Kendine yapılmasını istemediğin şeyleri başkasına yapma’.

– Sizde aforoz etme anlayışı yok, toplumun birbirine en aykırı kesimleriyle bile diyaloğu reddetmiyorsunuz…

– Doğru ama başka bir şey daha var: Daha doğrusu beni aforoz çabaları var. Pek çok yazar, köşe yazarı, kendilerini belli çevrelerin militanı veya lideri sayan insan, beni çeşitli biçimlerde suçlamak ya da karalamak istedi. Ama tutmadı çünkü gerçeklere uygun değildi. Aforoz bu nedenle bende asla yok ama başka bir şey daha yok; cemaat koruması. Burada cemaati illa dini anlamda kullanmıyorum. Siyasal cemaat, edebi cemaat yani ‘klik’ koruması, kalkanım da yok. Ne partide, siyasette şurada burada, ne edebiyatta’ Medyada da yok. Çünkü klik insanları ne yaparlarsa alkışlanıyorlar, ne yazarlarsa satıyor, yanlışlarının üstü örtülüyor. O kadar ki en son, bir çocuğu taciz eden o adamı, Hüseyin Üzmez’i bile korumaya kalktılar. Benim aforoz edip etmeme durumuma gelince asla kimseye ‘aforoz edilecek insan’ olarak bakmam. Çünkü siyasi, dini bütün inançlara saygılıyım. O nedenle aforoz etmem. Tartışmaya girdiğim nokta tamamen zihinsel, bilimsel, düşünsel düzeydir. Eğer söylenen şey tarihi gerçeklere, mevcut toplumsal gerçeklere ve ideal seçtiğim temel insan hakları, özgürlük ve demokrasi ideallerine, hukuk devletine uygun değilse karşı çıkıyorum. Ama sadece düşünsel düzeyde karşı çıkıyorum. Diyorum ki siz bunlara inanmakta, savunmakta serbestsiniz de ama bunlar bence şu, şu nedenlerle yanlış. Bu bazı insanları çok kızdırıyor ve beni aforoz etmek istiyorlar. Oysa ben onların inançlarına, arzu ettikleri yaşam biçimlerine karşı değilim, ben onların bunu dayatmalarına karşıyım. Bu tabii beni klikler dışı diyelim, cemaatler dışı tutuyor, yani koruma kalkanı sağlamıyor. Ama bana karşı bir saygı mı diyeyim, bir merhamet mi diyeyim böyle bir bakış da yaratıyor.
 

‘Korkarım ama sonuna kadar giderim’

– Kendinizi eleştirir misiniz?

– Sürekli eleştiririm. Günlük hayat anlamında çok korkak bir adamımdır. Kavgadan hoşlanmam. Ne bileyim örneğin işkenceden korkarım, ailemin başına bir şey gelecek diye korkarım, özgürlüğümü kaybetmekten korkarım. O anlamda bakıldığı zaman korkak bir adamımdır. Ama iş ilkelere ve bilimsel tartışmaya gelince inanılmayacak kadar cesur olabildiğimi görüyorum; çünkü yanlış, kötü bir şey yaptığımı düşünmüyorum. Zihinsel, düşünsel tartışma platformunda sonuna kadar da giderim, o nedenle korkusuzum. Böyle bir çelişki var hayatımda. Bu sanıyorum ailemin bana verdiği kişilik özellikleriyle ilgili.

– Bütün yaşamınız aslında bir baskı altında geçti değil mi?

– Doğru, ailede çok özgür yetiştirildim ama sonrası zordur. Hacettepe’de maalesef, oradaki doktorların çok parlak olmalarına, tıbbi başarılara rağmen muhafazakâr bir siyasal ve sosyal ortam içindeydim ve üniversitedeki arkadaşlarım bana tek solcu hatta komünist diye bakar ve bir de yüzüme karşı suçlarlardı. Hepsi benden 10-15 yaş büyük tıp profesörü, sevdiğim arkadaşlarımdı. Sürekli bir eleştiri ortamında yaşadım. Daha gerilere gidersek ki kitapta da anlatıyorum; Siyasal Bilgiler Fakültesinde İstanbullu arkadaşlarla İngilizce Kulübü diye bir kulüp kurmuştuk. Hani sonuna kadar giderim diyorum ya, orada da üye olan sevgili dostlarımızla eleştiri babında birbirimizin ciğerini sökerdik. Hayatım müthiş bir eleştiri ve baskı altında geçti ama o ortamlarda kişiliğimi geliştirdim, kendimi asla bırakmadım.

– Ama belli bir raddeden sonra işte küçük ayak oyunlarını gördünüz mü istifayı da bastınız. Hacettepe, CHP, Hürriyet

– Tabii o ortamda yaşayamayacağımı görünce basıyorum/basarım istifayı.
 

‘Asıl mücadele sandıkta’

– Kitabınızda ‘Hiçbir devrim sandıkla filan olmaz’ da diyorsunuz… Bugüne zorlayarak da olsa uyarlarsak şimdilerde karşıdevrim de aynen böyle mi oluyor dersiniz?

– Yok şimdilerde karşıdevrim sandıkla oluyor.

– Sandığa güveniyor musunuz, doğruluğuna, sayım sonuçları falan..

– Hayır, sandık ilk koşul olarak günümüzde tabii şart. ‘Hiçbir devrim sandıkla filan olmaz’ derken endüstrileşmenin ilk dönemini, tarım toplumundan geçişi kastediyorum. Tarım toplumundan endüstri toplumuna geçerken demokrasinin temelinde yatan kurumlar, ilkeler yoktu ki’ Bu ilkeler büyük mücadelelerle ve kanlı olarak kabul edilmiştir. Tarihte devrimler döneminde demokrasi yok, sandık yok. Orada Türkiye tarihi açısından anakronizm denen bir tarihi hata yapılıyor. Yani Atatürk halka sorsaydı yazı devrimi olur muydu diye. Sandık yok ki sandığı koysun halka sorsun, soracağı halk yok ki.

– Kitleler kul’- Kul’ Cemaat anlayışı içinde bireysel kimliklerine kavuşmamışlar ki kitleler. Sovyet Devrimi de öyledir. Dünyadaki devrimler tarihine baktığınız zaman sandık olmadığı için zaten devrimler oluyor. Günümüzde ise şu veya bu biçimde ve tabii iyi de bir şey sandığın olması. Dolayısıyla olumlu gelişmelerden geriye gidişler de sandık aracılığıyla oluyor. Onlarla yine sandıkta mücadele edilecek. Başka çaresi yok.
 

‘Ergenekon iyi bir şeydir, ama”

– Ergenekon… Neler söylersiniz bu konuda? Hayatınızda nasıl bir paragrafla yer alacak Ergenekon?

– Medyada Ergenekon denilen soruşturma, Türkiye’deki devlet politikasından kaynaklanan bazı kötüye kullanımların, bazı bireysel istismarların ve yasadışı davranışların soruşturulmasıdır benim gözümde. Ve bu iyi bir şeydir. Ergenekon denen ve mahkemece de ‘Ergenekon diye bir örgüt kararı henüz yoktur ve bu terimi kullanmak yasaktır’ diye karar alınan konu da benim gözümde devlet görevlisi olup da bu görevini kendi kişisel çıkarları ve anlayışı çerçevesinde kötüye kullanan insanların soruşturulması ve suçları varsa cezalandırılmasıdır. Tekrar ediyorum bu iyi bir şeydir. Bu açıdan sonuna kadar da gidilmelidir ve deşilmelidir.

– Ama..

– Ama, siz devlet görevlisiyken kişisel veya siyasal nedenlerle görevini istismar edenleri soruşturuyorum diye Türkiye’de kadınların, kızların eğitimine destek veren, bu amaç için örgüt kuran, bütün hayatını bu ülkenin kalkınmasına vakfetmiş sivil toplum örgütlerinin Türkan Saylan gibi kurucularını ve yöneticilerini içeri alıyorsanız; Mehmet Haberal gibi hayatlarını bilime adamış, dünya çapında tıpta, cerrahide öncülükler yapmış insanları içeri alıyorsanız; Ferit Bernay, Mustafa Yurtkuran gibi her anları, her konuşmaları, her adımları şeffaf ve denetim altında olan üniversite rektörlerini tutukluyorsanız ve Erol Manisalı gibi yazarları, İlhan Selçuk, Mustafa Balbay gibi gazetecileri içeri alıyorsanız o zaman ben onun hukukun kötüye kullanılması mı, siyasete alet edilmesi mi olduğunu sorgularım.
 

Ergenekon tabii korkutuyor!

Bu soruyu eminim ki size ne ilk ne de son soran benimdir ama serde gazetecilik var soracağım; sizi de Ergenekon kapsamında içeri alırlar diye bir tedirginliğiniz ya da düşünceniz oldu mu?

– Çok sık soruluyor evet’ Çünkü herkes, adına Ergenekon denilen Mehmet Barlas’ın Estergon diye artık mizahi bir biçimde yorumladığı, Estergon adını taktığı bu davanın Cumhuriyet gazetesi üzerinde de odaklandığını görüyor. Ben de Cumhuriyet gazetesinin hem yazarı hem de yayın kurulu üyesi olduğum için bu soru bana çok sık soruluyor. Buna iki tane yanıtım var. Başta söylediğim o kişisel korkaklık ve zihinsel cesaret çerçevesinde buna yanıt vereceğim. Kişisel olarak tabii korkuyorum haksızlığa uğramaktan. Özgürlüğümü kaybetmekten, hapse atılmaktan, toplum içinde daha yargı aşamasındayken bile suçlanıp manşetlerde mahkûm edilmekten. Hem itibar kaybetmekten hem özgürlüğümü yitirmekten, bu yaşta ailemden, sevdiklerimden ayrı kalmaktan ve muhtemelen de içerde, zaten sahip olduğum birtakım sağlık sorunlarının daha da derinleşmesinden korkuyorum hiç şüphe yok. Bu dalganın beni de kapsayabileceği ihtimali bana o kadar sık hatırlatılıyor ki bu kaygılara sahip olmamak mümkün değil. Ayrıca kendimden çok, önce içerdeki arkadaşlar, sonra da toplum için korkuyorum.Şimdi bu işin bir tarafı. Ama ikinci bir tarafı daha var. Bütün hayatı boyunca daima önce demokrasiden sonra da sosyal demokrasiden yana tavır almış ve bunun mücadelesini yapmış bir insanım. Kendini tanımla dedikleri zaman yanıtım ta 20’li yaşlardan itibaren ‘önce demokratım sonra sosyal demokratım’ olmuştur. Dolayısıyla şimdi Ergenekon çığırtkanlığı yapan Ergenekon savunucularının bir bölümü demokrasiye inanmayıp gerillacılık yaparken, bir bölümü demokrasiye inanmayıp halk ihtilali peşinde koşarken, bir bölümü yine demokrasiye inanmayıp askeri darbecilerin getir-götür işlerini görürken (ki her üç grubun da bugün isimleri de var, medyada köşeleri de var) ben o zaman da bunlara karşı demokrasiyi ve sosyal demokrasiyi savunuyordum, bugün de demokrasiyi ve insan haklarını savunuyorum.Bunlar Ergenekon veya Estergon (her neyse) denen dava çerçevesinde toplumun üstüne bir korku dalgası yaymakla, iktidara karşıt olan herkesi darbeci ilan etmekle meşgul olduklarında ben yine demokrasiyi ve insan haklarını savunuyorum. Bu açıdan tarihe, hukuka, kendi vicdanıma, savcıya, yargıçlara, topluma karşı verilemeyecek hiçbir hesabım yok. İşte o açıdan da hiç korkmuyorum.

– Bir marka mısınız?

– Bu terimlerle konuşmak istemiyorum. Mevcut küreselleşmenin dayattığı kapitalist piyasa koşullarında ve yine mevcut küreselleşmenin dayattığı popüler kültür terminolojisiyle kendimi değerlendirmekten hoşlanmıyorum. Ama bu ortamda, bu ülkede, bu dünyada doğru düşündüklerinizi anlatmak için o popüler kültür içinde bir rolünüzün olması gerektiğine de inanıyorum. Dolayısıyla hiç tasvip etmediğim halde, düşüncelerimi, savunduğum ilkeleri anlatabilmek için hem o piyasa içinde hem de o popüler kültür içerisinde bir yer sahibi olmaya mecburum. Bu bana popüler kültürün veya o serbest piyasanın, küresel piyasanın terminolojisiyle bir marka kimliği getirmişse, bu sonuç toplumun bulunduğu yer bakımından üzücü ama benim etkimi kabul etmesi bakımından da sevindirici bir olay olarak görülmeli diye düşünüyorum..
 

‘Bende kaçamak yanıt yoktur’

Bende kaçamak yanıt yoktur Gamze, bunu ekle lütfen (gülüyoruz). Bende kaçamak yok, ne sorarsanız dürüst ve namuslu cevabımı veririm. Burada popüler kültür konusuna giriyoruz, artık toplumları etkilemek münzevi, kapalı kutunda, evinde, fildişi dünyanda olmuyor. Eğer bir toplumsal etki, siyasal etki, ahlaki etki yapmak istiyorsanız, moralist yönünüzden dolayı bir görev duygusu taşıyorsanız onu mutlaka ve mutlaka, maalesef büyük bir üzüntüyle söylüyorum, popüler kültürün içinde bir yer sahibi olarak yapmak zorundasınız. Bunun bilincindeyim bunun için Cumhuriyet’te köşe yazıyorum, bunun için NTV’de günlük program yapıyorum.

– ‘Ben katıldığım bir kuruluşun yapısını değiştirmeye, orada egemenliği ele geçirmeye, devrim yapmaya filan çalışan iddialı bir insan değilimdir. O zaman Hürriyet’te de öyleydi, Cumhuriyet’te de öyle. Çünkü benim iddiam bilim yapmakta, yazmakta. Kendimi başka türlü kanıtlamaya ihtiyacım yok; bulunduğum yerde benden ne isteniyorsa ne bekleniyorsa, sadece onu yaparım.’ diyorsunuz Andaç’a… Son soruda bu ifadeyi de açar mısınız?

– Fevkalade güzel bir soru. Şimdi bu bir defa insanların kendine biçtiği görevle, rolle ilgili. Bazı insanlar kendilerinde dünyayı değiştirmek, düzeltmek veya bulundukları kurumu devrimci bir görüşle ele alıp onu değiştirmek, düzeltmek gibi misyonlar, görevler vehmederler. Bunlara güçleri yeter veya yetmez’ Bu arada şunu da söyleyeyim: Siyasal veya toplumsal liderler de bunların arasından çıkar. Ama ben öyle bir görev duygusuna hiçbir zaman sahip olmadım. Yani dünyayı düzeltmek, ülkeyi kurtarmak veya çalıştığım kurumu devrimci bir biçimde düzeltmek gibi bir görevle kendimi hiçbir zaman yükümlü hissetmedim. Bu, başında bulunduğum Kültür Bakanlığı açısından da böyleydi, Hacettepe’de de öyleydi, Hürriyet’e gittiğimde de öyle oldu, Cumhuriyet’te de öyle. Ne bekleniyorsa, o kurumun gelenekleri ne diyorsa, o kurumun sahipleri ne istiyorsa (ki özel teşebbüste patron vardır malum) veya o kurumun toplumsal işlevleri neyse onu yerine getirmesine yardımcı olmaya çalışırım. Bazı insanlar bununla yetinmez. Ben onu da çok saygıyla karşılıyorum hatta onu kendi yaptığımdan daha büyük bir saygıyla karşılıyorum. Hemen bir örnek vereyim; Aziz Nesin tam bir devrimciydi ve tam bir liderdi. Nereye girse orada hemen yönetimi ele alıp orada bir devrim yapmak isterdi. Keşke ben de öyle olabilsem ama öyle bir adam değilim.

Yaşamın anlamı

Gelelim Hacettepe, Kültür Bakanlığı, Hürriyet ve Cumhuriyet kurumlarına’ Hacettepe’de İhsan Doğramacı, Nusret Fişek, Hacettepe’nin kuruluş hedefleri benden ne bekliyorsa onları yapmaya çalıştım ve çok iyi şeyler başardım. Hacettepe’de tam bir devrim gerçekleştirilmesine büyük katkılarda bulundum. Tam zamanlı hekimliği getirdik, tıpta sosyal bilimler eğitimini getirdik, o zamanlar yalnızca ODTÜ’de olan ve Türk üniversitelerinde bilinmeyen kredi sistemini getirdik. Bütün o devrimlerde Doğramacı’nın ve Nusret Fişek’in isteği ve desteğiyle bir numaralı rolü oynadım ve bununla iftihar ediyorum. Hürriyet Gazetesi’nin sahibi Erol Simavi benden gazetenin düzgün ve iyi bir biçimde çıkması için bir denetim istedi. Onu da en iyi biçimde yaptım. Ama bunu yaparken o sırada gazetenin Genel Yayın Yönetmeni olan Çetin Emeç’in yerine geçmeyi aklımdan bile geçirmediğim gibi böyle yoklamalar olduğunda da onları reddettim. Çünkü öyle bir isteğim yoktu. O sırada aynı zamanda Türkiye’nin Toplumsal Yapısı’nın yeni baskılarını hazırlamakla yani zihinsel bir üretimle de meşguldüm. Hacettepe’de de kitaplarımın ilk nüshalarını hazırlıyordum. Ondan sonra da Kültür Bakanlığı’ Devletin bir bakanlığı, ne bekleniyor? Hukuka uygun şekilde vatandaşa hızlı ve adil hizmet, tarihin ve doğanın en üst düzeyde korunması’ Onları gerçekleştirmeye çalıştım. Cumhuriyet’e geldim, Cumhuriyet’in sahibi zaten okurları, vakfın sahibi çalışanlar. Dolayısıyla Cumhuriyet’in yolu da son derece belli, kitapta da anlattım: Cumhuriyet’e gelirken bana Genel Yayın Yönetmenliği önerdi İlhan Bey. Ben onu reddederek geldim. Cumhuriyet’teki ilişkilerin keyfi benim için anlamlı. İlhan Selçuk gibi, Ertin Akgüç gibi düşünce bazında, derinlik bazında, dil bazında anlaştığım, sevdiğim insanlarla etkileşimimi sürdürmek; benim için yaşamın anlamı burada.

gamzeakdemircumhuriyet.com.tr

Herkesten Bir Şey Öğrendim-Emre Kongar Kitabı / Feridun Andaç / Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları / 432 s.

Zaman herşeyin ilacı -Mustafa Namdar,Bolu Gündem Gazetesi

Çok yazıldı, çok konuşuldu. Sandıkta sepette kirli temiz ne kadar çamaşır varsa, ortaya döküldü. Zaman oldu kurucuları inciten sözcüklerle yüreklere ateş düşürüldü. Tüm olumsuzluklara karşın toprağa saçılan tohum karanlıktan gün yüzüne çıktı, meyveye dönüştü.

Şu Bağışçılar Vakfı. Bolu’da yaptıkları işlerle, kişilikleriyle, davranışlarındaki güvenilirliği ve dürüstlükleriyle herkes tarafından bilinen insanların bir araya gelerek kurdukları vakıf, kuruluş aşamasından sonra bir dizi etkinliklerde kazanın kulpundan tutmuş, şimdi eğitim-öğretimde ilk adım olan okul öncesi eğitim ünitesinin laboratuvarı konumundaki Anaokulu’nun temelini atmıştır.

Abant İzzet Baysal Üniversitesi alanında Eğitim Fakültesi anaokulu sınıfı öğretmenlerinin uygulama okulu şeklinde olacak bu okulda, dünyanın kabul ettiği en son eğitim modelleri, en yeni ders donanım malzemeleriyle uygulamaya koyacak öğretmenlerimiz, aldıkları bilgi donanımıyla alanlarında ülke genelinde ışık olarak geleceğin aydınlık düşüncelerine yol vereceklerdir.

Tarih 01.07.2010. Yer Abant İzzet Baysal Üniversitesi Kapalı Yüzme Havuzu yanında 1500 m2’si kapalı 7000 m2 alanda anaokulu temel atma törenindeyiz.

Bolulu deyimiyle, püfür püfür esintili bir havada böylesi bir güzelliğin temel atma töreninde olmak büyük mutluluk veriyor diye başlıyor sözlerine Bolu Bağışçılar Vakfı Başkanı Sn. Şerafettin Erbayram.

-Bolu Bağışçılar Vakfı dört yıl önce kuruluş çalışmalarına başladı, iki yıl önce de resmen kuruldu.

-Bolu Vakıf konusunda tecrübeli. Bu konuda İzzet Baysal Vakfı yolumuzu aydınlatıyor.

-Bu vakıf küçük büyük bağış sistemini olgunlaştırıp hayata geçirilmesi için kurulan bir vakıf. Bolu’nun daha güzel bir Bolu olması için bireysel düşünceden kollektif bir yapıya geçişi sağlamak amacımızdır. 3.sektör vakfından bu konuda yararlandık. Yol haritasının çiziminde yardımcı oldular.

-Şuana kadar şartlı şartsız burs sistemiyle öğrencilere burs verilmektedir. Üniversite toplulukları aktivitelerine katılıyor, onlardan gelen ciddi projelere destek sağlıyoruz.

-Bu arada okul öncesi programı projesi geldi. Uzun soluklu bir işe başlandı. Bu güzellik yirmi yıl sonrasının işaret fişeği gibi. Burada okul öncesi eğitimi için Araştırma Geliştirme Merkezi oluşturulacak. Burası ana, baba, çocuklar için laboratuvar konumunda olacak. Bu bina 1.7 milyon TL’ye malolacak.

Bu arada bir başka işimiz daha var. Başladık devam ediyoruz. Toplum Ruh Sağlığı Merkezi onarım ve tadilat işi. Toplumun ruh sağlığına yapılan bu hizmet için çok büyük destek ve katkılar aldık.

Doğu Marmara Kalkınma Ajansıyla bir araya gelip daha büyük projeler yapmalıyız dedi.

Temel atma töreninde, protokolün dışında Amerikadan gelen konuklar da vardı. Projeye önemli katkı sağlayan Haldun Taşman ve muhterem anneleri de bu mutlu günde Bolulu hemşehrilerinin yanlarındaydılar.

Protokol konuşmalarında projenin teknik ve mali konumu hakkında bilgilendirme yapan Sn. Uğur Tunçok, bu ve benzer projelerde küçük bağışlarla büyük işler yapılacağına işaret ederek, insanları dayanışmaya davet etti.

Sırasıyla konuşmalar yapıldı. Haldun Taşman’ın konuşmasından sonra (Onun konuşmasını ayrıca yazacağım) sırasıyla

Milli Eğitim Müdürümüz Sn. Recep Sezer.

-Bugün çocuklar kadar şen ve mutluyuz. Çocuklarımızı iyi yetiştirirsek, dünyayı avuçlarının içine alacaklarına inanıyorum.

-Fiziki yapıda tüm yatırımlarıyla noksanımızı tamamlayan İzzet Baysal’ı rahmetle anarken, kurduğu vakfın başkan ve üyelerine teşekkür ederim. 2000 civarında okul öncesinde okuyan çocuk var.

Bunlardan beş yaş grubunda %83’ü, dört yaş grubunda %22’si, üç yaş grubunda ise %5’ini okutabilecek okullaşmaya sahibiz.

-Çocuklar bizim en önemli sermayemizdir. Bu eser ülkemize örnek olacak.

AİBÜ Rektörü Prof.Dr. Sn. Hayri Coşkun.

-Bugün Üniversitemize yeni bir eser kazandırmanın mutluluğu var. Haldun Taşman ve ailesine hoşgeldiniz diyor, katkıları nedeniyle teşekkür ediyorum.

-Okul öncesi eğitim- çocuğun gelişiminde önemlidir. Erken eğitim insan gelişiminin önemli başlangıcıdır.

-Bu okulda yeni metodlar uygulanacak. Bu konuda zincirin tek bir halkasının bile kırılmasına müsaade etmemeliyiz.

İzzet Baysal Vakfı Başkanı Sn. Ahmet Baysal.

Ben bu konuşmaya neden davet edildim bilemiyorum. Ama bir maksat için çağrıldığımı tahmin ediyorum.

-İzzet Baba herkes kendi hayrını kendi yapsın düşüncesiyle kendi vakfını kurdu ve bağış istemedi. O bu konudaki katkıyı Bolulular’dan bekliyor. Bağışçılar Vakfı’nın bu başlangıcı böyle bırakılamaz, bırakamazsınız.

Belediye Başkanı Sn. Alaaddin Yılmaz

-Kendimi Türkiye’nin en mutlu ve en rahat Belediye Başkanı olarak görüyorum. Doğası güzel, insanları güzel ve İzzet Baysal’ı ve Baysallar gibi hayırsever insanları var.

-Böyle bir yerde bir vakıf daha kuruluyor, Bağışçılar Vakfı. Benim görevim böylesi güzellikler içinde halkıma hizmet etmek oluyor. (Törende bulunan öğretmen okulundan Matematik öğretmenine teşekkür ediyor.)

Vali Sn. İbrahim Özçimen.

-Bu güzellikte lokomotif görevi üstlenen Haldun Taşman beye teşekkür ederim.

-Bizim tarihimizde bu topraklarda yaşayan insanların dünyaya vakıf felsefesini öğreten insanlarla dolu olduğunu yazar.

-Ben Denizli’nin Çivril İlçesindenim. Buranın insanları gündüz eğitim almış, kalan zamanlarda keçi almış, tavuk alıp alıp satmış.

Şimdi İstanbul’da Çivrilli Kuyumcular ağırlıkta. Hepsi de hayırsever insanlardır. Devletin yanında onlar da doğdukları yere sahip çıkmaktalar. Millet, devlet el elenin en güzel örnekleri verilmekte.

-Bağışçılar Vakfı bir işaret fişeğini de üniversitede atmış, verdikçe daha mutlu olunuyor. Hayırlı olsun.

 Damlaya damlaya göl olur sözünü gerçeğe dönüştürmenin güzelliği yaşanıyordu Anaokulunun temel atma töreninde. Bağışçılar Vakfı’na yaptığı katkı ve verdiği cesaretle tanıdığımız Sn. Haldun Taşman, Amerika’dan gelmişti temel atma törenine. Sözün eyleme dönüştüğünü görmenin mutluluğu vardı yüzünde. Şunları söyledi temel atma töreninde Sn. Taşman: -Benim sadece 12 yılım Bolu’da geçti. Annemin ve merhum babamın yetişmemizdeki katkıları çok büyüktür. Huzurunuzda annem Zehra Taşman’a üstün annelik vizyonu ve emekleri için şükranlarımı sunuyorum. -Sizlerle paylaşmak istediğim 7 husus var. “1- ABD’de yerleşik Türklere hizmet veren “Türk Filantropi Vakfı” Yönetim Kurulu Başkanı olarak çok kişi Filantropi’nin anlamını soruyordu. Filantropi: “İnsan sevgisi”dir. Geniş anlamda; bireylerin, şirketlerin, vakıfların topluma katkısı demek. Türkçede en yakın eş kelimesi “Hayırseverliktir.” Vermek yalnızca parayla olmaz. Gönüllülük esası ve zamanı gönüllü olarak vermek de çok kıymetlidir. 2- Değişen dünyada filantropi de değişmekte. Yeni bağış sistemleri yeni bağışçılar var. Bağış arayanlar çoğalırken, rekabet yüzünden güçlü vakıf ve dernekler büyürken, zayıflar yok olma durumuna düşüyorlar. Bağışçılar da artık güven veren, hayallerini gerçekleştirebilecekleri kurumlara yöneliyorlar. 3- Elinde en çok imkan ve kaynakları olanların sosyal sorumlulukları da o derecede büyüyor. 4- “Yaşarken Ver” prensibi. Çoğu insan öldükten sonra öbür dünyaya getiremediği mallarla hayır yapmayı düşünebilir. Günümüzde bazı insanlar da aklı ve enerjisi yerindeyken hayır yapma yolunu seçiyor. Eşim Nihal Hanımın önerisi ile ben de bu ikinci yolu seçtim. Bu yüzden hayatımın en zevkli ve mutlu devresini yaşıyorum. Böylece uzun yılların çabası sonucunda elde ettiğim kıymetleri toplum yararına değerlendirmek vazife ve onuru gene bana düşüyor. 10 yıldır bu sektörün içindeyim. 5- “Ne ekersen, onu biçersin.” Hayır yapanların şu veya bu şekilde maddi manevi kazancı olduğu unutulmamalı. 6- Akıllı bağışçılar sosyal yatırım düşüncesiyle “Çok sayıda insanın yararlanacağı projelere ve bu projeleri hayata geçiren kurumlara kaynak aktarıyorlar.” Projelerin bir parçası oluyorlar. Hesap soruyor, şeffaflık istiyor, süreklilik arzuluyor. Netice peşinde koşuyorlar. İş dünyasındaki disiplini, prensipleri vakıflarda arıyorlar. 7- Filantropi insanlarının, kurumları birleştirerek ortak çalışmayı sağlama gücü vardır. Bugün bizleri de bir araya getiren güç bu güçtür.” Bu vesileyle bu şahane projeye destek veren, verecek olan herkese, bilhassa Ahmet Baysal ağabeyime, Şerafettin Erbayram, Uğur Tunçok ve Bağışçılar Vakfı Mütevelli üyeleri ve yönetimine teşekkür ediyor, başarılar diliyorum. Yolumuz açık olsun diyerek konuşmasını sonlandırdı. Fotoğrafın kareleri güzelliklerle doldukça, şüphe ve kaygıların zaman içinde eriyeceğine inanıyorum. Çünkü zamanın her şeyin ilacı olduğunu düşünüyorum.

Ne demek oluyor Fringe?

Sözlük anlamı ‘sınırda’ olan ‘fringe’le, bilim dünyasında kabul edilebilirlik sınırlarında olan deneyler anlatılıyor. Sahte bilimle ‘fringe’ bilim arasındaki fark ise şu: Sahte bilim, bilimle amatör olarak uğraşan kişilerin yaptıkları deneyler ve iddiaları kapsarken, ‘fringe’ bilimde saygın ve ‘gerçek’ bilim insanları, meslektaşları tarafından garipsenen yöntemlere başvuruyor. Türk Vikipedia’sı bu alana ‘Sınır-bilim’ ismini takmış. 


 

Dizinin konusuna gelince; 

Dizi Boston’a düşen bir uçak ile başlıyor.Almanya’dan kalkan uçağın içinde bulunan birinin kendisine insülin iğnesiyle kendine bir tür zehir enjekte eder ve tüm mürettabıyla yolcular ile birlikte Boston’a düşer.Burada görevli olan FBI ajanı Olivia Dunham ve gizli aşkı Ajan Scott olayı araştırmaya başlarlar.Daha sonra bu tip olaylarla ilgilenen ve  uzun süredir akıl hastanesinde yatan Dr. Walter Bishop ve oğlu Peter Bishop kadroya dahil olurlar ve Fringe ekibi kurulmuş olur. 

Fringe Oyuncuları Fringe Oyuncuları 

Fringe Dizisi Oyuncu Kadrosu ve Görevleri; 

  • Joshua Jackson, Peter Bishop adında babasıyla(Dr. Walter Bishop) araları pek iyi olmayan ve kendi çapında işler yapmaya çalışan ve aynı zamanda kimya bilgisi üst düzeyde bir bir karakteri canlandırıyor.
  • John Noble, Dr. Walter Bishop adında zamanında devlet adına çok önemli deneylere ve çalışmalara imza atmış fakat bu çalışmaların sonucunda akıl hastesine düşmüş bir bilim adamını canlandırıyor.
  • Anna Torv, Olivia Dunham adında azimli, başarılı ve iyi bir kariyer sahibi olan bir FBI ajanını canlandırıyor.
  • Mark Valley, John Scott adında Olivia Dunham’ın hem iş partneri hem de sevgilisi olan bir FBI ajanınını canlandırıyor.
  • Kirk Avecedo, Charles Francis adında Olivia Dunham ve John Scott arkadaşı olan FBI ajanını canlandırıyor.
  • Jasika Nicole, Astrid Farnsworth adında Olivia Dunham’ın yardımcı olan bir FBI çaylak ajanını canlandırıyor.
  • Lance Reddick, Philip Broyles adında olayı çözmekle görevli olan ekibin liderini olan bir FBI ajanını canlandırıyor.
  • Blair Brown, Nina Sharp adında zamanında Dr. Walter Bishop ile teması olan birisiyle birtakım işler çevirerek değişik alanlarda hizmet veren bir teknoloji şirketinin patronunu canlandırıyor.

Dizinin diğer dikkat çeken yanı ise başlangıç müzikleri.Çok kısa sürse de bu müzikler acayip güzel.Şu ana kadar üç farklı şekilde yayınlanan Fringe başlangıç müziğini sizlerle paylaşmak istiyorum.

1. Eger bizi kahve makinasinin basinda ya da sigara molasinda yakalarsaniz muhakkak hastalıklarınızla ilgili bir soru sorun. Bizim dünyada zevk aldığımız tek şey tıptır ve molayi sizin sorularinizi yanitlamak için verdik.

2. Evdeki ilaçlarınız iyi gelmiyorsa hemen bizi telefonla arayin. Telefondan teşhis koymak gibi müthiş bir yeteneğimiz vardır.

3. Ayaküstü, merdiven aralığında, kapı arkasında veya asansörde karşılaştığınızda hemen oranızın buranızın ağrıdığını anlatmaya başlayın, biz her an sizi düşünürüz ve zaten asansöre de hastalarla karşılaşabilmek için bineriz.

4. Gazetede okuduğunuz asparagas tıp haberleri hakkında doktorları her fırsatta sıkıştırınız, çünkü gazeteciler her zaman tıp konularını doktorlardan daha iyi bilirler, güncel takip ederler ve her yazdıkları doğrudur. Böylece doktorun bilgisizliğini ve açıklarını yüzüne vurma fırsatını yakalamış olursunuz.

5. Doktorlar sinirsiz insanlardır, hatta insan değil robotturlar, yorulmaz, uyumaz, tatil yapmaz ve sinirlenmezler. İstediğiniz kadar, hatta sonsuza kadar soru sorabilirsiniz, hatta sorduğunuz soruların cevaplarını dinlemek bile zorunda değilsinizdir, doktor önceki soruya cevap vermekteyken, yeni soru sorabilirsiniz, doktor buna hiç alınmaz. ÜSTELİK, doktora sorduğunuz ve cevabını aldığınız konuda doktorun dediklerini uygulamak zorunda bile değilsiniz, ama iyileşmediğinizde doktorun dediklerini uygulamadığınız halde doktora HESAP SORMA hakkınız vardır.

6. Bize kolay kolay teşekkür etmeyin. Nasıl olsa para veriyorsunuz ve köle satın alıyorsunuz.

7. Doktor olurken nasıl olsa HİPOKRAT YEMİNİ ettik ya, doktorları kızdırsanız bile onlar size sonsuza kadar köle gibi hizmet etmeye mecburdurlar. Hakaret edebilirsiniz, üstüne yürüyebilirsiniz, şikayet edebilirsiniz, sağda solda aleyhinde konuşabilirsiniz, ama işiniz düştüğünde hiç utanmadan yine kendinizi ellerine teslim edebilirsiniz, ne de olsa hipokrat yemini etmişlerdir.

8. Doktorlara danışmadan kendi kendinize her türlü tedaviyi yapabilirsiniz, hastalığınız daha da kötüye gittiğinde doktor sizi her durumda kurtarır, sorun değil.

9. İlacın acı olduğundan veya iğnenin yaktığından dolayı doktora kızmakta serbestsiniz, çünkü sizi doktor hasta etmiştir ve ilacın tadını doktor ayarlamıştır.

10. Verilen ilaç \”kanser yapar mı?\” diye sorunuz. Çünkü allahın cezası doktor sizi kasıtlı olarak kanser etmeye çalışmaktadır. Hamileyseniz verdiğiniz ilacın çocukta bir sakatlık yapıp yapmayacağını doktora sorun, çünkü doktor sizin sakat bir çocuk doğurmanızı istemektedir.

11. Doktorlar tüm dünya tıbbını bilirler, cildinizdeki kaşıntıyı beyin cerrahına rahatça danışabilirsiniz. Sadece karşılaşmış olmanız yeterlidir, uzmanlık alanı diye bir kavram tamamen palavradır.

12. Doktorun evine telefon ederek, doktor evde yokken eşine hastalığınızla ilgili soru sorabilirsiniz, mutlaka bilecektir, doktor eşidir ya, bilir.

TPD SUT değişiklikleri ile hekime ve ilaca ulaşımının zorlaştırıldığını belirterek, SUT’un Psikiyatri hizmetini değersizleştirdiğini savundu.

TPD Genel Sekreteri Doç. Dr. Burhanettin Kaya ve Psikiyatrik Hizmetleri Ücretlendirme Görev Grubu Koordinatörü Uz. Dr. Fatih Öncü tarafından yapılan ortak açıklamada, Sağlıkta Dönüşüm Programı kapsamında gündeme gelen ve kısaca SUT diye adlandırılan Sağlık Uygulama Tebliği kararlarının hekime ve ilaca ulaşımını zorlaştırdığı belirtildi.

Açıklamada, Sağlıkta Dönüşüm Programı kapsamında gündeme gelen ve kısaca SUT diye adlandırılan Sağlık Uygulama Tebliği kararlarının hekime ve ilaca ulaşımını zorlaştırdığı belirtildi.

SUT içeriğiyle ilgili değişikliklerin sıklığı nedeniyle uyum zorluğu yaşandığı ifade edilen açıklamada, şöyle devam edildi:

“SGK’yı kar eden bir kuruma dönüştüren, sağlık hizmetini ticari hale getiren, teminat paketleriyle sağlık hizmetinin niteliğini giderek düşüren bir biçime dönüştü. Hizmet başı uygulama ve vaka başı uygulama arasında seçim yapmak zorunda bıraktığı kurumları her geçen gün. “bu işletmenin dönmesi” mantığına sıkıştırarak biçimledi Sağlık hizmetinin gereksinimlerine göre değil uygulanan Dünya Bankası imzalı projelerin ve hükümetin gereksinimlerine göre teminat paketlerini daraltmaya başladı. Bunun giderek daha da artacağını öngörmemize olanak veren birçok uygulama var. Bir yandan tam gün yasası ile vaat edilen gerçek ve akıl dışı ücretler, diğer yandan global bütçe uygulaması ile şekillenen SUT’lar. Kurumlar da bu süreçle başa çıkabilmek için nitelikli sağlık hizmetini bırakmış, fatura kaçaklarını engelleyecek ve kesintiye yol açmayacak refleksler geliştirme eğilimindeler. Hekim mali müşavire dönüşmüş durumda. SGK uygulamaları Michael Moore’nin ünlü SİCKO adlı belgeselinde anlatılan ölüm müfettişlerini hatırlatıyor.”
 

SGK bütçe derdinde

TPD açıklamasında, alınan kararların sağlık hizmetlerinin kalitesini düşürücü etki yapabileceğine dikkat çekilerek, psikiyatri hastalarının ilaca ulaşımını zorlaştıran uygulamanın gerektiği vurgulandı. Açıklamada, geri ödeme sorunu yaşandığı için psikiyatri hastalarının sosyal güvenceden yoksun kaldıkları belirtilerek şu bilgilere yer verildi:

“Derneğimizce, iki yıl süren yoğun bir çabayla Endikasyon Dışı İlaç Kullanımı ile ilgili bir kılavuz hazırlandı. Sağlık Bakanlığınca onaylandı ve resmi belgeye dönüştürüldü. Fakat SGK bu kılavuzun bir yıla yakın süre uygulanmasını tamamıyla mali gerekçelerle engelledi. SUT içeriğinde yeni bir değişiklik yapıldı. Bu yeni düzenleme ile ilgili olarak yaşanan yeni sorunlar var. Örneğin A ilacı şizofreni tanısında geri ödemesi olan bir ilaç iken son SUT da bu ilaç geri ödeme kapsamından çıkarılmıştır. Bu ilacı kullanan hastalar artık bu ilacı alamayacaktır. Her yeni SUT hiç bir bilimsel gerekçe göstermeksizin tamamıyla sağlıkta dönüşümün mantığını oluşturan sağlığı metalaştırma, ticari bir ilişkiye döndürme yaklaşımıyla her bir ilacı ödeme kapsamından çıkarma tasarrufuna sahiptir ve buradaki tek gerekçe SGK’dan çıkan parayı azaltmaktır. Kanser ilaçları vs. gibi hayati niteliği olan birçok ilaç kullanıcısı da bu tutumun mağdurlarıdır, mağdurları olmaya adaydır. Aslında endikasyon dışı ilaç kullanma kılavuzunda var olan bazı açıklamaların bu sorunu çözecek nitelikte olmasına karşın, SGK tek bir ilacı kapsam dışı bırakabiliyor. Bu konuda sağlık bakanlığı ve SGK arasındaki eşgüdüm eksikliğinin de büyük rolü var.”
 

Sorunlar hızla çözülmeli”

Bu sorunların hızla düzeltilmesi talep edilen TPD açıklamasında, “Bilimsel veriler ışığında tanımlanmış tüm endikasyonlarda ilaçların geri ödemesinin sağlanmasını, endikasyon dışı ilaç kullanımı kılavuzun hızla ve eksiksiz olarak yaşama geçirilmesini, bu konuda yaşanan sorunların çözülmesinde yasakçı değil çağdaş, bilimsel, sağlığa temel bir insan hakkı olarak bakan, hasta merkezli ve insancıl denetim mekanizmalarının oluşturulmasını ve kurumlar arası eşgüdümün eksiksiz biçimde, gecikmeden sağlanması gerektiğini düşünüyoruz” denildi.

“Anayasa değişikliğine ‘Hayır’ diyeceğiz”

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, partisinin il ve belediye başkanları ve il yöneticilerinin katılımıyla düzenlenen toplantının açılışında yaptığı konuşmada Anayasa Mahkemesi’nin kararını değerlendirdi.

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Anayasa Mahkemesi’nin Anayasa değişikliğine ilişkin verdiği “kısmen iptal” kararının kendilerini tatmin etmediğini belirterek “12 Eylül’de, 12 Eylül değişikliklerinin bir uzantısı olarak gördüğümüz o Anayasa değişikliklerine hayır diyeceğiz” dedi. Kılıçdaroğlu, CHP iktidarında yeni bir Anayasa yapma sözü de verdi.

Kılıçdaroğlu, CHP Belediye Başkanları, İl Genel Meclisi Başkanları ve İl Genel Meclisi Grup Başkanvekilleri toplantısının açılışında konuştu. CHP’liler olarak tarihe karşı sorumluluklarının olduğunu, geleceğe ilişkin yol haritalarını çizmek üzere toplandıklarını belirten Kılıçdaroğlu, “Demokrasi, hak ve özgürlükler kavramının boşaltıldığı bir süreci yaşıyoruz. Demokrasi dediler, demokrasi askıya alındı. Hak dediler, haklar kısıtlandı. Hakkını korumak isteyenler coplandı” dedi. Kılıçdaroğlu, “Barış, kardeşlik dedik, barışı ve kardeşliği sanki yeni keşfetmişiz gibi söylemler geliştirdik. Adına açılım dedik ama dönüp baktık ki toplum ciddi ölçüde ayrışmış. Bu ayrışmayı ortadan kaldırmak, barışı, demokrasiyi, kardeşliği yeniden egemen kılmak, nasıl Ulusal Kurtuluş Savaşı sırasında ayrışmadıysak, birleştiysek, güçbirliği yaptıysak o güçbirliğini, beraberliği, geleceğe umutla bakan bir Türkiye’yi yaratmak için buradayız” diye konuştu.

İzlenen ekonomik politikalarıyla toplumun tüm kesimlerinin perişan edildiğini, insanların yoksulluğunun sömürüldüğünü anlatan Kılıçdaroğlu, “Güçler ayrılığı ilkesinin askıya alınmak istendiği, iktidarın kendi mutfağında Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez bütün siyasal partiler dışlanarak, uzlaşma arayışlarına kapılar kapanarak yapılan bir Anayasa değişikliğiyle ve bu Anayasa değişikliği sonrası verilen Anayasa Mahkemesi kararını görüşmek üzere buradayız. Çünkü biz Daha güçlü, daha çağdaş, daha uygar bir Türkiye istiyoruz” dedi.

Kılıçdaroğlu, 111 milletvekilinin, yargıyı yürütmenin emrine verdiği gerekçesiyle Anayasa değişikliğinin iptalini istediğini, bunun sonucunda Anayasa Mahkemesi’nin dün karar verdiğini anımsatarak “Verilen karar, Anayasa Mahkemesi’nin geçmişte vermiş olduğu kararların bir izdüşümüdür. Anayasa Mahkemesi geçmişteki içtihatlarına bağlı kalarak karar vermiştir” dedi.

Kararın geniş çevrelerce tartışılacağını ancak Anayasa Mahkemesi’nin kararlarının bağlayıcılığına inandıklarını belirten Kılıçdaroğlu, bu tartışmaların demokrasi ve hukuk kültürüne önemli katkılar yapacağına işaret etti. Siyasallaşan yargının topluma ağır bedeller ödettiğini ve toplumun vicdanını kanattığını dile getiren Kılıçdaroğlu, “Bir dönem alkışlanan mahkeme kararlarının bir süre sonra toplum vicdanında yanlışlığı ortaya çıkmıştır. O nedenle demokrasiyi getirelim, güçler ayrılığı ilkesini getirelim derken yargının siyasallaşmamasına özen gösteren bir siyasi partiyiz. Yargıç, kendi teminatıyla, yargıç güvencesiyle oturduğu koltuğun hakkını vermeli ve kamu vicdanında kabul görmelidir. Onun için biz demokrasi kültürünü, demokrasi çıtasını yükseltmek zorundayız” diye konuştu.


“Referandumda hayır diyeceğiz”

Anayasa Mahkemesi’nin almış olduğu kararın, Anayasa’nın değiştirilmesi teklif edilemeyecek maddelerine aykırılık nedeniyle alındığını anımsatan Kılıçdaroğlu, şöyle konuştu:
“Biz Anayasa Mahkemesi kararının bizi tatmin etmediğini biliyoruz. Bugün için iptal kararından sonra bile yargıç güvencesinin ve güçler ayrılığı ilkesinin tehlikede olduğunu biliyoruz. Yargının siyasallaşması, toplumun ayrışmasına yol açacaktır. Yargının siyasallaşması toplum vicdanının kanamasına yol açacaktır. Yapılan değişiklikler sonrası Cumhuriyet Savcısı, Adalet Bakanı’nın emrine sokulacaktır. O kadar ki, siz bir yurttaş olarak bir savcının size karşı yaptığı yanlışlığı veya haksızlığı Adalet Bakanı’na şikayet ettiğinizde eğer Adalet Bakanı ‘Ben izin vermiyorum’ dediği an itiraz edeceğiniz başka hiçbir merci kalmamaktadır. Yani bugün bizim elimizde itiraz edip bir üst mahkemeye gitme hakkı dahi bizim elimizden alınmıştır. O nedenle biz bu değişiklikleri uygun görmüyoruz ve 12 Eylül’de, 12 Eylül değişikliklerinin bir uzantısı olarak gördüğümüz o Anayasa değişikliklerine hayır diyeceğiz.”


“Yeni anayasa yapma sözü veriyoruz”

Kılıçdaroğlu, 12 Eylül Anayasası’nın eksikliklerini ve yanlışlıklarını bildiklerini, Türkiye’nin daha çağdaş bir anayasaya sahip olması gerektiğini belirterek güçler ayrılığı ilkesinin güçlenmesinden, medya üzerine uygulanan baskıların kaldırılmasından, milletvekili dokunulmazlığının, kürsü dokunulmazlığıyla sınırlandırılmasından, yolsuzluk yapan bakanların yargılanmasından, örgütlü bir toplumdan yana olduklarını bildirdi. Kılıçdaroğlu, “Onun için yeni parlamentoda seçimlerden sonra yani CHP iktidarında daha çağdaş, daha uygar, toplumu geleceğe güvenle bakan yeni bir Anayasa yapmanın da sözünü ve teminatını veriyoruz” dedi.

Sadece Anayasa değişikliklerine kilitlenmeyeceklerini, siyasi ahlak yasasını da çıkaracaklarını kaydeden Kılıçdaroğlu, “Sorumluluk hisseden her yurttaşımızın, her partilimizin, her aydınımızın, her çizerimizin, her sanatçımızın kişilerin inançlarına saygılı olması gerektiğinin altının çizilmesi gerektiğini ifade ediyorum. Biz, inançlara saygılı ama bu ülkede düşüncelerin özgürce dile getirildiği bir Türkiye yaratmak istiyoruz. Onun için çağdaş bir Anayasa, onun için uygar bir Anayasa” diye konuştu.


“Hayırda ‘hayır’ vardır”

Kılıçdaroğlu, kafalarının arkasında başka bir düşüncelerinin olmadığını, içten pazarlıklı bir siyasi parti olmadıklarını vurgulayarak “Biz, önce YÖK’te reform yapacağız deyip YÖK’ü ele geçirdikten sonra unutan bir siyasal parti değiliz. Biz, YÖK’ü kaldıracağız diyorsak, YÖK’ün üniversitelere bir baskı aracı olarak kullanılmasını kaldıracağız diyorsak bunun teminatını veriyorsak biz bunu yapacağız” dedi. Kılıçdaroğlu, “Bir ülkede üniversiteler susturulmuşsa bilin ki o ülkede demokrasi askıya alınmıştır” diye konuştu.

Sokaktaki vatandaşların telefonda konuşurken dinleme kaygısı taşıdığını, tüm bunları önlemek için yeni bir Anayasa yapmanın teminatını verdiklerini anlatan Kılıçdaroğlu, “12 Eylül’de, 12 Eylül düşüncelerinin ürünü olan, güçler ayrılığı ilkesini siyasal iktidarın emrine sokan bir değişikliğe toplum olarak, aydınlar olarak, dürüst insanlar olarak, topluma karşı sorumluluk hisseden her yurttaşın hayır demesini bekliyoruz. Ve halkımızın söylediği güzel bir laf vardır: Hayırda hayır vardır. Çünkü bu karanlık tablo, Türkiye’nin içinde bulunduğu bu açmaz, bizi aydınlığa taşıyacaktır. Biz, gelecek, aydınlık günlerde buluşacağız” diye konuştu.

Distimik Bozukluk      
 
Neden yıllardır mutsuz, halsiz ve yorgun hissediyorum?

distimi

Distimik Bozukluk olarak bilinen bu rahatsızlık, kişinin en az 2 yıldır olan, hemen her gün yaklaşık gün boyunca süren; mutsuz, keyifsiz, yorgun, iştahsız ya da aşırı yeme eğilimi gösteren, uykusuzluk ya da çok uyumanın eşlik ettiği; genel olarak ‘kötü’ hissetme halidir.

 Bu kişiler kendilerini, hüzünlü, kederli, hayattan zevk alamayan, hiç bir şey yapmak istemeyen olarak tanımlarlar.

 Çocuklarda irrite hal ile ortaya çıkabilir. Bir yıl sürmesi durumunda bu tanıyı alabilir. Yani erişkinde en az 2 yıl, ancak çocuklarda 1 yıl da tanı koyulabilir. İştahsızlık veya aşırı yemek yeme, uykusuzluk ya da aşırı uyku uyuma, enerjinin düşük olması, yorgunluk, benlik saygısının düşmesi, düşünceleri yoğunlaştıramama, umutsuzluk duyguları ve karar vermede güçlük çekme görülür. Bu kişiler sürekli kendilerini eleştirirler ve ilgileri azalır. Kendilerini yetersiz bulurlar, çekici hissetmezler. Bu depresif durumun bir parçası olduğu için de, sorulmadıkça yakınmazlar; çünkü hep böyledirler.

Distimik bozuklukta en sık yetersizlik duyguları, genel bir ilgi kaybı ve hiçbir şeyden zevk alamama, toplumdan uzaklaşma, suçluluk duyguları ya da geçmişle ilgili düşüncelere dalmalar, yaşam etkinliklerinde ve üretkenliğinde azalma, etkin olamama görülür; ayrıca hızlı göz hareketleri vardır.

Çocuklarda her iki cinste eşit görülür. Çoğu kez okul başarısında ve toplumsal etkinliklerde bozulmalara neden olur. Bu çocuklar irrite, ters, huysuz ve “asabi” dirler. Benlik saygıları ve toplumsal becerileri düşüktür; karamsardırlar.

Distimik Bozukluk Ne Zaman Başlar ve Nedenleri Neler Olabilir?

Distimik bozukluk çocukluktan yaşlılığa değin herhangi bir yaşta başlayabilir. Ancak distiminin başlangıç yaşının bir dizi önemli klinik ve muhtemel etyolojik unsurla korele olmasının erken ve geç başlangıçlı distimik bozuklukların birbirinden farklı gelişimsel yolağı temsil ettiğini düşündürmektedir. Mesela erken başlangıçlı (çocukluk ya da ergenlik döneminde başlayan) distimik bozukluğun duygudurum bozuklukları açısından ailevi yüklülükle, çocukluk çağı istismarlarıyla ve kişilik bozukluklarıyla biraradalığından söz edilmektedir. Aksine geç başlangıçlı distimik bozuklukların ise önemli kayıplar ve sağlık sorunlarıyla ilişkili olduğunun üzerinde durulmaktadır. 

Tanı kriterlerinde de distimik bozukluğun 21 yaşından önce başlayıp başlamamasına göre şekillenen erken ve geç başlangıçlı ayrımının önemine değinilmiştir. Distimi vakalarının büyük çoğunluğu sürekli depresif olduklarından yakınırlar; çoğu erken yaşlarda çocukluk, ergenlik en çok da yirmili yaşlarda başlar. Geç başlangıçlı alt tipi orta yaş ve ileri yaş grubunda başlayan, sıklıkla da kadınların etkilendiği bir gruptur.

Distimik Bozukluğun Depresyondan ne farkı var?

Distimik bozukluk olgularının çok önemli bir bölümünün major depresif epizod kriterlerini karşılayacak şekilde alevlenmeler yaşadığı bilinmektedir. Aslında, distiminin üzerinde oluşan major depresif epizod çoğunlukla kişiyi profesyonel yardım arayışına zorlamaktadır. Yani kişi aslında yıllardır kendini kötü hissetmekte ancak işlevselliği genel olarak bozulmamaktadır. Ancak bu durumun üzerine Major Depresyon eklendiği zaman, suçluluk duyguları çok artmakta, kişi yataktan bile çıkmak istememekte, işine gitmemekte, aile problemleri yaşamakta, bazı durumlarda intihara bile gidebilmektedir.

Bende bu şikayetler varsa ne yapmalıyım?

Depresif durum toplumsal ve mesleki alanda, üretkenlikte sıkıntıya neden olur. Bu durumu bir sürü neden ortaya çıkarabilir; eş ile ilgili anlaşma ve iletişim sorunları, maddi problemler, çocuklar ile ilgili sorunlar, aile içi farklı çatışmalar, iş yerinde problemler gibi.. Eğer yaşadığımız ortamda bu tür problemler varsa, baş etmekte sorun yaşıyorsak, artık sınırlarımızın zorlandığını düşünüyorsak ve bizi çok yoruyorsa yardım almamız gerekmektedir. Bu tür şikayetlerin tedavisinde öncelikle bir psikiyatri uzmanı tarafından muayene edilmek, arkasından da düzenli olarak antidepresan ilaç tedavisi almak gerekebilir. Ancak Psikoterapi desteği ile ilaç tedavisini beraber almak, daha sağlıklı ve etkili bir yol olabilir. Sizde kendinizi en az 2 yıldır mutsuz, keyifsiz, huzursuz ve sinirli hissediyorsanız, psikoterapi ve ya ilaç tedavisi almak için mutlaka bir psikiyatri uzmanını görünüz…

ORTAK AKILDAN DOĞAN BAĞIŞÇILAR VAKFI

 
Nilgün Özerdoğan – Nilgun.Ozerdogan@denizbank.com-BOLU Express Gazetesi


   Bolu, Ankara İstanbul arasında kalmış, belki de bu yüzden çok gelişememiş, ancak doğal güzellikleriyle insanları büyüleyen bir il. Gelenekleri, görenekleri, tarihi zenginlikleri, muhteşem güzellikteki gölleri, tabloları kıskandıran yaylaları olmasına rağmen turizmde hakettiği yeri alamamış. Bolu’nun gelişmesi ve zenginleşmesi için zaman zaman da “Turizm mi, Sanayi mi?” öncelikli olmalı diye tartışmalar da oluyor. Ne yazık ki Bolu bu kadar zenginliğine rağmen hakettiği yerde değil.

   İzzet Baysal Babamızın yaptığı eğitim ve sağlık tesislerini çıkarın, inanın geriye hiçbir şey kalmaz. Bolu bir köy olur. Üniversite tatile giriyor da Bolu’da hayat duruyor. Eğitim ve sağlık alanında, İzzet Baysal Babamız sayesinde Bolu halkı olarak hepimiz Türkiye standartlarının üzerinde hizmet alıyoruz. Bunun belki içinde yaşayan insanlar olarak farkında değiliz, ama Bolu’nun dışında Devlet Hastanelerine gittiğiniz zaman aradaki farkı hemen görüyorsunuz.

   Bolu’nun bana göre diğer İllere göre farklı bir zenginliği daha var ki, o da bağrından yetişen Bolu’lu evlatları. İzzet Baysal Babamız İstanbul’da çalışmış, kazanmış ve tüm varlığını vakıf kurarak Bolu’lulara armağan etmiş. Elginkan Vakfı deseniz kurucuları Bolu’lu değil, ama Bolu aşığı Necla Baltacıoğlu sayesinde,Türkiye’de pek çok şehir varken, ışık yuvalarından birini Bolu’ya yapmış.

   Şimdi İzzet Baysal Vakfına bir kardeş daha geldi. 2008 yılında, yine Bolu’nun bağrından yetişmiş Haldun Taşman’ın önderliğinde, Bolu’nun seçkin, varlıklı ve müteşebbis 32 işadamının katılımıyla Bolu Bağışçılar Vakfı kuruldu. Haldun Taşman, Bolu’nun köklü Taşman ailesinden geliyor ve uzun yıllar Amerika’da yaşamış, orada para kazanmış ve memleketini unutmayarak Bolu’ya gelecekte büyük katkıları olacağına inandığım Bolu Bağışçılar Vakfının kurulmasına vesile olmuş.

   Bağışcılar Vakfının kurucu üyelerinin büyük çoğunluğu da, Bolu’nun yetiştirdiği, hepsi birbirinden değerli Bolu’lu işadamları. Bu 32 kişiyi de Bolu’nun iş yaşamından çıkarın, herhalde geriye işyeri diyebileceğimiz pek bir şey kalmaz. Bir de bu kişilerin çalıştırdığı kişileri düşündüğünüzde binlerce Bolu’lunun sayelerinde evlerine ekmek götürdüğünü görürsünüz. Şimdi Bolu’dan yetişen bu güzide insanlar, ortak akıllarıyla bir araya gelerek Bolu için, “Bolu Sevdalılarına Çağrı” diyerek, “Yaşam Kalitesi Yükselmiş Daha Güzel bir Bolu için El Ele Verelim” sloganı ile ceplerinden de yedişerbin TL. vererek bu vakfı meydana getirmişler.

   Ayrıca bu vakfın kurucu üyelerinin başında da yine Ahmet Baysal Amcamız var. Başta Ahmet Baysal Amcamız olmak üzere diğer kurucu üyeler ise, Haldun Taşman’ın öncülüğünde, M Şerafettin Erbayram, Uğur Tunçok, Sabahattin Eratalar, Alaattin Eratalar, Nadir Garipoğlu, Turgut Kalaycıoğlu, Emin Semercioğlu, Ercan Gülen, A.Süreyya Astarcı, Erdal Yıldırım, Şura Öztuncay, Mehmet Tibet Kınacı, Kemal Özkan, Ahmet Kahraman, Ahmet Özmen, Ahmet Gümüş, A.Şerafettin Yamaner, Mustafa Ericek, Necip Çarıkçı, Kamil Erbayram, Adnan Pulatlı, Ahmet Akdağ, Halit Yıldız, Mine Tunçok, M.Tanju Çizmecioğlu, Fahrettin Ergin, Ziya Akman, Hüseyin Tekin, Yurdaer Kalaycı ve Yılmaz Becikoğlu.

   Gördüğünüz gibi, her birisi kendi alanının en başarılı ve önde gelen kişileri. Hatta çoğu Türkiye’nin de sayılı kuruluşlarını kuran ve işleten kişiler. Herbirinin Bolu’ya olan katkıları tartışılamaz. Buna rağmen bazıları, vakıf hakkında bilmeden, öğrenmeden, anlamadan, dinlemeden ileri geri konuşuyor. Hani derler ya “Ağzı olan konuşuyor.” diye. Bu da aynı hesap. Bolu’muz için çalışan bu insanların şevkini kırmak, morallerini bozmak niye? Kime ne faydası var?Ellerini taşın altına koyarak çalışan bu insanların isimleri gelecekte Bolu’nun tarihine altın harflerle kazınacak, hiç şüpheniz olmasın. Bu eserlerden yararlanan insanlar, nasıl bugün İzzet Babamızı dilimizden düşürmüyorsak, onları da yarın daima hayır duaları ile anacaklar.

   Bolu’nun bu seçkin evlatları, Türkiye’de de bir ilk olan sosyal yatırım vakfını, “Kendi Hayalimize Değil, Toplumun Hayaline Erişmeye Çalışalım.” diyerek ortak akılla, şimdilik başlangıç olarak üç adet projeye imza atıyorlar. Bu projelerden birincisi okul öncesi eğitim, ikincisi yemeklik atık yağlar ve üçüncü olarak da toplum ruh sağlığı merkezi projeleri. Şu anda bu projelere başlanmış durumda ve bu projeler hayata geçtiğinde Bolu’nun yaşamı değişecek ve vakfın projeleri meyvelerini vermeye başlayınca eleştiride bulunanlar bu sözlerinden mahcup olacaklar. Vakfın ileride başka projeleri de olacak tabi.

   Şimdi, 01 Temmuz 2010 tarihinde, 1.700.000,-TL’ye mal olacak Abant İzzet Baysal Üniversitesi Bolu Bağışçılar Vakfı Okul Öncesi Eğitimi Uygulama ve Araştırma Merkezi Binasının Gököy Kampüsü Yüzme Havuzu yanındaki alanda temel atma töreni yapılacak. Vakıf, bu maliyetin bir bölümü Amerika’da yaşayan Türk İş Adamları’nın kurdukları Türk Yardımseverlik Vakfı tarafından, geri kalanı da yut dışından, yurt içinden ve üyelerimizden toplanacak bağışlarla karşılanacağını belirtiyor. Şimdiden hayırlı ve uğurlu olmasını diliyorum.

Bolu Bağışçılar Vakfı, okul öncesi eğitimin önemini kavramış ve Bolu gençlerinin gelecekteki eğitimlerine zemin olması bakımından destekleme kararı almış. Bunun için de çok güzel bir broşür hazırlamışlar ve okul öncesi eğitim çocuğa ne kazandırır, siz çocuğunuzun eğitimine ne kadar önem veriyorsunuz ve okul öncesi eğitim nedir, gibi sorulara cevap hazırlamışlar.

   Bu broşürde, okul öncesi eğitimin çocuğa neler kazandıracağını şöyle sıralamışlar:

   1. Kendine saygı ve güven duyması sağlanır.

   2. Çocukta sevgi, saygı, işbirliği, sorumluluk, höşgörü, yardımlaşma, dayanışma ve paylaşma davranışları geliştirilir.

   3. Çocuğun kendisine ve başkalarına olan duygularını fark etmesi desteklenir.

   4. Çocukların hayal güçlari, yaratıcı ve eleştiren düşünme becerileri, iletişim kurma ve kendini anlatabilme davranışları gelişir.

   5. Çocukların bağımsız davranışlar geliştirmesi desteklenerek kendini tanımasına, yapabileceklerini fark etmesine ve kendini geliştirmesine olanak sağlanır.

   6. Çocukların oyunla öğrenmeleri sağlanır.

   7. Çocuk kendi hakkını korumayı öğrenirken, paylaşmayı ve başkalarının özgürlüğünü zedelememeyi de öğrenir.

   Araştırmalara göre insan kişiliğinin %70’i, 0-72 ay arasında tamamlanıyormuş ve yeterince oyun oynamayan ve çok az ilgi gösterilen çocuklarda normal beyinden %20 ile %30 arasında daha küçük beyin gelişmesi görülüyormuş. Uzmanlar, “Çocuk bir kameraya benzer yedi yaşına kadar ne kaydederseniz onu izlersiniz” diyorlar. Yani okul öncesi dönem bir nevi yaşamın da temelini oluşturuyor. Yine uzmanlara göre, insandaki potansiyelin en üst sınırlarına kadar geliştirilebilmesi, ancak çocuğa çok erken sağlanacak eğitim imkanları ile mümkün olabilir.

   Bilimsel çalışmalara göre de, beyin doğum sırasında en az gelişmiş bir organ olmasına rağmen, bir bebeğin beyni doğumdan üç yaşına kadar olan süre içinde ağırlık olarak iki katına çıkıyormuş ve beyin büyümesinin %90’ını doğumdan beş yaşına kadar olan süre içinde gerçekleştiriyormuş.

   Toplum olarak kalkınmak, ancak sağlıklı düşünen, soran, sorgulayan, araştıran, sorumluluk sahibi olmak gibi birçok olumlu özelliklere sahip bireylerin yetişmesi ile mümkün olabilir. Koskoca Osmanlı imparatorluğu neden çöktü sanıyorsunuz. Matbaanın gelişini 200 yıl geciktiren, cahil, dini taassub altında sorgulamayan, araştırmayan, Avrupa’daki aydınlanma hareketini kavrayamamış, endüstri devriminden habersiz, çalışmayan ve üretmeyen Dünya’dan habersiz kafalar yüzünden.

   Bolu Bağışçılar Vakfı tarafından yapılacak 2500 M2 ‘lik kapalı alana sahip okul öncesi eğitim uygulama ve araştırma merkezinden yetişecek süper çocuklar, yarın Ülkenin yıldızı olmazlar mı? İçlerinden kimbilir ne sanatçılar, ne devlet adamları, ne işadamları yetişecek? Ülkemizin sonsuza kadar esenlik içinde yaşayabilmesi için bilgili, çalışkan, üretken, yeni buluşlar yapan nesillere ihtiyacı var. En büyük ve en değerli yatırım eğitimdir. Bugüne kadar ihmal edilen okul öncesi eğitiminin öemini kavrayan ve Bolu’ya bu alanda hizmeti amaçlayan bu büyük yatırım kararlarından dolayı vakfın yöneticilerini kutluyorum.

   Bolu’nun gülen yüzlü çocuklarını yaratmak amacıyla bu projeyi hayata geçirmek için geçen hafta Perşembe günü, 01 Temmuz 2010 tarihinde, Üniversitenin Gölköy Kampüsü Yüzme Havuzu yanında temelleri atıldı. Temek atma törenine ben de katıldım. Emeği geçen herkese, başta Bolu Bağışçılar Vakfı yöneticileri olmak üzere Bolu adına sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum.

   Yapılanlar o kadar güzel ki, tek bir yazıya sığdıramıyorum.

ABD’nin Ellis Adasında, Ünlü Kalp Cerrahı Mehmet Öz ve Türk Filantropi Fonu Yönetim Kurulu Başkanı İş Adamı Haldun Taşman’ın Aralarında Bulunduğu 100 Amerikalı’ya “Ellis Adası Onur Madalyası” Verildi.

ABD’nin Ellis adasında, ünlü kalp cerrahı Mehmet Öz ve Türk Filantropi Fonu Yönetim Kurulu Başkanı iş adamı Haldun Taşman’ın aralarında bulunduğu 100 Amerikalı’ya “Ellis Adası Onur Madalyası” verildi.

ABD’ye 1892 ve 1954 yılları arasında göç eden ve Avrupa’dan gemilerle gelen yaklaşık 12 milyon göçmenin ABD’de ayak bastığı ilk yer olan Ellis adasında düzenlenen törende, “Ulusal Etnik Koalisyonu” adlı Sivil Toplum Kuruluşu tarafından, değişik kökenlerden gelen 100 Amerikalı’ya onur madalyası takdim edildi.

Her yıl yeni isimlere verilen madalyanın özellikle hem mesleki hem de hayırseverlik faaliyetlerinde son derece başarılı kişilere verildiği belirtildi. (Anadolu Ajansı) 11.05.2008

iPhone 4 satışa çıktı

Yeni nesil iPhone 4’ün satışı 5 ülkede satışa çıktı. 1 milyonun üstünde ön sipariş alan iPhone 4 ilk olarak İngiltere’de satışa çıkarıldı.

Apple şirketinin, başkent Londra’da Regent Street’te bulunan mağazası önünde, telefonu satın almak isteyen binlerce kişi, sabahın erken saatlerinden itibaren uzun kuyruklar oluşturdu. Sırada bekleyenler arasında yeni telefona sahip olmak için okuldaki sınavını kaçıranların yanı sıra, sırf telefon için Almanya’dan İngiltere’ye gelenler bile vardı.

IPhone 4’ü almak için bu sabah Almanya’dan İngiltere’ye geldiğini anlatan Christina adlı genç kadın, telefonu satın aldıktan sonra akşam ülkesine döneceğini söyledi. Christina ayrıca, Almanya’da Apple’ın yeni nesil telefonunun çok daha pahalı olduğunu ve bu nedenle İngiltere’ye seyahat etmeyi tercih ettiğini belirtti.

Dört saat sırada bekleyen Aditi adlı genç ise yeni telefonun çok iyi olduğunu tahmin ettiğini, dolayısıyla beklediğine değeceğini umduğunu söyledi.

Uzun saatler sırada bekledikten sonra iPhone 4’ü satın alanların mutlu bir şekilde mağazadan ayrıldıkları gözlendi. Yeni iPhone’unu gururla sırada bekleyenlere gösteren Patricia adlı öğrenci ise, 8 saat beklediğini ve bu uğurda okuldaki sınavını kaçırdığını anlattı.
İngiltere’de yeni iPhone’u almak için internette önceden kayıt listesine isim yazdırmak gerekiyor.

Bu arada, Londra’da sıcak havadan bunalan sıradaki kalabalığa yiyecek ve içecek servisi de yapıldı.

İngiltere’de iPhone 4’ün 16 GB kapasiteli olanı 499 Sterline (yaklaşık 1,100 TL), 32 GB kapasitelisi de 599 sterline (yaklaşık 1,320 TL) satılıyor.