‘Kavga adamı değilim, ama kaçmam da’

Genç bir bilim insanı olarak üniversiteye adım attığından bu yana tam 42 yıl geçti… Dolu dolu ve hiç duraksanmayan bir hayat sözün konusu… Türkiye’nin tarihsel, toplumsal yapısıyla içselleşerek gelişen bir hayat her şeyden önce… Davalar, karmaşık, geleceği belirsiz yıllar, tekerrür-ü tarihler…

Gamze Akdemir

Usta yazar Feridun Andaç, ‘Herkesten Bir Şey Öğrendim-Emre Kongar Kitabı’ adlı uzun bir nehir söyleşi yaptı; Kongar’ın yaşamını, fikirlerini tüm oylumlarıyla değerlendiren tam bir kaynak vücuda getirdi. Birazdan okuyacağınız bu söyleşi hem Emre Kongar ile daha çok günümüze odaklanarak yaşamının kilometre taşlarına değinmek hem de Andaç’ın büyük emeğine bir saygı sunmak üzere yapılmıştır. Emre Kongar ile söyleşmek her zamanki gibi çok keyifli ve bilgilendiriciydi, umarım okuması da öyle olur.

‘Ben katıldığım bir kuruluşun yapısını değiştirmeye, orada egemenliği ele geçirmeye, devrim yapmaya filan çalışan iddialı bir insan değilimdir. O zaman Hürriyet’te de öyleydi, Cumhuriyet’te de öyle. Çünkü benim iddiam bilim yapmakta, yazmakta. Kendimi başka türlü kanıtlamaya ihtiyacım yok; bulunduğum yerde benden ne isteniyorsa ne bekleniyorsa, sadece onu yaparım.

‘ Emre Kongar-İlk soruda sizden rol çalarak usta yazar Feridun Andaç ile söyleşmeyi soracağım söyleşen olarak… Size göre nasıl bir nehir söyleşi, külliyat vücuda getirdi Andaç? Yaklaşımı… Sizi anlatan kitabı size değerlendirtelim?

Feridun Andaç beni en iyi tanıyan ve değerlendiren yazarlardan biridir. O açıdan bu nehir söyleşiyi Feridun ile yapmış olmak benim için büyük bir şans. Beni tanıyor, kafa yapımı biliyor, yaşamöyküme ilişkin birçok ayrıntıdan haberi var. Tabii sadece o da değil, kendi birikiminin getirdiği felsefi ve edebi çerçevelere uygun sorular da sordu. Beni felsefe ve edebiyat paradigmaları içinde çözümledi. Bu arada kendimi keşfetmeme de yardımcı oldu. Yaşamımda pek çok düşünmediğim noktayı Feridun Andaç’ın soruları sayesinde yeniden düşünmek ve aydınlığa kavuşturmak olanağını elde ettim.

– Feridun Andaç ile tanışıklığınız?

– Çok eskiye dayanıyor. İlk söyleşimizi galiba müsteşarlıktan ayrıldıktan sonra ‘Ben Müsteşarken’ adlı kitabım üzerine yapmıştık ama ondan önce de tanışıyorduk. Ben Feridun’u çok önemseyen, ona çok değer veren bir okuruyum. O da anlaşılan aynı duygulara sahip.

‘Kader kurbanıyım’

– Genç bir bilim insanı olarak üniversiteye adım attığınızdan bu yana tam 42 yıl geçti… Türkiye’nin tarihsel, toplumsal yapısıyla içselleşerek gelişen, dolu dolu ve hiç duraksanmayan bir hayat… Davalar, karmaşık, geleceği kimi belirsiz yıllar, tekerrür-ü tarihler…. Ama tanıdığım siz durmayı da bilmiyorsunuz’ Öyle bir devinim… Sizin için bir emeklilik ya da salt bir kariyer söz konusu değil. Tercihiniz hep bundan yana olmuş

– Daha da ilginci şu anda yaşamımın sonuna doğru yaklaşıyorum ve hiçbir zaman çalışmadığım kadar çok uzun ve yoğun çalışıyorum. Yaşlandıkça yüklerim arttı ve şu anda ‘artık biraz köşeme çekileyim, rahat edeyim’ dediğim sırada inanılmaz bir koşuşturma içinde buldum kendimi.

– Ama öyle ki yaşamaktan anladığınız daha çok çalışmak gibi, öyle anlaşılıyor

– (Gülerek) Gamze bir defa ben bir kader kurbanıyım! Şu anda bulunduğum yere toplum tarafından savruldum. Çünkü benim yaşamaktan anladığım, yaşamdan beklediğim çalışmak, üretmek ve sevmek. Buna hiç kuşku yok. Ama başka bir şey daha var; kader kurbanıyım derken onu kastediyorum. Sakin, sessiz, derinliği olan, kendi başıma kalabileceğim, öğreneceğim, öğreteceğim, tabii ki yazacağım bir bilimsel çalışma atmosferini tercih ederek hayata başladım. Fakat olaylar beni 12 Mart, 12 Eylül, Hacettepe, YÖK, sakal dolayısıyla zorlandığım istifa, Hürriyet, kamuoyu araştırmacılığı, siyaset, müsteşarlık, CHP, CHP’deki liderlik sorunları, istifalar, şimdi Cumhuriyet, bu davalar, NTV’de Mehmet Barlas ile tartışma programı derken hep toplumun en kırılgan, en uç noktalarında yaşamaya itti. Hiç de amaçlamadığım halde bu kırılma noktalarında tavır koymak zorunda kaldım ahlaken. Onun için kader kurbanıyım diyorum.

– Ama bunu siz istediniz… (gülüyoruz)

– Ben bu değişim zamanlarında yaşamak istemedim. Biliyorsunuz bir Çin atasözü vardır beddua olarak söylerler ‘değişim zamanlarında yaşayasın’ diye. Ve ben de bu ‘değişim zamanlarında’ kader kurbanı olarak boynumu büktüm, toplumun beni sürüklediği yerde, bana biçtiği görevi yerine getirmeye çalıştım, hâlâ da ona çalışıyorum. Bu benim toplumsal ve bireysel ahlak ve görev anlayışım. Karşıma çıkan sorunlardan kaçmayı, saklanmayı pek sevmem. Kendimi bu toplumun bir üyesi bir parçası gördüğüm için, burada yaşamayı seçtiğim için üzerime düşen laik ve demokratik, insan haklarına dayalı uygar bir rejimi savunma görevini yerine getirmeye çalışıyorum.
 

‘Beni aforoz etmek isteyen çok’

– Tansiyonu çok yüksek ortamlar

– Bir defa kavga adamı değilim ama asla ilkelerimden ödün vermem. Ödün vermeyince işte böyle sürükleniyorsunuz. Kavga adamı değilsiniz ama size öyle şeyler yapıyorlar ki ilkelerinizi korumak için belli mücadelelerin içinde buluyorsunuz kendinizi. Mecburen dışarıdan kavga ediyormuş gibi görünüyorsunuz. Hayatımda belirgin olarak ortaya çıkan bir nokta da hangi ortamda, pozisyonda bulunursam bulunayım insan sevgimi ve belki daha da önemlisi insan saygımı hiçbir zaman kaybetmemiş olmam. Öğrencilerime de ilke olarak yazdırdığım şudur: ‘Kendine yapılmasını istemediğin şeyleri başkasına yapma’.

– Sizde aforoz etme anlayışı yok, toplumun birbirine en aykırı kesimleriyle bile diyaloğu reddetmiyorsunuz…

– Doğru ama başka bir şey daha var: Daha doğrusu beni aforoz çabaları var. Pek çok yazar, köşe yazarı, kendilerini belli çevrelerin militanı veya lideri sayan insan, beni çeşitli biçimlerde suçlamak ya da karalamak istedi. Ama tutmadı çünkü gerçeklere uygun değildi. Aforoz bu nedenle bende asla yok ama başka bir şey daha yok; cemaat koruması. Burada cemaati illa dini anlamda kullanmıyorum. Siyasal cemaat, edebi cemaat yani ‘klik’ koruması, kalkanım da yok. Ne partide, siyasette şurada burada, ne edebiyatta’ Medyada da yok. Çünkü klik insanları ne yaparlarsa alkışlanıyorlar, ne yazarlarsa satıyor, yanlışlarının üstü örtülüyor. O kadar ki en son, bir çocuğu taciz eden o adamı, Hüseyin Üzmez’i bile korumaya kalktılar. Benim aforoz edip etmeme durumuma gelince asla kimseye ‘aforoz edilecek insan’ olarak bakmam. Çünkü siyasi, dini bütün inançlara saygılıyım. O nedenle aforoz etmem. Tartışmaya girdiğim nokta tamamen zihinsel, bilimsel, düşünsel düzeydir. Eğer söylenen şey tarihi gerçeklere, mevcut toplumsal gerçeklere ve ideal seçtiğim temel insan hakları, özgürlük ve demokrasi ideallerine, hukuk devletine uygun değilse karşı çıkıyorum. Ama sadece düşünsel düzeyde karşı çıkıyorum. Diyorum ki siz bunlara inanmakta, savunmakta serbestsiniz de ama bunlar bence şu, şu nedenlerle yanlış. Bu bazı insanları çok kızdırıyor ve beni aforoz etmek istiyorlar. Oysa ben onların inançlarına, arzu ettikleri yaşam biçimlerine karşı değilim, ben onların bunu dayatmalarına karşıyım. Bu tabii beni klikler dışı diyelim, cemaatler dışı tutuyor, yani koruma kalkanı sağlamıyor. Ama bana karşı bir saygı mı diyeyim, bir merhamet mi diyeyim böyle bir bakış da yaratıyor.
 

‘Korkarım ama sonuna kadar giderim’

– Kendinizi eleştirir misiniz?

– Sürekli eleştiririm. Günlük hayat anlamında çok korkak bir adamımdır. Kavgadan hoşlanmam. Ne bileyim örneğin işkenceden korkarım, ailemin başına bir şey gelecek diye korkarım, özgürlüğümü kaybetmekten korkarım. O anlamda bakıldığı zaman korkak bir adamımdır. Ama iş ilkelere ve bilimsel tartışmaya gelince inanılmayacak kadar cesur olabildiğimi görüyorum; çünkü yanlış, kötü bir şey yaptığımı düşünmüyorum. Zihinsel, düşünsel tartışma platformunda sonuna kadar da giderim, o nedenle korkusuzum. Böyle bir çelişki var hayatımda. Bu sanıyorum ailemin bana verdiği kişilik özellikleriyle ilgili.

– Bütün yaşamınız aslında bir baskı altında geçti değil mi?

– Doğru, ailede çok özgür yetiştirildim ama sonrası zordur. Hacettepe’de maalesef, oradaki doktorların çok parlak olmalarına, tıbbi başarılara rağmen muhafazakâr bir siyasal ve sosyal ortam içindeydim ve üniversitedeki arkadaşlarım bana tek solcu hatta komünist diye bakar ve bir de yüzüme karşı suçlarlardı. Hepsi benden 10-15 yaş büyük tıp profesörü, sevdiğim arkadaşlarımdı. Sürekli bir eleştiri ortamında yaşadım. Daha gerilere gidersek ki kitapta da anlatıyorum; Siyasal Bilgiler Fakültesinde İstanbullu arkadaşlarla İngilizce Kulübü diye bir kulüp kurmuştuk. Hani sonuna kadar giderim diyorum ya, orada da üye olan sevgili dostlarımızla eleştiri babında birbirimizin ciğerini sökerdik. Hayatım müthiş bir eleştiri ve baskı altında geçti ama o ortamlarda kişiliğimi geliştirdim, kendimi asla bırakmadım.

– Ama belli bir raddeden sonra işte küçük ayak oyunlarını gördünüz mü istifayı da bastınız. Hacettepe, CHP, Hürriyet

– Tabii o ortamda yaşayamayacağımı görünce basıyorum/basarım istifayı.
 

‘Asıl mücadele sandıkta’

– Kitabınızda ‘Hiçbir devrim sandıkla filan olmaz’ da diyorsunuz… Bugüne zorlayarak da olsa uyarlarsak şimdilerde karşıdevrim de aynen böyle mi oluyor dersiniz?

– Yok şimdilerde karşıdevrim sandıkla oluyor.

– Sandığa güveniyor musunuz, doğruluğuna, sayım sonuçları falan..

– Hayır, sandık ilk koşul olarak günümüzde tabii şart. ‘Hiçbir devrim sandıkla filan olmaz’ derken endüstrileşmenin ilk dönemini, tarım toplumundan geçişi kastediyorum. Tarım toplumundan endüstri toplumuna geçerken demokrasinin temelinde yatan kurumlar, ilkeler yoktu ki’ Bu ilkeler büyük mücadelelerle ve kanlı olarak kabul edilmiştir. Tarihte devrimler döneminde demokrasi yok, sandık yok. Orada Türkiye tarihi açısından anakronizm denen bir tarihi hata yapılıyor. Yani Atatürk halka sorsaydı yazı devrimi olur muydu diye. Sandık yok ki sandığı koysun halka sorsun, soracağı halk yok ki.

– Kitleler kul’- Kul’ Cemaat anlayışı içinde bireysel kimliklerine kavuşmamışlar ki kitleler. Sovyet Devrimi de öyledir. Dünyadaki devrimler tarihine baktığınız zaman sandık olmadığı için zaten devrimler oluyor. Günümüzde ise şu veya bu biçimde ve tabii iyi de bir şey sandığın olması. Dolayısıyla olumlu gelişmelerden geriye gidişler de sandık aracılığıyla oluyor. Onlarla yine sandıkta mücadele edilecek. Başka çaresi yok.
 

‘Ergenekon iyi bir şeydir, ama”

– Ergenekon… Neler söylersiniz bu konuda? Hayatınızda nasıl bir paragrafla yer alacak Ergenekon?

– Medyada Ergenekon denilen soruşturma, Türkiye’deki devlet politikasından kaynaklanan bazı kötüye kullanımların, bazı bireysel istismarların ve yasadışı davranışların soruşturulmasıdır benim gözümde. Ve bu iyi bir şeydir. Ergenekon denen ve mahkemece de ‘Ergenekon diye bir örgüt kararı henüz yoktur ve bu terimi kullanmak yasaktır’ diye karar alınan konu da benim gözümde devlet görevlisi olup da bu görevini kendi kişisel çıkarları ve anlayışı çerçevesinde kötüye kullanan insanların soruşturulması ve suçları varsa cezalandırılmasıdır. Tekrar ediyorum bu iyi bir şeydir. Bu açıdan sonuna kadar da gidilmelidir ve deşilmelidir.

– Ama..

– Ama, siz devlet görevlisiyken kişisel veya siyasal nedenlerle görevini istismar edenleri soruşturuyorum diye Türkiye’de kadınların, kızların eğitimine destek veren, bu amaç için örgüt kuran, bütün hayatını bu ülkenin kalkınmasına vakfetmiş sivil toplum örgütlerinin Türkan Saylan gibi kurucularını ve yöneticilerini içeri alıyorsanız; Mehmet Haberal gibi hayatlarını bilime adamış, dünya çapında tıpta, cerrahide öncülükler yapmış insanları içeri alıyorsanız; Ferit Bernay, Mustafa Yurtkuran gibi her anları, her konuşmaları, her adımları şeffaf ve denetim altında olan üniversite rektörlerini tutukluyorsanız ve Erol Manisalı gibi yazarları, İlhan Selçuk, Mustafa Balbay gibi gazetecileri içeri alıyorsanız o zaman ben onun hukukun kötüye kullanılması mı, siyasete alet edilmesi mi olduğunu sorgularım.
 

Ergenekon tabii korkutuyor!

Bu soruyu eminim ki size ne ilk ne de son soran benimdir ama serde gazetecilik var soracağım; sizi de Ergenekon kapsamında içeri alırlar diye bir tedirginliğiniz ya da düşünceniz oldu mu?

– Çok sık soruluyor evet’ Çünkü herkes, adına Ergenekon denilen Mehmet Barlas’ın Estergon diye artık mizahi bir biçimde yorumladığı, Estergon adını taktığı bu davanın Cumhuriyet gazetesi üzerinde de odaklandığını görüyor. Ben de Cumhuriyet gazetesinin hem yazarı hem de yayın kurulu üyesi olduğum için bu soru bana çok sık soruluyor. Buna iki tane yanıtım var. Başta söylediğim o kişisel korkaklık ve zihinsel cesaret çerçevesinde buna yanıt vereceğim. Kişisel olarak tabii korkuyorum haksızlığa uğramaktan. Özgürlüğümü kaybetmekten, hapse atılmaktan, toplum içinde daha yargı aşamasındayken bile suçlanıp manşetlerde mahkûm edilmekten. Hem itibar kaybetmekten hem özgürlüğümü yitirmekten, bu yaşta ailemden, sevdiklerimden ayrı kalmaktan ve muhtemelen de içerde, zaten sahip olduğum birtakım sağlık sorunlarının daha da derinleşmesinden korkuyorum hiç şüphe yok. Bu dalganın beni de kapsayabileceği ihtimali bana o kadar sık hatırlatılıyor ki bu kaygılara sahip olmamak mümkün değil. Ayrıca kendimden çok, önce içerdeki arkadaşlar, sonra da toplum için korkuyorum.Şimdi bu işin bir tarafı. Ama ikinci bir tarafı daha var. Bütün hayatı boyunca daima önce demokrasiden sonra da sosyal demokrasiden yana tavır almış ve bunun mücadelesini yapmış bir insanım. Kendini tanımla dedikleri zaman yanıtım ta 20’li yaşlardan itibaren ‘önce demokratım sonra sosyal demokratım’ olmuştur. Dolayısıyla şimdi Ergenekon çığırtkanlığı yapan Ergenekon savunucularının bir bölümü demokrasiye inanmayıp gerillacılık yaparken, bir bölümü demokrasiye inanmayıp halk ihtilali peşinde koşarken, bir bölümü yine demokrasiye inanmayıp askeri darbecilerin getir-götür işlerini görürken (ki her üç grubun da bugün isimleri de var, medyada köşeleri de var) ben o zaman da bunlara karşı demokrasiyi ve sosyal demokrasiyi savunuyordum, bugün de demokrasiyi ve insan haklarını savunuyorum.Bunlar Ergenekon veya Estergon (her neyse) denen dava çerçevesinde toplumun üstüne bir korku dalgası yaymakla, iktidara karşıt olan herkesi darbeci ilan etmekle meşgul olduklarında ben yine demokrasiyi ve insan haklarını savunuyorum. Bu açıdan tarihe, hukuka, kendi vicdanıma, savcıya, yargıçlara, topluma karşı verilemeyecek hiçbir hesabım yok. İşte o açıdan da hiç korkmuyorum.

– Bir marka mısınız?

– Bu terimlerle konuşmak istemiyorum. Mevcut küreselleşmenin dayattığı kapitalist piyasa koşullarında ve yine mevcut küreselleşmenin dayattığı popüler kültür terminolojisiyle kendimi değerlendirmekten hoşlanmıyorum. Ama bu ortamda, bu ülkede, bu dünyada doğru düşündüklerinizi anlatmak için o popüler kültür içinde bir rolünüzün olması gerektiğine de inanıyorum. Dolayısıyla hiç tasvip etmediğim halde, düşüncelerimi, savunduğum ilkeleri anlatabilmek için hem o piyasa içinde hem de o popüler kültür içerisinde bir yer sahibi olmaya mecburum. Bu bana popüler kültürün veya o serbest piyasanın, küresel piyasanın terminolojisiyle bir marka kimliği getirmişse, bu sonuç toplumun bulunduğu yer bakımından üzücü ama benim etkimi kabul etmesi bakımından da sevindirici bir olay olarak görülmeli diye düşünüyorum..
 

‘Bende kaçamak yanıt yoktur’

Bende kaçamak yanıt yoktur Gamze, bunu ekle lütfen (gülüyoruz). Bende kaçamak yok, ne sorarsanız dürüst ve namuslu cevabımı veririm. Burada popüler kültür konusuna giriyoruz, artık toplumları etkilemek münzevi, kapalı kutunda, evinde, fildişi dünyanda olmuyor. Eğer bir toplumsal etki, siyasal etki, ahlaki etki yapmak istiyorsanız, moralist yönünüzden dolayı bir görev duygusu taşıyorsanız onu mutlaka ve mutlaka, maalesef büyük bir üzüntüyle söylüyorum, popüler kültürün içinde bir yer sahibi olarak yapmak zorundasınız. Bunun bilincindeyim bunun için Cumhuriyet’te köşe yazıyorum, bunun için NTV’de günlük program yapıyorum.

– ‘Ben katıldığım bir kuruluşun yapısını değiştirmeye, orada egemenliği ele geçirmeye, devrim yapmaya filan çalışan iddialı bir insan değilimdir. O zaman Hürriyet’te de öyleydi, Cumhuriyet’te de öyle. Çünkü benim iddiam bilim yapmakta, yazmakta. Kendimi başka türlü kanıtlamaya ihtiyacım yok; bulunduğum yerde benden ne isteniyorsa ne bekleniyorsa, sadece onu yaparım.’ diyorsunuz Andaç’a… Son soruda bu ifadeyi de açar mısınız?

– Fevkalade güzel bir soru. Şimdi bu bir defa insanların kendine biçtiği görevle, rolle ilgili. Bazı insanlar kendilerinde dünyayı değiştirmek, düzeltmek veya bulundukları kurumu devrimci bir görüşle ele alıp onu değiştirmek, düzeltmek gibi misyonlar, görevler vehmederler. Bunlara güçleri yeter veya yetmez’ Bu arada şunu da söyleyeyim: Siyasal veya toplumsal liderler de bunların arasından çıkar. Ama ben öyle bir görev duygusuna hiçbir zaman sahip olmadım. Yani dünyayı düzeltmek, ülkeyi kurtarmak veya çalıştığım kurumu devrimci bir biçimde düzeltmek gibi bir görevle kendimi hiçbir zaman yükümlü hissetmedim. Bu, başında bulunduğum Kültür Bakanlığı açısından da böyleydi, Hacettepe’de de öyleydi, Hürriyet’e gittiğimde de öyle oldu, Cumhuriyet’te de öyle. Ne bekleniyorsa, o kurumun gelenekleri ne diyorsa, o kurumun sahipleri ne istiyorsa (ki özel teşebbüste patron vardır malum) veya o kurumun toplumsal işlevleri neyse onu yerine getirmesine yardımcı olmaya çalışırım. Bazı insanlar bununla yetinmez. Ben onu da çok saygıyla karşılıyorum hatta onu kendi yaptığımdan daha büyük bir saygıyla karşılıyorum. Hemen bir örnek vereyim; Aziz Nesin tam bir devrimciydi ve tam bir liderdi. Nereye girse orada hemen yönetimi ele alıp orada bir devrim yapmak isterdi. Keşke ben de öyle olabilsem ama öyle bir adam değilim.

Yaşamın anlamı

Gelelim Hacettepe, Kültür Bakanlığı, Hürriyet ve Cumhuriyet kurumlarına’ Hacettepe’de İhsan Doğramacı, Nusret Fişek, Hacettepe’nin kuruluş hedefleri benden ne bekliyorsa onları yapmaya çalıştım ve çok iyi şeyler başardım. Hacettepe’de tam bir devrim gerçekleştirilmesine büyük katkılarda bulundum. Tam zamanlı hekimliği getirdik, tıpta sosyal bilimler eğitimini getirdik, o zamanlar yalnızca ODTÜ’de olan ve Türk üniversitelerinde bilinmeyen kredi sistemini getirdik. Bütün o devrimlerde Doğramacı’nın ve Nusret Fişek’in isteği ve desteğiyle bir numaralı rolü oynadım ve bununla iftihar ediyorum. Hürriyet Gazetesi’nin sahibi Erol Simavi benden gazetenin düzgün ve iyi bir biçimde çıkması için bir denetim istedi. Onu da en iyi biçimde yaptım. Ama bunu yaparken o sırada gazetenin Genel Yayın Yönetmeni olan Çetin Emeç’in yerine geçmeyi aklımdan bile geçirmediğim gibi böyle yoklamalar olduğunda da onları reddettim. Çünkü öyle bir isteğim yoktu. O sırada aynı zamanda Türkiye’nin Toplumsal Yapısı’nın yeni baskılarını hazırlamakla yani zihinsel bir üretimle de meşguldüm. Hacettepe’de de kitaplarımın ilk nüshalarını hazırlıyordum. Ondan sonra da Kültür Bakanlığı’ Devletin bir bakanlığı, ne bekleniyor? Hukuka uygun şekilde vatandaşa hızlı ve adil hizmet, tarihin ve doğanın en üst düzeyde korunması’ Onları gerçekleştirmeye çalıştım. Cumhuriyet’e geldim, Cumhuriyet’in sahibi zaten okurları, vakfın sahibi çalışanlar. Dolayısıyla Cumhuriyet’in yolu da son derece belli, kitapta da anlattım: Cumhuriyet’e gelirken bana Genel Yayın Yönetmenliği önerdi İlhan Bey. Ben onu reddederek geldim. Cumhuriyet’teki ilişkilerin keyfi benim için anlamlı. İlhan Selçuk gibi, Ertin Akgüç gibi düşünce bazında, derinlik bazında, dil bazında anlaştığım, sevdiğim insanlarla etkileşimimi sürdürmek; benim için yaşamın anlamı burada.

gamzeakdemircumhuriyet.com.tr

Herkesten Bir Şey Öğrendim-Emre Kongar Kitabı / Feridun Andaç / Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları / 432 s.