Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

Her bireyin, evliliğin ne olduğu, eşlerin birbirlerinden neler bekleyecekleri, ideal bir ilişkinin nasıl olması gerektiği yönünde, bir takım düşünceleri vardır. Bu düşünceler, bazen bireysel deneyimlerden, bazen toplumsal yaşamdaki gözlemlerden, bazen konuyla ilgili okunmuş kitaplardan edinilmiştir. Bu edinilen bilgilerin doğruluğu zaman zaman tartışmalı olabilmektedir. 

Öncelikle, ilişkilere ait mitler dediğimizde ne kastettiğimiz önemlidir. Burada kastedilen, kanıtlanabilir yani bilimsel olarak bir temele dayanmayan, geleneksel düşünceler olarak yayılan veya yayılmış olan, popüler sayılacak, masalsı anlatımlardır. Çünkü mitlerin olayları doğru bir şekilde anlamlandırma amacı yoktur. Daha çok olaya özel bir anlam yüklemeye yönelik bir hedefi vardır. Bu nedenle terapilerde mitler, hem terapisti, hem de evlilik terapisi alan çifti, bu konularda gerçekleri anlayarak çözümlemeye yönelik davranıştan uzaklaştırma, buna yönelik baş etme becerileri geliştirmekten alıkoyma  riskine sokabilirler.  

Evlilik terapisine gelen her çift, sorunlarını çözümleme amacıyla gelirler. Ancak, daha önceden bir şekilde öğrenmiş oldukları mitler, terapötik çalışma esnasında engelleyici birer unsura dönüşebilirler. Hatta bunun ötesinde, zaman zaman çatışmanın kaynakları da olabildiği durumlara rastlanabilmektedir. Terapistlerin böyle durumlarda, bu durumun en kısa zamanda farkına vararak, terapiyi etkilemelerine, hatta yön değişimime neden olmalarına engel olması gerekmektedir.  

Bu mitlerin bazılarını sıralayarak bu konuyu daha iyi anlamlandırabiliriz; 

  • “Eşim beni gerçekten sevseydi, beni memnun edecek şeyleri yapmaya istekli olurdu.” 
  • “Eşim bana hak ettiğim değeri vermiyor” 
  • “Haklı tarafı belirleyecek kişi evlilik terapistidir.” 
  • “Terapist benim haklı olduğumu anlayacak ve eşimi düzeltecek, tedavi edecek.” 
  • Terapist bizim tüm sorunlarımızı çözecek ve iletişim kurmayı öğretecek. 

Bu mitlerden de anlaşılacağı üzere, terapilerde gerçekçi olmayan mitler, bireylerin ilişkilerinde çatışmaya yansırlar. Hatta denebilir ki, evlilik terapilerinde, bireylerin seanslardaki çalışmalarını e                  engelleyebilirler. Çünkü kişiler bu inançlarını korudukları sürece terapide objektif olarak çalışamayacaktır. 

Şimdi sıraladığımız bu mitlerin açılımlarına bakarak biraz daha konuyu derinleştirelim; 

  • “Eşim beni gerçekten sevseydi, beni memnun edecek şeyleri yapmaya istekli olurdu.” 

Bazı bireyler, kadın veya erkek olabilir, eşlerinin bu şekilde davranarak kendilerini koşulsuz sevdiklerini kanıtlayacaklarını düşünürler, üstelik bunu hem kendilerine hem de çevrelerine kanıtlamak istercesine talepkar davranabilirler. Bu mite olan inancı,  “Eğer sevgisi gerçek ve koşulsuz olsaydı …………” ifadelerinde rahatlıkla görebiliriz. Böyle bir durumda eşten beklenen, tabiî ki, “akıl okuyucu” olmasıdır ve diğer eşi mutlu etmeye her zaman “istekli-hazır” olmasıdır. Burada mitin etkisi, duygu ve davranışın ayrıştırılamamasıdır. 

  • “Eşim bana hak ettiğim değeri vermiyor” 

Bu mitin destek aldığı duygu özellikle ilişkilerde “adaletli bir paylaşım” içeriğine dayanmasıdır. Bireyin  hak etme, kandırılma kaygısı, aldatılma kaygısı gibi duyguları açığa vurulur. Birey sürekli olarak bir mahrumiyet durumu hissettiğini vurgular. Bireyin bu hissini  destekleyen de, bazen kıskançlık duygusu, bazen de hırstır. Taraflardan birinin özellikle karşı tarafta suçluluk uyandırma ve boyun eğdirmeye yönelik bir manevrasıdır. Bu mitin çiftler arasında çok kullanıldığı gerçeği göz önünde tutulmalıdır.  

Bu miti yaşantısına dahil eden kişi, genellikle, çaresiz, kısık bir sesle, adeta inildeyerek, belirsiz bir talep olarak ifade etme eğilimi gösterir. Diğer konularda son derece makul ve mantıklı bir yetişkin tavrı içerisindedir.  

Son zamanlarda farklı bir formda, cinsiyet eşitliği şeklinde de açığa çıkmaktadır. Bu olumsuz formlar, kimin, kim için, neler yapıldığının muhasebesi şeklinde cereyan eder. Burada özellikle dikkati çeken durum, hemen eşler arasındaki dengelerin sağlanmasının gerekliliğidir. 

  •  “Haklı tarafı belirleyecek kişi terapisttir.”

 Çiftlerin ilişkilerinde hata bulmaya yönelik, birbirlerinin hatasını bulmaya çalışan, kimin  daha çok yanlışı olduğunu araştıracak şekilde davranan bireylerin ilişkilerini anlatan bir mittir.  Çiftler bu nedenle terapisti yargıç rolünde görme eğilimi gösterirler. Bu konuda son derece içtenlikli bir inanca da sahip olabilirler. Kişiler, çatışmalarındaki kişisel rollerini görmek istemezler. Bireysel anlamda kendilerini geliştirmeye yönelik çabaları yoktur.  

  • “Terapist benim haklı olduğumu anlayacak ve eşimi düzeltecek, tedavi edecek.” 

Bu mite inanan bireyler, ilişkilerinde, kendilerini problemin bir parçası olarak algılamaz ve kabul etmez. Birey evlilik terapisinde, eşinin probleminin çözümüne yardımcı eleman olarak algılar kendini.  

  • Terapist bizim tüm sorunlarımızı çözecek ve iletişim kurmayı öğretecek. 

Bu miti kullanan çiftlerde dikkat çeken şey, her iki eşin de ilişkilerindeki problemlerin farkında olduğu ve sorumluluğunu aldığı izlenimi yaratmalarıdır. Buradaki mekanizma, “ben kendimi daha iyi ifade edersem, eşim benim isteklerime olumlu cevap verir” veya “eşim beni dikkatli dinlerse, istediklerimi yapar” şeklinde özetlenebilir. Bu çiftler, evlilik terapisine, evliliklerine ait iletişimlerindeki pürüzlerin temizleneceği beklentisi ile gelirler.  

Bireyler olarak hepimiz, mit karakteri taşıyan bazı inançlara sığınma ve bazı beklentilerimizi bu mitlere yükleme eğilimi göstermeye yatkınızdır. Bu durum özellikle toplumun kültürel değerlerinin değişiminin yoğun olduğu dönemlerde daha çok ve açık olarak gözlemlenebilir, yaygınlaşabilir.  

Yukarıda örnek olarak bahsedilen ve daha pek çok mit, bireylere karmaşık görünen, bir çok soruna basit ve kolay anlaşılabilen cevap, sorun çözücü gibi görünürler.  Bu sayede kişiler üzerinde daha büyük ve yoğun bir etki oluştururlar. Bahsedilen mitlerin bir başka özelliği olarak ayartıcı, kafa karıştırıcı bir çekicilikleri vardır.  

Mitlerin birey olarak davranışlarımıza yansımasında bir etken de, bizim karşımızdaki kişiye vermek istediğimiz mesajı güçlendirme eğilimimizi tetikleyici özelliğe sahip olmalarıdır.  

Normal şartlarda baktığımızda, bir çok mit, ortak yaşama zarar vermeyecek içeriğe sahip olabilirler. Evlilik terapisinde önemli olan, bireysel sorunların çözümüne engel olan veya terapötik çalışmayı engelleyecek güçte inançlar oluşturmamasıdır.

Sınır(Borderline) kişilik bozukluklarından bahsederken, uzun bir zaman sürecine yayılan, esnek olmayan davranış örüntüleri sergileyen kişilerden bahsedilmektedir.

     Sınır Kişilik Bozukluklarında Tanı Konması 

DSM IV-TR’de, Kişilik bozuklukları Eksen II’de yer almaktadır. Bu sorunun, tipik olarak ergenlik çağında başladığı bilinmektedir. Kişilik bozukluklarına tanı koymak, güvenilirlik anlamında zordur. Kişilik bozukluklarının değerlendirilmesinde, kişi ile özel olarak yapılandırılmış bir görüşmeye gereksinim vardır. Tanı koymada, çoğunlukla saf bir “kişilik bozukluğu” ndan çok, farklı kişilerde bulunan özellikleri, farklı bir renklilikle gözlemlemek mümkündür. Sınır(Borderline) Kişilik Bozukluğu tanısı konulurken, kişilik bozukluğu ile ilgili kriterlerin, bu sorunu uç noktada yaşayan kişilerin baz alınarak tanımlandığı ve bu sorunun, farklı derecelerle kişilerde bulunma olasılığının yüksek olduğu, her zaman göz önünde tutulmalıdır.

 

                  Sınır(Borderline) Kişilik Bozukluklarında Belirgin Özellikleri

Sınır Kişilik Bozuklukları’nda dürtüsel öfke patlamaları karakteristik bir haldir. Sınır Kişilik Bozukluğu yaşayanlar dönem dönem öfkelerini kontrol edemezler. Öfkelerini, sık sık ve orantısız ve oldukça yoğun sayılabilecek şekilde ifade ederler. Öfkelerini daha sonra pişman olacakları şekilde, aşırı bir tarzla dışa vururlar. Bu aşırı davranışlardan daha sonra suçluluk ve pişmanlık duyarlar.

Sınır(Borderline) Kişilik Bozukluğu yaşayan kişilerde sıklıkla madde ve ilaç kötüye kullanımı vardır.

Bu kişilerin, yaşamlarındaki olayları algılamaları ve değerlendirmeleri farklı olabilir. Yaşam olaylarını çevrelerindeki yakınları ile paylaşmakta isteksiz davranabilirler. Sorunları ile ilgili olarak çözümleme yoluna gitmektense, savunma amaçlı inkar mekanizmalarını çalıştırarak, sorunlarından kaçma eğilimi gösterirler.

Sınır(Borderline) Kişilik Bozukluğu yaşayan kişiler daha sonrasında suçluluk hissetseler de,  ayırım gözetmeden ve içinde duygusallığın bulunmadığı cinselliği yaşayabilirler. 

Bu insanlar için, kişiler arası ilişkilerde, arkadaşlıklarında sınır koyamama, olumsuz davranışlar gösterseler bile onlardan uzak duramama, kaçınamama söz konusudur.

Depresyon ve boşluk duyguları ile öfke patlamaları arasında gelgitler yaşayabilirler. Öfke yaşantıları esnasında, eşyaları kırıp dökme, çevrelerindeki kişilere küfür etme veya kendine zarar verme şeklinde açığa çıkabilmektedir. 

Bu kişilerde intihar(cuicide) girişimi tehdidi ve kendine zarar verme davranışlarına da sıklıkla rastlanabilir.

DSM IV-TR’ ye göre, Sınır kişiliklerin ilişkilerinde, duygu-durum ve kendilik imgelerinde kişilik sınırları bağlamında, hareketlilik ve geçirgenlik vardır. Duygulanımları kararsızlık gösterir ve beklenmedik şekilde oynayabilir. Duygulanımlarındaki bu oynamalar genellikle öfkeye dönüşme eğilimi gösterir. Sınır(Borderline) Kişilik Bozukluğu yaşayanlar, tartışmacı ve huzursuz bir yapıya sahiptir. Çevrelerindeki insanlara karşı iğneleyici davranırlar.  Her türlü dürtüsel davranışa yatkınlıkları vardır. Bunlara örnek olarak, kumar, kontrolsüz cinsel yaşam, aşırı para harcama, aşırı yeme davranışları verilebilir. 

Sınır(Borderline) Kişilik Bozukluğu yaşayan bireyler, uyumlu davranabilen, çevrelerindeki yakınlarına açık bir benlik davranışı geliştirememişlerdir.  Bireysel değerleri (örneğin, sadakat, toplumsal bilinç gibi) netleşmemiştir ve belirsizlik içerir. 

Sorunu Sınır(Borderline) Kişilik Bozukluğu olan kişiler, yalnızlığa katlanamazlar ve yalnız kaldıklarında kendilerini reddedilmiş olarak algılarlar. Yaşamlarına giren bazı kişileri, bir süre idealize ederken, bir süre sonra yerden yere vurabilirler. Çevrelerindeki kişilere karşı saplantılı duygulanımlar edinerek, onları idealize etmişlerdir. Onlarla ilgili geleceğe dönük planlamalara girişebilirler. Ancak bir süre sonra, idealize etme durumu ortadan kalkarak, kişiden uzaklaşırlar. Bu sırada o kişileri yoğun bir şekilde suçlama eğilimi gösterirler. İçlerinde hissettikleri ise yoğun bir aldatılmışlık duygusudur.

Bu sorunu yaşayan kişilerin, depresyon yaşantısı nedeniyle, intihara kalkışabildikleri veya kendilerine zarar verebildikleri bilinmektedir. Bu durum, stresle başa çıkamadıkları için, yoğun stres altında oldukları dönemlerde açığa çıkar.

 Sınır kişiliklerde DSM IV-TR’ ye göre, kendi sorunlarının belirtilerinin yanı sıra, Eksen I’ de yer alan paranoid veya dissosiyatif belirtileri de gösterebildikleri saptanmıştır. Bunun haricinde, Sınır(Borderline) Kişilik Bozukluğu tanısı alan kişilerden yaklaşık yarısı da Travma Sonrası Stres Bozukluğu(TSSB) tanısı ölçütlerini göstermektedir.

 

                                     Sınır(Borderline) Kişilik Bozukluklarında Terapötik Yardım

Sınır(Borderline) Kişilik Bozukluğu, toplum içinde görülme sıklığı açısından, daha yoğun olarak kadınlarda görülmektedir.

Bu sorunu yaşayan kişilerin çocukluk dönemlerinde fiziksel ve cinsel istismar öykülerine sıklıkla rastlanır. 

Sınır(Borderline) Kişilik Bozukluklarında farmakolojik tedavilerin istatistik olarak belirgin bir yararı belirlenememiştir. Bu tür sorunların tedavisinde, kişilere gerçeklik yaşantısını test edebilmelerine yardımcı olunmasına ihtiyaç vardır. Pek çok Sınır(Borderline) Kişilik Bozukluğu tedavisinde, psikoterapiden çok yararlı sonuçlar alınmaktadır.

            Sınır(Borderline) Kişilik Bozukluklarının tedavilerinde, öncelikle kişinin kendine olan güvenini yükseltmek öncelikli bir durum olarak görülür. Bunu sağlanmasının yanı sıra kişinin yaşamını disipline bir şekilde planlayarak, kontrollü olarak devamını sağlaması desteklenmesi gereken bir unsurdur. Bu konuda “Bilişsel Terapötik Teknikler” in yararlı olacağı düşünülebilir.

            Madde ve ilaç kötüye kullanımının olduğu Sınır(Borderline) Kişilik Bozukluklarında, bu konuda profesyonel desteğin verilerek, eğer mümkünse, bağımlılık boyutuna gelmesi için profesyonel destek verilmelidir. Kişi eğer madde ve ilaç kötüye kullanımında bağımlılık boyutuna gelmişse zaten artık bu profesyonel anlamda çözümlenme zorunluluğundadır. Bu konuda destekleyici ve bağımlılığını tedavi etmeye yönelik  bir planlama yapılmalıdır.

            Madde ve ilaç kötüye kullanımında olduğu gibi, kişinin kendine zarar verme durumları içinde psikolojik destek gereksiniminin bulunduğu gözden kaçırılmamalıdır. 

Tedavide daha çok “Nesne İlişkileri Kuramı”ndan yola çıkılarak yapılandırılan “Nesne İlişkileri Psikoterapisi” etkili olmaktadır. Bunun nedeni de Otto Kernberg’ in Modifiye Analitik Tedavisi, kişinin yeterince gelişmemiş, veya güçlü olmayan egosunu güçlendirmeye yönelik planlanmasıdır. Bu kişilerin dünyayı siyah yada beyaz olarak algılamaları, yaşamın farklı tonlarını algılayamayışları ve anlamlandırmada güçlük yaşamaları nedeniyledir. Sınır(Borderline) Kişilik Bozukluğu yaşayan kişilerin nesne ilişkileri kötü niyetli biçiminde tanımlanmaktadır. Bu kişilerin Projektif Testlere verdikleri tepkilerin analizinde görülmüştür ki, bu sorunu yaşayan insanlar, diğer insanları nedensiz bir şekilde zararlı ve yıkıcı olarak değerlendirirler. Bu değerlendirmenin nedeni de basedilen kişilerin zayıf bir egoya sahip olmalarıdır. 

Sınır(Borderline) Kişilik Bozukluk yaşayan kişiler için yararlı olabilecek bir başka terapötik yardım çeşidi de “Diyalektik Davranış Tedavisi”dir. Bu tedavi, Marsha Linehan tarafından yapılandırılmıştır. Bu yaklaşımda, danışan merkezli bir planlama söz konusudur. Empati ve davranışçı yöntemlerin bir arada kullanılarak yöntem belirlemesi yapılır. 

Bu yöntemde, terapist, bu kişilerin işlevsel olmayan davranışlarında veya yanlış inançlarını empatik olarak anlamlandırmasına yardımcı olmaya çalışır. Kişinin kendini, bireysel uyuşmazlıklarını, öfke patlamalarını, önemseyerek kabullenmesi sağlanmaya çalışılır. Bu tedavi yönteminde, davranışçı yöntemlerle, terapist, kişinin sorunlarını çözmeyi öğrenmeleri, duygularını kontrol etmelerini sağlama çabasını öğretmeye çalışır. Özellikle, terapötik yardımda günlük yaşama ait sorunlarla başa çıkabilecek şekilde vasıf kazanmalarına yardımcı olunmaya çalışılır. Bu kişiler sosyal becerileri arttırılarak kabul edilebilir, toplumun ve yakın çevrelerinin kabul edeceği  yöntemleri kullanmaya yönlendirilir. Terapötik yardım esnasında, kişilerin kaygılarını kontrol edebilmeleri üzerinde çalışmalar yapılır. Bu tedavi uzun süreli bir tedavi planlaması olarak düşünülmelidir ancak önemli ölçüde verim alınabildiği görülebilmektedir. Özellikle dürtü kontrolünde verimli ve ciddi gelişmelerin sağlanabilmektedir.

 

Boşanma, bireyleri varsa özellikle çocukları derinden etkileyen bir deneyim olarak karşımıza çıkar. Anne ve babaların boşanmaları sonucu çocukların yaşadığı geçişler, onlarda yüksek seviyede stres, kaygı ve öfkeye neden olmaktadır.

Boşanan aile çocuklarının %20-25’i ciddi davranış problemleri gösterirken, anne ve babası bir arada olan çocuklarda bu oran %10’dur Boşanmanın çocuklara etkisi üzerine yapılan kapsamlı çalışmalar, boşanmanın çocukların benlik tasarımı üzerinde olumsuz etki yaptığını, boşanmış aile çocuklarında ciddi uyum güçlükleri olduğunu göstermektedir.

Gerek bireylerin gerekse çocukların yaşamında birtakım değişim sağlamalarını gerektiren boşanma, bu özelliğiyle bir geçiş dönemi olarak da nitelendirilebilir. Bu sürecin ne yönde çözümleneceği, bireylerin kişilik özelliklerine, baş etme becerilerine, alacakları yardım ve desteğe bağlıdır.

Ebeveynlerin bu sorunlarla başa çıkma yolları, çocuk üzerinde doğrudan ve büyük bir etkiye sahiptir. Belki ne olduğunu ya da olacağını anlamayacak kadar küçük olsa da mutlaka sarsıntılarla sallanacaktır. Boşanma sırasında çocuğun yaşının, çocuğun psikolojik ve sosyal uyum ve anne-baba ile ilişkilerine üzerine en anlamlı etki eden faktör olduğunu saptamışlardır.

Her çocuğun gelişim hızı aynı olmasa da, aynı yaş grubundaki çocuklar benzer özellikler taşır. Ailenin dağılması, aynı yetişkinlerde olduğu gibi, çocuklarda da bir çok değişik duygusal tepkiye yol açar. Çocuklar bu duyguları ilerideki yaşamlarının çeşitli aşamalarında tekrar tekrar yaşayabilirler. İçinde bulundukları yaşa göre bazı duygular öne çıkar, diğerleri geri planda kalıp ileriki yaşlarda tekrar yoğunluk kazanır.

Eğer boşanma evliliğin başlarında gerçekleşmişse ve çocuk 0-3 yaş grubunda ise; anne ve çocuk hatta baba ve çocuk arasındaki duygusal ilişkileri azalttığından, çocuğun duygusal beslenmeyi yeteri kadar sağlayamaması büyüme ve gelişimini geciktirebilir.

Bunun yanı sıra uyku ve yeme problemleri ve ayakta durmak, oturmak gibi bazı motor yetenekler ve kekeleme ve kelimeleri yutma gibi bazı dil gelişimi problemleri de görülebilir. Okul öncesi dönemde ise; içe kapanık ya da tam tersi fazla atılgan olma ancak her iki durumda da sosyal ilişkilenmede güçlükler yaşama görülebilir.

Bu dönemde oluşan özgüven kaybı karakteristik bir şekilde kişilik yapısında yer alabilir. Bütün bunlara ek olarak zihin gelişimi gecikebilir ve önlenebilir. Dikkati toplamada yaşanan güçlükler çocuğun verimli öğrenmesini ve akıl yürütmesini zorlaştırır ve son derece olumsuz etkiler. Okul çağında ise; ön planda görünen okul başarısızlığı ve uyum bozukluğudur. Çocukta ilgi ve dikkat problemleri dikkat çekicidir. Uyku ve yeme problemleri devam edebilir. Toplumla ilişkisi zayıflayan çocuk kendini ifade etmekte zorlanacağı için sosyal ilişki güçlükleri yaşayacaktır. Ergenlikle beraber yukarıda sayılan bir çok olumsuz etkinin yanı sıra hayata eleştirisel yaklaşan, olumlu düşünemeyen hedef koyma ve strateji oluşturmada yetersiz, kişiler arası ilişkilerde sorunlalar yaşayan, dürtülerini kontrol edemeyen, sınırlarını kestiremeyen, savunma mekanizmalarını sık ve yanlış kullanan, suç işlemeye eğimli bir kişilik yapısının ortaya çıkması oldukça yüksek bir ihtimaldir.


Sonuç olarak; ister saldırganlık ya da hırçınlık, ister alt ıslatma ve dışkı kaçırma, ister uyku ve yeme problemleri, ister dikkat problemleri ve okul başarısızlığı şeklinde olsun boşanma, çocukta bir takım uyum ve davranış bozukluklarına neden olmakta ve çocuğun gelişimini olumsuz yönde etkilemektedir. Bu olumsuz etkilerin en aza indirilmesi ancak anne ve babanın olumsuz tutumlardan kaçınmalarıyla mümkündür.

 
BOŞANMADAN SONRA DİKKAT EDİLMESİ GEREKEN KONULAR
 
Boşanma aile birliğinin yıkılması ve yerine yeni bir düzen kurulması anlamına gelen zor bir süreçtir. Çocuk için önemli bir travma nedeni olabilecek bu dönemin en az zararla atlatılabilmesi için ailelerin dikkat etmesi gereken bazı hususlar vardır. Bu başlık altında öncelikle ailelerin bu süreçte düşmemeleri gereken hataları vurgulayalım.

Evlilik esnasında taraflardan biri gerçekten mağdur edilmiş, çok canı yanmış olabilir. Ancak unutulmamalı ki bu mağduriyetin sebebi olarak görülen kişi, aynı zamanda çocuğunuzun annesi ya da babasıdır. Elbette acı çeken bir kişi bunu eşiyle dostuyla paylaşmak isteyecektir fakat bunu yaparken bile çok dikkatli olmak gerekir. Böyle bir konuşma esnasında çocuğun da aynı ortamda bulunmamasına özen gösterilmelidir. Boşanmanın ardından anne babaların çocuğu kazanma yarışına girmelerine sık sık rastlıyoruz. Bazı ebeveynler çocuğu kendi taraflarına çekmek için çocuğa yanlış mesajlar veriyorlar. Öyle şeyler yaşanıyor ki, çocuk annesinden ya da babasından uzaklaşsın, diğer tarafı seçsin diye “Annen/Baban seni sevmiyor zaten” diyenler, karşı tarafı suçlayanlar dahi oluyor. Bu sözler çocuğun ruh dünyasında tahmin edilemez boyutlarda yaralar açar. Bu çok yanlış ve çocuk açısından çok yaralayıcı bir tutumdur. Eşler ayrılsalar bile çocuğu annesinden ya da babasından ayırmaya çalışmak, eski eşten öç almak için çocuğu kullanmak çocuğun ruh sağlığı açısından asla düşülmemesi gereken hataların başında gelir. Boşanmanın ardından anne babalar çocuğu kendi taraflarına çekmek için onun istediği her şeyi yapma yanılgısına da düşebilirler. Her istediğinin yapılması çocukta disiplin eksikliğine yol açar. Oysa ki disiplin, doğru kullanıldığı takdirde sağlıklı bir kişilik gelişimi için elzem bir unsurdur. Disiplinli olmaya alışmamış bir çocuk ileride sosyal yaşama adapte olmakta zorluk çekebilir.

      Boşanan eşler, aralarında yaşanan kötü olaylara rağmen arkadaş olmaya gayret göstermeliler. Yaşamı boyunca çocuğun önüne çıkabilecek bir sürü problem olabilir. Anne babanın kimi zaman bu problemlere birbirlerine danışarak çözüm bulmaları, ortak kararlar alıp uygulamaları gerekir. Herhangi bir iş arkadaşı gibi, hiç olmazsa telefonla görüşülebilir. Unutulmamalı ki anne babanın kendi sorumluğunda olan çocuklar her türlü husumetten, öfkeden daha önemlidir.

Dağılan bazı aileler çocukları için bazen bir araya gelip arkadaş gibi davranabiliyorlar. Bunu başarabilmek çocuğun bu dönemi yaralanmadan atlatmasına yardımcı olacaktır. Boşanma sonrasında ebeveynlerin sorumlulukları artabilir. Boşanmadan önce çalışmayan bir anne ekonomik ihtiyaçlarını karşılamak için çalışmaya başlamak zorunda kalabilir. Bir evin sorumluluğunu tek başına yüklenmek, çocuk sahibi olmanın ve işin gereklerini bir arada yerine getirmek zordur. Bir insanın, iyi ve başarılı olması önemlidir ama bundan daha önemlisi iyi bir anne ya da baba olmasıdır. Bir çocuk, anne babasının ilgisine, onlarla birlikte vakit geçirmeye muhtaçtır. Bu noktada sürekli ve nitelikli birliktelik, çocukla geçirilen kaliteli zaman kavramı önem kazanır. Anne ya da baba çocuklarıyla ilgilenirken bütün dertlerini, sorumluluklarını bir kenara bırakıp çocuğa odaklanmalıdırlar. Çocuk annesinin ya da babasının aklının başka yerde olduğunu hissederse kendisini dışlanmış gibi hisseder ve bir yere ait olma ihtiyacı duyar. Çocuk kendisine önem verilmediğini hissetmemeli, kendisini güvende ve ailesine ait hissetmelidir. Çocuğun psiko-sosyal ihtiyaçlarının karşılanması kişilik gelişimi açısından çok önemlidir. Anne baba çocuğunun ihtiyaçlarını görüp doyurmazsa çocuk, içgüdüleriyle bazı anlık zevklere yenilebilir, ait olma duygusunu yanlış insanlarla tatmine yönelebilir. Çocuğun cinsel gelişimi açısından da vurgulanması gereken noktalar var. Bilindiği gibi erkek çocuklar cinsel kimliklerini babadan, kız çocuklar anneden alırlar. Örneğin üç yaşındaki bir erkek çocuk sürekli olarak anne, anneanne, teyze arasında büyürse, çevresinde yeterli erkek model yoksa cinsel kimliği yanlış gelişebilir. Çocuk yanlış cinsel özdeşimler kurabilir. Babanın erkek çocukla zaman geçirmesi önemlidir. Kuşkusuz aynı ilişki anne ve kız çocuk arasında da gereklidir.

    Kimi zaman boşanmaların ardından ikinci evlilikler gündeme geliyor. Anne babalar ikinci evliliklerini yapınca ilk evliliklerden getirilen çocuklarla üvey anne babalar arasında bazı uyum problemleri yaşanabiliyor. Gerçi bu ilişkiyi çok iyi dengeleyen aileler de oluyor. Üvey anne eğer kendisini aşabilen, gerçeklerle yüzleşebilen biriyse denge kurup adil davranmayı başarabiliyor. Fakat problemli ailelere de çok daha sık rastlıyoruz.

Konuyu özetlersek; boşanmalardan çocuğun nasıl en az zararla çıkabileceğini düşünmek gerekir. Çocuğun boşanmadan ötürü kendi suçlaması muhakkak önlenmelidir. Ebeveynlerin “Biz ayrılıyoruz ama annelikten babalıktan ayrılmıyoruz. Arkadaş kalacağız ve senin iyiliğin için elimizden gelen her şeyi yapacağız” mesajını çocuğa vermeleri, ayrıldıktan sonra da geçmişte yaşananlara sünger çekip çocuğun ihtiyacı doğrultusunda dayanışmaya girmeleri çocuk açısından en iyisidir. Çocukluk döneminin kişiliğin oluşması açısından ne denli önemli olduğunu biliyoruz. Çocuğun bu dönemi mümkün olduğunca sağlıklı geçirmesi için aileler ellerinden gelen özeni göstermelidirler.

 EMPATİ NEDİR?Sık sık lâfı edilen bir kavramdır bu empati…

Türkçe’de eşduyum veya duygudaşlık diye bir karşılık uyduruldu ve tuttu da… Ben ise empati kelimesinin bir ıstılah (terim) olarak aynen kullanılmasından yanayım çünkü herkes aynı şeyi anlamıyor…

Menşei Kadim Yunanca’daki ἐμπάθεια (empatheia), “fizikî duygulanma, ihtiras, kısmen” demek, bu da ἐν (men),”içinde, orada” + πάθος (pathos),”ihtiras” veya “ıstırap”…

Daha sonra Rudolf Lotze ve Robert Vishner Almanca Einfühlung (içine doğru hissetmek, nüfûz etmek) kelimesini ortaya attılar, Edward B. Titchener da kelimeyi İngilizce’ye empathy olarak tercüme etti.

Meselâ kişinin kendisinin ve / veya başkalarının duygularını anlayamaması hâline de gene kadîm Yunanca’dan aleksitimi λέξις (lexis) and θύμος (ruh hâli, duygu) kelimesi zuhur etti. Bu da “emosyonlar için kelime olmaması” şekline tahvil edildi. Bu kişiler kendilerinin ve /veya başkalarının duygularını anlayamıyorlardı . Genel olarak otistik spektrumdaki kişiler, Asperger sendromu vak’aları aleksitimiktirler.

Ama günümüzün insan tabiatına aykırı, aşırı rekabetçi ve başarıya odaklı, bireyselciliğ in ortadan kaldırıldığı sözüm ona Liberal çalışma hayatı ve onun elîm hediyesi olan “sâhici olmayan sosyal ilişkiler” sonucunda, klâsik anlamda Nörotik, mutsuzluğunu farkında olmayan insanlar türedi! Bunlara da çok sık rastlıyoruz; âdeta “Zarurî Otistikler” bunlar… Somatotimi hâli içerisinde psişik sorunlarını bedensel şikâyetler hâlinde yaşıyorlar… Ekserisi ciddi derecede depresif ama bunun farkında değiller. Tedaviyle düzelince de, eski “yırtıcılıkları”, “ben-merkezcilikleri”, kısaca şişmiş narsisizmleri budanıyor ve vahşi ortama ayak uydurmakta başka türlü sorunlar ortaya çıkıyor. Bunları da akıllıca psikoterapilerle rahatlıkla düzeltebiliyoruz.

Empatiyi asla sempati ile yâni merhamet edip acımakla (pity), empatik aşırı tarafgirliktle (empathic concern) karıştırmamalıdır.

İnsanî, (humane) genel bir sevecen tavır zâten sağlıklı ve diğerkâm (altruist) kişilerin genel özelliğidir.

Sempatide ise kendilik sınırları flûlaşır, meselâ terapist hastayı anlamak değil, onu savunup onunla beraber ağlamak veya sevinmek durumuna geçer. Hastalarıyla aşırı duygusal bağ kuran terapistlerin, bilhassa da psikiyatrları n veya psikologların asla düşmemeleri gereken tuzaklardır bunlar. Çünkü objektivite kaybedilir, duygusal hâttâ erotik transfer (transference) riski doğar. Bu ise, günümüzde, dünyanın her yerinde etik dışı olarak kabûl edilmektedir.

Başkalarının acılarından veya ıstıraplarından haz duyma ise zihinsel veya bedensel sadizme açılabilen aşırı ve gayriahlâkî (immoral), hastalıklı empatiye örnektir. Sokakta yürürken kayıp düşen birisine gülmek bunun belki de sıhhâtlilik sınırlarındaki en klâsik örneğidir.

Bir hastanın anlattıklarından tedirginlik ve ona karşı antipatikçe hisler besleyen bir terapistin durumu da yolunda gitmeyen bir şeylere delâlet eder: Ya hasta manipülatiftir (antisosyallerde olduğu gibi), ya hekim kendindeki olumsuzlukları bilinçli veya bilinçdışı olarak danışanında görmektedir (hemcinssel eğilimleri olan bir terapistin hemcinssellerden “gıcık kapması” veya onları yaftalaması, tedavi etmeye kalkması gibi homofobik tutumlar), ya da başka bir olumsuz bulaşıklık vardır.

Sonuçta, kabaca iki tip empatiden bahsedebiliriz:

1-Entellektüel veya kognitif (bilişsel) empati;

2-Duygusal (emotional) empati.

Bu iki ucun tıpkı içgörü (nüfû-u nazâr: insight) ile ne kadar benzer olduğu dikkat çekicidir. Bunun için daha önceki bir yazıma da bakabilirsiniz: http://www.keremdok sat.com/2007/ 07/11/empati- sempati-antipati -transfer- kontr-transfer/.

Bu ikisinin de etik sınırlarda hastadan hastaya, terapistten terapiste değişerek kullanılması an akıllıca olandır.

Moralist değil terapist olduğumuzu asla unutmamalıyız ama birer Cyborg da olmadığımızı unutmamalıyız…

Cyborg Barack Obama

Unutmayalım ki, evrimsel psikoloji ve psikiyatrinin bize çok net olarak anlattığı, gösterdiği gibi, evrimsel skalada yükseldikçe “zihin okuma” artar. Tıpkı hayatının ilk 8-9 ayındaki bebekler gibi; sizin içinizdekini tâ amigdalasından okur!

Bir kedi veya köpek en büyük “empatizanları nızdır”; sizinle beraber üzülür, ağlar, sevinirler; sizi mutlu etmek için çırpınırlar…

Psikanaliz değil ama bal gibi terapi yaparlar

Evrimsel psikoloji ve psikiyatri açısından onlardan öğreneceğimiz ve tatbikata dökeceğimiz yeni ve çok daha etkili olacak transandan terapi teknikleri yolda, geliyorlar…

En temel evrimsel yedi emosyonumuz, kendilerini teşkile eden alt sekonder emosyonlarla beraber RAM’larımızda (Random Access Memory) her an çalışmaktadır: Sevme, eğlenme, şaşırma, sürpriz, öfke, hüzün, korku

Bakın Çinliler empatinin en önemli basamağı olan dinlemeyi ne güzel resmetmişler:

Çin Alfabesi Dinlemek

Son ilâve etmek istediğim husus ise şu:

Memleketimizdeki bu işleri en iyi bilmesi gereken meslek gruplarında, ezcümle psikiyatrlar ve psikologlar arasında ciddi empatisizlik, antipati ve kaçınılmaz olarak husumet, ayrılma (splitting) ve ötekileşmenin arttığını hüzünle müşahede etmekteyim.

   Bâri biz öyle yapmayalım, olmayalım!

      Bu muhabbete daha sonra devam ederiz.

         Sevgiyle…

Düzene mahkum olanların tragedyası

“Kendini feda, düzene başkaldırı gibi kavramların en hafif haliyle romantik bir aptallık, ama en yaygın haliyle de enayilik olarak kabul edildiği günümüz dünyasında, tanrılardan ateşi çalan ve Zeus’a başkaldıran Prometheus, düşünsel olarak linç edilmiş durumda. Ama bence zaten çağdaş insanın farketmediği, farketmemek için elinden geleni yaptığı tragedyası tam da bu.”

Eğer vicdanınızın sesini dinlerseniz bu çağdaş sistem içinde pek de mutlu yaşamanız mümkün değil…
Şahika Tekand  “Promethiade Projesi” kapsamında ele aldığı “10 Adımda Unutmak (Anti-Prometheus)”la, Prometheus mitini ters yüz ediyor.

Aeskhylos’un “Zincire Vurulmuş Prometheus” tragedyasının konsepti çerçevesinde,  üç ayrı tiyatro eserinin dünya mirası mekanlarda sahnelenmesi üzerine oturan ve üç ülkeden sanatçılarla gerçekleşen projenin İstanbul ayağını kapsayan oyun,  Aeskhylos’un Prometheus’una göndermede bulunuyor.

Yunanistan’dan Attis Tiyatrosu, Almanya’dan Rimini Protokoll ve Türkiye’den Studio Oyuncuları’nın  katıldığı projede Tekand, “10 Adımda Unutmak” derken de, gelişmenin ‘adım’larını vurguluyor. 

Tiyatro tarihinin en devrimci metinlerinden biri olarak nitelenen Prometheus’un hikâyesini dünyanın ve sistemin değiştirilemez olduğu safsatasının dünyada yaygınlaştırıldığının altını çizerek anlatıyor Tekand. “Promete belki Zeus’un sistemini yıkamayacağını biliyordu, ama…” diyor, “Zincire bağlanmayı göze aldı. Bizim de böyle bir promete dürüstlüğüne ihtiyacımız var. Tam anlamıyla çağdaş insanın tragedyasını ortaya çıkardım. ‘Anti- prometheus’ ismi çağdaş insanın genel karekterini çok iyi tarif ediyor bence.”

 “10 Adımda Unutmak (Anti-Prometheus)” Studio Oyuncuları ve İstanbul Büyük Şehir Belediyesi Şehir Tiyatroları ortak yapımı. Oyun, bugün ve yarın saat 21.00’de Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde.

– Daha önce de “Oidipus Nerede”, “Oidipus Sürgünde” gibi özel projeler yaptığınızı biliyoruz. Antik tragedyaları çağdaş yorumlarla sahneye koymanın önemi üzerine neler söylersiniz?

Antik Yunan tragedyalar hem biçimsel olarak çağdaş olana verdiği imkanlar hem de “trajik olan”ın ifade edilmesi için sunduğu anlamsal imkanlar ile çağdaş tiyatro için tükenmez bir kaynak. Bugünün insanının tragedyası, aslında varolan “trajik olan”ı görmezden gelmesinde, hesap vermeyi unutmuş olmasında yatıyor. Antik metinlerin temel konseptleri de bunları yeniden ifade etmede olağanüstü kaynaklar sunuyor.

– Anti-Prometheus, düzene teslim olmayıp düzene gönüllü olarak boyun eğen bir karakteri anlatıyor tragedyanın tersine. Bir yandan da tragedya içinde tragedyaya açılan bir yorumu içeriyor. Bu tersten ve karşılıklı bakış yolunuzu açmış, malzemeyi zenginleştirmiş olmalı…

Yazmaya başladığım anda kafamda yankılanan da buydu. Düzenin mahkumu olmaktan korkup düzene mahkum olanların tragedyasını yazmaya karar verdim. Anti-Prometheus adı da  daha ilk başta konuverdi böylece.

– Yani sisteme karşı çıkan Prometheus’un trajedisi, bir taraftan da bugünün sisteme boyun eğen insanlarının çıkmazı..

Prometheus’un tragedyası, bugünün insanı için bırakın anlaşılmayı, hatırlanması bile huzursuzluk verecek bir hikaye. Camus’nun belki biraz abartarak söylediği gibi bugünun insanı, Prometheus’la karşılaşsa onu ancak linç ederdi. Kendini feda, düzene başkaldırı gibi kavramların en hafif haliyle romantik bir aptallık, ama en yaygın haliyle de enayilik olarak kabul edildiği günümüz dünyasında, tanrılardan ateşi çalan ve Zeus’a başkaldıran Prometheus, düşünsel olarak linç edilmiş durumda. Ama bence zaten çağdaş insanın farketmediği, farketmemek için elinden geleni yaptığı tragedyası tam da bu .

– Bu iki dilli bir oyun, üç Alman üç Türk oyuncu var. Farklı iki dili sahnede nasıl kullandınız?

Kültürlerarası nitelik taşıyan böylesi projelerde sizden genellikle yine ‘kültürlerarasılık’ sorununa ilişkin bir fantezi geliştirmeniz beklenir. Ben inatla oyunu böyle ele almayarak dünyadaki çağdaş sistem sorunu ile ilgilendim. Bu nedenle sahne üzerinde Türkler ve Almanlar yok bu oyunumda. Türkçe ve Almanca var ve bunlar sadece müziği itibariyle farklı diller. Ama bu iki farklı müziğin yanyana getirilmesiyle bana ait yeni bir teatral dil ve müzik elde ettim.

– Sahnede ‘ışık’ oyuncularınız da var, Oyundaki ‘ışık’ın rolünden bahseder misiniz biraz?

Oyunu izleyenler, yine seyirciye yabancı olmayan ışık sistemimle karşılaşacaklar. Ancak bu kez  bir sürpriz olarak yeniden biçimlendi ışığın kullanımı. Işık tasarımı, bir yandan oyunun matematiğinin asal aktarıcısı haline gelirken, bir yandan da sahne üzerinde eğlenceli bir oyun alanı, adeta bir sirk alanı yarattı. 

– Oyundaki sandalyeler, kullanılması gereken reel malzeme mi yoksa herhangi bir şeyin sembolü mü?

Ben hiçbir zaman sadece sembolik anlamlar taşıyan nesneler kullanmam oyunlarımda. Burada da sandalyeler, sandalye olarak kullanıldı tabii. Ama bütün olup bitenin toplamında, seyircide oluşacak  “miş gibi” durumu için de katmanlı anlamlar taşıyor. Oturacak yer, statü, mülk, yük, geçmiş…

Canım garip şeyler de çekiyor

Serdar Turgut, Akşam gazetesinden Habertürk’e transfer olduktan sonra bir de televizyon programına başladı. Popüler kültürü seviyor. Televizyon için acemi olduğunu söylüyor.

 Hınzır ve arıza şeyler düşünmek ise onun için ayrı bir keyif. Derdi yazmak, yazabilmek. Başka bir şey değil. Son dönemde Fethullah Gülen ve cemaatler üzerine yazılarıyla dikkat çekiyor. Eleştirilere cevapları hazır. Demokratik açılım ve artan teröre de farklı bir perspektiften bakıyor. İşte anlattıkları…

– İlk aklıma geleni hemen sormak istiyorum ki o da Zaman gazetesine verdiğiniz bir röportajda kullandığınız “kültürel solculuk” kavramı. Buna ne anlam yüklüyorsunuz?

– Marksizmin yöntemine inanıp, Marksist siyasi mücadelenin içinde olmamak demek bu. Marksizm bilimsel bir yöntem, Batı’nın ürünü. Birçok sosyal olayı çözümlemek için kullanılabilir. Kültürel solculuk kısmını da ben uydurmadım.

– Her şeyi yazıyorsunuz. Sanırım haftada sekiz yazınız var. Siyaset, politika, magazin özellikle de popüler kültür. Dengeyi nasıl tutturuyorsunuz?

– Öyle bir derdim yok. Popüler kültürü seviyorum, okuyorum. Ciddi birikimim var, tarihini bilirim. Politik yazılarıma da popüler anekdotlar koyup, okumayı daha akıcı hale getirdiğimi düşünüyorum. Suya sabuna dokunmayan yazılar yazmak da ciddi emek, beceri ister. Bir işe inanırsanız onun hakkını verme kaygınız olur, bu da işinizden keyif almanız anlamına gelir.

– Cinselliğe epey takmıştınız. Müstehcenlik sınırında espriler yazıyordunuz. Sonra bıraktınız. Tepki mi geldi, sıkıldınız mı?

– Sıkıldım. O yönde espri yapmak artık kolay geliyor. Yeni şeyler deniyorum. Daha zor konularda mizahımı sınıyorum.

– Oluyor mu?

– Bazen, tam değil. Çalışıyorum…

– Televizyon programı da yapıyorsunuz.

Az sonra gideceğim maalesef.

– Niye maalesef?

– Bana uygun değil aslında. Yani bir konu hakkında yazmadan önce düşünme ve kurma fırsatınız var. Yazının yalnızlığı ve ıssızlığı içinde bir hikâye örgüsüyle bütünleşirsiniz. Televizyon ise anlık, tüketiliyor. Düşünme zamanı yok. Elbette pek düşünmeye ihtiyacınız da yok. Canlı yayın tehlikeli. Ama kendimizi tutuyoruz.

– Ne kadar kavga o kadar reyting ama?

– Tartışma programları hoş değil. Tuhaf bir gerginlik solunuyor, konuşmalar dengesiz. Bir de enteresan olmak ister, doğru veya yanlış çarpıcı laf söyleme derdine düşerseniz vay halinize. Yani iş sidik yarışına dönüyor.

– Bu bir çeşit entelektüel cehalet değil mi?

– Televizyonda konuşmak için söylediğiniz şeyin arkasında düşünce olmasına gerek. Hiç bilmediğimiz bir konuda enteresan olabiliyorsunuz. “Bu bir cehalet demek mi?” derseniz bence değil, başka bir şey.

Cumhuriyet çocuğuyum

– Öyle bir yerdesiniz ki anlayamıyorum. Yeni Şafak, Zaman gazetesinde röportajlarınız çıkıyor. Cumhuriyet rejiminin eksiklerinden bahsediyorsunuz.

– Bu tamamen analizlerim sonucu ulaştığım nokta. Ciddi eksiklikler var. Bu eksikliğin giderilmesinin zamanının geldiğini düşünüyorum. Çünkü gidermezsek onu kaybedeceğiz.

– Neler o eksiklikler?

– Cumhuriyetin inançla bağlantısının kopması mesela. Bakın din demiyorum inanç diyorum. Bunun ekonomik temelleri uzun bir hikâye. Cumhuriyet ilk döneminde kaynak kullanımı için köylüleri sömürdü, çünkü sömürülecek başka sınıf yoktu. Sanayi zaten çok uzaktaydı. Kalkınma için gereken değeri köylüler yarattı, kaynak sağladılar. Tüm bunlar olurken köyle sistem yabancılaştı ve inanç değeri yıprandı, eksik kaldı. Bu çatal günümüze kadar da darbeler, sağ-sol derken keskinleşerek açıldı. Şimdi ben özellikle CHP’nin inançla kopan bağı sağlamlaştıracağını düşünüyorum, yani arzuluyorum. Laik cumuhuriyetçiler buna tepki gösteriyor ama benim derdim laik Cumhuriyeti kurtarma ve uzun ömürlü yapabilmekten fazlası değil.

– “Cumhuriyet bir başarısızlıktır” demeniz de bu yüzden mi?

– Evet bu konuda başarısız. Bir diğer konu da elbette ki Kürtler. Terör durmuyor, kan akıyor, korkarım ki akacak da. Mesela ben Doğu Karadeniz’de saldırıların artmasını bekliyorum.

– Neden?

Biz, Karadeniz’in güvenliği için Rusya ile bir ortaklık kurduk. Amerika buna kızıyor. Bölgenin karışması gerekiyor bu yüzden. PKK’nin bundan sonraki saldırılarının Doğu Karadeniz’de olacağı kanısı var bende. Demokratik açılım deseniz yeterli ve gerçek bir şey yok ortada. Bu insanlar niye dağda, güçlü Türk ordusu niye bunları bitiremiyor diye sorup durursanız işe samimi yaklaşmazsınız. Türkiye’nin daha fazla demokratikleşmesi gerekli. Kürtler ne istediklerini biliyor. Dertleri de bu ülkeyi bölmek değil. Özerklik konusunda konuşulması gerekli. Sorunsuz yaşayabiliriz, yeter ki isteyelim. Bir de Türkiye terörü gerçekten bitirmek istiyor mu bunu da bilemiyorum. Soru işaretlerim var. Sürekli dağları taşları döven savaş görüntülerini izliyoruz. Bunlar sorunun çözülmesine hizmet etmiyor. Oturup konuşmak gerekli

– “Teröristlerle masaya oturmak” olur mu?

– Tüm dünya bunu yaptı. Konuşmadan, öldürerek çözemiyorsunuz işte, ortada her şey… Güçlüyken konuşacaksınız, kozlar elindeyken konuşacaksınız. Diğer türlü korkak durumuna düşersiniz.

– Peki, ya Gülen ve cemaatlere yakınlaşmanız. Bunu nasıl açıklıyorsunuz kendinize?

– Bu bir yakınlaşma değil. Gülen’in bu değişimde yeri olacağını düşünüyorum. Umarım yanılmıyorumdur. Yani onu okudum, kritik anlarda açıklamalarına baktım. Rejime karşı tutumlarında dengeliler. Elbette kafalarındaki hedefe ulaşırlarsa her şeyi değiştirebilirler. Dinci tarafta sert ve keskin zihniyetler korkutucu. Ama daha yaşanabilir bir hayat için belki bu onlar denenebilir diyorum. Ben Cumhuriyet çocuğuyum, derdim Cumhuriyetin zarar görmesinin önüne geçmek. Benim yazıları bir bütün olarak okumuyor insanlar. Başını okumadan sonuna bakarsanız olmaz. İçinden bir cümle çekip sözü söylemek istediğiniz yere getirdiniz mi orada bir riyakârlık var demektir. Diyorlar ki “yaşı ilerledi ölüm korkusu mu sardı?” Yok canım! Yaşım düşünmemde olgunluk yaşı; 55. Her şeyi sentezlediğim bir yaştayım. Ölüm korkum olsa dindar olurdum ki hiç değilim. 

Arıza şeyler düşünmek beni rahatlatıyor

– Rojin’e hakaret davası sonuçlandı. Hapis cezası aldınız, para cezasına çevrildi. Şimdi dönüp baktığınızda ne düşünüyorsunuz?

– Kesinlikle yanlış anlaşıldım. Bir militan hikâyesi yazıyordum, eşkıya davranışını betimliyordum. En büyük hatam ona bir isim koymaktı. Aklımda hakaret yoktu. Olayı bazı örgütler devir aldı. Kendini demokrat sunan örgütler bunu kadına karşı bir saldırı, etnik kökeni bir taciz olarak değerlendirdiler. Bundan keyif alanlar da oldu.

– Sormadan edemiyorum. Helin Avşar röportajınız vardı, pedikür falan… Bir an o sahne geldi aklıma. Neden, gerek var mıydı?

– Ben en ciddiyi yaparken bile kafamın bir kompartımanında hınzırlığımı tutuyorum. Helin’i de kırmadım. Ayak fetişisti teması üzerinde pedikürü benim yapmam bile söz konusuydu. Az daha bu teklifi de kabul edecektim. Belki başka zaman! Arıza şeyler düşünmek beni rahatlatıyor.

– Bu hoşunuza gidiyor yani?

– Ben de insanım, düşünce üretmek üzerine varolan bir hayvan değilim. Canım böyle garip şeyler de çekiyor. Daha neler var aklımda neler ama sürpriz olsun…

– YÖK’te de çalıştınız, medyayı da iyi biliyorsunuz. İkisinin ortak noktaları neler?

– İkisi de cadı kazanı. Dedikodu seven, ölümcül rekabetle büyüyen yerler. Çok da fazla ciddiye almamak gerekli onları. Ben bir dönem çok zarar görüyordum. Şimdi yerim sağlam, canım yanmıyor da sıkılmıyor da… Eşek gibi çalışıyorum. Derdim yazmak, yazabilmek. Başka bir şey değil…

Anayasa Mahkemesi’nin tam gün kanunu ile ilgili kısmi iptal kararı Türk Tabipleri Birliği’ni sevindirdi.

Tabipler Birliği, üniversitelerden sonra devlet hastanalerindeki doktorların da muayenehane açabilmesinde ısrarlı. 

Birlik, Yüksek Mahkeme’nin üniversite hastanelerindeki doktorların muayenehane açabilmesine olanak tanıyan düzenlemenin kamudaki doktorlar için de emsal niteliği taşıdığını savunuyor.

Tabipler Birliği, devlet hastanelerindeki doktorların bireysel olarak mahkemeye başvurmaya çağırıyor.İptal kararını değerlendiren TTB 2.Başkanı Özdemir Aktan,

Hekimleri bir yerde çalıştırmaya zorlamak Anayasa’ya aykırıdır. Kararı çıktı mahkemeden. Dolayısıyla bunun da Sağlık Bakanlığı hastanelerine de yansıyacağını düşünüyoruz” dedi.

Anayasa Mahkemesi Tam Gün Yasası’nı kısmen iptal etti.

CHP’nin Tam Gün Yasası ile ilgili iptal başvurusunu inceleyen Anayasa Mahkemesi, üniversite öğretim üyelerinin bu görevleri dışında muayenehane açması ya da özel sektörde çalışmasını engelleyen düzenlemeyi iptal etti.

Anayasa Mahkemesi’nden üniversitelerdeki öğretim üyelerine “Tam Gün Yasası” konusunda müjdeli haber geldi. Yüksek Mahkeme, CHP’nin başvurusu üzerine yasanın üniversitelerdeki öğretim üyelerinin muayenehane açmasını engelleyen maddesini iptal etti. Yasa devlet hastanelerinde çalışan doktorlara 30 Temmuz’a, üniversite hastanelerinde çalışanlara ise 30 Ocak 2011’e kadar “ya hastane ya muayenehane” seçme zorunluluğu getiriyordu. Bu tarihe kadar seçimini yapmayanlar istifa etmiş sayılacaktı.

CHP, yılbaşında Meclis’te kabul edilen tüm hekimlerin “tam gün” çalışmasını düzenleyen 21 maddelik yasanın 11 maddesinin iptali için Anayasa Mahkemesi’ne başvurmuştu. Hekimlere, “Ya muuayene ya hastane” seçeneği getiren yasanın Anayasa Mahkemesi’ndeki görüşmeleri dün sona erdi. Başvuruyu iki gün inceleyen Anayasa Mahkemesi’nden üniversitelerdeki öğretim üyeleri için sevindirici karar çıktı. Şimdi muayenelerini kapatmak istemeyen Sağlık Bakanlığı hekimleri de dava açmaya hazırlanıyor. Devlet hastanelerinde çalışan doktorların muayenehane ya da tam gün çalışma seçeneği için 15 gün süresi kaldı.

ÖZEL MUAYENEHANE AÇABİLECEKLER

İptalin ardından üniversitede çalışan doktorlar 8 saatlik mesainin ardından muayenehane ya da özel hastanelerde çalışmaya devam edebilecekler. Mahkeme, yasanın 7’nci maddesinin ‘a fıkrası’ndaki “tabipler, diş tabipleri ve tıpta uzmanlık mevzuatına göre uzman olanlar, aşağıdaki bentlerden yalnızca birindeki sağlık kurum ve kuruluşlarında mesleklerini icra edebilir” şeklindeki birinci tümcesinde yer alan ”…aşağıdaki bentlerden yalnızca birindeki… “ibaresini Anayasa’ya aykırı bularak iptal etti.

DOKTORLAR DAVA AÇACAK

CHP yasanın sadece üniversite görevlileri ile ilgili kısımlarının iptali için başvurmuştu. Şimdi üniversite hastaneleri dışındaki örneğin Sağlık Bakanlığı hastanelerinde çalışan hekimler, eşitsizlik olduğu gerekçesiyle Danıştay’a dava açmaya hazırlanıyor. Çünkü bu hekimler yasanın 7’nci maddesinin a fıkrasındaki değişikliğin “Tam Gün”ün özünü ifade ettiğini belirterek, iptalin kendilerine de uygulanması gerektiği görüşünde. Türk Tabipleri Birliği (TTB) de bu konuda gerekli hukuki desteği vereceğini, doktorlardan gelen dilekçeleri Danıştay’a göndereceğini açıkladı.

Döner sermaye de iptal

Ayrıca Yüksek Mahkeme, Sağlık Bakanlığı’na bağlı sağlık kuruluşlarında çalışan personele, döner sermayeye ek olarak performansa göre para ödenmesine ilişkin maddeyi iptal etti.

Bakan: Yasanın omurgası duruyor

Sağlık Bakanı Recep Akdağ, “Yasanın ana omurgası duruyor. CHP, üniversite hastanesine giden bir vatandaş hocanın muayenehanesine gitmek zorunda bırakıldığında bunun hesabını veremez. Alınan kararı doğru bulmuyorumama uygulamak zorundayız” dedi. Akdağ, kararla ilgili HABERTÜRK’e şu değerlendirmeyi yaptı: “Tümdoktorları kapsamıyor. CHP, bu yasanın 11 maddesinin iptali için Anayasa Mahkemesi’ne gitti. 4maddesi iptal edildi. Halkçı bir partiye yakışmıyor. Altında Kemal Kılıçdaroğlu’nun imzası var. Niyete bakmak lazım. Büyük ayıp. Kılıçdaroğlu, çokmeşgul olacak ki bu konudaki seslenişimi duymuyor. Önemli birmeseleyi gözden kaçırıyor. Türk Tabipleri Birliği (TTB) ve CHP mızrağı çuvala sığdıramazlar. Kamuda çalışan hekimlermuayenehane çalıştıramazlar. Üniversitedeki doktor akşam17.00’den sonramuayenehane çalıştırabilecek. YÖK’ün bu konuda nasıl bir tutumu olacak bilmiyoruz.”

GAZETE HABERTURK/ HT EKONOMİ/ DENİZ BİLİROĞLU

Mona Lisa’yı röntgen cihazıyla inceleyen uzmanlar, resmin yapımıyla ilgili çarpıcı bir bilgiye ulaştı.

Paris’teki Louvre Müzesi’nde yürütülen araştırmalarda Leonardo Da Vinci’nin eserlerinde kullandığı çok ilginç bir teknik tespit edildi. İtalyan ressam, astronom, mühendis ve bilimci Da Vinci, resimdeki insan yüzlerindeki gölgeleri ve aydınlıktan gölgeye geçişlesi daha başarılı verebilmek için 1-2 mikrometre kalınlığında boya katmanları kullanıyormuş.

Philippe Walter ve iş arkadaşları tarafından yapılan araştırmanın, Da Vinci ve diğer Rönesans ressamları tarafından kullanılan bir teknik olan “Sfumato” hakkında bilgi vermesi amaçlanıyordu.

NTV’nin haberine göre; Sfumato tekniğinde ressamlar tuval üzerinde, bir renkten diğerine geçişleri çok hassas bir şekilde yapabiliyorlardı. Öyle ki, bu etkiyi veren fırça izleri insan gözüyle görülemeyecek derecede küçük.

Araştırmacılar bu izleri inceleyebilmek için, resime herhangi bir zararı olmayan röntgen ışınlarını kullandılar.

Araştırma sonucunda Da Vinci’nin, içinde Mona Lisa’nın da bulunduğu, yedi eserinden alınan dokuz insan yüzünde ressamın çeşitli teknikler kullandığı belirlendi.

Asıl şaşırtcı olansa bazı resimlerdeki mükemmel geçişin sebebinin sadece 1-2 mikrometre (milimetrenin binde biri) kalınlığında olan boya katmanları olduğunun ortaya çıkmasıydı. Bu katmanlar üst üste gelince toplamda en fazla 30-40 mikrometre kalınlığa ulaşıyor.

Ankara Tabip Odası (ATO) Ankara Pratisyen Hekim Komisyonu Başkanı Dr. Mehmet Çakmak, ”Sağlıkta dönüşüm ve onun en önemli ayağı aile hekimliği uygulaması, sağlık alanına atılmış bir nötron bombasıdır” dedi.

Ankara Tabip Odası (ATO) Ankara Pratisyen Hekim Komisyonu Başkanı Dr. Mehmet Çakmak, ATO Pratisyen Hekim Komisyonu Aile Hekimliği İzleme Komitesi’nce düzenlenen basın toplantısında, Ankara’da aile hekimliği uygulamasının bugün hayata geçirildiğini hatırlattı.

Türkiye’ye uyarlanmış haliyle aile hekimliğinin, 7 yıldır aşama aşama uygulanan sağlıkta dönüşümün en önemli bölümü oluşturduğunu belirten Çakmak, ”Sağlıkta dönüşüm, sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesinin, hastanın müşteri yapılmasının, yani sağlığın kamu hizmeti olmaktan çıkarılmasının adıdır” dedi.

Aile hekimliği uygulamasının birinci basamak sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi olduğunu savunan Çakmak, ”Aile hekimliği uygulaması, 47 yıldır özellikle kırsal kesimde ve varoşlarda yaşayanlar için ev, ocak bellediği, nüfus cüzdanını, TC numarasını gösterip hizmet almaya alıştığı sağlık ocaklarının minik minik muayenehaneciklere bölündüğü sistemin adıdır” görüşünü savundu.

Yeni olanın her zaman iyi olmayabileceğine işaret eden Çakmak, şöyle devam etti:
”ABD yepyeni ve temiz bir bomba ürettiğini açıklamıştı. Nötron bombası, binaları yakıp yıkan, yangınlar çıkaran bir bomba değildi. İnsanları ve hayvanları öldürüyor ama binalar, fabrikalar sapasağlam kalıyordu. Sağlıkta dönüşüm ve onun en önemli ayağı aile hekimliği uygulaması, sağlık alanına atılmış bir nötron bombasıdır. Yangın yok, gürültü yok, yıkıntı yok. Ama büyük çöküntü var, değişim var. Sağlık ocağı binası aynı bina. Dıştan bakınca sadece eskiyen ‘sağlık ocağı’ tabelası gitmiş, yerine yepyeni ‘aile sağlığı merkezi’ tabelası konmuş.”

Her özelleştirme öncesinde olduğu gibi sağlık ocaklarının da gözden düşürülmek istendiğini öne süren Çakmak, ”Yıllar yılı idarenin destek olmadığı sağlık ocağının yerine konulan aile sağlığı merkezi için oluk oluk para akıtılıyor” dedi.

Yurttaşlara 7 gün 24 saat aile hekimine ulaşabilecekleri, hekimin hastanın ayağına gideceği şeklinde mesajlar verildiğini belirten Çakmak, ”uygulama Ankara’ya gelinceye kadar yurttaşların bunun doğru olmadığını gördüğünü” savundu.

Aile Hekimliği Yönetmeliği ile aile sağlığı merkezlerinin 4 kategoriye ayrıldığını bildiren Çakmak, ‘‘A kategori daha donanımlı ve konforlu merkezlerken, D kategori daha donanımsız merkezleri ifade ediyor. Bu durum, yurttaşları sağlık hizmeti alma açısından sınıflara ayıran bir durumdur” diye konuştu.

Hekimlerin özlük hakları ve toplumun sağlık hakkı için mücadele etmeye devam edeceklerini ifade eden Çakmak, ”Çözüm değil sorun ürettiği açık olan bu sisteme karşı durmayı sürdüreceğiz” dedi.

Pratisyen Hekimler Derneği Ankara Şube Başkanı Dr. Figen Şahpaz ise, daha sistem başlamadan 100’e yakın aile hekiminin istifa ettiğini belirterek, ”Aile hekimlerinin bir kısmı da ‘Deneyeceğiz, üstesinden gelemezsek geri döneriz’ diye düşünüyor. Sistem, önleyici sağlık hizmeti verilmemesi açısından vatandaşlar, güvencesiz çalışma açısından aile hekimler için sorun teşkil ediyor” diye konuştu.

Uygulama İstanbul’da ise 1 Kasım’da başlayacak

İstanbul’da 1 Kasım’dan itibaren başlayacak olan Aile Hekimliği uygulaması kapsamında görev yapacak 3 bin 645 aile hekiminin yerleştirmeleri başladı. İstanbul Sağlık İl Müdürü Ali İhsan Dokucu, Haliç Kültür ve Kongre Merkezi’nde düzenlediği basın toplantısında, kentte 940 aile sağlığı merkezinde 3 bin 645 aile hekiminin hizmet vereceğini belirtti.