Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

Başrollerini Ata Demirer ile Demet Akbağ’ın oynadığı, büyük ilgi gören ”Eyvah Eyvah”ın devam filminde görev alacak figüranların belirlenmesi amacıyla Çanakkale’nin Bayramiç ilçesinde yapılan seçmeler büyük ilgi gördü.

Çanakkale’nin Ezine ilçesine bağlı Geyikli beldesinde 17 Haziranda başlayan çekimleri, 2 hafta boyunca Geyikli ve Bozcaada’da süren ”Eyvah Eyvah” filmi, vizyona girmesinin ardından büyük beğeni topladı. Filmin devamının çekimleri için başlayan çalışmalar kapsamında, kalabalık sahnelerde kullanılacak figüranların seçmeleri Bayramiç’te yapıldı.

Beşiktaş Kültür Merkezi (BKM) Film çalışanları, Özgürlük Parkı’nda, filmde figüran olarak yer almak isteyen yurttaşlarla görüştü. Figüran adaylarını görüntüleyen ve fotoğraflarını çeken BKM çalışanları, filmin çekimlerinin Bozcaada ve Bayramiç’te Kaz Dağları’nın Ayazma bölgesinde yapılacağının ipucunu verdi. Eylül ayında başlayacak çekimlerin bir ay sürmesinin planlandığı öğrenildi.

 Zülfü Livaneli
 Yazara ulaşmak için : zlivaneli@gazetevatan.com
 Fazıl’ın çığlığı

Biliyorsunuz; basın tartışmalarına girmekten hoşlanmıyorum.
Çünkü tartışma dediğin, belli bir terminoloji içinde, belli bir platformda, önceden belirlenmiş bazı temel referanslara göre yürütülür.

Bizde ise sokak kabadayısı ağzından küfürlere, cehalet gösterilerinden şımarık tavırlara kadar her şey tartışma sayılıyor.

Ben de akıl, sanat ve ruh sağlığımı korumak için bu ortamdan uzak durup, kendi dünyama çekiliyorum. Ama bazen de susmak olmuyor! Olmamalı da zaten!

***
Son haftalarda hepimizin gözü önünde büyük bir sanatçı linç edilmekte…

Fazıl Say, arabeskçilere söz ettiği için bazı kalemler tarafından kıtır kıtır doğranıyor.
Acaba bu öfkede, her büyük başarıya karşı duyulan kıskançlığın, yılların biriktirdiği hıncın da etkisi yok mu diye düşünmeden edemiyor insan.

***
Arabeske hakaret etmem ama bu tarzı sevmediğimi herkes bilir. 1980 yılında Cumhuriyet Gazetesi’nde on gün boyunca yayımladığım “Yunus Emre’den Ferdi Tayfur’a” adlı yazı dizisinde bu tarzı enine boyuna incelemiş, kaynaklarını ortaya koymaya çalışmıştım.

1978 yılında dostum Zeynep Oral’la yaptığım bir konuşmada “Ben Türkiye’den ayrılırken bu müzik tarzı herkes tarafından aşağılanıyordu. Bu gelişimde gördüm ki burjuvazi de bu müziği dinlemeye başlamış. Tahminim o ki yakında sol da teslim olacak” demiştim. Öyle de oldu, önce dolmuş, sonra minibüs müziği denilen, daha sonra adı arabeske dönüşen tarz, Türkiye’yi ele geçirdi.

Şunu da ekleyeyim ki ben sevmememe rağmen arabeskin TRT’de yasaklanmasına tepki gösteriyordum.

***
Arabesk yalnız bir müzik değil bir yaşam tarzı olarak hayatımızı belirliyor artık. Kaçmak mümkün değil. Siyaset, basın, gündelik ilişkiler, sohbetler tamamen arabeskleşti.
Dünya ölçeğinde bir sanatçı olan Fazıl Say buna isyan ediyor aslında.

Onun tavrını elitist ve “halka tepeden bakma tavrı” olarak suçlayanlar, Âşık Veysel’den yaptığı düzenlemeleri, halk müziğinin has örneklerini nasıl canla başla savunduğunu bilmiyorlar mı?

Fazıl halkı küçümsemiyor; kente göç sonucunda doğan çarpıklaşmayı, yozlaşmayı, kabalığı, yolsuzlukları, pislikleri içine sindiremiyor. Bunları ülkesine yakıştıramıyor.

Ama son yıllarda Türk aydınını kucağına alan “lümpen fetişizmi” bunu anlamak istemiyor bir türlü. Çünkü çarpılmayı halk yerine koyuyor ve ona ses çıkarılmasına tahammül edemiyorlar.

O zaman tutarlı olmak adına; büyük şehirleri saran, üstlerinde demir filizler bırakılmış o iğrenç mahalleleri “Türk mimarisi” olarak kabul etmek ve bunu eleştiren büyük bir mimara saldırmak da şart oluyor.
Dünyada dişini en az fırçalayan bir halk oluşumuzu eleştirenleri çarmıha germek gerekiyor. İstinye koyunun, vahşice boğazlanan hayvanların kanından kıpkırmızı kesilişini de yeni bir “Türk estetiği” olarak kabul etmek doğallaşıyor.

Fazıl’ın nasıl boğulduğunu, nasıl çığlık atmak istediğini, “Ey insanlar: Âşık Veysel dinleyin, Mimar Sinan’a ya da kerpiç köy evlerindeki zarafete bakın, bu korkunç çarpılmayı ‘halk değeri’ olarak benimsemeyin” çığlığını yüreğimde duyuyorum.

Ve bu çığlığından dolayı bir sanatçıyı engizisyon mahkemelerinde yargılayanları ise hayretle seyrediyorum. Acaba bu lümpen hayranlığı nereye kadar gidecek?
Halk istiyor diye töre cinayetlerini hoş görmeye kadar mı?

İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti (AKB) Ajansının kültür-sanat, kültürel miras, kentsel uygulamalar ve kent kültürü alanlarında gerçekleştirdiği etkinlikler, İstanbullular ile buluşmaya devam ediyor.

Her yıl Sultanahmet Meydanı’nda düzenlenen ve bu yıl 29. kez gerçekleştirilen Türkiye Kitap ve Kültür Fuarı, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti etkinlikleri kapsamında Beyazıt Meydanı’nda açıldı.

İstanbul 2010 AKB Ajansı katkılarıyla, Türkiye Diyanet Vakfı tarafından düzenlenen ve kültür hayatına önemli katkılar sağlayan Türkiye Kitap ve Kültür Fuarı’nda, hafta boyunca resim ve hat sergileri, yazarlarla sohbet toplantıları ve imza günleri yer alacak. Ayrıca fuarı gezen ziyaretçiler her akşam bir tasavvuf musikisi konseri izleyebilecek. Fuar alanı, ramazan ayı boyunca her gün saat 11.00’den 24.00’e kadar ziyaretçilere açık olacak.

İstanbul 2010 AKB Ajansının da girişimleriyle her yıl Sultanahmet Meydanı’nda düzenlenen ”Ramazan Etkinlikleri”nin bu yılki yeni adresi ise Beyazıt Meydanı oldu.

Ajansın yanı sıra İstanbul Valiliği ve Büyükşehir Belediyesi işbirliğiyle hayata geçirilen ve ”Ramazan İstanbul” adı altında bir ay boyunca düzenlenecek etkinlikler kapsamında, konserden, kitap fuarlarına kadar onlarca farklı seçenek bulunuyor.

“Ramazanda caz konserleri”

Hakan Erdoğan Productions’ın, İstanbul 2010 AKB Ajansının katkılarıyla ramazan ayı dolayısıyla bu yıl ilk kez düzenlediği ve Müslüman caz sanatçılarını buluşturmayı hedefleyen ”Ramazanda Caz Konserleri” serisi kapsamında Dede Efendi Ensemble 20 Ağustos’ta, İlhan Erşahin 21 Ağustosta, Abdullah İbrahim 24 Ağustos’ta Topkapı Sarayı, Aydın Esen ise ramazan temalı ”Aydın Esen Plays for Ramadan” başlıklı konseriyle 26 Ağustos’ta Arkeoloji Müzeleri’nde konser verecek.

Festivalin son konserinde Kudsi Erguner ve topluluğu, ”Islam Blues” başlıklı konserle 31 Ağustos’ta Topkapı Sarayı’nda sahneye çıkacak.

“Teravih-i Enderun ve Cumhur Müezzinliği”

İstanbul 2010 AKB Ajansı Klasik Türk Müziği Yönetmenliği projelerinden ”Unutulan Bir İstanbul Ritüeli: Teravih-i Enderun ve Cumhur Müezzinliği”, İstanbul’un 29 farklı camisinde ramazan ayı boyunca devam edecek.

İstanbul Müftülüğünün destekleriyle 10 Ağustosta Sultanahmet Camisi’nde teravih namazı ile başlayan etkinlik, 29 ”salatin camisi”nde bir ay boyunca İstanbullular ile buluşacak.
Etkinlik, yarın Teşvikiye Camisi, 20 Ağustos’ta Şişli Merkez Camisi, 21 Ağustos’ta Fatih’te Hırka-i Şerif Camisi, 22 Ağustos’ta Beşiktaş’ta Yıldız (II. Abdülhamid) Camisi, 23 Ağustos’ta Üsküdar’da Valide-i Atik Camisi, 24 Ağustos’ta Eminönü Yeni Cami, 25 Ağustos’ta Kasımpaşa (Cami-i Kebir) Camisi’nde gerçekleştirilecek.

Sergiler

Büyükçekmece Belediyesi Kültürpark Kervansaray’da 20 Ağustos’ta ”Çocuk Bakışlı İstanbul Sergisi” açılacak.

İstanbul Fashion Week açılışı ve Koza Genç Tasarımcılar Yarışması’nın ödül töreni, 24 Ağustos’ta İstanbul Teknik Üniversitesi Taşkışla Yerleşkesi’nde gerçekleştirilecek.
”Kontrastlar Şehri İstanbul” sergisi 25 Ağustos’ta İstanbul Modern’de sanatseverlerle buluşacak.

”Japonya’ya Avrupa Bakışı” sergisi ile ”Kader Denizi” sergisi 29 Ağustos tarihine kadar Sanat Limanı’nda görülebilecek.

”Gelecekten Masallar Sergi & Ses Enstalasyonu” projesi 31 Ağustos tarihine kadar Sabiha Gökçen Havalimanı’nda, ”1950’lerin İstanbul’u” fotoğraf sergisi 3 Eylül tarihine kadar Fototrek Fotoğraf Merkezi’nde, ”Efsane İstanbul: Bizans’tan İstanbul’a” sergisi 4 Eylüle kadar Sakıp Sabancı Müzesi’nde, ”Mimar Sinan” sergisi 5 Eylül tarihine kadar MetroCity Alışveriş Merkezi”nde, ”Ada Sahillerinde Bekliyorum”, ”Adalılar” ve ”Adalar’da İz Bırakanlar” sergileri 9 Eylül’e kadar Çınar Mevkisi ve Büyükada İskelesi’nde, ”Kuş Bakışı Adalar” sergisi 11 Eylül’e kadar Büyükada Adaevi’nde, ”Sonsuzluğun Kapısı: Türbeler” sergisi 19 Eylül’e kadar Topkapı Sarayı 2. Avlu Has Ahırlar Sergi Salonu’nda, ”Yunanistan’da mimari paralellikler: 19. yüzyıl geleneğinden 21. yüzyıl değişikliğine” sergisi ile ”Aramızdaki Mekan” sergisi 19 Eylül tarihine kadar Sanat Limanı’nda, ”The Morning Line” sergisi 30 Eylüle kadar Eminönü Meydanı’nda, ”Hüseyin Çağlayan 1994 – 2010” retrospektif sergisi 24 Ekim tarihine kadar İstanbul Modern’de, ”Molecular (ISTANBUL) Sergisi” 31 Aralık tarihine kadar Hasköy Mayor Sinagogu’nda, ”İstanbul’da Olmak, İstanbullu Olmak” heykel yerleştirme sergisi 31 Aralık tarihine kadar Caddebostan Dalyan Parkı’nda görülebilecek.

Mahya tasarım yarışması

İstanbul 2010 AKB Ajansı Geleneksel Sanatlar Yönetmenliği tarafından düzenlenen ve zaman içinde kullanılagelen formların sınırlı kalması ve uygulamacılarının azalması nedeniyle unutulmaya yüz tutan mahyacılığı çağdaş tasarımla buluşturmayı amaçlayan Mahya Tasarım Yarışması’na 5 Ekim Salı gününe kadar başvurulabilecek.

İstanbul 2010 AKB Ajansı Eğitim Yönetmenliğinin ana projelerinden ”2010 Okullarda” hız kesmeden çalışmalarına devam ediyor. ”Okul Tiyatrosu” kavramına uygun Türkçe oyun yetersizliğine dikkatleri çeken ”2010 Okullarda” projesi kapsamında düzenlenen ”Tiyatro Okullarda Oyun Yazma Yarışması”na son başvuru süresi 15 Ekim olarak belirlendi.
Sanat danışmanlığını tanbur sanatçısı Hakan Talu’nun yaptığı Uluslararası Mevlana Vakfı Türk Müziği Topluluğunun Yenikapı Mevlevihanesi’ndeki üçüncü konserinde, 21 Ağustos’ta ramazan ilahileri başta olmak üzere ilahi formundaki çeşitli tarikatların eserlerini de seslendirilecek.

İstanbul 2010 AKB Ajansı’nın desteklediği, Mevlana’nın öğretilerini ve düşüncelerini tüm dünyaya yaymak amacıyla ”Mevlevi Kültürü’nün Anlatımı ve Sema Töreni” başlığında Uluslararası Mevlana Vakfı Sema Topluluğu, 22 Ağustos Pazar günü Yenikapı Mevlevihanesinde ”Sema Ayin-i Şerifi”nde izleyenlerle bir araya gelecek.

1800’lü yıllardaki önemli org yapım merkezlerinden biri olan İstanbul’da kiliselerde bulunan ve bir kısmı kaybolmuş olan orgların izinden giderek bunların bir kitapta toplanmasını sağlamak amacını taşıyan proje kapsamında gerçekleştirilen ”İstanbul ve Orgları” başlıklı dinleti, 23 Ağustos’ta Sen Esprit Katedrali’nde, 25 Ağustos’ta Sen Piyer ve Sen Paul Kilisesi’nde sanatseverlere sunulacak.

Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği ve Şişli Belediyesi işbirliğiyle yürütülen proje kapsamında 21 Ağustos’ta Feriköy’de ekolojik pazar kurulacak.

 

Dersim’i CHP bombaladı…”
Duyunca CHP‘ye çok kızdım…
Kılıçdaroğlu‘nun boyunun kısa olması yetmiyormuş gibi, Dersim‘i de 72 yıl önce (1938’de) bombalamış olmaları…
Hoş değil…
(………)
Ayrıca CHP Genel Başkanı‘nın, yazlığının önünde bir havuzun yer almış olmasının ortaya çıkması da…
Ve Başbakan‘ın Çamlıca‘daki havuzcuğunun boy olarak daha uzun olmasına karşın, en olarak ondan daha dar olması…
Bu da kötü bir şey…
“Enli havuz” sahibi olmak…
(………)
Böylece Kılıçdaroğlu boy kalitesini 13 santimle, havuzun eni avantajını 75 santimle kaybederken, bu kez Başbakan dedi ki:
“Boy önemli değil, soy önemli…”
O zaman referandumda bakacaksınız:
Soy kimde?..
Kılıçdaroğlu‘nun babası da “memur” üstelik… İyi mi?..

                                                           ★

Bence bu referandumun en önemli yanı; Türk toplumu için bir türlü test niteliği taşıması…
Testten geçiyoruz…
Zekâ testinden…
Belli ki “Evet” denildiğinin ertesi günü, Anayasa Mahkemesi üyelerinin 11‘ini bu iktidar seçecek… Ve böylece 7 yıldır kaldırmadığı dokunulmazlığını önümüzdeki 15 yıla yayacak…
Ama meydanlardaki kürsülere çıkıp da 72 yıl önce “CHP’nin Dersim’i bombaladığını”
söyleyerek insanların referanduma “evet” demesini istemek…
Boy…
Soy…
Derken havuzun eni bakımından milletin “evet” demesini beklemek…
(………)
Bir testtir bu referandum…
Zekâ testi…

Unutulan felaket ve kaybolan hayatlar

Büyük Marmara depreminin 11. yıldönümü… 7.4 büyüklüğündeki depremde resmi verilere göre 17 bin 480 kişi yaşamını yitirdi, 675 bin kişi evsiz kaldı. Depreminin ardından Yalovalılar, haber alamadıkları yakınlarını günlerce, aylarca aradılar.

 Büyük Marmara depreminde oturdukları evleri yıkılan, ancak cesetlerine ulaşılmayan, 25 yaşındaki Arzu Aksu ile 32 yaşındaki Cemal Güleç’in aileleri 11 yıldır, çalınan her kapı zilinde, çalan her telefona “Acaba o mu?” diye bakıyorlar. 17 Ağustos 1999 depreminin ardından Yalovalılar, haber alamadıkları yakınlarını günlerce, aylarca aradılar. Kayıp yakınları aradan geçen 11 yılda umutlarının tükendiğini, yalnızca dua edebilecekleri bir mezar istediklerini belirtiyorlar.

Bu ailelerden birisi de Yalovalı Güleç ailesi. 17 Ağustos 1999 depreminde evi enkaz haline gelen 32 yaşındaki ağabeyi Cemal Güleç’i kaybeden Yalova Belediye Başkanvekili Halit Güleç, depremden sonra, kardeşinin izini bulmak için 28 kent, yüzlerce hastaneyi dolaştı.

Bugüne kadar 100’e yakın ihbarı değerlendiren Güleç, ağabeyinin çiçek bırakacak bir mezarı dahi bulunmamasından yakındı.

‘Kapıyı umutla açıyoruz’

Güleç, “Bizim için çok zor günler. Çalan her telefonda, kapı zilinde hep bir umutla açıyoruz. Sanki her an gelecekmiş gibi bir hisle yaşıyoruz. Canınızdan çok sevdiğiniz bir insanın mezarının olmaması, kelimelerle anlatılmayacak kadar zor” dedi. Güleç, şunları söyledi: “Yengem sağ olarak kurtuldu. Ağabeyim Cemal’i enkaz başında günlerce aradık. Bütün hastaneleri tek tek dolaştık. Ancak izine rastlamadık. Gittiğimiz her yere bir umut diyerek yola çıktık, ama hep hayal kırıklığına uğradık.”

Yüzlerce ihbarı değerlendirdiklerini, Türkiye’yi karış karış dolaştıklarını belirten Güleç, “Geçen yıl, İstanbul’da yaşayan bir arkadaşım Maçka Parkı’nda saçı sakalı birbirine karışmış, hafızasını yitirmiş biriyle karşılaşmış. Onu rahmetli ağabeyime benzetmiş. Aynı gece İstanbul’a yola çıktık. Günlerce Maçka Parkı’nda o kişiyi bekledik ve bulduk. Ağabeyimin olmadığını anlayınca geri döndük. Ancak babam çok ısrarcıydı. Aynı kişiyi bulup DNA, kan testi yaptırdık ve kardeşim olmadığına babamı da ikna ettik” dedi.

Depremin ardından çıkarılan cesetlerin kokmaya başladığı gerekçesiyle Yalova Mezarlığı’na toplu olarak gömüldüğünü, fotoğralarının da çekilmediğini vurgulayan Güleç, “Ağabeyimin de depremden sonra fotoğrafı çekilmeden toplu mezara gömüldüğünü düşünüyoruz” diye konuştu.

‘Yüreğimiz ağlıyor’

Tiyatrocu Yusuf Nalbant ise Yalova Sanat Tiyatrosu (YASAT) kurucusu ve oyuncularından Gürcan Demirci, Ayhan Aşlan ve kız kardeşi Arzu Aksu’nun deprem de yaşamlarını yitirdiğini, kızkardeşi Arzu’nun cesedinin ise 11 yıldır bulunamadığını söyledi. Nalbant “11 yıldan bu yana yüreğimiz ağlıyor, onun çok sevdiği tiyatroyu şimdi onsuz oynuyoruz” dedi.

Yıllarca kardeşinin cesedini aradığını ifade eden Nalbant, “Birçok endişemiz var. Bunlardan biri de kardeşimin organ mafyasının kurbanı olabileceği. Yaşanan karışıklıklardan ötürü cesetlerin karıştırıldığını ve başka bir kente götürüldüğünü düşünüyoruz” diye konuştu.

DSÖ, 12 Ağustos 2010 tarihinde başlangıcını ilan ettiği ”Dünya Gençlik Yılı” ile dünya genelinde her yıl meydana gelen ”erken ölümlere” ve bu ölümlerin nedenlerine dikkati çekmeyi hedefliyor.

 Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)’nün resmi internet sitesinden derlediği bilgilere göre, dünya genelinde her yıl 15-24 yaş grubunda 1.8 milyon genç hayatını kaybediyor. Genç ölümlerin temel nedenleri arasında sigara kullanımı, hareketsizlik, korunmasız cinsel ilişki, trafik kazaları, şiddet olayları ilk sıralarda yer alıyor. DSÖ’nün açıklamasına göre, gençlere ait bazı istatistikler, üye ülkeler sorunların çözümü için acil önlemleri devreye sokmazsa, geleceğe yönelik karamsar projeksiyonlara neden olacak veriler içeriyor. Her yıl HIV’e yakalananların yüzde 40’tan fazlası 15-24 yaş grubundan, yine bu yaş grubunda 150 milyondan fazla genç sigara kullanıyor ve her gün dünya genelinde en az bin genç, trafik kazalarında hayatını kaybediyor.
”Gençlerin sağlıklı olduğu” yönündeki inanışın tekrar gözden geçirilmesi gerektiğine işaret eden DSÖ, erken ölümlerin nedenlerinin iyi bilinmesi gerektiğini, 15-24 yaş grubunda başlayan sigara kullanımı ya da hareketsizlik gibi alışkanlıkların ise yetişkinlik döneminde hastalıklar ve sorunlar olarak bireylerin karşısına çıktığını belirtiyor.
”Sağlıklı genç nesiller”in BM’nin milenyum hedefleri arasında yer aldığını hatırlatan DSÖ açıklamasında, ”Büyüme döneminde sağlıklı alışkanlıkları teşvik etmek, genç insanları sağlık risklerinden koruyacak daha iyi adımlar atmak, ülkelerin sağlık ve sosyal altyapılarıyla, yetişkinlerin karşılaşabilecekleri sağlık sorunlarının önüne geçilmesi bakımından hayati önem taşımaktadır” ifadelerine yer veriliyor. DSÖ, üye ülkelerin gençlerin sağlığına yönelik bazı alanlarda özel politikalar uygulamasının önemine işaret ederek, ”gençlik yılı” boyunca, destek vereceği özel düzenleme gerektiren konuları şu şekilde sıralıyor:

Erken hamilelik: Dünya genelinde her yıl 15-19 yaş grubunda 16 milyon kadın doğum yapıyor. Erken yaşlarda hamilelik ve doğumdaki risk, ileri yaşlardakinden çok daha yüksek oluyor. DSÖ, evlilik yaşına sınırlama getirilmesi, koruma yollarının iyi öğretilmesi ve erken hamileliklerde sağlık kurumlarına erişimin kolayca sağlanması yönünde politikalar geliştirilmesini öneriyor.
HIV: HIV taşıyıcılarının yüzde 40’tan fazlasını 15-24 yaş grubu oluşturuyor. Her gün 2 bin 500 yeni genç insana bulaşan hastalığın önüne geçilebilmesinde, gençlerin bilinçlendirilmesinin hayati rol oynadığına işaret eden DSÖ, yapılan araştırmalara göre, gençlerin sadece yüzde 30’unun bu virüsten nasıl korunacaklarına dair tam ve doğru bilgiye sahip olduğuna dikkati çekiyor.
Dengesiz beslenme: Gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkelerdeki çocukların önemli bölümü, gençlik dönemine yetersiz beslenmiş ve tam gelişememiş olarak girerken, başta gelişmiş ülkeler olmak üzere, dünya genelinde obez gençlerin sayısı da hızla artıyor. Dengeli beslenme ve egzersizin çocukluk ve gençlik döneminde kazandırılması gereken bir alışkanlık olduğunu belirten DSÖ, ülkeleri özellikle hızla artan obezite konusunda önlem almaya davet ediyor.

Gençlerin ruhsal sorunları: 15-24 yaş grubundaki gençlerin yüzde 20’si, bu dönemde depresyon başta olmak üzere ruh sağlıklarıyla ilgili sorun yaşayabiliyorlar. Gerekli önlemler alınmazsa, bu sorunlar topluma şiddet, intiharlar ve başka sorunlar olarak geri dönebiliyor. DSÖ, sorunun çözümünde okulların önemli rol oynadığını, artan sorunların uzman kişiler tarafından teşhis edilip çözüm aranması gerektiğini belirtiyor.

Sigara kullanımı: Sigara tiryakilerinin büyük bölümü, bu alışkanlığını gençlik döneminde kazanıyor. 15-24 yaş grubunda 150 milyon kişinin sigara kullandığını ve rakamların artığını ifade eden DSÖ, sigara reklamlarının yasaklanmasından, sigara fiyatlarının yeniden düzenlenmesine, kapalı mekanlara yasak getirilmesine kadar bir dizi önlemin, gençlerin sigaraya başlamasının önüne geçebileceğine dikkati çekiyor.
Aşırı alkol tüketimi: Birçok ülkede gençlerin aşırı alkol tüketiminin erken ölümler kadar, bu kişilerin gelecekteki sağlık sorunlarına da neden olduğu belirtilirken, alkol tüketiminin riskli davranışları tetiklemesi nedeniyle, farklı nedenlerden yaralanma, hastalık ve ölümlere neden olabileceği kaydediliyor. Şiddet: şiddet ve şiddet eğilimi de genç ölümlerin temel nedenleri arasında yer alıyor. DSÖ, bu sorunların üstesinden gelebilmek için hükümetlerin gençlere yönelik kapsamlı politikalar üretmesi gerektiğini belirtiyor.
 

‘Liberal bir zulüm dönemi yaşıyoruz’

Ertuğrul Özkök’ten gizemli bir yolculuk daveti’ 20 yıl Hürriyet gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni’ydi. Ayrılmasına ilişkin söylenmeyen kalmadı. Kimi çok sevdi kimi nefret etti…

Kimi yazılarında hem asap, hem ezber bozdu, kimi yazılarında helal olsun dedirtti. Ne olursa olsun hakkında bir şeyler hep muğlak kaldı. Şunu özellikle belirtmeliyim ki kendisine de ifade ettim, bu söyleşiyi Ertuğrul Özkök’e sıklıkla sinir olan bir gazeteci olarak yaptım. Bu hâlâ zaman zaman sürüyor ve biliyorum ki bu konuda yalnız da değilim. O da biliyor bunu ve anlayışla karşılıyor. Mesleki kalem erbaplığına rağmen hayatı boyunca kendisini doğru ifade edemediğini söylüyor. Gerçekler dünyasının göbeğinde hayallerinden inşa ettiği tuhaf hakikatleri anlattığı kitabı ‘Tuhaf’ta bambaşka bir Ertuğrul Özkök’le tanışacaksınız. ‘Öteki ben’ini kitlelerle paylaştığı kitabında inancın ve gizemin labirentlerinden seslenecek sizlere. Tinkerbell’in peri tozları, çocukluk keşiflerinin heyecanı, öte coğrafyaların öcüleri, efsaneleri, albatroslar, lahitler, mezarlar, kodlar, şifreler, dini figürler, inancın isi, pusu yolculuğun duraklarından sadece birkaçı. Ertuğrul Özkök ile kitabı ‘Tuhaf’ı konuştuk ama hepsi bu kadar değil! Kesinlikle değil!

-Kitabınız içsel dünyanızın, içinizdeki çocuğun keşfe çıkışı gibi… Mistisizim, gazeteci merakı, hayatta havada kalan sorularla başa çıkış gibi… Sonra Da Vinci merakınız malum… Bu kitapta da sanki yol göstericiniz gibi…

– Dan Brown’ın yazma biçimine merakım var. Gazetecilik okullarında programları belirleyen bir insan olsam Dan Brown’ı ders diye okuturdum. Türkiye’ye geldiğinde kendisiyle sohbet ettim, dedi ki ‘Benim yazımın bir matematiği vardır. İnsanların okurken zevkle öbür sayfaya geçmelerini sağlıyorum. Her sayfanın sonunda aynısını yaşatıyorum.’

20 yıl gazeteciliğimde insanların neler okuyup neler okumayacaklarını ve nasıl yazılması gerektiğini biliyorum. O yüzden yazarken, bu kitap bir bilemediniz iki gecede bitirilmeli, insanlar bir sayfadan öbür sayfaya bir bölümden öbür bölüme tereddütsüz geçebilmeli ve cümleler en fazla 7-8 kelimeyle yazılmalı diye bir hedef koydum. Yani Dan Brown’ın da bahsettiği direkt anlatımı getiren o matematiği kurdum ki bu bence dünyadaki en etkili anlatım biçimidir.

Mesela beni en çok etkileyen, yazma duygumu başlatan kitap Albert Camus’nün ‘Yabancı’sıdır. Çünkü bir insanın hayatındaki en önemli şeylerden bir tanesidir anneyi kaybetmek. Adam annesini kaybettiği cümlesiyle başlıyor kitaba. Çok basit bir cümleyle başlıyor. Kafka’nın ‘Metamorfoz’u nasıl? ‘Gregor Samsa bir sabah uyandığında kendini dev bir böceğe dönüşmüş buldu’. Bu iki kitap sadece dünya edebiyat tarihinde değil dünya yazma tarihinde de milattır. O yüzden kitabı yazarken buna dikkat ettim, çok basit bir anlatımla yazdım.

– Kitapta önde olan manevi, içsel dünya, reel dünya ise belli belirsiz, hayli geride’ İnanıyorsunuz da yazdıklarınıza. Mesela kayıp denizci ile ilgili o ilk bölümde alınyazınızın kodunun o çocukken bulduğunuz ve izini sürerek Japonya’da ilginç sonuçlara ulaştığınız duvardaki yazı olduğuna ciddi ciddi inanıyorsunuz..

– Hem de nasıl inanıyorum ki o harfleri (bileğindeki dövmeyi göstererek) buraya da kazıdım. Sevdiğim bir yönümdür, kendimi inandırırım ben. Bu kitapta iç dünyamı sorguluyorum ve yaptığım en güzel seyahat.

– Spielberg’in çocukluğuna göndermelerde bulunduğu üç beş şirin veledin macera arayışlarındaki tadı da andırıyor bir yandan kitabınız..

– Spielberg evet çok doğru söylediniz. Ama Spielberg’den önce çocukluğumda beni en çok etkileyen 12 ciltlik İki Çocuğun Devrialemi kitabıdır. Bana sünnette hediye edilmişti, hâlâ buralarda bir yerde durur başucu kitabım olarak.

‘Hallac-ı Mansur’un peşindeyim’

– Kitabı okuyunca daha iyi anlıyoruz ki gazeteci olmasaymışsınız sırtınıza çantayı atıp dünyayı dolaşırmışsınız…

– Öyleyim tabii.Hâlâ da öyleyim, şimdi Hallac-ı Mansur’un peşine düştüm, Tempo dergiyle İran’a gideceğim. Diyebilirim ki beni Mevlana’dan çok daha fazla etkileyen bir figürdür Hallac-ı Mansur. Bir İslam Galileo’su gibi bir gerçeğin ifadesinde yapılabilecek fedakârlıkların en uç noktasını göstermiştir. Doğduğu yere bir tür hacca gider gibi gitmek istiyorum.

– Böyle sufi sezişler, mevlevi dönüşler, dinler tarihi derken dinler tarihine, kutsal kitaplara hayli meraklı olduğunuz bu kitapla tescillenmiş oldu diyebilir miyiz?

– Şöyle söyleyeyim; evimdeki koleksiyonum en zengin iki bölümü şarap ve inançtır.

Neden şimdi hani yaşınızın ilerlemesiyle mi ilgili?

– Hayır. Bir kere benim dinle alakam yok. Bu çok tehlikeli de bir laf biliyorum. Yaşlandıkça dindarlaşıyor falan değilim ama çocukluğumdan beri hiçbir zaman Allah’a olan inancımı kaybetmedim. Çok dindar ama çok özgür de bırakan bir ailede büyüdüm. Günde bir büyük rakı içen ama Ramazanda ağzına rakı koymayan, cuma günleri namaza giden bir babayla büyüdüm. Annem hâlâ beş vakit namazına kılıyor, dizlerindeki ağrıya rağmen aksatmıyor.

Tek tanrılı dinlerin hepsinin başında bir sorun olduğuna inanıyorum. Müslümanlığın başında fundamentalizm, Yahudiliğin başında siyonizm sorunu var. Hıristiyanlığın başında evangelist bir hareket ve Hıristiyanlığın o fetih duygusundan dolayı özellikle Amerika’da canlanan oraya buraya müdahale sorunu var.

Tek tanrılı dinler beni çok hayalkırıklığına uğrattı. Dinlerin mutlaka ve mutlaka baskıcı iklimlerine bir çare bulunması gerektiğine inanıyorum. Dinler insanları kendisine baskıyla değil özgürlüklerle bağlamalı. O zaman, onların gerçek din olduğuna inanacağım. O yüzden Jacque Attali çok doğru bir tahlilde bulunarak önümüzdeki dönem artık lego dinler dönemi başlayacak diyor. Her insan istediği dinden istediği bölümü alacak, onları ekleyerek kendisine ait bir puzzle elde edecek diyor.

Dolayısıyla aynı zamanda bir sosyolog olarak da en geç elli yıl içinde tek tanrılı dinlerin, peygamberlik sistemlerinin çok ciddi biçimde sorgulanacağına inanıyorum. Çünkü sonunda dini din yapan Allah değil, peygamberlik sistemleridir.

Son derece saygım var, hiç itirazım yok ama şu soruyu sorma hakkına da sahip olduğumuza inanıyorum: Acaba peygamberlik sistemlerini bugüne kadar iyi mi yorumladık, yüzyıllar içinde bize gelişinde doğru mu aktarıldı? Çünkü Kuran’ı okuduğunuzda o kadar baskıcı bir şey görmüyorsunuz. O zamanlar dinleri baskıcı hale getiren nedir? Bunun sırrını çözmemiz gerekiyor.

Hallac-ı Mansur ‘Allah benim’ dediği zaman bana göre insanlara dinin oluşturduğu sistemlerden daha fazla bir görev getiriyor yani Allah’ı yeryüzünde temsil etme görevi getiriyor. Burada mantık olarak dini sistemin kendini temsil duygusundan daha kuvvetli bir duygunun olması gerekiyor. Ben inancı, sıradan bir dindardan çok daha fazla içimde hissettiğime inanıyorum. Niye? Sonunda Allah ile baş başa kaldığım zaman ben de en gelişmiş duygu şükretme duygusu oluyor. Çok şükrederim.

‘Herkes gibi sonradan görmeyim’

– Toplu bir yorumlama getiriyorsunuz, her şey birbiriyle bağlantılı hani kelebek etkisi

– Öyle. Kendimle sonradan görmeyim diye dalga geçerim hep çünkü herkes sonradan görmedir. İzmir’in en fakir mahallelerinden birinde doğdum, devlet bursuyla okudum ve ondan sonra çok büyük imkânlara kavuştum. Kendi çabamla ama Allah’ın bana verdiği birtakım yetenekler, tesadüfler hepsi bir araya geldiği zaman bana bu hayat sağlandı. Allah bana hayatım boyunca çok güzel bir kadın verdi, çok güzel yemekler yedim, çok güzel yerler gördüm, çok güzel, çok mutlu yaşadım, sağlık verdi bu yaşıma kadar. Tüm bunların bir karşılığının verilmesi gerekir diye düşünüyorum. O yüzden şükretme duygum biraz fazla gelişmiştir. Aşırı duygusallığımın da etkisi vardır.

– Ahmet Hakan ile Kâbe’ye gittiniz’ AKP’nin Doğan Grubu’na atakları sonrasına denk geldi yanında da Ahmet Hakan diye yazıldı, nereden çıktı şimdi diyenler oldu, siteler de bangır bangırdı… Didiklendi durdu’

– Bir kere 4 yıl önce başvurmuştuk, Ahmet Hakan, Murat Bardakçı ve ben gidecektik. Fakat Murat’a, yıkılıp otel yapılan Edjab Kalesi’yle ilgili karşı yazıları nedeniyle vize vermediler ve gidişimiz 4 yıl ertelendi. Ben Kâbe mülakatlarımız dolayısıyla bir gazetecilik ödülü bekliyordum çünkü herkesin gittiği yeri biz farklı yazdık. Gazeteciliğin bu farklılıklara ihtiyacı var. Kâbe’ye herkes gitmeli. Medine’den de çok etkilendim, Mekke’den daha çok etkilendim, Vatikan’dan da öyle. Şimdi Hallac-ı Mansur’un doğduğu yere de gideceğim. İnancın çıktığı coğrafyayı tanımak zorundayız çünkü hepimiz bununla yaşıyoruz. Ondan sonra yine çok tehlikeli şeyler yazdım. Yine şarap içmeye devam ediyorum, namaz kılmıyorum, oruç tutmayacağım dedim. Bunları da iftiharla da söylemiyorum. Bu benim.

– Demin aşırı duygusalım demiştiniz, sizin konumunuzda uzun süre çalışmış birinin bu kadar duygusal olma lüksü var mı?

– Bence var. Hacettepe’de sosyoloji dersi verirken bir tezim vardı, diyordum ki ‘içinde insan dolaşmayan, duygusallık olmayan bir sosyoloji, sosyoloji olamaz’. Aynı şekilde gazetecilikte de duygusallığın yeri olmalı. Duygusallık olmayan gazetecilik mekaniktir ve ölüme mahkûmdur. Alın Le Monde orada rasyonel, pozitivist bir mantıkla yapılan gazete duvara çarptı ve gitti aşağıya. Aynı şey dünyanın diğer ciddi gazetelerini de sarsıyor.

– Bu bakışı açısını Hürriyet’te nasıl uyguladınız?

– 20 yıl boyunca Hürriyet’e adam sokmaya çalıştım. İnsanın zaaflarını sokmaya çalıştım. Dediler ki gazeteciler hata yapar mı? Yapar, yapsın dedim. Hata olmayan bir gazete bu toplumu anlayamaz çünkü. Hata yapmaktan korkmayın dedim. Haber atladığım gün kapıyı kapatıp duvarları yumrukladım, okumadım gazeteleri, küstüm. Çok büyük bir haber atladığım zaman dünyanın sonu gibi geliyordu. Mahvoldum, bittim diyordum. Ama hatadan ders almasını, yola devam etmeyi bildim.

– Sevildiğiniz de oldu, sevilmediğiniz de’

– Çok nefret edenim oldu hatta yüzde 70 nefret edildim, hala da öyle.

– Klasik gazetecilik kalıplarını yıktığınız söylendi, gazeteciliğe yeni ‘format’lar getirdiğiniz de… Kimseyi aforoz etmediniz, hep diyalogdan yana oldunuz tamam ama gazeteci en nihayetinde taraf olur malum… Kimi zaman sivri köşelerden seslendiniz, kimi zaman toplumu yatıştırma gayreti gösterdiniz… Bazı zamanlar toplumu yatıştırma gayretindeki yazılarınızı okurken başka bir siz yazıyormuşsunuz gibi geliyor, Hasip Kaplan’ı yazarken başka bir yazı ve sizle karşılaşıyoruz. Benim gibi düşünenler adına söylersem ki sayımız az değil bir sinir oluyorum, öfkeleniyorum bir destekliyorum yazılarınızı’ Hangisi asıl siz?

– Hepsi benim.

– Böyle diyorsunuz ama nihayetinde bir şeyler hep muğlak kalıyor’ Netin netini soruyorum, sıkı bir yanıt istiyorum, istiyoruz!

– Çok doğru tahliller bunlar, dediğin gibi okur tepkisi bu ve benim için çok değerli. Sinir olmaya, kızmaya gelince ben de sinir oluyorum kendime bazen. Önce şunu söyleyeyim sivri köşeleri olmamalı insanın ama omurgası olmalı ikisi farklı şey.

Mesela kendinize bakın, bir tane mi siz varsınız? Diyorsunuz ki bazen beğeniyorum bazen çok kızıyorum. Ben de böyleyim. Ben de bazen Tayyip Erdoğan ile aynı düşünüyorum, bazen çok kızıyorum. Ama kimseye sürekli düşmanlığım yok, Tayyip Erdoğan’a da yok sürekli düşmanlığım. Cumhuriyet mitinglerinde benim gazetemi yaktılar, ama Tayyip Erdoğan’a gidip sorduğunuz zaman o da düşman biliyor beni.

O dönemde Tuncay Özkan da, Mustafa Balbay da kızıyordu bana ama şimdi onlar için en büyük mücadeleyi verenlerden bir tanesi benim. Yani hepsi benim bunların. Mesela Tuncay Özkan bana dünyada yapılabilecek en büyük kötülükleri yaptı televizyonda ama bunun hiçbir önemi yok, çünkü bana yaptığı kötülük onun şahsi meselesi. Şu anda ona yapılan kötülükler ise hukuki bir kötülük. Bu hepimizi ilgilendiriyor. Bunları ayırmayı öğrendim hayatta. Kimseye özel bir düşmanlığım yok. Bana karşı insafsızlık yapanlara karşı bile yok.

Hayatımda sadece iki kişiye dava açtım. Hakkımda edilmedik hakaret kalmadı. Vakit gazetesine bir tane dava açmadım. Babam dünyada en sevdiğim insandı. Yıldırım Türker babamla ilgili bir şey yaptı ona dahi dava açmadım ki çok dokundu, hüngür hüngür ağlattı beni. Beni dünyada ağlatan yazar Yıldırım Türker’dir. Ama Star Gazetesinde çalışan bir kişiye dava açtım ve kazandım da çünkü babamla ilgili çok ağır bir şey söyledi, artık kaldıramadım yani.

Bir de telefonlarımı dinletip yayımlattı diye Meral Akşener’e dava açtım. Onu da bir gün önce öğrendim ki evini satacakmış, bayağı yüklü bir tazminat kazandım çünkü. Bugünün parasıyla 24 bin YTL’ydi ve ertesi gün gidip haczedeceklerdi, o nedenle parayı almadım. Meral’i çok severim, mert kızdır. Almadım parayı ve bugün çok iyi arkadaşız. İyi ki öyle yapmışım. İnsana ait hiçbir şey beni şaşırtmaz. Bir de hiçbir kızgınlığım bir yılı geçmiyor. Bana çok safsın diyorlar.

Egomla başım dertte

– Yöneticilik nasıl bir hal… Egoyla aranız nasıl?

– 20 yıl boyunca en zorluk çektiğim şey bu oldu çünkü ister istemez onca yıl Türkiye’nin en büyük gazetesinin başında oturduğunuz, yazılarınızla tartışma açtığınız, ses getirdiğiniz zaman bu insanda güçlü bir ego geliştiriyor. Dolayısıyla egoyla başım dertte ve törpülemeye çalışıyorum. Ama egomu kapris yapmak, ezmek, zulmetmek şeklinde asla kullanmadım. Kimseye haksızlık yapmadım. Sadece fikri düzeyde onu biraz şımarıkça savunmak şeklinde kullandım. Parlak diye düşündüğüm bir fikri şımarıkça savunmak lüksüne sahip oldum.

– Tadını çıkardınız yani

– Tadını çıkardım evet. Bu bana iyi geldi. Bu oyuncakla oynarken de insanın kendini iyi kontrol etmesi lazım. Serseri bir mayın gibidir ego ve yüzüme az patlamadı. Ne olursa olsun insanın kadın erkek ilişkisinde de, meslekte de şımartılma duygusu çok güzel bir duygu. Şımartılmaktan da şımartmaktan da hoşlanıyorum. Ama en büyük zorluğum dört tane e-mail alan köşeyazarlarının kaprisleri oldu. Alın size ego! Onlara hep anlatmaya çalıştım, biz aslında hiçbir şey değiliz, burada bulunduğumuz yerlerle var olan insanlarız. Geçenlerde Ahmet Hakan bir yazısında yazdı, artık köşe yazarlığının da reytingi var, ölçülebiliyor diyor. Buna katılıyorum ve Türkiye’de önümüzdeki dönemde köşe yazarı sayısının azalacağını düşünüyorum. Bir köşe yazarının farklı olması lazım.

‘Provoke etmeye bayılırım’

– Popüler olmayı seviyorsunuz değil mi?

– Kim sevmez ki? Ama ben Hürriyet gazetesiyle popüler olmadım, öğretim üyesiyken 250 tane satan Oluşum dergisine yazı yazardım, Enis Batur’la ‘Yazı’ diye bir dergi çıkardık. Dergi 1500 tane sattı diye üzüldük. Çok popüler bir şey yaptık herhalde ondan böyle çok sattı falan diye. Marjinal bir şey yapmak istiyorduk yani dergimizi Türkiye’de en fazla 100 kişi okumalı falan diye bakıyorduk. O kadar da manyakça bir marjinal kafamız vardı. O zamanlarda da çok tartışılıyordum.

– Yazılarınızla sık sık provoke ediyorsunuz desem’

– Allah vergisi bu bende ve buna da bayılıyorum derim. Çünkü toplumlarda gerçek tartışmaların provokasyonla başladığını düşünüyorum. Zihni dürtüyor, bam teline basmak hani’ Koyun olmazsın, düşünmeye başlarsın, otomatik olarak başlarsın yani’

– Siyasete atılmayı hiç düşündünüz mü?

– Allah yazdıysa bozsun! Siyaset beni hiç ama hiç ilgilendirmiyor. Siyaset yazısından kazanıyorum paramı ama sevmiyorum. Böyle dediğimde maymunluk yapıyorsun, oynuyorsun diyorlar. Yolda insanlar soruyorlar sen bilirsin mutlaka diyorlar falan. Bilmiyorum, sizden daha fazla bildiğim bir şey yok sadece mesleki tecrübelerimden dolayı kendime ait bir yorumlama biçimim var diyorum. Siyaseti bildiğine inanan insanların da pek fazla bir şey bilmediklerini bu meslekte gördük yani. Siyasetten anlıyorum diyenden kork! Herkes sallıyor bir şeyler.

‘Emin Çölaşan da melek değil’

– Emin Çölaşan ile üç söyleşi yaptım, kendisiyle sizin hakkınızda da konuştum, burada da yayımladık. Bu söyleşide konunun diğer tarafı olan size de sormak isterim’ Şimdi de ben provoke ediyorum gibi oldu ama’

– Yok sor tabii de ben Emin Çölaşan ile ilgili hiçbir yerde konuşmadım, hayatımın sonuna kadar da konuşmayacağım ama bu Emin Çölaşan’a hak verdiğim anlamına gelmiyor. Emin düzgün davranmadı, sadece bunu söylemek istiyorum. Şimdi Aydın Doğan da hatıralarını yazıyor ve o da bana kızıyor, ‘Beni 2.5 yıl oyaladın yoksa 2.5 yıl önce çıkaracaktım Emin’i’ diyor. Ben bir yöneticiydim burada ve yönetici olarak yapmam gerekeni yaptım. Kitabı doğru, tarafsız okuyan herkes oradaki rolümün ne olduğunu gayet iyi değerlendirdi. Bir kere Emin’in yazdıklarının aleyhime değil lehime olduğunu düşünüyorum.

– Herkesin kendine göre haklı olduğu taraflar vardır durumu mu?

– Kimse tek başına haklı olamaz, sadece benim için mi geçerli bu? Emin de Allah değil yani Emin de bir melek değil.

– Hatıralarınızı yazacak mısınız?

– Hayır yazmayacağım. Türkiye’de yazılan hatıraları okuduktan sonra hatıra yazmamaya karar verdim. Hepimiz her şeyi kendi oturduğumuz yerden görüyoruz, kendi dünyamızdan bakıyoruz ve haklı görüyoruz kendimizi. O nedenle hatıra yazmak insanlara haksızlık etmek anlamına geliyor. Ama şöyle bir şey düşünüyordum: Özal’a en yakın gazeteci bendim, yüzlerce defa baş başa kaldık ve çok şeyler konuştuk. Özal da öldü gitti, yanımızda da kimse yoktu. Özal bana şunu dedi, bunu dedi, şunları yapmayı planlıyordu falan diye kafamdan özellikle çok provokatif şeyler uydurup yazayım, bir yıl sonra da çıkıp bunların hepsini uydurdum diyeyim diye düşündüm. Bunu sırf hatıra yazanlarla dalga geçmek için yapmak istiyordum. Ama okuyucuyu aldatmak olur, en iyisi yapmamak deyip vazgeçtim.

– Yine bir okur ve gazeteci olarak benim gibi düşünenlerin takıldığı bir konu var. Hürriyet’in başından çekilmeniz olayına kadar son iki yılda özellikle yazılarınızda gerek hükümete, gerek topluma seslenirken itidalli gittiniz. Germemeye çalışarak çoğu zaman sinir bozucu derecede sakin sularda seyreden yazılar yazdınız. Özellikle Aydın Doğan’a taarruza geçtiklerindeki kimi yazılarınız geri adım atarcasına algılandı. Ama eninde sonunda hükümetin yaptıkları malum, derken Hürriyet’in başından çekildiniz. Hem bunu anlatın istiyorum hem de nasıl tepkiler aldınız, hani sırt sıvazlayanlar mı oldu, neler oldu?

– Önce şunu söyleyeyim çok etkilenmedim çünkü beş yıldan beri zaten ayrılmak istiyordum. Sedat Ergin gelecekti benim yerime fakat Sedat Milliyet’in başına gitti falan. 20 yıl bir yerde oturduğunuz zaman altınızdan gelen insanların yolunu da tıkıyorsunuz ister istemez. Koltuğuma hiçbir zaman yapışmadım. Kaldı ki ayrıldıktan sonra da tartışma ortamından çekilmedim yani. Çok daha rahat konuşuyorum, tartışıyorum, yazıyorum, bağlayıcı değil artık yöneticiliğim. Sizin dediğiniz o itidalli olayı falan o bağlayıcılıktan, o zamanki konumumun getirdiği sorumluluktan kaynaklanıyordu asıl. Bir de hayatta yapmak istediğim şeyler vardı. Yemen’e gitmek istiyorum mesela, beş yıldır Yemen de Yemen diyordum. Çölün ortasındaki Şibam şehrine gidip orada bir vecd içerisinde çölde yaşamak istiyorum bir süre. Ayrılmak istiyordum ve bir türlü olmuyordu sonunda bu noktaya geldi ve ayrıldım yani o kadar büyük bir şey değil, altında böyle komplo teorileri falan yok.

– Aydın Doğan istedi mecbur kaldı ayrıldı denildi’

– Aydın Doğan bu gazetenin sahibi, istediği zaman göreve getirir istediği zaman görevden alır. Aydın Doğan ile ilişkilerimde hiçbir değişiklik yok. 10 gündür beraber tatildeydim Aydın Bey ile. Bana bir patronun yapacağının fevkini hâlâ yapan bir insan. Onun ötesinde bana hem ağabeylik hem dostluk gösteren bir insan. Kaldı ki bu işin Aydın Doğan ile bir ilgisi yok.

Nasıl karşılandı konusuna gelince, ayrıldıktan sonra üç ay içerisinde 16 üniversite gezdim. 20 yıl boyunca hiçbir üniversiteye gitmedim, bir tane panele katılmıştım o kadar. Seni taşlarlar, kovalarlar, bir şeyler olur aman gitme diyenler oldu.

16 üniversitede konuşma yaptım, hepsinin dijital kayıtları var. Pamukkale Üniversitesi’nde benden üç gün sonra Enerji Bakanı’nı konuşturmadılar. Üniversitelerden alkışlarla ayrıldım. Gittiğim her yerde şu anda insanlar bana çok daha iyi davranıyorlar. Kitabımla ilgili de çok güzel tepkiler alıyorum. Ben kötü bir insan değilim sonuçta ve birdenbire ermedim yani. (gülerek) İnsanlar hep, sizi yanlış tanıyormuşuz diyorlar. Herkes için geçerlidir bu. Dünyanın hiçbir yerinde gücü temsil eden insanlar sevilmez, hedeftedirler.

– Bu hedefte olma konusunda Kardak olayı mesela tepe noktalardan biriydi’

– Rezalet yani’ Beni savaş çıkartmakla suçluyorlar, hadi ordan! Peki, kardeşim Mavi Marmara gemisinde 9 tane insan öldü, niye onlardan bir tanesini hiç suçlamıyorsun savaş çıkartmaya, bilmem ne yapmaya çalışmakla? Bana sorarsanız Kardak kocaman bir şaka. Kardak meselesini hayatımda hiç ciddiye almadım. Komedi’

Bir ay biz Kardak’la ilgili haber yapmadık, niye biliyor musunuz? Yunanistan haberleri sıkıcıdır yapmayın dedim. Fatih de (Altaylı) yazmış yok savaş çıkar demiş de bilmem ne. Fatih o sabah toplantısında yoktu bir kere. Sabah toplantısını yazdık biz, haber yoktu, ya bu Kardak’ta ne oldu falan dedik, ertesi sabah baktık Milliyet Kardak diye bir resim yayınlamış. Kimse Milliyet’in koyduğu resmi konuşmuyor. Bizden bir gün önce Milliyet’te çıktı.

Biz de haber ajansıyla, bizim Uğur Cebeci ile ‘yuh be, Milliyet gitmiş siz gidemediniz’ diye dalga geçtik. Biraz sonra Uğur gelip ‘Helikopterlerimiz şu anda Kardak’a iniyor, Milliyet yanlış adaya inmiş’ dedi’ (gülüyoruz) Biz sevindik bunun üzerine.

Kimseye bayrak dikin diye talimat falan vermedim, Cesur Sert orada gidin sorun. Cesur giderken bayrak koymuş. Şimdi o fotoğrafı kim yayınlamaz Allah aşkına? Ve biz adayı bizim adamız diye biliyoruz, Dışişleri ada bizim diyor. Tutturdular sen savaş çıkarmak istiyorsun diye.

Yahu deprem sırasında Rumca manşeti ben attım ‘Teşekkürler Komşu’ diye. Türkiye ile Yunanistan arasındaki ilişkilerin gelişmesini o sağladı, insaf! Daha geçenlerde TaNea gazetesi benden Sümela Manastırının ibadete açılması dolayısıyla makale istedi ve tam sayfa yayınladılar. Ben mi savaş çıkarmaya çalışıyorum? Yapmasınlar..

Mavi Marmara’da 9 insan öldü. Resmen göz göre göre gittiler, alın Libya gemisi gitmiyor işte, döndü. Libyalılar bizden daha mı korkak yani. Mavi Marmara’nın yaptığını niye kimse sorgulamıyor? Beni savaş çıkartmaya çalışmakla suçlayan insanlar ‘Türk jetleri niye kalkmadı’ diye yazılar yazdılar.

– İsrail hükümetinin tavrını da desteklemiyoruz öte yandan’

– Bugün içinde vicdan duygusu olan bir insanın İsrail yönetimini desteklemesi mümkün değil. İsrail artık sadece dünyada ve ülkesindeki Yahudilere zarar vermiyor aynı zamanda bizimki gibi ülkelerdeki bizim gibi insanlara da zarar vermeye başladı. Fikrimizi rahatça söyleyemez olduk.

Türkiye bir Meclis Komisyonu kurup Mavi Marmara olayını kendisi incelemelidir. Türk hükümetini çok eleştiriyorum, bu kadar riskli bir işi yaptırtmamalıydı. Hiç palavra atmasınlar şöyle oldu da böyle oldu da diye. Mavi Marmara Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük skandallarından, en sorumsuzca eylemlerinden biridir. Skandalın daniskasıdır. 9 insan hayatını kaybetti, 50’ye yakın insan yaralandı ve Mavi Marmara hiçbir şeye hizmet etmedi. Gazze halkına da hizmet etmedi. Barışçı Arap hükümetlerinin de işini zorlaştırdı. Elbette İsrail’i de eşit derecede suçlu görüyorum. 9 insanı öldürmek ne demek? İkisi de birbirinden beter.

– Kendinizi gazeteci olmanıza rağmen hiç yeterince ifade edemediğinizi düşündünüz mü?

– Bütün hayatım boyunca.

– ‘Kürtlerle beraber yaşamak zorunda mıyız’ yazınız’ Çekilmedik taraf kalmadı mesela?

– Kürtlerle beraber yaşamalıyız diye yazdım o yazıyı. Bir üst cümleye bakmadılar hiç, Türklerin de Kürtlerin de menfaatine olan şey birlikte yaşamaktır diyorum. Kalktılar ırkçı dediler, Miloseviç dediler, Hitler dediler’ Demediklerini bırakmadılar. Ne alakası var Allah aşkına Hitler ile? Yahudiler PKK kurup, Almanlara saldırıp öldürdüler mi yani. Hitler durup dururken Yahudileri katletmeye başladı. Miloseviç örneği de aynı şekilde akıl almazcadır.

Bu sabah yine 6 şehit vardı şimdi ben, bir kızı Kırklareli’nde diğeri Şırnak’ta yaşayan Hasip Kaplan’dan üniter devlet için, o askerlerimiz için bir açıklama bekliyorum. Bu olay dolayısıyla köşe yazarlarının halktan çok kopuk olduğunu daha bir iyi anladım. Türkiye’de kendine liberal diyen yazarların hepsi pes dedirtecek denli halktan kopuk.

Liberal zulüm dönemi

– Demokrasinin geleceğini nasıl görüyorsunuz?

– Berbat görüyorum. Bence Türkiye’deki demokrasinin başındaki en büyük tehlike şu anda demokrasinin tarifini yapma yetkisini sadece kendinde gören insanların yarattığı zulüm ortamıdır. Türkiye’de liberal bir zulüm dönemi yaşıyoruz. Ergenekon davasında yapılan hataları eleştirdiğiniz anda Ergenekoncu, darbeci, postal yalayıcısı diye damgalanıyorsunuz.

Bu insanlar, siyasiler de liberaller de yıllarca Emin Çölaşan’dan şikâyet ettiler, hepsi Emin’den çok daha beter insanlar oldular. Şu anda liberal geçinen insanlara bakıyorum Emin Çölaşan bunların yanında mumla aranacak insan.

Demokrasilerin artık bir tek temel görevi var; çoğunluk diktatörlüklerini önleyici, şahsi diktatörlük heveslerini önleyici mekanizmaları oluşturmak. Yüzde 51’i aldığı zaman kendisini milli iradenin tek temsilcisi görüyor. Ben de o zaman yazdım, BDP de milli irade, onun da var temsili.

– Sonraki kitabınız için birkaç ipucu’

– Biraz Türkiye’nin ezberini bozacak bir kitap olacak, gelecekle ilgili. Türkiye’nin başına neler gelebilir biraz bunu anlatan bir kitap olacak.

gamzeakdemircumhuriyet.com.tr

Tuhaf/ Ertuğrul Özkök/ Doğan Kitap/ 244 s.

Filmlerine duygusunu veriyor

İki hafta önce vizyona giren Başlangıç’ın müziklerini Hans Zimmer yaptı. Zimmer, kariyerine sığdırdığı sayısız ödülle, film müziği denince akla gelen ilk isim. Hatta kendisi için ‘müziklerini Hans Zimmer yaptıysa film iyidir’ gibi genellemeler bile yapılabiliyor. Zimmer, dünyadaki 100 dâhiden biri olarak kabul ediliyor.

Bir film izlediğinizi düşünün, fonda hiç müzik yok. Korkar, endişelenir, gerilir miydiniz? Ya da izlediğiniz herhangi bir dizideki, filmdeki, gerilimin, mutluluğun yaklaştığını sezdiren ezgiler olmasa, havaya girer miydiniz? Müzikler filmi film yapan öğelerden biri. Hele hele, bir sinema salonundan çıktığınızda, hâlâ filmde çalan bir müzik aklınızda kalıyorsa… Şu sıralar sadece sinemanın değil, herkesin gündeminde Başlangıç var. Christopher Nolan’ın merakla beklenen filminin müzikleri, Lion King, Karayip Korsanları, Gladyatör, Sherlock Holmes gibi gişedeki başarılarıyla da dikkat çeken etkileyici filmlerin müziklerine imza atan Hans Zimmer’e ait. Zimmer, bugün dünyadaki 100 dâhiden biri olarak kabul ediliyor.

Hans Zimmer, 12 Eylül 1957’de Frankfurt’ta doğmuş. Henüz çok gençken Londra’ya yerleştiğinde, Air Edel Şirketi için reklam jingle’ları yazmış, 1980’de, The Buggles’ın The Age of Plastic longplay’inde grupla birlikte çalışmış. Hatta grupla çektikleri video MTV’nin yayına geçtiği gün ilk çaldığı klip olmuş. Daha sonra aralarında Ultravox ve avangard İtalyan grup Krisma’nın da olduğu çeşitli grup çalışmaları devam etmiş. Film müzikleri yapan Stanley Myers’la olan işbirliği ise Zimmer’i film müzikleri dünyasına sokmuş. Zimmer ve Myers, Moonlighting, Success is the Best Revenge, İnsignificance ve My Beatiful Launderette gibi fimler için çalışmış. İkili, geleneksel orkestra besteleriyle, elektronik müziği birleştirerek çok akıcı ve hatırlanan soundtrackler çıkarmışlar.

1986’da Zimmer, David Byrne ve Ryuichi Sakamoto’yla kendilerine Oscar ödülü getiren Last İmperor filmi için beraber çalışır. 1988’de çekilen A World Part filmi Zimmer’in müziklerini tek başına yaptığı ilk filmdir. A World Part’ı, kendisine ilk Oscar ödülünü getiren Rain Man filminin soundtrack’i izler. Ertesi yıldan itibaren, Zimmer, birbiri ardına pek çok film için müzik yapar. Driving Miss Daisy’yi, Black Rain, Backdraft, Thelma&Louise, A League of Their Own ve Days of Thunder filmleri izler. En büyük çıkışını ise 1994’te Aslan Kral filmiyle yapar. Bu filmin müzikleri Oscar, Altın Küre ve Grammy’nin de içinde olduğu sayısız ödül alır. 1995’te Crimson Tide filmiyle ikinci Grammy’sini alır. 1996’da ikinci Oscar’ı gelir The Preacher’s Wife filmi ile, aynı yıl BMI’nin prestijli ödülü Richard Kirk Ödülü’ne layık görülür. 1997’de As Good as it Gets, 1998’de The Thin Red Line ve 1999’da The Prince of Egypt’le birlikte üç yıl üst üste Oscar ödülü alır. 2000’ler bestecinin kariyerinde altın yıllar olarak sayılabilir. Hannibal, Gladiator, The Last Samurai, Batman Begins, The Da Vinci Code gibi önemli filmlerin müziklerine imza atan Zimmer, nihayet Sherlock Holmes filmiyle 9 yıllık aradan sonra yeniden Oscar ödülüne layık görülür. Sherlock Holmes’un ardından son olarak da İnception’la harikalar yaratır…

Başlangıç (İnception) filminde ise çok farklı bir şey denemişler. Zimmer bir röportajında şöyle anlatıyor: “Genellikle fimler parçalar halinde yapılır ve bu konuda belli bir düzen vardır. Besteci filmi izler ve yönetmenle temaları tartışır, sonra müzisyen temayı yazar. Biz bu filmde hiçbirini yapmadık. Tüm albüm, filmin bitmesinden bir yıl önce, senaryoyu okuduktan sonra şekillendi. Chris filme başladı, sete gittim, dekoru, aktörleri gördüm. Ama Chris’in filmi kurgulayacağı zamana geldiğimizde bana filmi göstermedi. Bana göre, ‘paylaşılan rüya’ydı temalarından biri filmin. Chris ise benden paralel bir rüya kavramı istedi. Sonuçta ben filmi görmeden bütün film müziğini yazdım. Daha sonra filmi izlediğimde ben de paylaşılan rüyalar ve paralel rüya görme fikrinin filmle nasıl uyumlu olduğuna şaşırdım.”

Zimmer öncelikle karakterlere ve onların hislerine kanalize oluyor. Onun müziğinin bu kadar sevilmesinin altında yatan neden bu. “Bir karakteri bir, iki notayla nasıl tasvir edebilirim” diye düşünmüş mesela Dark Knight müziklerini yaparken. Bir röportajda kendisine yöneltilen “müzik bestelemeye olan yaklaşımınızda bir değişiklik oldu mu” sorusuna verdiği yanıt da hayli ilgi çekici: “Evet, sanırım. Bu evrimsel bir şey. Şu an için Gladiator’deki gibi bir müzik yapamam, şu an olduğumuz yere aykırı durur. Sanırım zamanın ruhuna artık aykırı bir duyarlılığım var. Eğer şimdi büyük ve fazlasıyla destansı bir ezgi yazarsanız bir şeyler yanlış olur. Galiba bir filmde müzikle ne yapabileceğimi anlamakta giderek daha iyi bir hale geliyorum. Bu benim ilgi alanımın değişmesiyle de ilgili. Artık büyük, destansı ezgilerle ilgilenmiyorum. Artık iki, üç ya da dört notayı alıp bununla nasıl kompleks bir duygusal yapı inşa edebilirim ona bakıyorum.”

1840’ların ortalarında Macar tıp uzmanı Ignaz Semmelweis, Viyana’da görevli olduğu hastanedeki yeni doğum yapan kadınların %15’inin albastı, ya da lohusa humması adı verilen hastalıkla boğuşmakta olduğunu görüp dehşete kapıldı.

Bu durumun önüne geçmek için çırpınıyor, ancak ne yapması gerektiğini bilemiyordu. Düşüncelere daldığı bir sırada adli tıp uzmanı Jakob Kolletschka adlı arkadaşının görünürde benzer belirtiler gösteren bir hastalıktan öldüğü haberini aldı. Olay, bir öğrencinin birkaç gün önce bir kadavranın kesilmesinde kullanılan bisturiyi kazara Kolletschka’ya batırmasından birkaç gün sonra meydana gelmişti.

Bu haber üzerine Semmelweis bir aydınlanma anı yaşadı. Hastanesindeki tıp öğrencileri morgdan çıktıklarında ellerini yıkamadan doğrudan doğum servisine geçiyorlardı. Yeni annelere mikrop bulaştıranlar bu öğrenciler olabilirdi. Belki de bu yüzden yaşama veda ediyorlardı. Acaba el yıkamak bu soruna köklü bir çözüm getirebilir miydi?

Semmelweis bu görüşünü doğrulamak amacıyla öğrencilerinden ellerini su ve klordan oluşan bir karışımla (sabunla su kadavra kokusunu yok edemiyordu) yıkamalarını istedi. Uygulamanın hemen ardından doğum servisindeki ölümlerin oranında %10’luk bir düşüşe tanık olundu. Böylelikle, el yıkama hastanede standart uygulamalarından biri oldu. Bu uygulamanın yaygınlık kazanması 40 yılı aldı. Gelgelelim, bugün bile hastane çalışanları bu kurala yeterince uymuyor. Maryland Sağlık Kalite ve Maliyet Konseyi tarafından yapılan bir araştırmaya göre, günümüzde sağlık görevlilerinin %90’ı, ancak birileri baktığı zaman, yalnızca %40’ının tek başlarına iken el yıkıyor.

Tarihte dünyanın en hayırsever insanı olarak bilinen, MS. 2. yüzyılda Antalya’nın Kumluca ilçesinde bulunan Rhodiapolis Antik kentinde yaşayan Opramoas’ın, çevre kentlere ve insanlara yaptığı yaklaşık 3 milyon dinar ile dünyanın en hayırsever insanı unvanı kazandığı bildirildi.

Antalya’nın Kumluca ilçesinde yer alan Rhodiapolis Antik Kentinde MS. 138-161 yılları arasında yöneticilik yaptığı bilinen hayırsever Opramoas’ın, en büyük hayrının, MS. 141 yılında meydana gelen depremde yıkılan 33 Likya kentinin yeniden inşa edilmesi olduğu belirtildi.

Opramoas’ın ayrıca gelinlik kızlara çeyiz parası, küçük çocuklara eğitim yardımı, yoksullara yardım ve açların doyurulması gibi bir çok hayır işini de üstlendiği kaydedildi. Opramoas’ın yaptığı yardımlar, kendisi adına inşa edilen anıt mezarının üzerinde de satır satır yer aldı.
Rhodiapolis Antik Kenti kazı çalışmalarını yürüten Akdeniz Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. İsa Kızgut, Opramoas adına ölümünden sonra yaptırılan anıt mezar taşları üzerinde, yardımlarının listesi, Romalı yöneticilerle yaptığı mektuplaşmaları içeren 12 yazıt, 19 mektup ve 33 dokümanın yer aldığını söyledi.

Bir tür otobiyografi olarak değerlendirilebilecek bu yazıtların dünyada taş üzerine yazılan en uzun yazıtlardan biri olma özelliğini de taşıdığını belirten Kızgut, yazıtlarda Opramoas’ın yaptığı yardımlar ve yardımlardan dolayı kendisine yapılan teşekkür ile minnet ifadelerinin de yer aldığını kaydetti. Kızgut, şöyle konuştu:

”Dünyanın en hayırsever adamı olarak bilinen Opramoas adına yaptırılan anıt mezar taşlarının üzerine, dünyada iken yaptığı tüm hayırseverlik işleri liste halinde yazılmış. Bu listede 33 Likya kentine depremden zarar gördükleri için yapılan yardımlara da yer veriliyor. Bu kentlere yaptığı yardımların tamamı, yapılan hesaplamalara göre 3 milyon dinar. Tabi söz konusu bu miktarı günümüz parasıyla karşılaştırmak ve kesin karşılığını söylemek çok zor. Biz bu paranın altın olduğunu düşünüyoruz. Şu anda sadece kendi anıt mezarını ayağa kaldırmak için yaptığımız proje yaklaşık 1 milyon TL. Bunun antik dönemdeki karşılığını söylemek oldukça zor. Belki ilerideki bulgulara göre bunu daha net, daha kesin olarak söyleme şansımız olacak.”

Kızgut, yapılan yardımların geneline bakıldığında, sadece kentlerin inşası için değil, halkın ihtiyacına göre bir yardım dağılımı gerçekleştirildiğinin görüldüğünü, ayrıca Opramoas’ın kendi yaşadığı şehir olan Rhodiapolis’e yaptığı yardımları yazdırmamasının da mütevazılığının bir göstergesi olduğunu sözlerine ekledi.