Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…
hüzün ki en çok yakışandır bize
belki de en çok anladığımız
biz ki sessiz ve yağız
bir yazın yumağını çözerek
ve ölümü bir kepenek gibi örtüp üstümüze
ovayı köpürte köpürte akan küheylan
ve günleri hoyrat bir mahmuz
ya da atlastan bir çarkıfelek
gibi döndüre döndüre
bir mapustan bir mapusa yollandığımız
biz, ey sürgünlerin nâzım’ı derken


tutkulu, sevecen ve yalnız
gerek acının teleğinden ve gerek
lacivert gergefinde gecelerin
şiiri bir kuş gibi örerek

hüzün ki en çok yakışandır bize
belki de en çok anladığımız
biz ki sessiz ve yağız
bir yazın yumağını çözerek
ve ölümü bir kepenek gibi örtüp üstümüze
ovayı köpürte köpürte akan küheylan
ve günleri hoyrat bir mahmuz
ya da atlastan bir çarkıfelek
gibi döndüre döndüre
bir mapustan bir mapusa yollandığımız
biz, ey sürgünlerin nâzım’ı derken


tutkulu, sevecen ve yalnız
gerek acının teleğinden ve gerek
lacivert gergefinde gecelerin
şiiri bir kuş gibi örerek
halkımız, gülün sesini savurup
bir türkünün kekiğinden tüterken
der ki, böyle yazılır sevdamız
hüzün ki en çok yakışandır bize
belki de en çok anladığımız

Hilmi Yavuz

Hüzün ki En Çok Yakışandır Bize

Şiirin orijinal ismi: Nâzım Hikmet

Doktora elektronik takip geliyor

Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) Genel Sağlık Sigortası Genel Müdürü Hasan Çağıl, ‘Bir hekimin günde kaç kişiye, hangi ilaçları yazdığını, bu ilaçların hangi eczanelerden alındığını ‘elektronik takip’ sistemiyle tespit edebiliyoruz’ dedi.

Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) Genel Sağlık Sigortası Genel Müdürü Hasan Çağıl, Çukurova Tıp Fuarı’na katılmak üzere geldiği Adana’da, yaptığı açıklamada, sağlıkta suistimal örneklerinin her dönemde gündeme geldiğini, bu nedenle Genel Sağlık Sigortası kapsamında bedelini ödedikleri hizmetleri çok daha farklı metotlarla incelemeye başladıklarını söyledi.

“Bugüne kadar olduğu gibi faturalar gelsin, faturalar kağıt üzerinden karşılaştırılsın, örnekleme yöntemleriyle denetimler yapılsın’ gibi metotlar yerine daha etkin yöntemlere başvurduklarını ifade eden Çağıl, ‘Bugün kurum olarak, günde ortalama 1,5 milyon kişinin muayene bedelini ödüyoruz. Yine her gün 900 bine yakın kişinin reçete bedelini ödüyoruz. Çok büyük rakamlar bunlar. Bunları siz tek tek oluşturulmuş olan faturalar üzeriden incelemeye kalktığınız zaman hiçbir zaman doğru bir incelemeye ulaşamayız. Örnekleme bu günün şartlarında en iyi inceleme metotlarından biri ancak bununla yetinmiyoruz” dedi.

1 Ekim 2010 itibariyle hayata geçen yeni sistemle muayene ve reçetelerin elektronik ortamda takip edildiğini kaydeden Çağıl, sözlerine şöyle devam etti:

“Bir hekimin günde kaç kişiye, hangi ilaçları yazdığı, bu ilaçların hangi eczaneden alındığı online sistemle takip ediliyor. Bu uygulamalarımız yanlış anlaşılmasın. Biz hiç kimseyi potansiyel suçlu görmüyor, tedbirimizi alıyoruz. Özellikle de hekimlik gibi kutsal bir mesleği yürüten değerli meslektaşlarım için asla böyle bir şey düşünemem. Bizim açımızdan sağlık hizmeti sunucusu birinci derecede hekim olduğu için bu takibi yapıyoruz.”

SGK Genel Sağlık Sigortası Genel Müdürü Çağıl, söz konusu işlemleri takip edebilmek için tüm hastanelerden hekimlerin kayıtlarını istediklerini belirterek, “Bu kayıtlar bize internet ortamında tek tuşla bildirildi. Bu bildirimle ilgili süre de 1 Ekim 2010’da doldu. Bu nedenle, Sağlık Bakanlığından aldığı tescil numarasını bildirmeyen hekimlerin yazdığı reçeteleri 1 Ekim 2010 itibariyle ödemiyoruz” dedi.

Özel sağlık sektörü de dahil hangi hekimin, hangi noktada, nerede çalıştığını bildiklerini ifade eden Çağıl, şunları kaydetti:

“Şu anda tüm kamu ve özelde çalışan hekimlerimizin yüzde 95’inden fazlası sistemimize kayıtlı. Kayıtlarımıza girmeyen çok az bir hekimimiz kaldı. Oysa daha önce hastanenin birinde bir sürü reçete yazılmış. Bu reçeteleri kimin yazdığına bakmak istiyorum, ‘bilinmeyen’ yazıyor. Bugüne kadar hangi hekimin sicil kaydı varsa tüm reçeteler ona yazılmış. Böyle bir takip olur mu? Bu bir defa hekimi korumak açısından da çok önemli. Bazen bakıyorsunuz koskoca bir hastanede 5 tane hekimin ismi var sistemde ve bunların her birisi günde 800 tane hasta muayene etmiş gösteriliyor. Çünkü hep onların ismini yazmışlar. Bunlar doğru şeyler değil.”

HEKİMİN HİZMET TABLOSU

Hasan Çağıl, her hekimin ay içinde yaptığı tüm hizmetlerin tablosunun çıkarılacağını, emsalleriyle arasında sapma varsa anında görülebileceğini belirterek, şunları kaydetti:

“Biz, hangi hizmeti hangi hekimin verdiğini, hangi reçeteyi hangi hekimin yazdığını bilmek zorundayız. Bu nedenle yeni uygulamada her ayın sonunda hizmet faturaları oluşacak. Hekim arkadaşlarımızı, kendi benzerlerine ait kıyaslamalarda olmak üzere bilgilendirme göndereceğiz. Nedir bu bilgilendirme? Doktor A, ‘bu kadar hasta muayene ettiniz, şu kadar hasta ameliyat ettiniz, şu kadar hasta yatırdınız, şu kadar işlem yaptınız. Yapmış olduğunuz işlemlerin karşılığında SGK’nın ödemiş olduğu fatura şu’ diyeceğiz. Ayrıca bir ayda şu kadar reçete yazdınız. Bu ilaçlar şu firmalara ait. Yazmış olduğunuz ilaçlar şu eczanelerden alınmış. Mesela reçetelerdeki toplam ilaç 300 bin lira. Reçetelerin yüzde 98’i aynı eczaneden alınmış ama reçeteler 100 eczaneye dağılmış. Burada suistimal var mı bilmiyorum. Tutarın 98’ini oluşturan ilaçların tamamı 4 çeşit. Bu gerçek bir örnek. Aynı firmalardan ilaç yazma işini ben yine de suistimal olarak nitelemiyorum. Hekim arkadaşlarımı suçlama niyetinde de değilim.”

Çağıl, ‘Elektronik Denetleme Sistemi’ adı verdikleri bu uygulamanın bir örneğinin eczaneler için de bulunduğunu belirterek, sözlerini şöyle tamamladı:

“Bu uygulama, şu anda test amaçlı olarak Türkiye genelinde devam ediyor. Bugüne kadar ilginç sonuçlar aldık. Size basit bir örnek vermek istiyorum. İstanbul’daki bir eczaneye, 27 kilometre uzaklıktaki bir hastaneden, bir ay boyunca, üç doktordan aynı dört kalem ilacın bulunduğu reçeteler gönderilmiş. Burada reçete taşınmış, hastanın taşındığını hiç zannetmiyorum. Biz bunlara ayrıca inceleme gönderiyoruz. Burada reçete taşınıyor, hastanın taşındığını hiç zannetmiyorum. Bu bir tesadüf olamaz.”

“İstanbul’a yapılmış bir saldırı”

Yazar Ahmet Ümit, farklı kesimlerden İstanbulluyu bir araya getirdiği son kitabı ”İstanbul Hatırası”nda, polisiye kurgu içerisinde şehrin tarihine ışık tutuyor.

Yazar Ahmet Ümit, İstanbul’un tarihi ve kültürüne her zaman ilgi duyduğunu belirterek, bu konuyla ilgili yaklaşık 10 yıl önce bir kitap yazma fikrinin oluştuğunu aktardı. Ümit, 2 bin 600 yıllık bir şehri anlatmanın zor olduğunu vurgulayarak, bu nedenle uzun süren bir araştırma çalışması yaptığını anlattı.

Kitabı yazdıktan sonra İstanbul’a hayranlığının artığını ifade eden Ümit, ”Bilmediğim o kadar çok şey öğrendim ki… Ben de bilmiyorum, çünkü ben İstanbul tarihçisi, kent sosyoloğu değilim. Karşılaştığım bilgilerin muazzamlığı o tarih, o kültür beni şaşırttı. Açıkçası bu kadarını ben de beklemiyordum. Hayranlığım arttı, diğer yandan öfkem de arttı. Ancak İstanbul’a değil, İstanbul’da yaşayan insanlara. Böylesi muhteşem bir şehir var ve biz bunu tanımıyoruz, talan ediyoruz, yağmalıyoruz. Burayı sadece rant getiren bir toprak parçası, bir deniz olarak görüyoruz. Bu çok çirkin bir şey. Bu da öfkemi artırdı” diye konuştu.
Ümit, şehrin tarihi ve kültürüyle ilgili farkındalık oluşturmak istediğini dile getirerek, şöyle devam etti:
”Tarihi bütünlüğü çok doğru bir şekilde anlattım gibi bir iddiam yok. Ben tarihçi değil, romancıyım. Amacım bir farkındalık yaratmaktı. Aldığım tepkiler de bunu başardığımı gösteriyor. Kitap, manevi anlamda da beni çok mutlu etti. Bir yazar olarak duygularımı, düşüncelerimi, ruhumu besleyen bir kitap oldu.”

Sanat galerisindeki arbede

Ahmet Ümit, zamanla şehirde yaşanan toplumsal değişime de değinerek, şu görüşlerini dile getirdi:
”Tophane’deki o hareketi sanata veya farklı hayatlara yönelik bir saldırı olarak alırsak, bu İstanbul’a yapılmış bir saldırıdır. Bu şehir her zaman çok kültürlüydü. Bu şehirde Paganlar, Hristiyanlar, Museviler, Müslümanlar, Türkler, Ermeniler, Rumlar, Venedikliler, Cenevizliler, dünyanın çok değişik yerlerinden kültürler burada bir arada yaşadılar. Dolayısıyla bugün artık bir alt kültür grubunun ya da bir dini grubun ‘bize uymuyor’ diye bir başka gruba saldırması İstanbul’un ruhuyla çelişen bir şeydir. Bunun bir tek adı vardır ‘barbarlık’. Sadece İstanbul’un değil, Anadolu’nun da çok sesli, çok kültürlü olması, doğal olarak hoşgörüyü, birlikte yaşamayı ve mahalle baskısının ortadan kaldırılmasını gerektiren bir şey.”

Olayın ayrıntılarını bilmediğini belirten Ümit, ”Olay hakikaten nasıl olmuş? Orada gerçekten mahalleli yapmamış da fanatik bir grup kendi içinde örgütlenerek mi yapmış bunu yoksa fanatik grup bunu mahalleliyi provoke ederek mi yapmış? Bilemiyorum… Ne olursa olsun tümüyle yanlış bir hareket. Ancak yanlış hareket deyip geçilmeyecek bir şey. Burada hükümet birinci derecede sorumludur, çünkü oradaki sanatseverlerin, sanat etkinliğinin, çağdaşlaşmanın garanti altına alması gereken hükümettir” şeklinde konuştu.

Türkiye Güçsüzler ve Kimsesizlere Yardım Vakfı Genel Başkanı Gülgen Dural, emekliler ve yaşlılar için yaşamın giderek zorlaştığını belirterek, devletin yaşlılara ”katkı payı” ayırmasının zorunlu hale geldiğini belirtti.

Gülgen Dural, 1 Ekim Dünya Yaşlılar Günü dolayısıyla yaptığı açıklamada, Birleşmiş Milletlerin, yaşlılara hak ettikleri değerin ve saygının gösterilmesi amacıyla, 20 yıl önce, 1 Ekim’i ”Dünya Yaşlılar Günü” olarak ilan ettiğini hatırlattı.

Yaşlıların, yaşanmışlıklarıyla bir milletin temel unsuru olduğuna dikkati çeken Dural, ”Gönül ister ki her yaşlımız, aile ortamında, anne babasının ya da çocuklarının yanında yaşamını sürdürsün, toplumdan soyutlanmasın, kopmasın’‘ dedi.

Şartların bazen buna izin vermediğini ve insanların şu veya bu sebeple kurum bakımına ihtiyaç duyduğunu ifade eden Dural, toplumların, yaşlılık dönemini, sağlıklı ve üretken geçirebilmeleri için, güçlü ve sürekli, gönlü sevgiyle dolu sivil toplum kuruluşlarına ihtiyaç olduğunu belirtti.


Yaşlılara katkı payı ayrılmalıdır

Emekliler ve yaşlıların, devletin müşfik ve sıcak eline ihtiyacı olduğunu belirten Dural, bu bağlamda, devletin, ”yaşlıya katkı payı” ayırması ve ”yaşlılık fonu” oluşturması gerektiğini kaydetti.

Yaşlılığın herkesi ilgilendiren bir konu olduğuna dikkati çeken Dural, ”Devletimizin, eğitime katkı payı gibi, yaşamını devam ettirmek için hizmet satın almak zorunda kalan bu insanlarımıza, yaşlılarımıza ‘katkı payı’ ayırması zorunlu hale gelmiştir. Ayrıca, emeklilerin hak kaybının önüne geçilmeli ve emekliler arasındaki farklılıkların ortadan kaldırılması gerekmektedir” dedi.

Avrupa Birliği üyesi ülkelerde olduğu gibi, acilen ”Yaşlılık Havuzu” sisteminin kurulmasını isteyen Dural, devletin, yaşlılar için oluşturacağı bu havuzda toplanan paraları doğrudan yaşlıların ihtiyaçları için kullanması gerektiğini belirtti.

‘Rüyalarım ziyan olmasın’

Aziz Nesin’in kâğıda döktüğü rüyaları ‘Unutulmayan Rüyalar’ adlı kitapta bir araya getirildi.


İÖ 5.-6. yüzyıllarda yaşamış Eski Yunanlı filozof Herakleitos, uyanıkken hepimizin tek bir ortak dünyada yaşadığını, oysa uyurken herkesin kendine ait, özel bir dünyası olduğunu söylemiş. Aziz Nesin, gördüğü rüyaları uzun yıllar kâğıda dökmüş, kâğıda dökmekle de kalmamış, ‘rüyalarının’ ilginç bir kitap olabileceğini düşlemiş; Herakleitos’un deyişiyle ‘kendine ait, özel dünyasını’ okurlarına açmak, onlarla paylaşmak istemiş. Nesin Yayınevi, Aziz Nesin’in 1960’lardan 1990’lara uzanan yıllarda görüp yazdığı rüyaları kitaplaştırarak, ustanın bu düşünün gerçek olmasını sağlamış.

Aziz Nesin’in geçen ay, ressam Sali’nin desenleri eşliğinde yayımlanan Unutulmayan Rüyalar kitabının öyküsü, bir bakıma, 1990 yılının Ocak ayında Adam Yayınları’nda başlıyor. İnci Asena, Nesin’e, ‘Size bir defter vereceğim, ama yazacaksınız,’ diyerek güzel bir defter armağan ediyor.

‘İnci de herkes gibi, benim güzel, tertemiz, parlak kâğıtlara yazamadığımı biliyordu,’ diyor Nesin. ‘Gerçekten böyle kâğıtlara yazamıyorum. Bunun nedenini bilen yok. Çoğu, cimriliğimden sanıyor. Nasıl cimriliğim doğru değilse, cimri olduğumu kendim özellikle yaydımsa, başkaları cimri olduğumu söyleyince bundan gizli bir keyif alıyorsam (alay ediyorum gizliden), güzel kâğıtlara yazamayışımın cimriliğimden ileri geldiği de doğru değil.’

Peki, nedir Aziz Nesin’in güzel kâğıtlara yazamayışının nedeni? Rüyalarının kitaplaşmasını tasarlarken, 28 Ocak 1990’da kaleme aldığı yazıda nedenini kendisi açıklıyor:

‘Önüme çok güzel, tertemiz bir kâğıt ya da defter alınca şöyle düşünüyorum. Bu denli güzel kâğıda çok güzel yazılar yazmalıyım. Kâğıt ne denli güzelse, yazacağım yazının da hem kaligrafi hem de anlam (içerik) olarak o denli güzel olması gerektiğine inanıyorum. Örneğin kalın, güzel, tertemiz bir kâğıda bir bakkal hesabı yazılabilir mi? (‘) Örneğin ‘Yarın yapılacak işler’ yazılabilir mi? O güzel kâğıda ben bunları yazamam. Yazılarımın notlarını, müsveddelerini de yazamam. Çünkü bunlar herhangi bir kâğıda, bir kâğıt parçasına, bir yazı yazılmış kâğıdın arkasına da yazılabilir. (‘) O çok güzel kâğıtlara gelişigüzel yazılar, notlar, müsveddeler yazarsam, kâğıdın güzelliğine haksızlık edecekmişim gibi geliyor. Bunun cimrilikle, cimriliğimle bir ilişkisi var mı? Sanmıyorum; varsa da doğrudan değil, pek dolaylı olarak”

Ama İnci Asena’nın armağanı bu deftere yazacağına bir kez söz vermiş Nesin. Peki, ne yazacak? Günlerce düşünüyor ve sonunda bu deftere rüyalarını yazmaya karar veriyor.

Peki, niçin rüyalarını?

‘Her şeyden önce rüyalarımı çok seviyorum; kötü rüyalarımı da, korkunç rüyalarımı da’ Çünkü rüyalarım da benim yaşamım, yaşamımın bir bölümü’ Yaşamı ve yaşamımı çok sevdiğim için yaşamımın önemli bir bölümü olan rüyalarımı da seviyorum. Rüyalarımı gerçek yaşamımdan ayırmıyorum; rüyalarım da benim rüya biçimindeki gerçek yaşamımdır.’

Cimriliğe gelince, Aziz Nesin’in ‘cimriliği’ gerçekten de çok konuşulmuştur. Nesin ise, aslında ‘kendine cimri’ olduğu, en çok da ‘zaman cimrisi’ olduğu kanısında:

‘Çünkü bu dünyada zamanımdan değerli hiçbişeyim yok. Param, malım ziyan olursa yerine koyabilirim. Ziyan olan zaman, boşa geçen zaman giderilemez. Can dediğimiz şey zamandır. Zaman, can bütününü oluşturan parçalardır. Zamanla canımız gidiyor. Dünyada en tutumlu olduğum şey zamanım”

O yüzden, yaşamının hiçbir parçasının, dolayısıyla rüyalarının da ziyan olmasını istemiyor Nesin:

‘Rüyalar’ Ve rüyalarım (‘) hep ilgimi çekmiştir; elbet bilimsel olarak değil, ancak yazınsal olarak’ Dahaca kitap olarak yayımlanmamış olan Mum Hala [yazarın güncelerini, anılarını içeren bu kitap sonradan yayımlandı] adlı kitabımın notları arasında rüyalarıma ilişkin pek çok not ve günceler vardır. Rüyalarım üzerine, rüyalarımdan esinlenerek yazdığım öykülerim de var. Örneğin çok sevdiğim ‘Rüyalarım Ziyan Olmasın’ başlıklı öyküm gibi”

Nesin, cimrilerin cimriliklerine değgin çok şey duyduğunu, ama bu cimriler içinde rüyalarının bile ziyan olmamasını isteyenini duymadığını söylüyor: ‘İşte ben rüyalarımın bile ziyan olmamasını, bir işe yaramasını isteyen dünyanın en cimri bir cimrisiyim”

Rüya denince, rüyaların yorumlanması gelir akla. Aziz Nesin’in Unutulmayan Rüyalar’da yer alan rüyalarını da yorumlamak isteyen uzmanlar çıkabilir. Böyle bir çalışma belki de bir ilk olacaktır. Edebiyatımızın önde gelen yazarlarından birinin rüyalarının yorumlanması, gerek bir rüya yorumcusu, gerek bir ruhbilimci için benzersiz bir fırsat olabilir. Ama Nesin’i, yine de, rüyaların bilimsel değerinden çok, yazınsal, sanatsal değeri ilgilendiriyor:

‘Rüyalarım (belki herkesin rüyası da) ne ilginç, ne güzel, ne renkli, ne zengin’ Hiç kimsenin uyanıkkenki fantezisi, rüyaları kertesinde fantazya olamaz, hiçbir imgelem, rüyalarımızın imgeleri kertesinde zengin ve imgesel olamaz” Doğru söze ne denir? Rüyalarımızda hepimiz birer ‘gerçeküstücü’ değil miyizdir biraz da?

Nesin, en çok, rüyalarını çocukluğundan başlayarak yazmadığına yazıklanıyor. Böylesi bir kitabın ‘başyapıtı’ olabileceğini düşünüyor. Bir insanın rüyalarını yazmasını, gerçeğe dayanan günce ya da anı yazmasından çok daha önemli ve değerli sayıyor. ‘Düşünsenize,’ diyor, ‘Goethe’nin yaşam boyu rüyaları, Napolyon’un, Shakespeare’in, Dostoyevski’nin, Çehov’un rüyaları, Atatürk’ün, Nâzım Hikmet’in rüyaları, sıradan bir insanın, örneğin bir memur emeklisinin, bir siyasi polisin, bir bakkalın rüyaları”

Nesin’in bu düşü gerçek olsaydı, yapıtlarını okuduğumuz bir yazar, yaptıklarıyla tanıdığımız bir siyasal önder rüyalarındaki gizli dünyasıyla önümüze serilseydi’ Daha da ileri gidersek, bir işkencecinin, rüyalarına yansıyan altbilinci kâğıda dökülebilseydi’

Kuş Hamdi Efendi

Aziz Nesin bu rüyasını 8 Mart 1963’te kaleme almış:

‘Rüyamda gördüğüm kuş olan ölmüş ‘Hamdi Efendi’. Hamdi Efendi adına bir sempati duydum rüyamda. Bu adı bir piyesimde kullanayım diye düşündüm rüyamda. Dala konmuş Hamdi Efendi’yi çağırdım:

Gel Hamdi Efendi, gel!

Yanımda bilmediğim biri daha vardı.

Çağırıyordum. Hamdi Efendi gelse yanıma, onu ölmüşlüğünden kurtaracaktım.

Dala konmuş güler yüzlü Hamdi Efendi kuşlaşıyor. Sevimli, insan yüzlü, renkli sakakuşu oluyor, Ama az kalırım yanınızda’ diyordu.

Kanatlarını çırpıp uçuyordu bize doğru gülümseyerek tatlı yüzüyle’ Geliyor, geliyor’ Sonra havanın açık mavimsiliğinde dağılıp eriyor Kuş Hamdi Efendi’

Üzünç duyarken ben, yeniden somutlaşıyor. Ama yine uzak bana’ Gülüyor. Kanat çırpıyor, geliyor bana’ Eriyor, yine dağılıyor havanın maviliğinde’ Bikaç kez böyle olurken, ‘Hamdi Efendiyi sevdim,’ diyorum rüyamda. İçimden, ‘Ona bir oyunumda yer vermeliyim” ‘Hamdi Efendi’ adını ilk duymuş gibi oluyorum, bir seviyorum ki o adı, bir seviyorum ki güler yüzlü Kuş Hamdi Efendi’yi’ Uyanıyorum gülerek, uyanınca korkuyorum”

Sözün özü

Uyanıkken hepimiz tek bir ortak dünyada yaşarız; oysa uyurken herkesin kendine ait özel bir dünyası vardır.

Herakleitos

Göz, uykudaki düşlerde, uyanıklıktaki düşgücünden daha açık seçik görür.

Leonardo da Vinci

Yataktaki gerçek aşkım, rüya görmemi sağlayan uyku olmuştur her zaman.

Luigi Pirandello

Gündüz düş görenler, yalnızca geceleri düş görenlerin kaçırdığı birçok şeyi görürler.

Edgar Allan Poe

Düş görüyorum, demek varım.

August Strindberg

Hiç rüya görmeseydik, yaşamak dayanılmaz olurdu.

Anatole France

Rüyanın bir özelliği de, gördüğümüz hiçbir şeyin bize şaşırtıcı gelmemesidir.

Jean Cocteau

Herkes uykuya sığınabilir, düş görürken hepimiz dâhiyizdir, orada kasapla şair birdir.

Emile C. Cioran

2010-2011 sanat mevsiminde, Kadıköy Belediyesi Süreyya Opera Sahnesi dördüncü etkinlik yılına giriyor.

Süreyya Operası’nda bu sezon, 5 Ekim günü İDOB’un bale temsiliyle açılıyor. Bu yıl Ekim’inin operası La Traviata. İDOB, Cumhuriyet’in 88. yılı için özel bir program hazırladı; 27 ve 29 Ekim’de koro, solistler ve orkestra için Levent Kuter’in bestelediği ‘Kuva-i Milliye’ adlı eseri, ilk kez İDOB sanatçıları tarafından yorumlanacak. KBSO konserleri ise 18 Ekim’de Japon arpist Naoko Yoshino’nun resitali ile başlayacak. İlk fuaye konseri ise değerli çellist ve hoca Ozan Tunca tarafından verilecek.

Kasım’da seyirciyi yeni bir opera temsili bekliyor. Ünlü İtalyan besteci G.Rossini’nin daima ilgiyle karşılanmış ve her zaman insanları çekmeyi başaracağı anlaşılan ‘Sevil Berberi’ 6 Kasım’da sahnelenmeye başlayacak. Herhalde bütün mevsim dolup taşacak. Opera programının bu yıl ki ilginç bir yanı da, hemen hemen aynı temayı ve karakterleri işleyen iki operayı peşpeşe İstanbullulara sunması olacak. Yani Mozart’ın ‘Figaro’nun Düğünü’ ile Rossini’nin ‘Sevil Berberi’.  Kasım’da seyirci her iki operayı izleyip, hoş bir kıyaslama ve anımsama imkanı bulacak.

Kasım 2010, KBSO konserleri açısından büyük zenginlik yüklü. Borusan Yaylı Çalgılar Dörtlüsü, Amerika’dan gelecek usta piyano yorumcusu Meral Güneyman ve nihayet ünlü Rus çellist Alexander Rudin ile İdil Biret’in konseri Kasım’ı oda müziğiyle bezeyecek. Rudin/Biret üst üste iki gün seyirciyle buluşacak. Yani, İstanbul ve Kadıköylülere çifte konser sunacaklar. İkilinin İstanbul’da ilk defa birlikte Beethoven ve Brahms’ın eserlerini yorumlayacaklar.

Aralık’ın özelliği yine İstanbul’da bir ‘ilk’ bale gösterisinin gerçekleşmesi olacak. Otello temalı özgün eser 11 Aralık’ta sahnelenmeye başlayacak. 30 Aralık’ta İDOB’un geleneksel Yeni Yıl Konseri her zamanki gibi insanları çekecektir.

İDOB’un yıllarca sanat yönetmenliğini yapan, duayen bariton ve şan hocası Mesut İktu’nun resitalini KBSO, izleyicilere özgün bir program olarak sunuyor. Her zaman gerçekleştirilemeyen bu ayrıcalıklı şan resitali müzik severler için ilginç olacaktır. KBSO konserleri Aralık’ta yoğunlukla sürecek. Cihat Aşkın, Tian Bonion, Cana Gürmen üçlüsünün ‘klasik trio’ programı, ayın parlak bir müzik dinletisidir.

KBSO’nun bir özel program önerisini de Borusan Yaylı Çalgılar Dörtlüsü dinleyicilere seslendirecek; Beethoven Kuartetleri… Borusan Yaylı Çalgılar Dörtlüsü, bu konserde Beethoven’ın üç döneme ayrılan bu oda müziği literatürünün baş eserlerinden birer kompozisyonu icra edecek.

2010 Mayıs ayında Antik A.Ş.’nin düzenlediği şan yarışmasında birinciliği kazanan genç ‘kontrtenor’ Kaan Buldular bir fuaye konseri ile Aralık ayına renk katacak. Devlet sanatçısı usta piyanist Gülsin Onay’ın Darrüşafaka yararına bir resitali de bu ayın ışıltılı programlarından biri. Bu konseri, yıl sonuna doğru İzmir Barok topluluğunun ‘yeni yıl’ konseri izleyecek.

2011, son derece orijinal, az rastlanır bir resitalle açılıyor. KBSO konserlerinin yeniyıldaki ilk organizasyonu müzik meraklılarını gerçekten heyecanlandıracak bir programa ve yorumculara sahip… İdil Biret ve viyola ustası Ruşen Güneş, ilginç ve yepyeni bir programla adeta izleyiciye sürpriz yapacaklar. 19. yüzyılın romantik çağının büyük Fransız kompozitörü H.Berlioz’un orkestra ve viyola için ünlü ve ayrıcalıklı eseri ‘Harold İtalya’da’, orkestra partisinin piyano uyarlaması ile, Biret ve Güneş tarafından Türkiye’de ‘ilk kez’ seslendirilecek. Konserin süprizleri bundan ibaret değil. Ayrıca Türk besteci Ateş Pars’ın bir eserini de iki usta yorumcu ‘ilk kez’ yorumlayacak.

İDOB, 2011’i yine bir Yeni Yıl Konseri ile başlatıyor. Opera ve bale temsilleri de birbirini izleyecek. Ayın sonunda, yeni bir prodüksiyon seyirciyi heyecanlandıracak. Mançalı Don Kişot müzikali herhalde uzun süre sahneden inmeyecek. KBSO konserleri, Hakan Şensoy Kenteti (beşlisi), piyanist Hande Dalkılıç’ın resitali ve keman vitüözü Suna Kan ile piyanist Cana Gürmen ‘klasik’ ikilisinin resitalleri ile sürecek.

İDOB, Şubat ayında, geçen yıl seyircinin doyamadığı ‘Hoffmann’ın Masalları’nı tekrar sahnelemeye başlayacak. Birçok bale ve opera/müzikal dönüşümlü sahneleniyor. İki Dahi-Üç Opera Şubat’ın yeniliklerinden.

KBSO organizasyonları da elbet sürüyor. Değerli piyanist Burçin Büke, ‘sevgililer günü’ için izleyicilere anlamlı bir program sunacak. Borusan Yaylı Çalgılar Dörtlüsü ise üçüncü programını seslendirecek.

KBSO’nın bu yıl müzikseverler için özgün, değişik programlar düzenleme politikasının bir uygulaması 21 Şubat’ta gerçekleşecek ünlü piyanist Muhiddin Dürrüoğlu’nun Piyanolu Kuartet konseri. Dürrüoğlu mesleğini yıllardır Fransa ve Belçika’da başarı ile sürdüren bir sanatçı. KBSO, sanatçıdan özel bir konser programı istedi. Türkiye’de hiç çalınmamış olan, dünyada da yorumuna sık rastlanmayan, hatta çok çeşitli CD kaydı da bulunmayan, Beethoven’ın ilk eserleri arasında yer alan üç piyanolu kuarteti yorumlaması için rica etti. Sanatçının bu öneriye olumlu ve anlayışla yaklaşımı, İstanbul ve Kadıköylülere bir ‘ilk’i daha yaşatacak. Dürrüoğlu, Belçikalı yaylı çalgılar virtüözleri ile beraber Beethoven’ın bu renkli ve parlak ve az bilinen eserlerini seslendirecek.

Besteci ve kemancı Hasan Tura, Müge Hendekli ile Şubat sonunda izleyenlere müzikte bir ‘İspanyol gecesi’ yaşatacak.

Mart’ta KBSO anlamlı bir anma konserine ev sahipliği yapacak. Türkiye’nin müzik icra kurumlarında uzun yıllar sanatçı ve yönetici olarak çalışıp, emek vermiş olan, flütist Mükerrem Berk ve eşi arpist Sevin Berk’in anısına ülkenin önde gelen birçok devlet sanatçısı ve virtüöz ve yorumcuları, o gece Süreyya Sahnesinde bir araya gelecek. Anılarda yaşayan Berk çifti geniş bir sanatçı katılımıyla hatırlanırken, dinleyiciler de bir müzik şöleni gecesi geçirecekler.

İDOB’un temsil repertuvarına da bu ay yeni bir bale eseri girecek: Batik. Opera ve bale gösterileri elbet dönüşümlü olarak sürecek.

KBSO organizasyonları da Berklerin anma konserinden ibaret değil. Özellikle çağdaş kompozitörlerin eserlerini yorumlamasıyla tanınan değerli piyano virtüözü Toros Can’ın resitali; Golden Horn Brass Quintet’i konseri; ünlü arpist Şirin Pancaroğlu’nun solo dinletisi birbirini izleyecek. KBSO, Mart sonu için ilginç bir konferans organize etti. Ülkenin önde gelen müzikolog ve müzik yazarı Ahmet Say, ‘müzik/edebiyat ilişkisi’ ve ‘müzikte yeteneğin işlenmesi ve geliştirilmesi’ gibi iki değişik tema üzerinde konuşacak. Yani iki bölümlü bir konferans… Elbet Ahmet Say soruları da yanıtlayacak ve birçok ailenin merak ettiği, yetenekli çocukların eğitimi konusu tartışılacak.

Nisan programı da birbirinden renkli temsil ve resitallerle dolu. KBSO, müzikseverler için özellikli bir konser daha organize etti. ABD’de mesleklerini sürdüren piyanist Benjamin Hochmann ve çellist Efe Baltacıgil, Beethoven’ın beş ‘viyolonsel/piyano sonatının’ hepsini iki konserde icra etmek üzere Amerika’dan gelecekler. Böylece izleyici Türkiye’de bir ‘ilk’e daha tanık olacak. Bu eserler, ilk defa bütün olarak seyirci için iki usta yorumcu eliyle iki gece üst üste seslendirilecek. Yine KBSO organizasyonları içinde F.Liszt Haftasında yerli ve yabancı ünlü Liszt yorumcuları Süreyya Sahnesinde üç resital verecek.

İDOB’un Nisan programı da opera, operet, müzikal ve bale temsilleriyle çeşitli bir sunum gösteriyor. Bale Haftası dolayısıyla seyirciler peşpeşe değişik gösterileri izleyebilecek.

Mayıs, KBSO’un düzenlediği yine parlak ve akıllarda yer edecek bir konserle başlıyor. Duayen kemancı Ayla Erduran, çellist Alexander Rudin ve devlet sanatçısı piyanist Ayşegül Sarıca, ilkbaharı sanki klasik trio literatürünün tanınmış eserleriyle karşılayacaklar. Borusan Yaylı Çalgılar Dörtlüsü’de dördüncü dinletisini gerçekleştirecek. İDOB’un bir yerli eseri; Yalçın Tura’nın ‘Sevmek Nedir?’ ini sahnelemesi Mayıs ayının özgün bir gösterisi olacak. Türk balesinin kurucu İngiliz hocası Dame Ninette de Valois’ı anma gösterileri de yılın son etkinlikleri olacak.

Her yıl olduğu gibi Mayıs sonunda M.Ü.G.S.F Devlet Kobservatuvarı ve İstanbul Ünüversitesi Devlet Konservatuvarı’nın birer gösterisi Kadıköy Belediyesi Süreyya Operası’nda yer alacak.

Haziran ayında ise Uluslararası İstanbul Müzik Festivali çerçevesinde İKSV’nin düzenlediği konserleri izleyeceğiz. İlgililer, İKSV ‘nin Süreyya’da ki konserlerini bu katalogda göremeyecek. Ancak 2011’de İKSV programı oluştuktan sonra, KBSO aylık bültenlerinde ilan edilecek. Elbet Pazar günleri geleneksel şekilde sahnelenen müzikli çocuk oyunları bu yıl boyunca da sürecek.

Alman ”Berliner Morgenpost” gazetesi, dünyaca ünlü piyanist ve besteci Fazıl Say’ı Türk müziğinin Batı’daki en önemli elçisi olarak tanıttı.

dünyaca ünlü piyanist ve besteci Fazıl Say, gazeteye yaptığı açıklamada, Türkiye’nin farklı bir ülke olduğunu ve öyle de kalması gerektiğini vurgularken, ”Müziğimiz Alman avangardistler tarafından pek takdir edilmiyor, ancak neden Alman avangardistliğine bağlı olayım ki, ben bir Alman değilim. Biz ülkemizin hammadesi ile ilgileniyoruz, bu bizim kanımızda var” şeklinde konuştu.

Say, Türkiye’nin hammadesinin ”Kara Toprak” adlı eserde gizli olduğunu, bu eserde Anadolu toprağının büyüsü, coşkusu ve hüznünün bir arada yaşandığını dile getirdi.
Gazetenin haberinde, Say’ın, Türk kökenini inkar etmeden, Ulvi Cemal Erkin, Ahmed Adnan Saygın gibi ünlü Türk bestecilerini dünyaya tanıttığı ve piyano konçertolarıyla müziğin yönünü Boğaziçi’nden Batı’ya çevirdiği, bu yönüyle kültürlerarası diyaloğun dervişi ve ülkedeki gelişimin yeni bir yüzü olduğu belirtildi.

Say, Türkiye’nin yüzyıllardan beri bir kültür ülkesi olduğunu ve bu kültürün doğu ruh ve zihniyetine hitap ettiğini ifade ederek, Batı’da dil farklılığından dolayı bir türkünün piyano konçertosu kadar etkili olamadığını söyledi.

Türkiye’nin sadece Avrupa’da değil, yaşam tarzıyla kendi içinde de bölünmüş bir ülke olduğu ve bu farklılığın daha da büyüdüğü şeklindeki bir yorum üzerine de Say, ”Türkiye hem Batı, hem de bir Doğu ülkesi. Türkiye’de şu anda var olan sıcak tartışma da, Batılı yaşam biçimini benimsemiş insanların yaşam biçimlerini değiştirmek zorunda kalacağı korkusundan kaynaklanıyor” iddiasında bulundu.

Say ayrıca, 10 yaşındaki kızının başörtüsü takma ya da ateist olma konusunda ancak kendisinin karar verebileceğini ve bu konuda bir baskı yapmadığını belirterek, ancak bu baskının Türkiye’de daha da artmasından endişe duyduğunu ifade etti.

 
> Beyoğlu’nda bir resim galerisine dün gece yapılan saldırı insanı
> ürkütüyor.
>
> “Endişe” demiştik…
>
> Uydurmamıştık “endişe” konusunu…
>
> “Hayatlarımız” dedik, “yaşam tarzımız” dedik…
>
> Bir galerinin önünde bir kadeh bir şeyler içmemiz dayakla mı
> sonuçlanacak?
>
> Evetçiler. Hayırcılar. Nerdesiniz? Sorun kendinize: DARBE NEDİR?
>
> Hayattaki DARBE nedir?
>
> Bir resim sergisi açılışı kokteylinde, kapının önünde bir kadeh bir şey
> içmek artık mümkün olmayacak.
>
> Hatta resim sergilerine yalnız gitmekten bile endişe duyacağız.
>
> Birtakım cahil kafalılar, bunu bize yaşatmayacaklarını gösterdiler.
>
> Kazandılar!
>
> Faşizm nedir? Sorun kendinize!
>
> İktidar! Muhalefet! HEMEN! HEMEN!!!
>
>
>
> Sanatçı özgürdür.
>
> Yaşamı da özgürdür. Yaşam tarzı hürdür.
>
> “Sokak, hür ve özgür olmalıdır” sanatçı için. Sokaktan düşünce toplar
> sanatçı.
>
> İlhamdır sokak. Ressamlar için, şairler için, bestekârlar için…
>
> Sokak şehirdir, şehir memlekettir, memleket dünyadır. İnsanoğlu bu
> dünyada yaşar.
>
> İnsan bu dünyada, kimseye zarar vermediği ve de kuralları çiğnemediği
> sürece istediği gibi yaşar.
>
> Hayallerdir… Uğraşlardır…
>
> Söyleyin şimdi! Bu memlekette kaç çeşit kural var? Yanlış nerede? Baskı
> nerede? Endişe nerede?
>
> Sanatçıya baskı uygulayamazsınız.
>
> Sanatçı, kendi içinde salt ruh sever. Güzellik sever. Aşk sever. Yaşamak
> sever.
>
> , ” Sanatçı, içsesi ile düşünür.
>
> İster iktidarı destekler, ister muhalefeti. Genelde de muhaliftir
> sanatçılar.
>
> Gerçek bir sanatçı çünkü, içindeki çocuğu büyük bir özveriyle
> korumaktadır. Üretmek uğruna… Yaratmak uğruna…
>
> Bizim memleketimizde sanat var. Sanatçı var. Çok iyi sanatçılar var.
> Dünyaya mal olmuşları da var…
>
> Cehalete karşı kültürü savunduğumuzda, bize “faşist” bile dediniz, hiçbir
> hakkınız yokken. Kim faşist?
>
> Bizi toplumdan silmek için pek çok yalan uydurdunuz. Demediğimiz şeyleri
> bile sanki “demişiz gibi” yaptınız bizi çürütmek uğruna. Töhmet altında
> bıraktınız.
>
> Savunduk kendimizi…
>
> Sorun şimdi kendinize. Bu ortamda sanatı, halka yaymak mümkün mü?
>
> Kültür bir memleketin her şeyidir. Kalbidir. Beynidir. Ruhudur.
>
> Birçok sanatçıyı siyasi sebeplerden itelediniz hep. “Benim gibi
> düşünmüyor”, “benim gibi yaşamıyor” dediniz.
>
> Dışladınız. Küstürdünüz.
>
> Dünyadaki pek çok memleketi sanatçılarıyla tanıyorsunuz. Sanatçılar
> simgeleridir halklarının.
>
> Marquez Kolombiya’dır.
>
> Beethoven Almanya’dır.
>
> Nazım Hikmet Türkiye’dir.
>
> Picasso İspanya’dır.
>
> Monet Fransa’dır.
>
> Mozart Avusturya’dır.
>
> Dostoyevski Rusya’dır.
>
> Miyazaki Japonya’dır.
>
>
>
> Ve son olarak da, bir EVET-HAYIR yarışı yapıp böldünüz halkı.
>
> Bir “referandum”.
>
> Evetçiler.
>
> Hayırcılar.
>
> Ve referandumu boykot eden Kürtler.
>
> Üç halk olduk biz.
>
> Her biri on milyonlarca…
>
> Ve nasıl beraber yaşayacağımız muallak bir soru işareti haline geldi.
>
> Bakın:
>
> Hayatta hiçbir zaman esrar kullanmadım.
>
> Çok sigara içerim. Yalnızlığıma eşsiz bir dost çünkü.
>
> Akşamları kimi zaman bir kadeh viski içtiğim olur. Stresli hayatımda o da
> iyi bir dost.
>
> Bazen (yemeğe hangisi uygunsa) rakı, şarap ya da bira içtiğim olur.
>
> Kadınların başını örtmesini iyi bulmuyorum. Kendi kızım, sevgilim, annem,
> babaannem ve de tüm dostlarım başı açık insanlardır.
>
> Bütün bunlar hayat tarzı seçimidir. Benim seçimim.
>
> İçinden geldiğim ailenin ve sosyal şartların seçimi.
>
> Bu yaşam tarzının adı genel itibariyle “laiklik”.
>
> Bu siyasi bir konu değil, biz böyle yaşamaktayız. Ne zaman ki, bu tarz
> bir tehdit altına girerse, siyasileşmekteyiz aslında.
>
>
>
> Almanya’da öğrenciyken kaldığım yurtta, bazı fanatik dincilerin yoğun
> baskısına uğramıştım.
>
> Dinin siyasete alet olmasını, insanların birbirine din adına emirler
> yağdırmasını oldum olası sevmem.
>
> İnanç, yaşamın kudretidir.
>
> Yeri, ruhumuzun en dibinde ve başımızın en yukarısındadır.
>
> Sadece bize ait bir mekânda ve hissiyatta…
>
> Soyuttur.
>
> Yaşamsal bir çizgidir.
>
>
>
> Biliyorum ki, Türkiye’de benim gibi olan en az 30 milyon insan var.
>
> Bir sanatçıyım.
>
> Müzik, dans, resim, edebiyat, sinema hayranıyım.
>
> Bütün bu sanatları icra eden insanlar, benzer yaşamlar sürdürmektedir.
>
> Biz ne olacağız?
>
> Bizim yaşamımız değişecek mi?
>
> Bu baskı engellenecek mi?
>
> Hepsine çok iyi cevaplar bekliyorum.

İçinden sağlık fışkıran 5 besin

Fındık, balık, ıspanak… Bu yiyeceklerin kanser ve kalp hastalıklarına karşı korunmada yardımcı olduklarını biliyorsunuz. Ama araştırmalar, yediklerimizin bundan daha fazlasını yaptığını gösteriyor…

Narda, portakaldan daha fazlası var… Yapılan bir araştırma, nar suyunda bulunan antioksidanların soğuk algınlığı ve gribe iyi geldiğini gösteriyor. Gribe neden olan virüsler, saatlerce yaşayabiliyor. Bu nedenle her gün dokunmak zorunda olduğunuz, masanız ya da telefonunuz sizin için bir tehdit oluşturabilir. Narda bolca bulunan ‘polifenol’ gribe karşı güçlü bir antioksidan. Bu antioksidan, virüsleri henüz ağızdayken yok ediyor.

Öneri: Eğer narın tadını sevmiyorsanız, içerisine armut ya da elma suyu karıştırabilirsiniz. Ama soya ve süt ürünleriyle birlikte tüketmemeye özen gösterin. Çünkü bunlar, grip savaşını kazanmanız için gereken antioksidanları yok ediyor.

Strese karşı Şam fıstığı yiyin…

Yapılan bir araştırmada, katılımcılardan birkaç hafta boyunca, hiç fıstık yememeleri istendi. Daha sonra da her gün 3-4 fıstık yemelerine izin verildi. Her iki süreçte de katılımcılara onları strese sokacak egzersizler yaptırıldı. Sonuçta katılımcıların, fıstık yedikleri dönemde tansiyonlarının daha düşük olduğu ortaya çıktı. Şam fıstığı, içerdiği lif, antioksidanlar ve yararlı yağlarla stresle mücadeleyi destekliyor.

Öneri: Unutmayın fıstık, yüksek oranda kalori içeriyor. Yediklerinizin kabuklarını bir shot bardağında biriktirin. Bu küçük bardak dolduğunda yeme hakkınız bitmiş demektir.

Somonla ruh haliniz değişsin!

Biraz yorgun ve halsizsiniz. Bu durumda, terapistler akşam yemeğinde balık yemenizi öneriyorlar. Uluslararası Sağlık Örgütü, balıkta bulunan omega 3’ün mutluluk hormonu seviyesini yükselttiğini söylüyor. Unutmayın somon, omega 3 yönünden çok zengin.

Öneri: Mevsim yeşillikleri, ceviz ve somon dilimleriyle hazırladığınız bir salata da güzel bir öğün olabilir.

Papatya çayı ile krampları engelleyin

Papatya çayı, âdet döneminde kadınların karın ağrısını yüzde 30-50 oranında azaltabiliyor. Yapılan bir araştırmada, 14 gönüllüye, iki hafta boyunca, günde beş fincan papatya çayı içirildi. Gönüllülerin vücuttaki kasılmaları engelleyen ve sinirleri gevşeten bir amino asit olan ‘glisin’ miktarında yükselme olduğu gözlemlendi.

Öneri: Aslında günde beş fincan papatya içmenize gerek yok. Âdet dönemleriniz sürekli sancılı geçiyorsa, günde 1-2 fincan papatya çayı içerek kendinizi güçlendirebilirsiniz.

Kuru ciltlere, ‘yeşil’ desteği

Yapılan araştırmalar, günde 10 miligram lutein almanın (Ispanakta, karalahanada ve yeşil sebzelerde bolca bulunuyor.) cildin nemlenmesini sağladığını gösteriyor. Luteinde bulunan antioksidanlar, epidermiste yer alan yağları koruyor. Bu da, cildin susuz kalmasını ve kırışmasını engelliyor.

Öneri: Günde en az bir öğün, yeşil yapraklı bir sebzeyi hafifçe pişirip tüketmek gerekiyor. Sebzeleri; zeytinyağı, sarımsak ve cevizle tatlandırabilirsiniz. Ama unutmayın, sebzeleri çiğ olarak yemek aynı etkiyi yaratmaz

Türk halkı hayatından memnun

Philips’in Türkiye’de yaptığı ”Sağlık ve İyi Yaşam Haritası” sonuçlarına göre, Türk halkı genel olarak hayatından memnun ve mutlu görünüyor.

Araştırma sonuçlarını Four Seasons Otel’de düzenlenen basın toplantısıyla basına açıklayan Philips Türkiye’nin Üst Yöneticisi (CEO) Willem Rozenberg, Türklere uyku düzenleri sorulduğunda, diğer ülkelere göre çok daha iyi bir durumda olduklarının anlaşıldığını belirterek, ”Anlaşılan o ki gün içerisinde stresli bir yaşam sürdürdüklerini düşünseler de gece olunca o devreyi kapatabiliyorlar” dedi.

Rozenberg, bir yabancı firmanın Türkiye’de faaliyetlerini kesintisiz olarak 80 yıldır sürdürüyor olmasının çok önemli olduğunu belirterek, kendisinin de yaklaşık 6 yıldır Türkiye’de çalıştığını söyledi.

Bu durum sayesinde Türkiye’deki kültüre ve yaşam tarzına çok aşina olduğunu anlatan Rozenberg, Türk halkının yaşam tarzını ve tercihleri iyi bildiğini belirtti.

Rozenberg, uzun yıllardır Philips’in sağlık departmanında çalıştığını ve zaman içerisinde bu alanın daha çok önem kazandığına tanıklık etme fırsatı bularak, bu durumun hem insanların günlük hayatlarında hem de şirket içerisinde daha önemli bir hale geldiğini ifade etti.

Philips’in yeni stratejilerle vizyonunun, teknolojik yeniliklerle zaman içerisinde insanların yaşam kalitesini artırmak olduğunu söyleyen Rozenberg, bu vizyonun yaptıkları tüm işlere yansıdığını belirtti.

Willem Rozenberg, ”Sağlık ve İyi Yaşam Haritası” araştırmasının hem Türkiye hem de Türk insanın algılarıyla ilgili bir çalışma olduğunu ve bu araştırmaya yaklaşık 1000 kişinin katıldığını ve bu 1000 kişiye sorular sorulduğunu, verilen yanıtlarla bu konudaki algıların ölçümlendiğini kaydetti.

Sonuçta bir rapora dönüştürülen araştırmayla Türk insanının, Türkiye’deki tüketicilerin görüşlerinin bir yansımasının elde edildiğini söyleyen Rozenberg, şunları kaydetti:
”Biz bu çalışmayı 6 ayda bir yapmayı planlamaktayız. Bu şekilde yaşanacak değişiklikleri daha rahat takip edebileceğiz. İnsanların yaşamları geliştirilirken, değiştirilirken, oynadığımız rolü de bu şekilde değerlendirme şansımız olacak. Ürünlerimizle insanların hayatına ne kadar katkı sağladığımızı denetleyebileceğiz. Bu çalışma 20 ülkede gerçekleştirildi. Genel olarak insanlar, yaşamlarından memnun ve mutlu gözüküyorlar. Rahat ve mutlu bir yaşam sürdüklerini ifade ediyorlar. Ve kendilerine sunulan sağlık, bakım hizmetlerinden de memnun görünüyorlar. İnsanların büyük bir çoğunluğu gelecekle ilgili iyimser görüşe sahip ve kendilerini uzun ve sağlıklı bir yaşamın beklediğini düşünüyorlar.

Ancak 65 yaş üzerindeki insanlara sorulduğunda gelecekle ilgili olumlu görüşler biraz daha azalıyor. Daha ileri yaşta oldukları için yaşam beklentilerini çok fazla paylaşmak istemiyorlar. Sonuçlara göre, insanlara karşı karşıya kalmaları muhtemel hastalıklardan üç tanesi sorulduğunda kalp krizi, yüksek tansiyon ve kanser olabileceği söylenmiş. Yine katılanların çok düşük bir kısmı çok stresli bir yaşam sürdüğünü söylemiş. Bunu günlük hayatta güçlü bir şekilde hissettiklerini de belirtmişler. Ancak diğer ülkelerde bu durum daha yüksek bir oranda çıkmış.

Türklere uyku düzenleri sorulduğunda, diğer ülkelere göre çok daha iyi bir durumda olduğu anlaşılmış. Anlaşılan o ki gün içerisinde stresli bir yaşam sürdürdüklerini düşünseler de gece olunca o devreyi kapatabiliyorlar.”

Rozenberg, Türkiye’de sosyal yaşamın, ev ve aileye daha çok yoğunlaştığının görüldüğünü belirterek, ”Sonuçlarla ilgili olarak halkın yüzde 83’ü Türkiye’deki sağlık teknolojilerinin, cihazların gelişmişlik düzeyini yeterli bulmaktadır” dedi.

Araştırmada, her 10 kişiden 9’unun, yeni teknolojiler çıktıkça, bu durumun yaşam standartlarını geliştirdiğini söylediğini ifade eden Rozenberg, katılımcıların yüzde 89’unun hastane seçiminde teknolojik ekipmanın güncel ve gelişmiş olmasına dikkat ettiğini ve bu oranın Avrupa’daki oranın üstünde olduğunu belirtti.

Rozenberg, ”Araştırmada, Türk halkının yüzde 78’i aydınlatmanın sağlık ve iyi yaşam durumunu etkilediğini belirtmektedir” diyerek, araştırmaya katılanların doğru aydınlatma ile kendilerini daha iyi ve mutlu hissedeceklerini söylediklerini bildirdi.