Sam Mendes Amerikan banliyösüyle uğraşmaya devam ediyor. Türün gereklerini çarpıcı bir sinema diliyle yerine getiren “Hayallerin Peşinde”, 1950’lerden günümüze ayna tutabilen güncelliğiyle övgüye değer bir çalışma.
Sam Mendes‘in ilk filmi “Amerikan Güzeli” (“American Beauty”,1999) Amerikan rüyasının banliyödeki çözülüşünü, sorunlarla ve ikiyüzlülükle örülü iç dünyasıyla hesaplaşmasını, muhafazakârlık kılıfıyla sarmalanmış olduğunu, çarpıcı ve eleştirel bir sinema diliyle anlatıyordu. Mendes dışarıdan bakıldığında basit ama mutlu bir izlenim veren ailelerin ve genelde toplumun aslında nasıl çürümüş ve sorunlu olduklarını, daha da ötesinde aile ve toplum bile olamadıklarını söylüyordu. Bunu da hem bireyin sorumsuzluğunu hem de toplumun önyargılarla canavarlaşan muhafazakârlığını topa tutan bir bakışla yapıyordu.
Sam Mendes “Hayallerin Peşinde”de (“Revolutionary Road”, 2008) çevrelerinin gıptayla baktığı örnek çift Wheeler‘ların dramını anlatıyor. Mendes‘in filmografisine hakim olan “geleneksel ve tabulaşmış de9 Ferlerin sorgulanıp sertçe eleştirilmesi” tavrını yoğun ve güncelliğini yitirmeyen okumalar eşliğinde bu filminde de devam ettiriyor.
Hızlı ve sorunlu bir başlangıç
Frank ve April birbirlerinin toplumdan farklılaşma hayallerinden etkilenip evlenirler. Filmin belki de en büyük handikapı çiftin tanışmasından sonra ilişkinin başlangıç ve gelişim aşamalarını es geçip, çiftin iki çocuklu bir aile olduğu döneme sıçrayarak hikayeyi anlatmaya devam etmesi oluyor. Hikayenin temellendiği banliyödeki hayatın sıkışmışlığı ve monotonluğundan kaçmaya çalışan bireylerin durumu, öncelikle bireylerin hayallerinin çehresinin ve içeriğinin vurgulanmasıyla etkin hale getirilebilirdi. Çiftin içinde bulundukları hayattan kaçmayı ne kadar arzuladıkları, ne kadar idealist veya gerçekçi oldukları, amaçları doğru çizilmiş karakterlerle veya dramatik gelişimlerle daha etkileyici bir şekilde yansıtılabilirdi. Ne var ki Mendes bunları yapmak yerine karakterlerin geçmişlerini karanlıkta bırakmayı20tercih etmiş. Yönetmenin tek kelimeyle özetlenebilecek tiplerle ve bilgiyle yola çıkması, böylesi yoğun ve çetrefilli bir konuyu ele alırken ilk anda filmin elini zayıflatıyor.
Ağır, kasvetli ama etkileyici bir gelişme bölümü
Yönetmen ilk bölümde çiftin bireysel olarak iş ve ev hayatındaki davranışlarını gözlemliyor. Frank‘in işindeki memnuniyetsizliği ve sıkışmışlığı ile April‘in evdeki ve banliyödeki tekdüzeliğe olan isyanı birbiriyle örtüşüyor. Beraberliklerini başlatan iç dinamiklerin varlığını sürdürdüğünü fakat banliyö kapanında hayallerin biraz ertelendiğini düşünüyoruz. Ayrıca çiftin komşularıyla olan ilişkilerine baktığımızdaysa toplum ile Wheeler‘lar arasındaki hayat algısındaki ve konumlanışındaki farklılık da daha net vurgulanmış oluyor.
Film ikinci yarısıyla beraber derme çatma da olsa kurduğu yapı üzerinden hareketle çok keskin ve zıt fikirleri birbirleriyle çatıştıran, eleştirel ve sorgulatıcı hamlelerde bulunuyor. Mendes, iki ana kırılım noktasıyla dert edin diği konular üzerinden ailenin nasıl bir değişim yaşadığını gösteriyor. İlk kırılım noktası, çiftin Paris’e yerleşme planlarını yaptıkları an.. Burada Paris’e, yani hayatın daha özgürce yaşandığı bir yere taşınmak yalnızca banliyöden kurtuluş anlamına gelmiyor. En az onun kadar önemli bir farklılaşma da kadının iş hayatından soyutlandığı bir düzenden, iş hayatına atıldığı, evin sorumluluğunu almaya karar verdiği; erkeğinse kendine hitap edecek mesleği bulana kadar çalışma hayatından muaf olduğu, yani maddi iktidarı eşine bıraktığı planlarının yapılması.

Hikayedeki asıl etkiyi yapan ikinci kırılımsa, Frank‘in işinde yükselme, daha fazla kazanma, hayatını garantiye alma yani Amerikan rüyasına bir adım daha yakın hissetme fırsatını yakaladığı an. Bu eşik noktasının asıl önemiyse çiftin hayat karşısındaki konumlarının, hayat tercihlerinin farklılaşmaya başladığı, bu yolla da banliyödeki sistemin sorgulanmasını n aile üzerinden yapılmasını sağlamasına etki etmesi. Bu noktadan sonra ev, bireyin hayatını tümden değiştirme cesaretinin, hayallerinin ne kadar gerçekçi ve sağlam olduğunun sınandı ı bir arenaya dönüşüyor sanki. Frank‘in gelenekselliğin ve tekdüzeliğin konformist doğasını tercih etmesiyle, film ailenin de sorgulandığı bir denklem yaratmış oluyor. Ayrıca işyerindeki terfisi erkeğin aile içi iktidarı çok daha sağlam bir şekilde ele geçirdiğini düşünmesini, hayatını buna göre şekillendirmesini sağlıyor.

Çocuğun ailedeki yerinin değişkenliği
Filmde ailenin konumu, bireylerin tercihleri ve banliyönün muhafazakâr baskısı arasında iç dengesini bulmaya çalışıyor. Özellikle çocuk üzerinden, aile hakkında şartlara göre değişen bir söylem geliştiriliyor. Çocuk ilk olarak aileyi banliyöde yaşamaya zorlayan zamansız bir hata veya hayallerin peşinden koşulmasının önündeki engel olarak çiziliyor. Fakat banliyödeki hayatın konformizmine kapıldıktan sonra, çocuk muhafazakârlığın ve aile kurumunun en önemli yapıtaşlarından, koruyucularından bir haline geliyor.. Kürtajın ele alınışı da çocuğa bakışla paralel ilerliyor. Ailenin Paris hayalleri kurduğu sırada kürtaj savunulurken, sonrasındaki gelişmelerle aile kurumunu tehdit eden ahlâkdışı, hatta cinayetle eşdeğer bir eyleme dönüştürülüyor.
Filmin kürtaj haricinde muhafazakârlık zincirini kırdığı bir başka nokta da evlilik içindeki aldatmalar oluyor. İlişkinin tekdüzeliğe düştüğü veya arada sorunların başladığı zamanlarda aile dışı yasak ilişkiler veya beraberlikler iktidarı bir başka kişi üzerinden sağlama veya öç alma gibi nedenlerle yaşanıyor.
Filmin en önemli erdemlerinden biri de yardımcı karakterlerin hikayenin zenginleşmesine yaptığı katkılar. Özellikle elektroşoklarla pasifize edilmeye çalışılan, deli damgasıyla toplum tarafından ötekileştirilen John Givings, hikayenin gelgitli doğasında çok önemli bir işleve bürünüyor. Banliyö üzerinden toplum genellemesi yaparsak, aykırı seslerin nasıl susturulduğunu, yaftalandığını gösteren, bir anlamda Mendes‘in görüşlerinin dışavurumu olarak görebileceğimiz karakter, John‘un dramıyla April‘in trajedisini, yani Amerikan toplumunun kanayan yaralarından birini harika bir şekilde yansıtıyor.
Son olarak çokça merak edilen oyunculuklara değinirsek, Kate Winslet vasat üstü ve ölçülü bir performans sergilerken, Leonardo DiCaprio sadece rol kesiyor. DiCaprio‘nun rolünün ağırlığı altında ezildiği, du yguları inandırıcı bir şekilde seyirciye geçiremediği hissedilen oyunculuğu, oyuncunun kariyerinin en kötü performansları ndan biri oluyor.
Oyunculuklar nasıl olursa olsun Sam Mendes kurduğu atmosferle ve özellikle ikinci yarıdaki cesur, detaycı anlatımıyla günümüze de ışık tutan gerçekten iyi bir filme imza atıyor. Antolojilere geçecek karamsar ama vurucu finaliyse, yüreğimize ve insanlığımıza indirilmiş bir yumruktan çok daha fazlasını ifade ediyor.
Kimler izlemeli?

Sam Mendes’in banliyö eleştirilerinden hoşlananlar. Başarılı ve derinlikli bir trajedi izlemek isteyenler.

Kimler izlememeli?

Kate Winslet ve Leonardo Di Caprio’dan oyunculuk resitali bekleyenler. Dönem filmlerinden hoşlanmayanlar. “Amerikan Güzeli” gibi türü yenileyen bir film bekleyenler.