Cemal Süreya’nın ölümü üzerinden 20 yıl geçmesi, zamanın görece olduğunu düşündürüyor. Şiirleriyle, yazılarıyla güncelliğini koruduğu için ölümü yadırganıyor. Yirmi yılda onar yıllık iki kuşak değişti. Bu kuşakları bile etkileyen bir özelliği olması, onun güncelliğini sürdürmesi anlamına gelir.

Mustafa Şerif Onaran

Kitap / Cumhuriyet– Yaşarken kendini önemsetmeye çalışan ozanların unutulmuşluğuna bakıp, Cemal Süreya’yı canlı kılan özelliklerin neler olduğunu anlamaya çalışalım. Önce ‘İkinci Yeni’nin en duyarlı, en içtenlikli ozanı sayılması, kendinden önceki, kendinden sonraki edebiyatın nabzını tutan, ‘derin görü’sü olan bir edebiyat insanı olması. Yalnız içki masalarında ortam yaratan değil, edebiyat dergiciliğine işlev kazandırarak etkisini sürdürmesi. Özellikle görmezden gelinen edebiyatçılara, geride duran ozanlara arka çıkarak onlara da edebiyatta yer açması. Kendinin uzağına çekilirken, dargın olduğu ozanlara bile gülümsemeyi bilmesi…

Ancak Cemal Süreya gibi kendine güvenen bir ozan özverili olabilir. Yoksa edebiyatımızın karmaşık ortamında nice değerleri görmezden gelmek alışkanlık edindiğimiz bir gelenektir.

Ölümünün 20. yılında biraz anılardan yola çıkıp şiirinin daha aşılamayan özelliklerine, edebiyatı değerlendirmedeki ustalığına bakarak Cemal Süreya’nın kişiliğini anımsamaya çalışalım.
 

50’li yılların Ankarası

Bir ozanı tanımış olmak, onunla nice anıları paylaşmak bir ayrıcalıktır. Edebiyata bakışın anılarla bütünleşen bir anlamı, bir özelliği vardır.

Kimi edebiyat ortamlarında; ister Türk Dil Kurumu gibi bir yerde, ister bir içki masasında, ister bir derginin yönetim yerinde olsun, onu, hep yüzündeki üzgün gülümsemeyle anımsarım.

Erzincan’dan Bilecik’e zorunlu göç yüzünden mi, bir üvey annenin baskısı mı, bilinmez, ama o üzgün gülümsemede bağışlayan bir incelik vardır.

Ellili yılların Ankara’sında Siyasal Bilgiler Okulu da özel bir kültür ortamıydı. Benim Tıp Fakültesi öğrencisi olduğum ellili yıllar Ankara’sında Siyasal Bilgiler Okulu’nda Cemal Süreya ile Sezai Karakoç’u görmeye giderdim. O birlikteliğin eskimeyen bir anısı vardı.

O zamanlar Nejat Tunçsiper ‘Mülkiye’ dergisini çıkarırdı. ‘Mülkiye’ sıradan bir okul dergisi değildi. Cemal Süreya’nın ilk şiirleri bu dergide yayımlanmıştı. Nejat Tunçsiper’i oldukça yakından tanırdım. Bana Sait Faik’in dergiyi beğendiğini yazdığı mektuplarını okurdu.

O dönemlerde Siyasal Bilgiler Okulu’nu bitirenler arasında Ece Ayhan ile Tevfik Akdağ da vardı. Erdoğan Alkan’ı daha sonra tanıdım. Cemal Süreya’nın ‘Güvercin Curnatası’ dediği ‘İkinci Yeni’ oluşumuna bu ozanlar da katılmıştı.

Ama Muzaffer İlhan Erdost, bir şiirbilim anlayışı içinde, bu oluşumun gelişmesini açıklamasaydı, ‘İkinci Yeni’ kişilik kazanabilir miydi?

‘İkinci Yeni’ toplumcu şiire karşı mıydı? Belki şöyle düşünmek gerekir: ‘Kırk Kuşağı Toplumcuları’nın kurtulamadığı savsöz şiirine karşı, ‘İkinci Yeni’, örtülü bir şiirle toplumcu duyarlığı yoklamaya çalışıyordu.

Cemal Süreya toplumcu duyarlığa cinsellikten bakmayı deniyordu. Daha ‘Üvercinka’ yayımlanmamıştı. Eskişehir’de 1955’te birlikteydik. O vergi dairesinde görevli, bizim dönem, Hava Hastanesi’ne bir inceleme için gelmiştik. O, Nasuh Akar’ın kahvesinde oturduğumuzu anımsıyor. Kahvenin önünden zamanın güzellik kraliçesi Güler Arıman geçiyor. İkimiz de kapıya doğru doğrulmuştuk.

Cemal Süreya toplumcu duyarlığa cinsellikten bakmayı deniyordu:

‘Yüzünde ne var biliyor musun?

Ev dağınıklığı var.’

Bir evin kapısı örtülünce hangi acıların yaşandığı bilinmez. Ama Cemal Süreya gibi bir ozan bir kadının yüzündeki yalnızlıktan toplumcu duyarlığa açılan yolu bulabilir.

İçki masaları acımasızdır. Kendini pek önemseyen bir ozanın defterinin dürüldüğü yerdir. Ama Cemal Süreya, sol dirseği masaya dayalı, bakışlarındaki üzgün gülümsemede, bağışlamasını bilen bir gönül insanıdır.

Cinsellikten toplumsallığa

Cemal Süreya’nın şiirindeki içtenlikle duyarlık insanı yavaşça etkilese de, şiirinin dokusunu çürütmez. Sevi ilişkisinde yenilmiş görünmenin dalgınlığı içindedir:

‘Önce öp

Sonra doğur beni.’

‘Üvercinka’yı 1958’de benim için imzalarken başlığın altına el yazısıyla ‘sensualite’ diye yazmıştı. Yaşamanın anlamsızlığına kösnüye sığınarak katlanacağını umuyordu. Bir tutkulu sese, yara izine bağlanıyordu. Belki de bırakılmış biri onun için yeni bir başlangıçtı:

‘Şu senin tutkulu sesin var ya:

Ortak güzellik artı yara izi.’

Karanlık bir toplumun kurtuluşuna cinsellikten de bakılamaz mı? Yaşamaya dargın duran şiirinin gizli yerinde, sessiz bir örge gibi durur cinsellik.

Anlatı kolaylığından kurtulan Cemal Süreya sözcükler arasındaki şiirsel yükü cinselliğe taşıtarak yeni bir söyleyiş özgürlüğüne ulaştı.

Bir sevi ilişkisi ölümün kıyısından insanı çekip kurtarabilir mi?

Oktay Rifat o ilişkiye yenilmek istemiyordu:

‘Köşeyi tutan leylak kokusu

Yakamı bırak da gideyim.’

Oysa Cemal Süreya’yı ölümden kurtaran bir ‘leylak sesi’dir:

‘Sen tam tabancayı

Şakağına dayamışsın;

Kapı açılıveriyor

Ve üstündekileri

Bir bir fırlatıp atan

Bir leylak sesi.’

Cemal Süreya’nın insanın kurtuluşuna sevi ilişkisinden bakmasını, düşlem gücünün oyunu olarak yorumlayabilirsiniz. Sevi ilişkisi yaşamaya direnmeyi sağlasa bile onun genç ölümüne engel olamadı.

Ölüme doğru

Muzaffer Buyrukçu’nun günlüklerinde Cemal Süreya’nın önemli yeri vardır. Ölümünden bir gün önce, 8 Ocak 1990 tarihli günlükte, İstanbul Gazeteciler Cemiyeti’nde, dergi sorunlarının tartışıldığı, öğle rakılarının içildiği bir masada Cemal Süreya da vardır.

Yirmi yıl önceki bu günlüğe günümüzden bakarken Cemal Süreya ölümün eşiğinde görünüyordu. Bu görüntüyü şöyle saptamışım:

‘Cemal Süreya biraz gecikerek, ölümün gölgesiyle birlikte gelecektir’ (Cumhuriyet KİTAP, Ölümünden Bir Gün Önce Cemal Süreya, 28 Mayıs 2008).

Muzaffer Buyrukçu bu görüntüyü daha ayrıntılı anlatıyor:

‘Saat 12,35’te Cemal Süreya göründü. Ama özlemimi gideren, beni sevindiren bir görünme değildi bu, çünkü sürüklenircesine, yalpalayarak yürüyor, güçlükle ayakta duruyordu, belki de iradesini zorlamasa oraya yığılacaktı. Vurgun yemiş bir süngerciydi sanki, ayılamayan bir sarhoştu; düşmanlarının elinden canını rastlantıların yardımıyla kurtaran ama bu arada adamakıllı hırpalanan biriydi; her şeyini, ama bu güne kadar kazandığı her şeyini yitiren bir talihsizdi (CEMAL SÜREYA ve SONRASI, ‘Cemal Süreya ile Son Gün’, Artshop Yayıncılık ve Cemal Süreya Kültür Sanat Derneği Ortak Yayını, Ocak 2008).

Halden anlamayan insanların iyilik olsun diye yaptığı kötülükler. Sonra da Cemal Süreya’nın kimseye borçlu kalmak istemediği bir aldırmazlıkla, ‘üstü kalsın’ diyerek hesabı ödemesi.

İyi ki Anadolu yakasına geçmesini kolaylaştıracak bir koruyucu melek yardımcı olur da onu evine ulaştırır. Keşke İpek Tekil evine değil, onu hastahaneye yetiştirebilseydi. Ama geri dönülmez bir yola girmiştir artık. Şeker koması ile beyin kanaması ölümüne yol açmıştır.

Bir Ankara prensi

Metin Altıok soruyordu:

‘Bir Ankara prensi olan Cemal Süreya nerde şimdi?’

‘… Ne oldu Tavukçu’daki öğle rakılarına? Coşkularım tarazlandı benimse, umudumda güve yenikleri, pas kokuyor aşklarım ve artık patlak bir tefle dolaşıyorum elimde Ankara sokaklarını! En kötüsü de yaşlandı zamanımızın güzel kızları. Bir boşluk var yaşamımda, yüreğimde derin bir sacayağı’ (ŞİİRİN İLK ATLASI, ‘Ankara’, Kırmızı Yayınları, 2006).

Cemal Süreya’nın o içtenlikli, o duyarlı şiiri, bir bayrak yarışı gibi Metin Altıok’a geçmişti. Ama o da, 1993 Madımak yangınında içi kuruyuncaya kadar, ancak üç yıl daha taşıyabilidi o bayrağı.

Cemal Süreya gibi edebiyata geniş açıdan bakmasını bilen bir ozan kendine bakmayı bilemedi. Kendine bakmayı hep erteledi. Sevi ilişkisinin gücüne inanırız ama, dar zamanlar yüzünden o ilişkiyi hep ertelemek durumunda kalırız.

Cemal Süreya’nın nice evlilikler geçti başından. Yalnızca Zühal Tekkanat’la üç kez evlendiği bilinir. Evliliklerinde 28 kez kira evlerine taşındığı söylenir. Bir bakıma yorgunluğunu taşıyıp durmuştur.

Behçet Necatigil’in dizelerini anımsayalım:

‘Yılların telaşlarda bu kadar çabuk

Geçeceği aklımıza gelmezdi.’

Cemal Süreya öldüğü zaman daha 60 yaşına bile girmemişti. Onunla birlikte yalnız iyi bir ozan ölmedi. Edebiyatın ayrıntılarını bilen bir gönül insanı da öldü.

Edebiyatın ayrıntılarını bilmek ne demektir? Edebiyat beğenisi olmayan, eleştirel denemeden ayrıntıya bakmasını bilmeyen bu gerçeği kavrayabilir mi? Kapsamlı bir incelemede beğeni düzeyi eksik kalırsa yazı amacına ulaşamaz.

Cemal Süreya ‘kimliklerin izdüşümü’nü anlatırken alışılmış sözlerden yola çıkmıyordu.

Doğan Hızlan’ın yorumlamasına göre:

‘Gerçekten de ’99 Yüz’, bir izdüşümler toplamıdır. İzlenimlerin tanıklığıdır. Gördükleriyle, okuduklarıyla, duyumlarıyla, gözlemleriyle oluşturduğu bir tür kimlik kartı. Kimileri bu kartı bir iftihar levhası gibi yanında taşıyacak, kimileri de saklamak için yorgun düşecek.’

Unutulmuş bir ozanın ışıltılı bir dizesini bulur. O artık ‘Saklı Güldeste’de yerini almıştır. Birbirinden yararlanan şiir seçkilerinin tekdüzeliğine bakmayın. Cemal Süreya’nın ‘Saklı Güldeste’sindeki gizli gömüyü anlamaya çalışın.

Günler akıp gidiyor ama, Cemal Süreya’nın gündelik yazılarında, tarihsiz günlüklerinde zamanın geçmesini anlamlı kılan öyle ayrıntılar var ki, sanki kendini denetliyor gibidir. Oysa o, aldırmazlık içinde geçen bir gönül yorgunluğu çekerek, yaşamasını düzenceye sokmaya çalışan bir ozan olmanın çelişkisinde yaşadı.

Aradan sanki 20 yıl geçmemiş gibi, gene gözlerini kısarak kendinin uzağına dalmış gibi içkisini yudumlayan bir ‘Ankara Prensi’ o!

Belki de hep Ankara’da kalsa ölümü ertelenebilirdi. İnsan, zamanın akışında kendinin de bir payı olduğu yanılgısına düşüyor. Ama ölümün ertelenebileceği yanılgısı her zaman özlenecektir.