‘Liberal bir zulüm dönemi yaşıyoruz’

Ertuğrul Özkök’ten gizemli bir yolculuk daveti’ 20 yıl Hürriyet gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni’ydi. Ayrılmasına ilişkin söylenmeyen kalmadı. Kimi çok sevdi kimi nefret etti…

Kimi yazılarında hem asap, hem ezber bozdu, kimi yazılarında helal olsun dedirtti. Ne olursa olsun hakkında bir şeyler hep muğlak kaldı. Şunu özellikle belirtmeliyim ki kendisine de ifade ettim, bu söyleşiyi Ertuğrul Özkök’e sıklıkla sinir olan bir gazeteci olarak yaptım. Bu hâlâ zaman zaman sürüyor ve biliyorum ki bu konuda yalnız da değilim. O da biliyor bunu ve anlayışla karşılıyor. Mesleki kalem erbaplığına rağmen hayatı boyunca kendisini doğru ifade edemediğini söylüyor. Gerçekler dünyasının göbeğinde hayallerinden inşa ettiği tuhaf hakikatleri anlattığı kitabı ‘Tuhaf’ta bambaşka bir Ertuğrul Özkök’le tanışacaksınız. ‘Öteki ben’ini kitlelerle paylaştığı kitabında inancın ve gizemin labirentlerinden seslenecek sizlere. Tinkerbell’in peri tozları, çocukluk keşiflerinin heyecanı, öte coğrafyaların öcüleri, efsaneleri, albatroslar, lahitler, mezarlar, kodlar, şifreler, dini figürler, inancın isi, pusu yolculuğun duraklarından sadece birkaçı. Ertuğrul Özkök ile kitabı ‘Tuhaf’ı konuştuk ama hepsi bu kadar değil! Kesinlikle değil!

-Kitabınız içsel dünyanızın, içinizdeki çocuğun keşfe çıkışı gibi… Mistisizim, gazeteci merakı, hayatta havada kalan sorularla başa çıkış gibi… Sonra Da Vinci merakınız malum… Bu kitapta da sanki yol göstericiniz gibi…

– Dan Brown’ın yazma biçimine merakım var. Gazetecilik okullarında programları belirleyen bir insan olsam Dan Brown’ı ders diye okuturdum. Türkiye’ye geldiğinde kendisiyle sohbet ettim, dedi ki ‘Benim yazımın bir matematiği vardır. İnsanların okurken zevkle öbür sayfaya geçmelerini sağlıyorum. Her sayfanın sonunda aynısını yaşatıyorum.’

20 yıl gazeteciliğimde insanların neler okuyup neler okumayacaklarını ve nasıl yazılması gerektiğini biliyorum. O yüzden yazarken, bu kitap bir bilemediniz iki gecede bitirilmeli, insanlar bir sayfadan öbür sayfaya bir bölümden öbür bölüme tereddütsüz geçebilmeli ve cümleler en fazla 7-8 kelimeyle yazılmalı diye bir hedef koydum. Yani Dan Brown’ın da bahsettiği direkt anlatımı getiren o matematiği kurdum ki bu bence dünyadaki en etkili anlatım biçimidir.

Mesela beni en çok etkileyen, yazma duygumu başlatan kitap Albert Camus’nün ‘Yabancı’sıdır. Çünkü bir insanın hayatındaki en önemli şeylerden bir tanesidir anneyi kaybetmek. Adam annesini kaybettiği cümlesiyle başlıyor kitaba. Çok basit bir cümleyle başlıyor. Kafka’nın ‘Metamorfoz’u nasıl? ‘Gregor Samsa bir sabah uyandığında kendini dev bir böceğe dönüşmüş buldu’. Bu iki kitap sadece dünya edebiyat tarihinde değil dünya yazma tarihinde de milattır. O yüzden kitabı yazarken buna dikkat ettim, çok basit bir anlatımla yazdım.

– Kitapta önde olan manevi, içsel dünya, reel dünya ise belli belirsiz, hayli geride’ İnanıyorsunuz da yazdıklarınıza. Mesela kayıp denizci ile ilgili o ilk bölümde alınyazınızın kodunun o çocukken bulduğunuz ve izini sürerek Japonya’da ilginç sonuçlara ulaştığınız duvardaki yazı olduğuna ciddi ciddi inanıyorsunuz..

– Hem de nasıl inanıyorum ki o harfleri (bileğindeki dövmeyi göstererek) buraya da kazıdım. Sevdiğim bir yönümdür, kendimi inandırırım ben. Bu kitapta iç dünyamı sorguluyorum ve yaptığım en güzel seyahat.

– Spielberg’in çocukluğuna göndermelerde bulunduğu üç beş şirin veledin macera arayışlarındaki tadı da andırıyor bir yandan kitabınız..

– Spielberg evet çok doğru söylediniz. Ama Spielberg’den önce çocukluğumda beni en çok etkileyen 12 ciltlik İki Çocuğun Devrialemi kitabıdır. Bana sünnette hediye edilmişti, hâlâ buralarda bir yerde durur başucu kitabım olarak.

‘Hallac-ı Mansur’un peşindeyim’

– Kitabı okuyunca daha iyi anlıyoruz ki gazeteci olmasaymışsınız sırtınıza çantayı atıp dünyayı dolaşırmışsınız…

– Öyleyim tabii.Hâlâ da öyleyim, şimdi Hallac-ı Mansur’un peşine düştüm, Tempo dergiyle İran’a gideceğim. Diyebilirim ki beni Mevlana’dan çok daha fazla etkileyen bir figürdür Hallac-ı Mansur. Bir İslam Galileo’su gibi bir gerçeğin ifadesinde yapılabilecek fedakârlıkların en uç noktasını göstermiştir. Doğduğu yere bir tür hacca gider gibi gitmek istiyorum.

– Böyle sufi sezişler, mevlevi dönüşler, dinler tarihi derken dinler tarihine, kutsal kitaplara hayli meraklı olduğunuz bu kitapla tescillenmiş oldu diyebilir miyiz?

– Şöyle söyleyeyim; evimdeki koleksiyonum en zengin iki bölümü şarap ve inançtır.

Neden şimdi hani yaşınızın ilerlemesiyle mi ilgili?

– Hayır. Bir kere benim dinle alakam yok. Bu çok tehlikeli de bir laf biliyorum. Yaşlandıkça dindarlaşıyor falan değilim ama çocukluğumdan beri hiçbir zaman Allah’a olan inancımı kaybetmedim. Çok dindar ama çok özgür de bırakan bir ailede büyüdüm. Günde bir büyük rakı içen ama Ramazanda ağzına rakı koymayan, cuma günleri namaza giden bir babayla büyüdüm. Annem hâlâ beş vakit namazına kılıyor, dizlerindeki ağrıya rağmen aksatmıyor.

Tek tanrılı dinlerin hepsinin başında bir sorun olduğuna inanıyorum. Müslümanlığın başında fundamentalizm, Yahudiliğin başında siyonizm sorunu var. Hıristiyanlığın başında evangelist bir hareket ve Hıristiyanlığın o fetih duygusundan dolayı özellikle Amerika’da canlanan oraya buraya müdahale sorunu var.

Tek tanrılı dinler beni çok hayalkırıklığına uğrattı. Dinlerin mutlaka ve mutlaka baskıcı iklimlerine bir çare bulunması gerektiğine inanıyorum. Dinler insanları kendisine baskıyla değil özgürlüklerle bağlamalı. O zaman, onların gerçek din olduğuna inanacağım. O yüzden Jacque Attali çok doğru bir tahlilde bulunarak önümüzdeki dönem artık lego dinler dönemi başlayacak diyor. Her insan istediği dinden istediği bölümü alacak, onları ekleyerek kendisine ait bir puzzle elde edecek diyor.

Dolayısıyla aynı zamanda bir sosyolog olarak da en geç elli yıl içinde tek tanrılı dinlerin, peygamberlik sistemlerinin çok ciddi biçimde sorgulanacağına inanıyorum. Çünkü sonunda dini din yapan Allah değil, peygamberlik sistemleridir.

Son derece saygım var, hiç itirazım yok ama şu soruyu sorma hakkına da sahip olduğumuza inanıyorum: Acaba peygamberlik sistemlerini bugüne kadar iyi mi yorumladık, yüzyıllar içinde bize gelişinde doğru mu aktarıldı? Çünkü Kuran’ı okuduğunuzda o kadar baskıcı bir şey görmüyorsunuz. O zamanlar dinleri baskıcı hale getiren nedir? Bunun sırrını çözmemiz gerekiyor.

Hallac-ı Mansur ‘Allah benim’ dediği zaman bana göre insanlara dinin oluşturduğu sistemlerden daha fazla bir görev getiriyor yani Allah’ı yeryüzünde temsil etme görevi getiriyor. Burada mantık olarak dini sistemin kendini temsil duygusundan daha kuvvetli bir duygunun olması gerekiyor. Ben inancı, sıradan bir dindardan çok daha fazla içimde hissettiğime inanıyorum. Niye? Sonunda Allah ile baş başa kaldığım zaman ben de en gelişmiş duygu şükretme duygusu oluyor. Çok şükrederim.

‘Herkes gibi sonradan görmeyim’

– Toplu bir yorumlama getiriyorsunuz, her şey birbiriyle bağlantılı hani kelebek etkisi

– Öyle. Kendimle sonradan görmeyim diye dalga geçerim hep çünkü herkes sonradan görmedir. İzmir’in en fakir mahallelerinden birinde doğdum, devlet bursuyla okudum ve ondan sonra çok büyük imkânlara kavuştum. Kendi çabamla ama Allah’ın bana verdiği birtakım yetenekler, tesadüfler hepsi bir araya geldiği zaman bana bu hayat sağlandı. Allah bana hayatım boyunca çok güzel bir kadın verdi, çok güzel yemekler yedim, çok güzel yerler gördüm, çok güzel, çok mutlu yaşadım, sağlık verdi bu yaşıma kadar. Tüm bunların bir karşılığının verilmesi gerekir diye düşünüyorum. O yüzden şükretme duygum biraz fazla gelişmiştir. Aşırı duygusallığımın da etkisi vardır.

– Ahmet Hakan ile Kâbe’ye gittiniz’ AKP’nin Doğan Grubu’na atakları sonrasına denk geldi yanında da Ahmet Hakan diye yazıldı, nereden çıktı şimdi diyenler oldu, siteler de bangır bangırdı… Didiklendi durdu’

– Bir kere 4 yıl önce başvurmuştuk, Ahmet Hakan, Murat Bardakçı ve ben gidecektik. Fakat Murat’a, yıkılıp otel yapılan Edjab Kalesi’yle ilgili karşı yazıları nedeniyle vize vermediler ve gidişimiz 4 yıl ertelendi. Ben Kâbe mülakatlarımız dolayısıyla bir gazetecilik ödülü bekliyordum çünkü herkesin gittiği yeri biz farklı yazdık. Gazeteciliğin bu farklılıklara ihtiyacı var. Kâbe’ye herkes gitmeli. Medine’den de çok etkilendim, Mekke’den daha çok etkilendim, Vatikan’dan da öyle. Şimdi Hallac-ı Mansur’un doğduğu yere de gideceğim. İnancın çıktığı coğrafyayı tanımak zorundayız çünkü hepimiz bununla yaşıyoruz. Ondan sonra yine çok tehlikeli şeyler yazdım. Yine şarap içmeye devam ediyorum, namaz kılmıyorum, oruç tutmayacağım dedim. Bunları da iftiharla da söylemiyorum. Bu benim.

– Demin aşırı duygusalım demiştiniz, sizin konumunuzda uzun süre çalışmış birinin bu kadar duygusal olma lüksü var mı?

– Bence var. Hacettepe’de sosyoloji dersi verirken bir tezim vardı, diyordum ki ‘içinde insan dolaşmayan, duygusallık olmayan bir sosyoloji, sosyoloji olamaz’. Aynı şekilde gazetecilikte de duygusallığın yeri olmalı. Duygusallık olmayan gazetecilik mekaniktir ve ölüme mahkûmdur. Alın Le Monde orada rasyonel, pozitivist bir mantıkla yapılan gazete duvara çarptı ve gitti aşağıya. Aynı şey dünyanın diğer ciddi gazetelerini de sarsıyor.

– Bu bakışı açısını Hürriyet’te nasıl uyguladınız?

– 20 yıl boyunca Hürriyet’e adam sokmaya çalıştım. İnsanın zaaflarını sokmaya çalıştım. Dediler ki gazeteciler hata yapar mı? Yapar, yapsın dedim. Hata olmayan bir gazete bu toplumu anlayamaz çünkü. Hata yapmaktan korkmayın dedim. Haber atladığım gün kapıyı kapatıp duvarları yumrukladım, okumadım gazeteleri, küstüm. Çok büyük bir haber atladığım zaman dünyanın sonu gibi geliyordu. Mahvoldum, bittim diyordum. Ama hatadan ders almasını, yola devam etmeyi bildim.

– Sevildiğiniz de oldu, sevilmediğiniz de’

– Çok nefret edenim oldu hatta yüzde 70 nefret edildim, hala da öyle.

– Klasik gazetecilik kalıplarını yıktığınız söylendi, gazeteciliğe yeni ‘format’lar getirdiğiniz de… Kimseyi aforoz etmediniz, hep diyalogdan yana oldunuz tamam ama gazeteci en nihayetinde taraf olur malum… Kimi zaman sivri köşelerden seslendiniz, kimi zaman toplumu yatıştırma gayreti gösterdiniz… Bazı zamanlar toplumu yatıştırma gayretindeki yazılarınızı okurken başka bir siz yazıyormuşsunuz gibi geliyor, Hasip Kaplan’ı yazarken başka bir yazı ve sizle karşılaşıyoruz. Benim gibi düşünenler adına söylersem ki sayımız az değil bir sinir oluyorum, öfkeleniyorum bir destekliyorum yazılarınızı’ Hangisi asıl siz?

– Hepsi benim.

– Böyle diyorsunuz ama nihayetinde bir şeyler hep muğlak kalıyor’ Netin netini soruyorum, sıkı bir yanıt istiyorum, istiyoruz!

– Çok doğru tahliller bunlar, dediğin gibi okur tepkisi bu ve benim için çok değerli. Sinir olmaya, kızmaya gelince ben de sinir oluyorum kendime bazen. Önce şunu söyleyeyim sivri köşeleri olmamalı insanın ama omurgası olmalı ikisi farklı şey.

Mesela kendinize bakın, bir tane mi siz varsınız? Diyorsunuz ki bazen beğeniyorum bazen çok kızıyorum. Ben de böyleyim. Ben de bazen Tayyip Erdoğan ile aynı düşünüyorum, bazen çok kızıyorum. Ama kimseye sürekli düşmanlığım yok, Tayyip Erdoğan’a da yok sürekli düşmanlığım. Cumhuriyet mitinglerinde benim gazetemi yaktılar, ama Tayyip Erdoğan’a gidip sorduğunuz zaman o da düşman biliyor beni.

O dönemde Tuncay Özkan da, Mustafa Balbay da kızıyordu bana ama şimdi onlar için en büyük mücadeleyi verenlerden bir tanesi benim. Yani hepsi benim bunların. Mesela Tuncay Özkan bana dünyada yapılabilecek en büyük kötülükleri yaptı televizyonda ama bunun hiçbir önemi yok, çünkü bana yaptığı kötülük onun şahsi meselesi. Şu anda ona yapılan kötülükler ise hukuki bir kötülük. Bu hepimizi ilgilendiriyor. Bunları ayırmayı öğrendim hayatta. Kimseye özel bir düşmanlığım yok. Bana karşı insafsızlık yapanlara karşı bile yok.

Hayatımda sadece iki kişiye dava açtım. Hakkımda edilmedik hakaret kalmadı. Vakit gazetesine bir tane dava açmadım. Babam dünyada en sevdiğim insandı. Yıldırım Türker babamla ilgili bir şey yaptı ona dahi dava açmadım ki çok dokundu, hüngür hüngür ağlattı beni. Beni dünyada ağlatan yazar Yıldırım Türker’dir. Ama Star Gazetesinde çalışan bir kişiye dava açtım ve kazandım da çünkü babamla ilgili çok ağır bir şey söyledi, artık kaldıramadım yani.

Bir de telefonlarımı dinletip yayımlattı diye Meral Akşener’e dava açtım. Onu da bir gün önce öğrendim ki evini satacakmış, bayağı yüklü bir tazminat kazandım çünkü. Bugünün parasıyla 24 bin YTL’ydi ve ertesi gün gidip haczedeceklerdi, o nedenle parayı almadım. Meral’i çok severim, mert kızdır. Almadım parayı ve bugün çok iyi arkadaşız. İyi ki öyle yapmışım. İnsana ait hiçbir şey beni şaşırtmaz. Bir de hiçbir kızgınlığım bir yılı geçmiyor. Bana çok safsın diyorlar.

Egomla başım dertte

– Yöneticilik nasıl bir hal… Egoyla aranız nasıl?

– 20 yıl boyunca en zorluk çektiğim şey bu oldu çünkü ister istemez onca yıl Türkiye’nin en büyük gazetesinin başında oturduğunuz, yazılarınızla tartışma açtığınız, ses getirdiğiniz zaman bu insanda güçlü bir ego geliştiriyor. Dolayısıyla egoyla başım dertte ve törpülemeye çalışıyorum. Ama egomu kapris yapmak, ezmek, zulmetmek şeklinde asla kullanmadım. Kimseye haksızlık yapmadım. Sadece fikri düzeyde onu biraz şımarıkça savunmak şeklinde kullandım. Parlak diye düşündüğüm bir fikri şımarıkça savunmak lüksüne sahip oldum.

– Tadını çıkardınız yani

– Tadını çıkardım evet. Bu bana iyi geldi. Bu oyuncakla oynarken de insanın kendini iyi kontrol etmesi lazım. Serseri bir mayın gibidir ego ve yüzüme az patlamadı. Ne olursa olsun insanın kadın erkek ilişkisinde de, meslekte de şımartılma duygusu çok güzel bir duygu. Şımartılmaktan da şımartmaktan da hoşlanıyorum. Ama en büyük zorluğum dört tane e-mail alan köşeyazarlarının kaprisleri oldu. Alın size ego! Onlara hep anlatmaya çalıştım, biz aslında hiçbir şey değiliz, burada bulunduğumuz yerlerle var olan insanlarız. Geçenlerde Ahmet Hakan bir yazısında yazdı, artık köşe yazarlığının da reytingi var, ölçülebiliyor diyor. Buna katılıyorum ve Türkiye’de önümüzdeki dönemde köşe yazarı sayısının azalacağını düşünüyorum. Bir köşe yazarının farklı olması lazım.

‘Provoke etmeye bayılırım’

– Popüler olmayı seviyorsunuz değil mi?

– Kim sevmez ki? Ama ben Hürriyet gazetesiyle popüler olmadım, öğretim üyesiyken 250 tane satan Oluşum dergisine yazı yazardım, Enis Batur’la ‘Yazı’ diye bir dergi çıkardık. Dergi 1500 tane sattı diye üzüldük. Çok popüler bir şey yaptık herhalde ondan böyle çok sattı falan diye. Marjinal bir şey yapmak istiyorduk yani dergimizi Türkiye’de en fazla 100 kişi okumalı falan diye bakıyorduk. O kadar da manyakça bir marjinal kafamız vardı. O zamanlarda da çok tartışılıyordum.

– Yazılarınızla sık sık provoke ediyorsunuz desem’

– Allah vergisi bu bende ve buna da bayılıyorum derim. Çünkü toplumlarda gerçek tartışmaların provokasyonla başladığını düşünüyorum. Zihni dürtüyor, bam teline basmak hani’ Koyun olmazsın, düşünmeye başlarsın, otomatik olarak başlarsın yani’

– Siyasete atılmayı hiç düşündünüz mü?

– Allah yazdıysa bozsun! Siyaset beni hiç ama hiç ilgilendirmiyor. Siyaset yazısından kazanıyorum paramı ama sevmiyorum. Böyle dediğimde maymunluk yapıyorsun, oynuyorsun diyorlar. Yolda insanlar soruyorlar sen bilirsin mutlaka diyorlar falan. Bilmiyorum, sizden daha fazla bildiğim bir şey yok sadece mesleki tecrübelerimden dolayı kendime ait bir yorumlama biçimim var diyorum. Siyaseti bildiğine inanan insanların da pek fazla bir şey bilmediklerini bu meslekte gördük yani. Siyasetten anlıyorum diyenden kork! Herkes sallıyor bir şeyler.

‘Emin Çölaşan da melek değil’

– Emin Çölaşan ile üç söyleşi yaptım, kendisiyle sizin hakkınızda da konuştum, burada da yayımladık. Bu söyleşide konunun diğer tarafı olan size de sormak isterim’ Şimdi de ben provoke ediyorum gibi oldu ama’

– Yok sor tabii de ben Emin Çölaşan ile ilgili hiçbir yerde konuşmadım, hayatımın sonuna kadar da konuşmayacağım ama bu Emin Çölaşan’a hak verdiğim anlamına gelmiyor. Emin düzgün davranmadı, sadece bunu söylemek istiyorum. Şimdi Aydın Doğan da hatıralarını yazıyor ve o da bana kızıyor, ‘Beni 2.5 yıl oyaladın yoksa 2.5 yıl önce çıkaracaktım Emin’i’ diyor. Ben bir yöneticiydim burada ve yönetici olarak yapmam gerekeni yaptım. Kitabı doğru, tarafsız okuyan herkes oradaki rolümün ne olduğunu gayet iyi değerlendirdi. Bir kere Emin’in yazdıklarının aleyhime değil lehime olduğunu düşünüyorum.

– Herkesin kendine göre haklı olduğu taraflar vardır durumu mu?

– Kimse tek başına haklı olamaz, sadece benim için mi geçerli bu? Emin de Allah değil yani Emin de bir melek değil.

– Hatıralarınızı yazacak mısınız?

– Hayır yazmayacağım. Türkiye’de yazılan hatıraları okuduktan sonra hatıra yazmamaya karar verdim. Hepimiz her şeyi kendi oturduğumuz yerden görüyoruz, kendi dünyamızdan bakıyoruz ve haklı görüyoruz kendimizi. O nedenle hatıra yazmak insanlara haksızlık etmek anlamına geliyor. Ama şöyle bir şey düşünüyordum: Özal’a en yakın gazeteci bendim, yüzlerce defa baş başa kaldık ve çok şeyler konuştuk. Özal da öldü gitti, yanımızda da kimse yoktu. Özal bana şunu dedi, bunu dedi, şunları yapmayı planlıyordu falan diye kafamdan özellikle çok provokatif şeyler uydurup yazayım, bir yıl sonra da çıkıp bunların hepsini uydurdum diyeyim diye düşündüm. Bunu sırf hatıra yazanlarla dalga geçmek için yapmak istiyordum. Ama okuyucuyu aldatmak olur, en iyisi yapmamak deyip vazgeçtim.

– Yine bir okur ve gazeteci olarak benim gibi düşünenlerin takıldığı bir konu var. Hürriyet’in başından çekilmeniz olayına kadar son iki yılda özellikle yazılarınızda gerek hükümete, gerek topluma seslenirken itidalli gittiniz. Germemeye çalışarak çoğu zaman sinir bozucu derecede sakin sularda seyreden yazılar yazdınız. Özellikle Aydın Doğan’a taarruza geçtiklerindeki kimi yazılarınız geri adım atarcasına algılandı. Ama eninde sonunda hükümetin yaptıkları malum, derken Hürriyet’in başından çekildiniz. Hem bunu anlatın istiyorum hem de nasıl tepkiler aldınız, hani sırt sıvazlayanlar mı oldu, neler oldu?

– Önce şunu söyleyeyim çok etkilenmedim çünkü beş yıldan beri zaten ayrılmak istiyordum. Sedat Ergin gelecekti benim yerime fakat Sedat Milliyet’in başına gitti falan. 20 yıl bir yerde oturduğunuz zaman altınızdan gelen insanların yolunu da tıkıyorsunuz ister istemez. Koltuğuma hiçbir zaman yapışmadım. Kaldı ki ayrıldıktan sonra da tartışma ortamından çekilmedim yani. Çok daha rahat konuşuyorum, tartışıyorum, yazıyorum, bağlayıcı değil artık yöneticiliğim. Sizin dediğiniz o itidalli olayı falan o bağlayıcılıktan, o zamanki konumumun getirdiği sorumluluktan kaynaklanıyordu asıl. Bir de hayatta yapmak istediğim şeyler vardı. Yemen’e gitmek istiyorum mesela, beş yıldır Yemen de Yemen diyordum. Çölün ortasındaki Şibam şehrine gidip orada bir vecd içerisinde çölde yaşamak istiyorum bir süre. Ayrılmak istiyordum ve bir türlü olmuyordu sonunda bu noktaya geldi ve ayrıldım yani o kadar büyük bir şey değil, altında böyle komplo teorileri falan yok.

– Aydın Doğan istedi mecbur kaldı ayrıldı denildi’

– Aydın Doğan bu gazetenin sahibi, istediği zaman göreve getirir istediği zaman görevden alır. Aydın Doğan ile ilişkilerimde hiçbir değişiklik yok. 10 gündür beraber tatildeydim Aydın Bey ile. Bana bir patronun yapacağının fevkini hâlâ yapan bir insan. Onun ötesinde bana hem ağabeylik hem dostluk gösteren bir insan. Kaldı ki bu işin Aydın Doğan ile bir ilgisi yok.

Nasıl karşılandı konusuna gelince, ayrıldıktan sonra üç ay içerisinde 16 üniversite gezdim. 20 yıl boyunca hiçbir üniversiteye gitmedim, bir tane panele katılmıştım o kadar. Seni taşlarlar, kovalarlar, bir şeyler olur aman gitme diyenler oldu.

16 üniversitede konuşma yaptım, hepsinin dijital kayıtları var. Pamukkale Üniversitesi’nde benden üç gün sonra Enerji Bakanı’nı konuşturmadılar. Üniversitelerden alkışlarla ayrıldım. Gittiğim her yerde şu anda insanlar bana çok daha iyi davranıyorlar. Kitabımla ilgili de çok güzel tepkiler alıyorum. Ben kötü bir insan değilim sonuçta ve birdenbire ermedim yani. (gülerek) İnsanlar hep, sizi yanlış tanıyormuşuz diyorlar. Herkes için geçerlidir bu. Dünyanın hiçbir yerinde gücü temsil eden insanlar sevilmez, hedeftedirler.

– Bu hedefte olma konusunda Kardak olayı mesela tepe noktalardan biriydi’

– Rezalet yani’ Beni savaş çıkartmakla suçluyorlar, hadi ordan! Peki, kardeşim Mavi Marmara gemisinde 9 tane insan öldü, niye onlardan bir tanesini hiç suçlamıyorsun savaş çıkartmaya, bilmem ne yapmaya çalışmakla? Bana sorarsanız Kardak kocaman bir şaka. Kardak meselesini hayatımda hiç ciddiye almadım. Komedi’

Bir ay biz Kardak’la ilgili haber yapmadık, niye biliyor musunuz? Yunanistan haberleri sıkıcıdır yapmayın dedim. Fatih de (Altaylı) yazmış yok savaş çıkar demiş de bilmem ne. Fatih o sabah toplantısında yoktu bir kere. Sabah toplantısını yazdık biz, haber yoktu, ya bu Kardak’ta ne oldu falan dedik, ertesi sabah baktık Milliyet Kardak diye bir resim yayınlamış. Kimse Milliyet’in koyduğu resmi konuşmuyor. Bizden bir gün önce Milliyet’te çıktı.

Biz de haber ajansıyla, bizim Uğur Cebeci ile ‘yuh be, Milliyet gitmiş siz gidemediniz’ diye dalga geçtik. Biraz sonra Uğur gelip ‘Helikopterlerimiz şu anda Kardak’a iniyor, Milliyet yanlış adaya inmiş’ dedi’ (gülüyoruz) Biz sevindik bunun üzerine.

Kimseye bayrak dikin diye talimat falan vermedim, Cesur Sert orada gidin sorun. Cesur giderken bayrak koymuş. Şimdi o fotoğrafı kim yayınlamaz Allah aşkına? Ve biz adayı bizim adamız diye biliyoruz, Dışişleri ada bizim diyor. Tutturdular sen savaş çıkarmak istiyorsun diye.

Yahu deprem sırasında Rumca manşeti ben attım ‘Teşekkürler Komşu’ diye. Türkiye ile Yunanistan arasındaki ilişkilerin gelişmesini o sağladı, insaf! Daha geçenlerde TaNea gazetesi benden Sümela Manastırının ibadete açılması dolayısıyla makale istedi ve tam sayfa yayınladılar. Ben mi savaş çıkarmaya çalışıyorum? Yapmasınlar..

Mavi Marmara’da 9 insan öldü. Resmen göz göre göre gittiler, alın Libya gemisi gitmiyor işte, döndü. Libyalılar bizden daha mı korkak yani. Mavi Marmara’nın yaptığını niye kimse sorgulamıyor? Beni savaş çıkartmaya çalışmakla suçlayan insanlar ‘Türk jetleri niye kalkmadı’ diye yazılar yazdılar.

– İsrail hükümetinin tavrını da desteklemiyoruz öte yandan’

– Bugün içinde vicdan duygusu olan bir insanın İsrail yönetimini desteklemesi mümkün değil. İsrail artık sadece dünyada ve ülkesindeki Yahudilere zarar vermiyor aynı zamanda bizimki gibi ülkelerdeki bizim gibi insanlara da zarar vermeye başladı. Fikrimizi rahatça söyleyemez olduk.

Türkiye bir Meclis Komisyonu kurup Mavi Marmara olayını kendisi incelemelidir. Türk hükümetini çok eleştiriyorum, bu kadar riskli bir işi yaptırtmamalıydı. Hiç palavra atmasınlar şöyle oldu da böyle oldu da diye. Mavi Marmara Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük skandallarından, en sorumsuzca eylemlerinden biridir. Skandalın daniskasıdır. 9 insan hayatını kaybetti, 50’ye yakın insan yaralandı ve Mavi Marmara hiçbir şeye hizmet etmedi. Gazze halkına da hizmet etmedi. Barışçı Arap hükümetlerinin de işini zorlaştırdı. Elbette İsrail’i de eşit derecede suçlu görüyorum. 9 insanı öldürmek ne demek? İkisi de birbirinden beter.

– Kendinizi gazeteci olmanıza rağmen hiç yeterince ifade edemediğinizi düşündünüz mü?

– Bütün hayatım boyunca.

– ‘Kürtlerle beraber yaşamak zorunda mıyız’ yazınız’ Çekilmedik taraf kalmadı mesela?

– Kürtlerle beraber yaşamalıyız diye yazdım o yazıyı. Bir üst cümleye bakmadılar hiç, Türklerin de Kürtlerin de menfaatine olan şey birlikte yaşamaktır diyorum. Kalktılar ırkçı dediler, Miloseviç dediler, Hitler dediler’ Demediklerini bırakmadılar. Ne alakası var Allah aşkına Hitler ile? Yahudiler PKK kurup, Almanlara saldırıp öldürdüler mi yani. Hitler durup dururken Yahudileri katletmeye başladı. Miloseviç örneği de aynı şekilde akıl almazcadır.

Bu sabah yine 6 şehit vardı şimdi ben, bir kızı Kırklareli’nde diğeri Şırnak’ta yaşayan Hasip Kaplan’dan üniter devlet için, o askerlerimiz için bir açıklama bekliyorum. Bu olay dolayısıyla köşe yazarlarının halktan çok kopuk olduğunu daha bir iyi anladım. Türkiye’de kendine liberal diyen yazarların hepsi pes dedirtecek denli halktan kopuk.

Liberal zulüm dönemi

– Demokrasinin geleceğini nasıl görüyorsunuz?

– Berbat görüyorum. Bence Türkiye’deki demokrasinin başındaki en büyük tehlike şu anda demokrasinin tarifini yapma yetkisini sadece kendinde gören insanların yarattığı zulüm ortamıdır. Türkiye’de liberal bir zulüm dönemi yaşıyoruz. Ergenekon davasında yapılan hataları eleştirdiğiniz anda Ergenekoncu, darbeci, postal yalayıcısı diye damgalanıyorsunuz.

Bu insanlar, siyasiler de liberaller de yıllarca Emin Çölaşan’dan şikâyet ettiler, hepsi Emin’den çok daha beter insanlar oldular. Şu anda liberal geçinen insanlara bakıyorum Emin Çölaşan bunların yanında mumla aranacak insan.

Demokrasilerin artık bir tek temel görevi var; çoğunluk diktatörlüklerini önleyici, şahsi diktatörlük heveslerini önleyici mekanizmaları oluşturmak. Yüzde 51’i aldığı zaman kendisini milli iradenin tek temsilcisi görüyor. Ben de o zaman yazdım, BDP de milli irade, onun da var temsili.

– Sonraki kitabınız için birkaç ipucu’

– Biraz Türkiye’nin ezberini bozacak bir kitap olacak, gelecekle ilgili. Türkiye’nin başına neler gelebilir biraz bunu anlatan bir kitap olacak.

gamzeakdemircumhuriyet.com.tr

Tuhaf/ Ertuğrul Özkök/ Doğan Kitap/ 244 s.