Biraz daha gerçek bir komedinin peşindeyim

Gülse Birsel’in beşinci kitabı ‘Yazlık’ yayımlandı. Kolay okunur, keyifli ve hicivli bir yaz okuması bu kitap. Birsel’in her nefesi mizahla dolu olsa da gelecekte bir gün dramatik bir şeyler yazacağını söylüyor. Şimdi yeni dizi projesi için demleniyor. Büyük ihtimalle yeni bir ‘İstanbul’ hikâyesi ile dönecek.

Ali Deniz Uslu

Gülse Birsel’in yeni kitabının adı “Yazlık”. Bu Birsel’in, “Gayet Ciddiyim”, “Hâlâ Ciddiyim”, “Yolculuk Nereye Hemşerim?” ve “Velev ki Ciddiyim!”den sonra beşinci kitabı. Birsel şanslı biri, çünkü sevdiği işi büyük heyecanla ve keyifle yapıyor. “Üstüne para vereceği bu işten de para kazanıyor.” Sonra, zamanı iyi kullanıyor. Gazetecilikten dergiciliğe, televizyon programcılığından altı sezon yayımlanan Avrupa Yakası’nın senarist oyunculuğuna kadar onda yok yok. Ama yaptıklarını “yazmak ve oynamak” ortak paydasında topluyor. Her nefesinde mizah olsa da belki bir gün dramatik bir şeyler yazabileceğini düşünüyor.

– İşini severek yapmak bu ülke için biraz lüks gibi. Herkes sevdiğini söylese de içten içe sahip olmadığına imrenir ya insan.. Ama sizde bu durum yok gibi?

Valla ben bayılıyorum yaptığım işe. Yapımcılar bunu duymasaydı iyiydi ama neredeyse üzerine para veririm!

– Gazeteci, senarist, yazar, oyuncu… Bu liste uzar gider. Yetinmemek mi doymamak mı, nedir hikâyeniz?

Aslında iki başlık altında toplayabiliriz; yazmak ve oynamak. Gazetecilik yapmasaydım senarist olamazdım gibi geliyor bana. Kalemin egzersizli, kondisyonlu olması önemli.

– Yazmayı seviyorsunuz tamam da editörlük günlerinizi özlüyor musunuz?

Özlediğim zamanlar var. Mesela moda haftaları, editörlerin beraber gittiği yurtdışı geziler, dergi biterken son gün sabahlaması… Kapak seçmek… Matbaadan sıcak sıcak gelen dergiyi ekiple birlikte karıştırmak… Hâlâ çok zevkli bir iş olduğunu düşünüyorum. O zamanlar “Tamam mesleğimi buldum, harika” diyordum ama şimdi yaptığım daha da zevkli.

– Mizahsız iş yapmaz mısınız?

Valla yaptığım dergilerde bile vardı mizah. Moda çekimlerinin başlığında bazen ayarı kaçırdığımız, laubalileştiğimiz, modayı hicveden spotlar yazdığımız oluyordu. Mizahsız iş yapabilirim tabii. Ne bileyim dramatik bir film yazarım belki bir gün. Ama yakın zamanda böyle bir planım yok.

– Avrupa Yakası gibi kült bir diziden sonra yeni bir işe başlamak sizi korkutmuyor mu?

İnceden sinsi sinsi korkutuyor ama yüz vermiyorum! Artık daha tecrübeli bir senaristim, ona güveniyorum. Avrupa Yakası’nın en başında, hikâyelerden cast seçimine, her konuda çok el yordamıyla gittim. Şimdi ne istediğimi daha iyi biliyorum. Aslında korktuğum, seyircinin alışkanlığı. “Ay bu da çok komik ama biz altı yıl Avrupa Yakası seyrettik, ille de o” derlerse o konuda yapacak bir şey yok. Ama yeni işe de kısa zamanda ısınacaklarını biliyorum.

– Nedir yeni dizinin içeriği? Nasıl bir farklılık yaratacak, kurguladığınız farklılıklar neler olacak?

Biraz daha gerçek bir komedinin peşindeyim. Dekorundan müziğine, daha fazla titizleneceğiz. İçerikten çok bahsedemem, daha karakterleri yazma aşamasındayım. Ama yine İstanbul’da geçecek bir hikâye.

– Oyuncu kadrosu da bir proje için çok önemli. Siz kadroyu kurarken neye özen gösteriyorsunuz, bizzat bu süreçte etkin misiniz? Bu yeni dizinin kadrosunda kimler olsun istiyorsunuz?

En iyi oyuncu, o role en uygun oyuncudur her zaman. Önce karakterleri yaratıp, o karakterde en inandırıcı performansı çıkaracak oyuncuları seçmeye çalışacağım. Ünlü isimler de olacak, genç oyuncular da.

 

Sevilme arzusu yorucu

– Yeni bir de kitap çıkardınız; “Yazlık”. Yaz hepimiz için bir kurtuluş, terapi, can simidi. Pink Floyd yorumcusu Serdar Ortaç’ın bir dizesindeki gibi “hayat bizi neden bu kadar yoruyor?”

Sevilme arzumuz var, onun için hayat bu kadar yoruyor. Serdar Ortaç’ın şahane Pink Floyd çabası da o sevilme arzusundan, benim demin anlattığım ince, sinsi, “Yeni dizi eskisi kadar beğenilir mi” korkusu da ondan, sizin bu röportajın sorularını hazırlarken döktüğünüz ter de ondan… Yazın içimiz de dışımız da daha çok ısınıyor, daha gevşek, daha gevrek geçiyor günler. Daha az yarış, daha az rekabet var yazın. Belki ondandır.

– Ben eskiden “tatil ve yaz” dedin mi, yeni yerler göreyim, gezeyim, tarihi mekânlarda huzur bulayım falan istiyordum ama son beş yıldır deniz kenarında üzgünüm ama “malak” gibi yatmak istiyorum. Sizde oldu mu böyle derin bir değişim? Nasıl tanımlarsınız yazı ve tatili? Nasıl tanımlamak gerektiğini düşünürsünüz?

Ben tatilin her türünü severim, yeter ki tatil olsun, bir de yeterince çalışılıp hak edilmiş tatil olsun. Bir tek dağ tatilini sevmem, üşümek istemiyorum, kayak yapmıyorum, manası yok. Diğer tatiller, yurtiçi, yurtdışı, kültür turizmi, değişebilir ama her yaz birkaç hafta deniz kenarı şart. O iyota ihtiyacım var.

– Kitabınız bölüm bölüm mü geldi, indi size yoksa belli bir plan dahilinde mi yazdınız? Zira kendi içinde bir bütünlüğü var.

Bir kısmı zaman içinde, bir kısmı da kitap fikri ortaya çıktıktan sonra, kısa zamanda kitaba özel yazıldı. Sonra baktım belli başlı başlıklarda toplanmışlar bana bakıyorlar!

 

Karakterlerimin hepsi bizden

– Hicvi biliyor ve seviyorsunuz. Uslu, sakin değil metinleriniz. Lafı koyuyor ama yorucu mesaj kaygınız yok. Nasıl? Doğru bir tanımlama yapabilmiş miyim?

Güzel bir şey söylediniz bana, teşekkür ederim. İyi geliyor kulağa, bence de öyle! Vay be lafı da inceden koyuyormuşum, hoşuma gitti, etkilendim kendimden şu anda!

– Kitap’ta “Issız Adaya Düşseniz, yanınıza alacağınız en lezzetli üç arkadaşınız kimlerdi” isimli yazı beni benden aldı. Nasıl bir ruh haliyle yazıyorsunuz? Karşınızdaki ile konuşur gibi, diğer diyaloğa giriyor metinleriniz.

Geceleri beynin muhabbeti gündüzden daha eğlenceli oluyor. Kendi akışına bırakıyorum, çenesi açılınca ben sadece tuşlara basıyorum. Aslında herkesin aklına gelen şeyler bunlar ama benim farkım oturup yazmak galiba!

– Avrupa Yakası döneminde, 90 dakikalık diziyi yazıyor, dizide oynuyor ve toplumun farklı kesitlerinden tespitleri yakalayıp günceli atlamadan üretiyordunuz. Hal böyle olunca, insanın sorası geliyor. Nasıl yetişiyorsunuz, nasıl gözlemliyor, nasıl biriktiriyorsunuz?

O karakterlerin hepsinden az az hepimizde var. Yer yer tanıdığınız insanlardan da esintiler oluyor, sokakta gördüğünüz birinden, yaşadığınız bir maceradan… Gündemden uzak kalmak, bence takip etmekten daha zor.

 

Kitaptan

Yazlıkçı kimdir, tatilci kime denir…

Yazlıkçılıkla tatilcilik aynı şey değildir. Tatilci acele eder, yazlıkçı gevşektir. Tatilci sabahtan akşama kadar güneş kremi, beta karoten hapları, zeytinyağı, koka kola, kakao yağı gibi hızlandırıcılarla başka bir ırka aitmiş gibi görünmeye çabalar, yazlıkçı kitap okur. Tatilci sabahtan akşama kadar mayoyla dolaşır, geceleri gezer tozar. Yazlıkçı sabahtan tişörtünü, şortunu giyer, sallana sallana kahve içer, gazetesini okur. Akşam televizyon seyreder, sessiz film oynar, uyur… Tatilci bulunduğu sıcak iklim beldesinin bütün özelliklerini sınırlı zamanda yaşayabilmek için plan program yapar. Bütün plajlara gider, yeni açılan yerlere takılır, yerel yemeklerden tadar, koşturur durur.

Yazlıkçı balkonunda mangal yapıp, esneye esneye salıncakta sallanır. Tatilci zamana karşı yarışmaktadır, yazlıkçı ise zaman öldürmektedir.

Issız adaya düşseniz…

“Issız bir adaya düşseniz yanınıza alacağınız üç şey,” geyiğine hep hazırlıklı cevap veririm: “Deniz motoru, su, kıtalarararsı cep telefonu!” Bitti. Rasyonel insanım. Gelmiş geçmiş en kral magazin gazatecisi sorusunu bir kaç yıl önce duymuştum: “Issız bir adada aç kalsanız arkadaşınızı yer miydiniz?” Bir kere bu sorunun cevabı, başka bir sorudur: Arkadaşlarımdan hangisini? Çünkü burada bazı kriterler var: Kilo durumu, yaş, cinsiyet, aramızdaki manevi ilişkinin boyutu, onun bu işe ne kadar gönüllü olduğu… Mesela bazı tipler vardır, arkadaşlık ilişkisinde illa her şeyin karşılığı olsun isterler. Her şey illa sırayla olacak: “Geçen sefer ben seni aldım evden, bu sefer sen beni al. Ben seni iki defa aradım, sen beni bir defa aradın. Son öğle yemeğini ben ısmarladım, bunu sen ısmarla,” gibi. İşte bu son verdiğim örnek var ya, o örnek ıssız adada, birbirimizi yemek üzereyken benim işime gelmez. Bugün benim kolumu yiyelim, yarın seninkini yeriz, olmaz! Her zaman bir tarafın ötekine göre daha fedakâr, daha verici, daha alttan alıcı olması gerekir ki, ilişkiler yürüsün değil mi efendim? Benim dostluktan anladığım budur!