Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

"Fuat BEŞKARDEŞ" tarafından yazılmış yazıları görüntülüyorsunuz

 
 
PSİKİYATRİ HEKİMİNİN VE PSİKİYATRİNİN KİMLİĞİ
 
Basın yayın organlarında eşcinsellik konusunda yaşanan tartışmalar ile ilgili olarak Sağlık Bakanı Prof. Dr. Recep Akdağ’ın bir soru üzerine basına yaptığıO zaman bu işi yine psikiyatri derneklerine, psikiyatristlere, bilim adamlarına sormak lazım.”  yönündeki açıklaması derneğimiz tarafından olumlu karşılanmıştır. Bu açıklama ruh sağlığı alanı ile ilgili konularda kime danışılacağı ve ruh sağlığı sorunu olan kişilerin de öncelikle kime başvuracağı konusunu gündeme getirmesi açısından önemlidir. Öte yandan ülkemizde hekimlik yetkisi olmayan dolayısı ile psikiyatrik hastalıklara tanı koyma ve tedavi etme yeterliliği ve ehliyeti olmayan çeşitli meslek gruplarına üye birçok kişi istenmeyen sonuçlar doğuracak tanı ve tedavi uygulamalarına girişmekte, bu durum halk sağlığını tehdit etmektedir. Konu ile ilgili yasal düzenlemeler olmasına karşın yetersiz denetim, kimi basın yayın kuruluşlarının bu kişi ve kurumları sorumlu yayıncılık anlayışı ile bağdaşmadığını düşündüğümüz programlarla kamuoyuna tanıtmaları sorunun boyutlarını daha da büyütmektedir. Türkiye Psikiyatri Derneği bu konuda basını ve kamuoyunu bilgilendirme sorumluluğu hissetmektedir.
Ülkemizde, toplumun birçok kesiminde ruhsal sorunlarla uğraşan meslek gruplarının tanımlaması yeterince bilinmemektedir. Örneğin sıklıkla psikolog yada psikiyatrist kavramları aynı anlamda kullanılmaktadı r. Bu kullanım ile aslında aldıkları eğitim olarak çok farklı olan iki grup birbirine karıştırılmaktır. Ruh sağlığı ile ilgili sorun yaşayan kişiler nereye başvuracakları konusunda da kararsızlık yaşamaktadır. Ruh sağlığı hizmeti bir ekip çalışması içerisinde yürütülmelidir. Ruh sağlığı alanında çalışan kişiler şöyle sıralanabilir:
 
1.            Psikiyatri hekimi
2.            Pratisyen hekim/Aile hekimi
3.            Psikolog/Klinik Psikolog
4.            Psikiyatri hemşiresi
5.            Sosyal hizmet uzmanı
6.            Psikolojik Danışmanlar
 
Psikiyatri hekimi
Ruhsal rahatsızlıkları n tanınması, önlenmesi, tedavi edilmesi ve rehabilitasyonunda çalışan tıp fakültesi mezunu, psikiyatri uzmanlık eğitimini tamamlamış hekimdir. Psikiyatri hekimi, 6 yıllık Tıp fakültesinden mezun olmuş ve ondan sonra 4 yıl psikiyatri ihtisası yapmış uzman hekimdir. Aldığı tıp eğitimiyle insanın hem genel hastalıkları hakkında bilgi sahibi olan hem de ruhsal yapısını tanımlama ve gerektiğinde tedavi etme yetki, bilgi ve donanımına sahip olan kişidir.  Psikiyatri hekimi klinik karar verici olarak ruh sağlığı ekibi içinde koordinasyonu sağlamaktadır. Psikiyatrik hizmetin kaliteli olarak verilebilmesi için başvuru, değerlendirme, tedavi, diğer birimlere yönlendirme ve tedaviyi sonlandırma, rehabilitasyon aşamaları tanımlanmıştır. Hastaya uygulanacak tedavinin planlanması ve yürütülen tedavinin değerlendirilmesi tamamıyla psikiyatri hekiminin sorumluluğundadır. Ruhsal sorunlarla ilgili her türlü teşhisi koymak, tedaviyi planlamak, ilaç ve diğer tedavi yöntemlerinin yanı sıra, uygun görülen psikoterapiyi uygulamak da tamamen psikiyatri uzmanlarının sorumluluğu ve yetkisi içindedir. Başka hiçbir meslek grubunun, bu uygulamaları bağımsız olarak yapma yetkisi yoktur. TC Yasaları ile de bu yetki sadece psikiyatri hekimlerine verilmiştir.
 
Pratisyen Hekim/Aile Hekimleri
Ruhsal yakınmalarda sıklıkla ilk başvurulan kişidir. Birinci basamak hekimi olarak ruhsal durum değerlendirmesinin başlangıç aşamalarını yerine getirebilir, sık karşılaşılan bazı ruhsal hastalıkların ilk basamak tedavilerini yapabilir , gerektiğinde daha ileri tedaviler için psikiyatri hekimine sevk eder.
Pratisyen Hekim 6 yıllık standart tıp eğitimi almış hekimdir. Aile hekimi 6 yıllık standart tıp eğitiminin üzerine 3 yıl aile hekimliği ihtisası yapmış uzman hekimdir. Dünya Sağlık Örgütü’nün tanımladığı çağdaş ilkelere göre toplumda yaygın olarak görülen ruh sağlığı bozukluklarını n tedavisinde birinci basamak sağlık sisteminin güçlendirilmesi, başta koruyucu ruh sağlığı uygulamaları olmak üzere birinci basamak hekiminin yetkinliğinin arttırılması istenmekte ve önerilmektedir.
 
Psikolog/Klinik Psikolog
Fen-Edebiyat fakültelerinde sosyal bilimlerin bir dalı olan  psikoloji bölümünden 4 yıllık eğitim sonucunda mezun olmuş kişilere psikolog denilmektedir. Psikologlar ancak bu lisans eğitimleri üzerine klinik psikoloji konusunda yüksek lisans yaptıkları takdirde klinik psikolog olmaktadırlar. Psikolog/klinik psikolog ruh sağlığı ekibi içerisinde önemli bir yere sahiptir.
Psikologlar olağan koşullarda psikiyatri hekimi ile birlikte çalışırlar, gerekli psikometrik testleri hastalara uygularlar ve sonuçta psikiyatri hekiminin tanı koymasına ve tedavi etmesine yardımcı olurlar. Ayrıca rehabilitasyon çalışmaları, terapötik ortamın düzenlenmesi, ruh sağlığının uzun dönemli korunmasında destek verme gibi konularda çalışırlar. Psikologların tek başlarına tanı koyma ve tedavi etme yetkisi yoktur. Ancak klinik psikologlar özel eğitimlerden geçerek belirli terapi yöntemleri konusunda yetkinlik kazandıklarında şu andaki mevcut yasal düzenlemelere göre psikiyatri hekimi sorumluluğunda, onun önerisi ve yönlendirmesiyle psikoterapi yapabilirler. Klinik psikologlar da psikologlar gibi ruhsal hastalıklara tanı koyamaz ve ilaç tedavisi öneremezler.
 
 
Psikiyatri hemşiresi
Standart hemşirelik lisans eğitiminin üzerine psikiyatri hemşireliği yüksek lisansı yaparak uzmanlaşmış hemşirelerdir. Birinci basamak sağlık kuruluşlarında ve psikiyatri birimlerinde çalışırlar.
Danışmanlık verme, rehabilitasyon çalışmaları, terapötik ortamın düzenlenmesi, tavsiyelerde bulunma, ruh sağlığının uzun dönemli korunmasında destek verme ve hekimin önerdiği medikal tedavileri uygulama görevlerini yerine getirirler.
 
Sosyal Hizmet Uzmanı
Ruh Sağlığı alanında hizmet vermek için özel eğitim almış sosyal hizmet uzmanıdır. Hastalara sosyal yaşamın düzenlenmesi, özlük hakları, barınma, gündelik yaşam, eğitim alanlarında destek olurlar.
 
Psikolojik Danışmanlar
Kişilere günlük yaşam sorunlarıyla daha iyi başa çıkmalarını sağlamaları için danışmanlık hizmeti verirler. Birinci basamak sağlık kuruluşlarında aile hekimi, psikiyatri birimlerinde psikiyatrist denetiminde çalışırlar.
 
Ruh sağlığı ile ilgili her türlü konuda ilk başvurulacak kişi Psikiyatri hekimi olmalıdır. Ruh sağlığı ekibinin koordinatörü olarak, psikiyatri hekimi gerekli gördüğü durumlarda diğer ruh sağlığı çalışanlarına sizi yönlendirecektir.
 
Yukarıda sıralanan meslek grupları dışında kalan “yaşam koçu, NLP vb.” gibi alanlarda çalışanlar ruh sağlığı ekibi içerisinde yer almamaktadırlar.
 
Psikiyatri bir tıp dalıdır. Yine bir tıp dalı olan Nöroloji; epilepsi (sara), serebrovasküler olay (damarsal olaylara bağlı felç), parkinsonizm ve istemsiz hareketler, baş ağrıları, multipl skleroz, kas hastalıkları gibi alanlarda hizmet verir. Psikiyatrinin ilgi alanları ise genel olarak:
 
Depresyon
Anksiyete (Kaygı) bozukluğu
         Panik bozukluk
         Yaygın anksiyete bozukluğu
         Obsesif kompulsif bozukluk
         Sosyal Fobi
         Travma sonrası stres bozukluğu
İki uçlu bozukluk
(Manik depresif bozukluk, Bipolar bozukluk)
Şizofreni
Alkol-madde bağımlılığı
Cinsel işlev bozuklukları
Kişilik bozuklukları
Yeme bozuklukları
Histeri-konversiyon
Hipokondriazis
Tikler
Yaşlılık psikiyatrisi- demans (bunama)
Uzun süren yas
Dürtü kontrol bozuklukları gibi alanlardır.
 
Bir diğer tıp dalı olan Çocuk ve Ergen Psikiyatri ise çocukluk ve ergenlik döneminde görülen psikiyatrik hastalıklar ve ruhsal değerlendirme ve tedaviler ile ilgilenir. Çocuk ve ergen psikiyatri hekimi de psikiyatri hekimine benzer şekilde 6 yıllık tıp fakültesi eğitiminden sonra çocuk ve ergen psikiyatrisi uzmanlık eğitimi almış uzman hekimdir. İlgi alanları genel olarak;
 
Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu
Altını ıslatma
Çocukluk çağı ruhsal  sorunları
Ergenlik sorunları, Ergenlik dönemi ruhsal sorunları
Yaygın Gelişimsel Bozukluklar (Otizm vb.) gibi alanlardır.
 
Ruh ve beden sağlığınız bir bütündür. Pek çok ruhsal belirti bedensel bir hastalığa, pek çok bedensel belirti de ruhsal bir hastalığa işaret edebilir. Bedensel rahatsızlıklar gibi ruhsal rahatsızlıkları n tanısı da sadece hekimler tarafindan konulabilir ve tedavisi hekim tarafından ya da hekim kontrolu altında yapılabilir. Psikiyatri uzmanları her türlü psikiyatrik uygulamaya ilişkin temel bilgi, beceri ve donanıma sahiptir. İleri uzmanlık incelemesi, araştırma ya da tedavi-müdahale gerektiren durumları ayırdedip, gerekli önlemleri alarak yönlendirme yapabilir. Her türlü ruhsal sorun ve yakınmanın öncelikle tıp eğitimi almış hekimlerce değerlendirilmesi gerekir, uygulanacak tedavi şekline sizinle birlikte sadece hekiminiz karar verebilir. Ruhsal rahatsızlıkları n çoğu  ilaç tedavisi gibi biyolojik tedaviler ve/veya psikoterapi yöntemleri ile başarıyla tedavi edilebilmektedir. Psikoterapi de tıbbi bir müdahaledir, ancak psikiyatri hekiminiz tarafindan veya onun yönlendirmesiyle belirli bir terapi konusunda eğitim ve yetkinliği olan bir klinik psikolog tarafından yapılabilir. Ruhsal durumunuza uygun olan tedavi şekline sizinle birlikte psikiyatri hekiminiz karar verir.
 
 
Türkiye Psikiyatri Derneği
Merkez Yönetim Kurulu
 
 
KAMUOYUNA DUYURU
Türkiye’de toplumun kaygı verici ölçüde kutuplaşmaya sürüklendiği bu süreçte BİR TOPLUM SÖZLEŞMESİ olan anayasa değişikliği için olmazsa olmaz olan ASGARİ UZLAŞMA ortamı sağlanmamıştır.
Bu durum ANAYASAL GELENEKLERE aykırı olduğu gibi tamamen iktidar partisine ilişkin ÖZNEL nedenlere dayanmaktadır.
Bu süreç KATILIMCILIK ve ÇOĞULCULUKTAN uzak ve diğer siyasi partilere, sivil toplum örgütlerine, meslek odalarına kısaca ULUSUMUZA DAYATMAYA dönüşmüştür.
Bu girişimin, Türkiye’de olağanüstü dönemler dışında İLETİŞİM ÖZGÜRLÜĞÜ, ÖZEL HAYATIN GİZLİLİĞİ ve ADİL YARGILANMA HAKKI gibi en temel hak ve güvencelerin en ağır ve sistematik biçimde ihlal edildiği bir iktidar döneminde ve bu iktidar partisi tarafından başlatılmış olması kaygıları daha da artırmaktadır.
Türkiye’de YARGI BAĞIMSIZLIĞI’NI daha da güçlendirmek yönünde öncelikli ve zorunlu olarak yapılması gereken köklü REFORMLARA GEREKSİNİM varken, salt HSYK ve ANAYASA MAHKEMESİ gibi yargının üst kurumlarında yapısal değişikliğe gitmenin bir yargı reformu olarak tanımlanması olanaksızdır.
Siyasi iktidarın özellikle son yıllarda YARGI BAĞIMSIZLIĞI, KUVVETLER AYRILIĞI ve HUKUK DEVLETİ ilkeleri ile bağdaşmayan bir tavır içinde olduğu, YARGIYI kuşattığı ve Adalet Bakanlığı’nın HSYK’nın çalışmalarını bilinçli olarak engellediği kamuoyunca endişeyle izlenmektedir.
İktidar partisince dayatılan anayasa değişikliğinin amacı, kendisine ayak bağı olarak gördüğünü ifade ettiği yüksek yargı organlarını tasfiye etmek ve İKTİDARA BAĞLI BİR YARGI yaratmaktır.
Bu yöntemle ve bu amaca yönelik olarak yapılmak istenen anayasa değişikliği, KUVVETLER AYRILIĞI, YARGI BAĞIMSIZLIĞI ve Anayasanın 2. maddesindeki cumhuriyetin değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez niteliklerinden olan HUKUK DEVLETİ İLKESİ ile bağdaşmamaktadır.
Yapılmak istenen, CUMHURİYETİN TEMEL NİTELİKLERİNİ ORTADAN KALDIRACAK VE ÜLKEYİ OTORİTER BİR YÖNETİM BİÇİMİNE GÖTÜRECEK OLAN BİR REJİM DEĞİŞİKLİĞİDİR. Eş söyleyişle DAYATILAN ANTİDEMOKRATİK UYGULAMALAR KURUMSALLAŞTIRILMAK İSTENMEKTEDİR. ANCAK BU REJİMİN ADI “DEMOKRASİ” OLMAYACAKTIR.
Siyasal İktidar, anayasa değişikliği paketi ile KUVVETLER AYRILIĞI sisteminden KUVVETLER BİRLİĞİ
sistemine geçişi amaçlamaktadır. Böylece bağımsız olması gereken YARGI, yasamanın ve yürütmenin,
dolayısıyla SİYASAL İKTİDARLARIN denetimine ve güdümüne girecek,
HUKUK DEVLETİ olma niteliği ortadan kalkacaktır.
SONUÇ OLARAK;
KATILIMCI ve ÇOĞULCU BİR SÜREÇ İÇİNDE GELİŞMEYEN, temel bir UZLAŞMAYA DAYANMAYAN
ve bu nedenle MİLLİ İRADEYİ YANSITMAYAN böyle bir anayasa değişikliğinin ve bunun bütün olarak
halkoylamasına sunulmasının, özünde yöntem olarak 12 Eylül Anayasasının hazırlanma ve kabul sürecinden
hiçbir farkı yoktur. Bu şekilde yapılmak istenen bir halkoylaması süreci; gerçek anlamda halkın görüşünün
sorulması değil, tıpkı 12 Eylül Anayasası gibi bir dayatma ve aldatmaca olacaktır.
Kısaca siyasi iktidar
ÖZGÜRLÜKLER VE HAKLAR ÜLKESİ YARATMAK İÇİN DEĞİL iktidarını daha da güçlendirmek,
YARGI ERKİNİ VESAYET ALTINA ALMAK, ANTİDEMOKRATİK VE BASKICI BİR DÜZEN KURMAK
İSTEDİĞİ İÇİN bu yönde değişiklik yapmak istemektedir. Bu değişikliğin gerçekleşmesi durumunda
ne ANAYASANIN RUHU ve ne de DEMOKRASİNİN adı kalacaktır.
BU TEHLİKELİ GİDİŞE DUR DEMEK
VE YAPILMAK İSTENENLERİN KARŞISINDA OLMAK
SAĞDUYULU VE ÜLKESİNİ SEVEN HER VATANDAŞIN GÖREVİDİR.
Kamuoyuna saygı ile duyurulur.
İSTANBUL BAROSU BAŞKANLIĞI

            BENİM  ATATÜRK’ÜM …DR. BEŞİR DOSTER
ATATÜRK diktatördü. Tartışmaya bile gerek yok. Ama öylesi bir diktatör ki halkının ilerlemesine, halkının mutluluğuna engel olan hiçbir kararın altında imzası yok.

ATATÜRK diktatördü. Ama öyle bir diktatör ki Anadolu’daki düşman işgaline karşı
yaptığı ilk iş bölgesel kongreler aracılığı ile halkıyla bütünleşmek, ardından merkezi bir otoriteyle kurtuluşu ve kuruluşu yönlendirmek için Türkiye Büyük Millet Meclisinin oluşumun sağlamak olmuştur.
ATATÜRK diktatördü. Ama öyle bir diktatör ki, kurduğu, kurdurduğu kabinelerde görev
alan bakanlar 30-35 yaşlarında idiler. Mahmut Esat, Mustafa Necati, Cemal Hüsnü, Dr. Reşit Galip gibi. Hatta genç bakanlar O’nun akşam sohbetlerine katılamadıkları ndan ötürü sitem edince ATATÜRK; “Ben size bu genç yaşınızda devleti teslim ettim, soframdakiler
hayatlarını ömür boyu bana hasreden, öl desem ölecek insanlardır” demiştir.
ATATÜRK diktatördü. Ama öyle bir diktatör ki kendisiyle konuşmaya gelen bir yabancı
gazeteciye sorar: “Sen hem diktatör olduğu için Hitler’i eleştiriyorsun, hem de diktatör olduğumu yazıp söyleyen herkese karşı beni savunuyorsun. Bu bir çelişki değil mi?” Gazetecinin cevabı ilginçtir. “Doğrudur. Hitler, devletini yıkan diktatördü, siz devlet kuran
diktatörsünüz.”
ATATÜRK diktatördü. Ama öyle bir diktatör ki Ulusal Kurtuluş Savaşına birlikte başladığı paşalar, savaşın kazanılmasından sonra O’ndan ayrıldılar, karşısına geçtiler, eleştirdiler doludizgin. Öyle ki hızlarını alamayıp siyasi parti bile kurdular, devrimi ters yüz etmek bile istediler, O’nu ortadan kaldırmak isteyenlerin girişimlerine destek oldular.
Fakat O büyük diktatör, “Arkadaşlarımın ufku, muhayyilesi kurtuluştan sonraki Cumhuriyet Türkiye’sini, çağdaş, laik Türkiye kavramını kavrayamadı. Yolları açık olsun” diyerek omuz silkti. Nitekim yıllar sonra o muhalefet hareketinin başı “İçimizdeki en büyük kumandan
O idi. O olmasaydı biz bu işi başaramazdık, fakat biz olmasaydık O işi başarır, memleketi kurtarırdı” diyecektir.
ATATÜRK yalnız adamdı. Dahilere yaraşır, dâhiyane bir yalnızlık. Ancak “Bütün özgürler gibi yalnız, bütün yalnızlar gibi özgürdü.” Sarayından ayrılmayan, köşkünden çıkmayan bir yalnızlık değildi onunki. Tersine sıkıldığında kapağı halkın arasına atardı. Öyle günü birlik gidip gelmelerle değil, günler, haftalar süren gezileri olurdu. Anadolu toprağı ile Anadolu
insanı ile buluşmak en büyük keyfi, sevinci olurdu. Kars’a gelişindeki gezisi Ağustos ayının 20’sinde başlamış, Ekim ayının ortasında bitmiştir. Kırk günü aşkın bir süre. Bıkmaz, usanmaz, yorulmazdı o gezilerinde. Halkının içinde, halkının arasında olmak en büyük mutluluğu idi.
ATATÜRK’ÜN yalnızlığı bir Namık Kemal yalnızlığıdır.  Hani o büyük vatan şairi;
“Görmeden
ölürsem millette ümit ettiğim feyzi,
Yazılsın seng-i kabrime vatan mahzun ben mahzun” demişti ya, öyle.
“Bütün ömrünü hizmetine vakfettiği” ulusunun çağdaş, uygar, mutlu, yaratıcı olmasının umudu ve beklentisi içindeki bir yalnızlık.
ATATÜRK yalnız adamdı. Çünkü o yıllarda 100 yıl sonraki Türkiye’nin resmini çizecek birileri yoktu çevresinde. O nedenle hem yalnız, hem tek adamdı.
ATATÜRK rakı da içerdi. Ama Ulusal Kurtuluş Savaşı yıllarında ve önemli ülke sorunlarının tartışıldığı günlerde ağzına içki koymamıştır. Fakat İzmir’i işgal güçlerinden 9 Eylül’de kurtarmış, 10 Eylül’de Konak’ta rakısını içmiştir. Hatta lokantanın perdeleri kapatmak isteyen garsona “Çocuk! Perdeleri aç, açık tut. Milletim beni gerçek yüzümle görsün” demiştir.
Ben o sarhoş Cumhuriyeti, böylesi mümin bir Cumhuriyete bin defa tercih ederim…

Depresyona mı girdiniz, çok sevdiğiniz bir yakınınızı mı kaybettiniz, tikiniz mi veya takıntınız mı var? Yaşamdan zevk mi alamıyorsunuz ya da cinsel sorunlar mı yaşıyorsunuz? Tanı ve tedavi için gitmeniz gereken doğru adres psikiyatrist mi, psikolog mu olmalı?

 Türkiye Psikiyatri Derneği, ruhsal sorunlarla ilgili her türlü teşhisin konulması, tedavi planlaması, uygun görülen psikoterapinin uygulanmasının tamamen psikiyatri uzmanlarının sorumluluğu ve yetkisinde olduğunu belirtirken, Türk Psikologlar Derneği bunun, mevcut yasadaki bir boşluktan kaynaklandığını ifade ediyor.

Türkiye Psikiyatri Derneği Genel Başkanı Doç. Dr. Doğan Yeşilbursa, Türkiye’de ”psikolog” ile ”psikiyatrist” kavramlarının aynı anlamda kullanıldığını ancak ikisinin eğitimlerinin farklı olduğunu söyledi. Ruh sağlığı hizmetinin, psikiyatri hekimi, pratisyen hekim/aile hekimi, psikolog/klinik psikolog, psikiyatri hemşiresi, sosyal hizmet uzmanı ve danışmanları kapsayacak şekilde bir ekip çalışması içerisinde yürütüldüğünü vurgulayan Yeşilbursa, psikiyatri uzmanının, ruhsal rahatsızlıkların tanınması, önlenmesi, tedavi edilmesi ve rehabilitasyonunda çalışan tıp fakültesi mezunu ve 4 yıllık psikiyatri ihtisasını tamamladığını belirtti.

Hastaya uygulanacak tedavinin planlanması ve yürütülen tedavinin değerlendirilmesinin tamamıyla psikiyatri hekiminin sorumluluğunda olduğunu ifade eden Yeşilbursa, ”Ruhsal sorunlarla ilgili her türlü teşhisi koymak, tedaviyi planlamak, ilaç ve diğer tedavi yöntemlerinin yanı sıra, uygun görülen psikoterapiyi uygulamak da tamamen psikiyatri uzmanlarının sorumluluğu ve yetkisi içinde yer alıyor. Başka hiçbir meslek grubunun, bu uygulamaları bağımsız olarak yapma yetkisi bulunmuyor. Yasalar ile bu yetki sadece psikiyatri hekimlerine veriliyor” dedi.

Yeşilbursa’nın verdiği bilgiye göre, ruhsal yakınmalarda sıklıkla başvurulan pratisyen hekimler ise birinci basamak hekimi olarak, ruhsal durum değerlendirmesinin başlangıç aşamalarını yerine getirebiliyor, gerektiğinde antidepresan gibi ilaçları reçete edebiliyor, uygun görürse danışmanlık ve daha ileri tedaviler için psikiyatri hekimine sevk yapabiliyor. Psikolog/Klinik Psikologlar da Fen-Edebiyat fakültelerinde sosyal bilimlerin bir dalı olan psikoloji bölümünden 4 yıllık eğitimin ardından mezun olanlardan oluşuyor ve ”psikolog” olarak tanımlanıyor. Psikologlar, lisans eğitimleri üzerine klinik psikoloji konusunda yüksek lisans yaptıkları takdirde klinik psikolog olabiliyor.

Yeşilbursa, ”Psikologlar, olağan koşullarda psikiyatri hekimi ile birlikte çalışabiliyor, gerekli psikometrik testleri hastalara uygulayabiliyor ve sonuçta psikiyatri hekiminin tanı koymasına ve tedavi etmesine yardımcı olabiliyor. Psikologların tek başlarına tanı koyma ve tedavi etme yetkisi bulunmuyor. Ancak klinik psikologlar, özel eğitimlerden geçerek belirli terapi yöntemleri konusunda yetkinlik kazandıklarında, psikiyatri hekimi sorumluluğunda, onun önerisi ve yönlendirmesiyle psikoterapi yapabiliyor. Klinik psikologlar da psikologlar gibi tanı koyamıyor ve ilaç tedavisi öneremiyor” dedi.

‘Yaşam koçu, ruh sağlığı ekibi içerisinde yer almamaktadır’

Birinci basamak sağlık kuruluşlarında ve psikiyatri birimlerinde çalışan psikiyatri hemşireleri, danışmanlık verme, rehabilitasyon çalışmaları, tavsiyelerde bulunma, ruh sağlığının uzun dönemli korunmasında destek verme ve hekimin önerdiği medikal tedavileri uygulama görevlerini yerine getiriyor. Sosyal hizmet uzmanları da hastalara sosyal yaşamın düzenlenmesi, özlük hakları, barınma, gündelik yaşam, eğitim alanlarında destek oluyor. Kişilere yaşam sorunlarıyla daha iyi başa çıkmalarını sağlamaları için danışmanlık yapan meslek grubundaki kişiler de birinci basamak sağlık kuruluşlarında aile hekimi, psikiyatri birimlerinde psikiyatrist denetiminde çalışıyor. Bunların dışında kalan ”Yaşam Koçu” gibi alanlarda çalışanlar, ruh sağlığı ekibi içerisinde yer almıyor.

Depresyon, kaygı bozukluğu, panik bozukluk, yaygın anksiyete bozukluğu, obsesif kompulsif bozukluk, sosyal fobi, travma sonrası stres bozukluğu, manik depresif bozukluk, bipolar bozukluk, şizofreni, alkol-madde bağımlılığı, cinsel işlev bozuklukları, kişilik bozuklukları, yeme bozuklukları, histeri-konversiyon, hipokondriazis, tikler, yaşlılık psikiyatrisi-demans (bunama), uzun süren yas, dürtü kontrol bozuklukları psikiyatrinin ilgi alanları arasında yer alıyor. Çocuk ve Ergen Psikiyatri ise çocukluk ve ergenlik döneminde görülen psikiyatrik hastalıklar ve ruhsal değerlendirme ve tedaviler ile ilgileniyor, dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu, altını ıslatma, çocukluk çağı ruhsal sorunları, ergenlik sorunları, ergenlik dönemi ruhsal sorunları, yaygın gelişimsel bozukluklar gibi alanlara bakıyor.

‘Yasal boşluktan kaynaklanmaktadır’

Türk Psikologlar Derneği Genel Başkanı Prof. Dr. Gonca Soygüt de psikologların yetki konusu ile ilgili, ”Bu, 1928 tarihli ve 1219 sayılı Tebabet ve Şuabatı San’atlarının Tarzı İcrasına Dair Kanun’dur. Kanunun çıkarıldığı dönemde, psikologluk mesleğinin dünyada tam olarak bilinmiyor olduğu ve aynı dönemde ülkemizde psikolog yetiştiren bir bölüm bulunmadığı dikkatten kaçırılmamalıdır’‘ dedi. Türkiye’de tıp dışında sağlık meslek gruplarının yasal bir tanımlaması bulunmadığını ifade eden Soygüt, ”Psikologların tek başlarına tanı koyma ve tedavi etme yetkisi ile ilgili sınırlılıklar, 1928 tarihli yasaların bağlayıcılığı ile ilgilidir. Yasaların ‘tüm yetkiyi psikiyatri hekimlerine verdiği’ yönündeki görüş, henüz psikoloji mesleğinin yasalarla tanımlanmamış olmasıyla ilgili yasal boşluktan kaynaklanmaktadır. Ayrıca, 1920’lerin psikiyatri ve psikolojiye bakış açısını yansıtmaktadır” diye konuştu.

Soygüt, psikoloji biliminin ve mesleğinin gelişmiş olduğu ülkelerdeki yasal düzenlemelerde psikologların, Psikolojik Değerlendirme ve Psikoterapi uygulamalarını yürütme yetkisine sahip olduğunu belirterek, şöyle devam etti: ”Meslek Yasamız, AB’ye uyum süreci doğrultusunda, sağlık mesleklerinin içinde yer aldığı bir çerçeve yasa ile tanımlanacaktır. Psikoloji bilimi ve mesleğinin gelişmiş olduğu ülkelerdeki yasal düzenlemelerde psikoloji tamamen bağımsız bir meslek olarak kabul edilir. Psikolojik hizmetler, ekip çalışması anlayışı ile yürütülür. Klinik psikologlar, kesinlikle ilaç tedavisi yürütmez, asla tıbbi müdahalede bulunmazlar ancak psikoterapi eğitimi almış psikologlar, psikoterapi uygulamalarını yürütebilir. Ayrıca, psikoterapi hizmeti verilen hastalarda ilaç tedavisi gereken bir durum ortaya çıktığında, ilgili vakayı bir psikiyatriste havale ederler veya gereken durumlarda psikiyatristle iş birliği içinde ilacın yanı sıra psikoterapi uygulamaları yürütmek üzere görev alır. Türkiye’de ve dünya genelinde, psikologlar ilaç tedavisi uygulamaz.”

 

Öğrendim ki….
Kimseyi Sizi sevmeye zorlayamazsiniz.
Kendinizi sevilecek insan yapabilirsiniz,
Gerisini karsi tarafa birakirsiniz. 

 

Öğrendim ki…
Güveni gelistirmek yillar aliyor,
Yikmak bir dakika.

 

  
Öğrendim ki…
Hayatinda nelere sahip oldugun degil
Kiminle oldugun onemli.

 

 

Öğrendim ki….
Kendini en iyilerle kiyaslamak degil
Kendi en iyinle kiyaslamak sonuc getirir.

 

Öğrendim ki…
İnsanlarin basina ne geldigi degil
O durumda ne yaptiklari onemli. 

 

Öğrendim ki…
Ne kadar küçük dilimlersen dilimle
Her isin iki yüzü var.

 

  
Öğrendim ki…
Olmak istedigim İnsan olabilmem
Cok vakit aliyor. 

 

Öğrendim ki…
Bütün sevdiklerinle iyi ayrilman gerek
Hangisi son görüşme olacak bilemiyorsun
.

 

  
Öğrendim ki…
‘Bittim’ dedigin andan itibaren
Pilinin bitmesine daha cok var. 

 

  
Öğrendim ki…
Bazi insanlar sizi cok seviyor
Ama bunu nasil gösterecegini bilemiyor. 

 

Öğrendim ki…
Ne kadar ilgi ve ihtimam gösterseniz
Bazilari hic karsilik vermiyor. 
 
Öğrendim ki…
En iyi arkadasla sıkıcı an olmaz. 

 

Öğrendim ki…
Düştüğün anda Seni tekmeleyecegini düşündüklerinden bazilari
Kaldirmak icin elini uzatir. 

 

Öğrendim ki…
İki insan ayni seye bakip

 

 

Tamamen farkli seyler görebilir. 
  
Öğrendim ki…
Anlatmak ve yazmak ruhu rahatlatir.

 

  
Öğrendim ki…
Duvarda asili diplomalar
İnsani insan yapmaya yetmez.

 

Öğrendim ki…
Ask kelimesi ne kadar cok kullanilirsa, anlam yükü o kadar azalir.

 

Öğrendim ki…
Karsisindakini kirmamak ve inanclarini savunmak arasinda cizginin
nereden gectigini bulmak zor.

 

  
Öğrendim ki…
Gercek Arkadaslar arasina mesafe girmez.
Gercek Aşklarin da ! 
 

 

Öğrendim ki…
Ne kadar yakin olursa olsunlar
En iyi Arkadaşlar da ara sira üzebilir.
Onlari affetmek gerekir. 

 

Öğrendim ki…
Bazen başkalarini affetmek yetmiyor.
Bazen insanin kendisini affedebilmesi gerekiyor. 

 

Öğrendim ki…
Yüreginiz ne kadar kan ağlarsa ağlasin
Dünya Sizin icin dönmesini durdurmuyor. 
  
Öğrendim ki…
Sevgiyi çabuk kaybediyorsun, pismanligin uzun yillar sürüyor..

Tüm İnternet Evleri Derneği (TİEV) Merkez Yönetim Kurulu Başkanı Yusuf Andiç, ”İnternet kullanımı konusunda çok iyi durumda olduğumuz söylenemez ancak çok iyi aşama kaydettik, internet kullanıcı sayımız ciddi oranda artarak 35 milyona ulaştı” dedi.

Tüm İnternet Evleri Derneği (TİEV) Merkez Yönetim Kurulu Başkanı Yusuf Andiç, yaptığı açıklamada, Türkiye’de internetin 17 yaşını doldurduğunu, Türkiye’de internetle tanışan kullanıcı sayısının her geçen gün arttığını belirtti.

İnternet kullanıcı sayısının neredeyse Türkiye nüfusunun yarısına ulaştığını, ADSL kullanıcı sayısının ise 7.5 milyon olduğunu ifade eden Andiç, Türkiye’de çok ciddi bir internet kullanıcı kitlesi oluştuğunu söyledi.

İnternet kullanıcı sayısının artmasında internet kafelerin ve internet evlerinin de önemli etkisi olduğunu kaydeden Andiç, şöyle konuştu:
”İnternet kullanımı konusunda çok iyi durumda olduğumuz söylenemez ancak çok iyi aşama kaydettik, internet kullanıcı sayımız ciddi oranda artarak 35 milyona ulaştı. Sıkıntılarımız yok mu elbette var. Çok ciddi kullanıcı oranlarına ulaştık ama internetin zararları yönünde, bu konudaki düzenlemeler noktasında sıkıntılar yaşanıyor. Bazı sitelerin kapatılması, engellenmesi şifrelenmesi gibi. Henüz tam oturmamış, doğruluğunu yaşayarak öğrendiğimiz bazı kurallarımız var. Youtube’un kapanması gibi sıkıntılar hala yaşanıyor. Bunlara çözüm bulunamadı. Yasaklama dışında farklı yöntemler bulmamız, zararlı içeriklerin kaldırılması yönünde gitmemiz gerekiyor.”

“Türkiye öncü olabilir”

İnterneti bir gazeteye benzeten Andiç, zararlı içerikli sitelerin kapatılmasıyla ilgili olarak ”Yani bir gazetecinin yanlış bir haberi, suç içeren bir haberi nedeniyle gazetenin kapatılması gibi bir durum bu. Bir kişinin işlediği suç nedeniyle bütün sistem kapatılıyor” dedi.

Andiç, sitelerin kapatılması konusuna sınırlama getirilmesi, suçu işleyenin, o veriyi, içeriği siteye koyanın ceza alması gerektiğini, o içeriğin siteden kaldırılması için de site yönetiminin uyarılması, belki daha sonra ağır yaptırım uygulanması gerektiğini söyledi.

İnternetin global olduğunu, internette eşitliğin esas olduğunu, bu nedenle sadece Türkiye’ye ilişkin değil uluslararası birtakım düzenlemeler yapılması gerektiğini ifade eden Andiç, şunları kaydetti:
”Çünkü bir siteye sadece Türkiye’den değil dünyanın birçok noktasından ulaşılabilir. O ülkelerin de bu işi düzenleyen kendi kuralları ve kanunları var. Bu açıdan ülkeler arasında ortak çözüm bulunması gerekiyor. Türkiye bu anlamda işe öncülük edebilir. 5651 sayılı, internet ortamında yapılan yayınların düzenlenmesi ve bu yayınlar yoluyla işlenen suçlarla mücadele edilmesiyle ilgili kanun dünyada bu anlamda örnek. Çünkü bu işe kendimiz soyunduk ve kendi kurallarımızı koyduk, bir yerden almadık. İşte bunlar tartışılmalı. İnternet Haftası da bu sorunları ve çözüm önerilerini dile getirmek ve tartışmak açısından önem taşıyor”

Marmara Denizi’nde yaşayan su canlıları uzun süredir aşırı avcılık ve kirlenme nedeniyle yok olma tehlikesi ile karşı karşıya.

Orkinos, kalkan, kolyos, uskumru, mersin ve kılıçbalığının sayısı gün geçtikçe azalıyor. İstanbul’un simgesi sayılan ve aynı tehlikeyle karşı karşıya olan lüfer balığını korumak için harekete geçen lüfere hasret şefler, aşçılar, işletmeciler ve gıda sektörü çalışanları ortak kampanya başlattı. Şeflere, aşçılara ve işletmecilere 24 cm’nin altındaki lüferi müşterilerine sunmamaları için çağrı yapıldı.
 

Limit belirlenmeli

“İstanbul lüfere hasret kalmasın!”
imza kampanyası hakkında bilgi veren uluslararası Slow Food hareketinin İstanbul’daki ayağı Fikir Sahibi Damaklar grubunun lideri Defne Koryürek avlanma alt limiti 14 cm olan lüferin aslında henüz yumurta bırakmamış çinekop boyu olduğuna dikkat çekti. Bir lüferin ancak 24-26 cm boyunda, erişkin bir balık olduğunda yumurta bırakabildiğini belirten Koryürek, Tarım Bakanlığı’nın lüferin avlanma alt limitini en az 20 cm’ye çıkarması gerektiğini vurguladı.

Türk Deniz Araştırmaları Vakfı (TÜDAV) Başkanı Prof. Dr. Bayram Öztürk aşırı avcılık, kirlenme ve av yasaklarındaki yanlış uygulamaların lüfer başta birçok türün azalmasına neden olduğunu söyledi. Kampanyanın amacının av yasakları konulurken lüfer balığının boyunun 20 cm’nin üzerine çekmek olduğunu belirten Öztürk, “Zamansız avcılık nedeniyle lüferin bir boy büyüğü kofana zaten kalmadı. Bu balığın çinekop olarak avlanmasının önüne geçmek istiyoruz” diye konuştu.

 

“Güneşle oyun oynar gibiyim bir ilkyaz sabahında… Şairin dediği gibi duru su, baharın, ilk çiceği toprak, filiz süren sessizliğe benzer. Bir bulut derinlerde biriken pınar gibi…”

İşte Cumhuriyet gazetesi yazarlarından Hikmet Çetinkaya’nın bugünkü yazısı…

Güneşle oyun oynar gibiyim bir ilkyaz sabahında… Şairin dediği gibi duru su, baharın, ilk çiceği toprak, filiz süren sessizliğe benzer. Bir bulut derinlerde biriken pınar gibi… Franz Kafka’nın “Dava”sını okudum yeniden…

Ahmet Cemal’in akıcı Türkçesiyle Can Yayınları’ndan çıkan roman, umutsuzluğun, 20. yüzyılın, korku çağının kurtarılmasının olanaksızlığını anlatır. Korkunun egemenliği… Çaresizlik… Felaketin belirtileri… Kafka, Nazi zulmünü haber veren bir yazardır… “Şato” ve “Dava” bu ortamın nasıl bir altyapıya dönüştüğünü yalın bir dille anlatır. Çürüme, korku, umutsuzluk! Milyonlarca insan toplama kamplarında can verir… Yüz binlerce insan savaşlarda ölür… Bu çılgınlığı ilk sezen Kafka’dır. Kafka’nın romanları umutsuzluğu, hüznü yaşatır insana…

Kimileri bu yüzden pek beğenmezler… Zayıflık, itilmişlik, güçsüzlük! Kafka, “Dava”da Josef K’nin bir sabah tutuklanış öyküsünü anlatır. Hangi suçtan tutuklandığını bilmez. Kafka’nın romanlarını Cumhuriyet okurlarına anlatacak değilim, pek çoğu mutlaka okumuştur… İnsanın içini kuşatan alevler, savunma hakkı, hangi suçtan yattıklarını bilmeyen bireyler. Kafka’nın çok sevdiğim bir sözü var: “Bir kitap, içimizdeki donmuş denize inen balta gibi olmalı!” Yaşamın rengini düşünüyorum yazı masamın başında… Aşkı, acıyı, hüznü, özgürlüğü, eşitliği. Çağın çürümesini, çaresizliği, umutsuzluğu! Bir ülke “korku çağı”ndan geçmemeli!

Sindirilmiş bir toplum umursamaz olur… Bir boşvermişlik başlar… Bir bakarsınız yaşamın o renkleri birden yok olmuştur. Filiz süren toprak, filiz süren sessizlik. Bir bakışta göğün altında, ürkek çocuksu gözlerle. Bir ilkyaz sabahı gözlerini açtığında, kıbleden esen yelin kemerler arasında ıslık çaldığını anlarsın Odisseus Elitis’in “Çılgın Nar Ağacı”nda… Nar dolu kahkahalar atarak aydınlıkta sıçrayan, rüzgârın inadıyla, fısıltıyla, nar ağacını dinleyeceksin. Şafakta yeşeren yaprakların ışıltısıyla, bir zafer sevincinin renklerini coşturan… Elini yüzünü yıkayıp bahçeye çıkacaksın, düşlerini çoğaltarak… Hapislik günlerini düşüneceksin, mavi göğü, bulutların şarkısını anımsayacaksınız. Atilla Keskin’in “Herkesin Bir Deniz Gezmiş Öyküsü Vardır” kitabını (Tekin Yayınevi) okuyacaksın. 68’lilerle uzun bir yolculuğa çıkacaksınız… Bir yüreğin hızla çarpışı, devrimci bir ruhun isyanı… Başını göğe çevirdiğinde kırlangıçların havada yaylar çizerek uçtuğunu göreceksin sabah sabah… Bir iç çekişi göreceksin Nedret Gürcan’ın “Aşka ve Yaşama Sunulmuş Şiirler” (Hayal Yayınları) kitabında… Kendi kendine mırıldanacaksın: “Ağaçlar gölgesini çekiyor üstümüzden Rüzgâr bulutları emziriyor Çamları okşuyor, akasyayı da Cılız yapraklar düşüyor ……… Geyikler sokuluyor yanımıza Buğulu gözleriyle bakıyorlar Birden hüzün işliyor Hüzün soluyor koca orman…” Elimde Paulo Coelho’nun “Brida”sı (Can Yayınları) var… Kendi yazgısını arayan Brida… Bir keşif yolculuğunun öyküsü… Aşk, tutku ve gizem. Korkuların üstesinden gelmek nasıl bir duygudur? İrlandalı bir kızın bilgiye erişme çabası… Ölümsüz güneşin bin bir rengine büründüğü gün, sevdalanıp denizlere açılmanın öyküsü. Oturup düşünmek bunları bir pazar sabahı… Karadeniz’de bir kıyı kasabasında… Kafka’nın “Dava”sı 1914-1915 yıllarını anlatır… Umutsuzluk ve çaresizlik! “Şato” ve “Dava” Nazi zulmünü haber verir. Eğer okumadıysanız size de bugünlerde Kafka’nın bu iki kitabını okumanızı salık veririm! Yaşamın rengi kaybolur… Ben bu yüzden Elitis’in “Çılgın Nar Ağacı”nı okurum yaşamın rengini yeniden bulmak için… Ufukta doğan bir umudu haykıran nar ağacını. Bilinmedik kıyılara uzanırım denizdeymiş gibi… Güneşin kucağına esrik kuşlarını serpen, en gizli düşlerimizin bile üstüne kanat geren, Nisan’ı severim!

Çoğumuz büyüme süreci içinde karşımıza çıkan belli durumlarda, sorunlarla yüzleştiğimizde kendimize olan güven duygumuzda sarsıntılar hissetmişizdir ya da en azından yapmak istediğimiz birşeyi gerçekleştirme konusunda yeterliliğimizden kuşku duyduğumuz olmuştur. Böylesi anlarda olaya olan yaklaşımımız sonucunda yeniden kendimize ilişkin olumlu duygular yaşamaya başlayabiliriz. Bazılarımız için ise hissedilen kendine güvensizlik, kalıcı bir duygu haline dönüşüp, gün geçtikçe daha yıpratıcı bir duruma gelebilir. Şunu bilmeliyiz ki : Farkına varmadan nasıl kendimize güvenmemeyi öğrendiysek, kendimize olan güvenimizi artırmayı da öğrenebiliriz. Bunu yapabilmek için öncelikle kendine güvenememenin nedenleri üzerinde duralım.

Çoğunlukla, kendimize olan güvensizliğimizden bulunduğumuz ortamı, çevremizi sorumlu tutma eğilimimiz vardır. Ancak, şu bir gerçek ki kendimize güvenimizi arttırırsak, çevremize ilişkin algımız da değişir. Bu değişim nasıl olmakta ? Biz hiçbir zaman çevreyi doğrudan değiştiremeyebiliriz, ya da olup bitenleri etkileyemeyebiliriz. Değişiklik çevrede değil bizim çevreyi nasıl yorumladığımızda, algıladığımızdadır. Özetle, kendimize olan güvensizliğimizi sürdürmemiz kişisel algılarımız nedeniyledir.

Kendinize saygınızı olumsuz etkileyen özel durumlar şunlardır:

  1. Kendinize koyduğunuz katı kurallar ve “olmalı”lar .
  2. Mükemmeliyetçilik (Kendinize koyduğunuz yüksek, erişilmez standartlar).
  3. Eleştiriye aşırı duyarlılık.
  4. Atılgan olamama: Kendini, duygularını ve düşüncelerini açıkça ifade edememe.

Tüm bu durumlarla iç içe giden bir zehirlenme söz konusudur. Zehirin temel kaynağı ise “hastalıklı eleştiri” dir. Bu sizin kendi kendinize yaptığınız, kendi kendinize sessizce sürdürdüğünüz bir konuşmadır.

Bu hastalıklı eleştiri türü…

  1. Sizi sürekli başkalarıyla kıyaslar onların başarılarını ve yeteneklerini gözünüze sokar.
  2. Ulaşılmaz yüksek standartlar koyar ve en ufak hatanızda sizi kırbaçlar.
  3. Hatalarınızın dosyasını tutar, ama hiçbir zaman güçlü yanlarınızı ve yeterli olduğunuz durumları hatırlatmaz. Onları kaynatır, eritir.
  4. Nasıl yaşamanız gerektiğine dair size hazır öyküler sunar. Bu yaşama kurallarının dışına çıktığınızda, hatalı ve beceriksiz olduğunuzu haykırır.
  5. En iyi olmanızı söyler, olamadığınızda sizi aptallık, çirkinlik, zayıflık ile yargılar.
  6. Arkadaşlarınızın, dostlarınızın beynini okur ve onların sizden sıkıldığına, onlara itici geldiğinize sizi ikna eder.
  7. Zayıflıklarınızı abartır. Bir yerde yanlış davrandıysanız “hep aptal olduğunuzu” söyler.

Hastalıklı eleştirinin sesi yaşamınızdaki normal akışı bozar, belli durumları yaşarken kafanızdan geçenleri, duygularınızı ezer geçer.

Örneğin: Biriyle çıktığınızda onun yanında hissettiklerinizi, yaşadıklarınızı yakalayıp inceleyemezsiniz. Bunun yerine “Benim oradaki hareketimi gördü, aptal olduğumu düşündü. Sevimsiz olduğuma karar verdi. Beni bir daha görmek istemez” dersiniz.

“Hastalıklı eleştiri” yaşayacağınız herhangi bir acıdan çok daha tehlikeli ve zehirleyicidir. Çünkü acıların hepsi bir zaman sonra geçer, ancak bu eleştiri hep sizinledir. Bu tarz bir kendi kendinizi yerme, zihninizin kontrolünü sizden alır ve hükmeder.

Birlikte büyüdüğünüz değerler ve kurallar “olmalı”lara dönüşebilir: “Hata yapmamalısın”; “Ona şöyle davranmamalısın”; “Sınavdan şu notu almalısın”… gibi. Bu da hastalıklı eleştirinin en önemli silahlarından biridir. Kendinize verdiğiniz bu emirlerin altında ezilirsiniz.

HASTALIKLI ELEŞTİRİNİN KAYNAĞI:

  1. Çocukların kişisel gereksinimleri için, kendilerini daha güvende ve iyi hissetmek için yaptıkları, Örneğin: Sık sık arkadaşları ile birlikte olmak istemesi; Belli bir saç kesimini tercih etmesi; Belli bir giyim tarzını tercih etmesi, ebeveynleri ya da yakın çevresindeki otorite figürleri (öğretmenleri gibi) tarafından “bencilce”, “kötü”, “serserilik” olarak adlandırılabilir. Bu durumlar gerçekte tümüyle kişisel zevklere ve tercihlere bağlı durumlardır. Ancak, çocuk bu yargılar nedeniyle ahlak dışı, kötü, hatalı birşeyler yaptığını düşünür. Hatta bir zaman sonra bu yargıların hangi duruma özgü söylendiği bağlantısı zihninde kaybolur ve yalnızca yargıları özümser: kötüsün, bencilsin, serserisin gibi…dolayısıyla kendine olan saygısı darbe alır. “Bende bir eksiklik var.”
  2. Ebeveynler ve diğer otorite figürleri hatalı davranışla kişiliği birbirine karıştırabilir ve yargılarını bu şekilde ifade edebilirler. Örneğin: “Bu davranışın çevreye zarar verebiliyor” – yerine – “Sen ne yaramaz çocuksun gibi…”.
  3. “Bende bir eksiklik var” ebeveynlerin ilk eleştirisi ile geliştirilen bir şey değildir. Sık sık tekrarlanması sonucunda gelişir. Sıklıkla duyduğunuz olumsuz bir yargıyı farkına varmadan içselleştirebilirsiniz.
  4. Ebeveynlerin eleştirileri tutarsızlaştığında, (Örneğin: Bir gün çocuk bir davranışta bulundu ve ebeveynlerinden sert bir tepki aldı: “Ne beter çocuksun ” Başka bir zaman benzer bir davranışa ise böyle bir tepki gelmedi. Daha başka bir zaman ise aynı davranış nedeniyle yine olumsuz yargılandı.) bu durum çocuğun şöyle düşünmesine neden olabilir: “Yaptığım davranış değil (çünkü o bazen doğru bazen yanlış) ben kendim kötüyüm.
  5. Eğer yargı ebeveynlerin aşırı öfkesi ya da terketme tehditi, veya gerçekten çocukla geçici de olsa ilişkilerini koparmaları ile birleşiyorsa, bu durum çocuk tarafından “Sen kötüsün ve ben seni reddediyorum” olarak algılanır ve ‘kötü olduğum için terkediliyorum’ şeklinde kodlanır.

Peki bu yollarla geliştirilmiş benlik algısı sonradan neden devam ettiriliyor?

Çünkü “eleştirinin” kafanızın içinde sürekli canlı kalmasına neden olan bir pekiştireç sistemi oluşabiliyor. Bakalım hangi motivasyonlar doğrultusunda ‘hastalıklı eleştiri’ pekişiyor ve gittikçe artan bir biçimde sürdürülüyor?

  1. Doğruyu yapma gereksiniminiz: İçinizdeki o katı kurallar ve değer yargıları listesine hatalı davranmamanın bir güvencesi gibi yapışıyorsunuz. “Böyle bir değer sistemine sahip olmazsam ya da bu değer sistemini gevşetirsem hatalarım gün geçtikçe artar”. Böylelikle, doğru davranma konusundaki kontrolünüzün bu “eleştiri” sayesinde kurulduğunu sanıyorsunuz.
  2. “Doğru” olduğunuzu hissetme gereksiniminiz: Zaman zaman bu “hastalıklı eleştiri” size çok kısa süre için bir üstünlük duygusu yaşatabilir.Standartlarınız gerçekte ulaşılmaz, mükemmeliyetçi standartlar olduğu için kendinizi sürekli başkalarıyla kıyaslarsınız (Zekànızı, başarınızı, çekiciliğinizi, yeterliliğinizi…, özetle kendi benliğinizin değerini). Çoğu zaman da kendinize yetersizlik damgasını vurur ve yetersiz hissedersiniz. Ancak çok ender, kendinizi birilerinden daha üstün bulduğunuz anlar olur ve aşırı ancak kısa süreli bir doyum yaşarsınız. Sırf bu geçici doyum uğruna bu “eleştiriye” iyice yapışırsınız.

    Ya da “eleştirinin öngördüğü ulaşılmaz standartlar nedeniyle hiçbirşeyi “yapılması gereken” biçimde yapamadığınız için, çoğunlukla yetersizlik duygusu yaşarsınız. Ancak, bir kez mükemmel gibi görünen bir durumu yakaladığınızı varsayalım, bu durum kısa süre içinde mükemmel olmadığını belli eder, ancak ilk ulaşıldığında öyle gibi görünür. Bir kez bulup da kaybettiğinizi düşündüğünüz, size geçici harikalık duygusu yaşatan bu durumun peşinde koşmayı sürdürürsünüz.

  3. Eleştirici anne-babaya yaranma… kabul görme gereksiniminizden dolayı onların kurallarını devralıp o kurallara göre kendinizi “eleştirdiğinizde”, onlara layık bir yaklaşıma sahip olduğunuz için kendinizi onlara daha bir yakın hissediyor ve kendinize saygınızı artırıyorsunuz. Bu da amansız eleştiriyi sürdürmenizi pekiştiriyor.
  4. Başarma gereksiniminiz oldukça yüksek olduğundan, mükemmele ulaşamasanız da, önünüzde size sürekli bir başarı ideali çizen bu hastalıklı eleştiriye yapışıyorsunuz. “Hani bir ulaşsanız müthiş bir şey olacak” dolayısıyla bu ideali gözünüzün önünden bir türlü itemiyorsunuz. Böylelikle, sürekli “başarının” yolunda ilerlediğinizi sanıyorsunuz.
  5. Acı veren duygularınızı kontrol etme gereksiniminize de yapay bir biçimde destek vermektedir.

Örnek 1 :
…Kendini yararsız, kötü, değersiz hissetmeye karşı geçici bir subap oluşturur. Çünkü “mükemmele ulaşmak için mücadele vermektesiniz” dolayısıyla kendinizi hep iz üstünde zannedersiniz ve yetersizlik duygunuz kısa dönemde çok büyük acı vermez. Sanırsınız ki doğru yoldasınız, “o koyduğunuz noktaya ulaştığınızda nasıl olsa bu kötü duygular bitecek” gibi.

Örnek 2 :
Başarısızlık korkunuzu ele alalım; bu “hastalıklı eleştiri”, sizin zaman zaman bir işe başlamanızı engelliyor, başlangıcı “Sen bu işi beceremezsin eline yüzüne bulaştırırsın başlama şimdi” diye erteliyorsunuz, dolayısıyla kısa bir dönem için olabilecek bir başarısızlık riskini bertaraf edip rahat bir soluk alıyorsunuz.

Örnek 3 :
Reddedilmeye karşı hissettiğiniz korku bakın sizi bu “eleştiriye” nasıl yapıştırıyor: “Eleştiri”, başkalarının zihninden geçen size yönelik olumsuz düşünceleri de sıklıkla okuduğuna inanır. Gerçekten, olur da reddedilirseniz bu durumlar karşısında daha hazırlıklı olabiliyorsunuz. Olumsuzlukları seçerek aldığınız için 40 kez tahminlerinizde yanılmanız değil bir kez haklı çıkıp kendinizi sözüm ona korumuş olmanız, başkalarının zihnini okumaya devam etmenize neden oluyor. Ya da onların zihninden geçene göre önce siz kendinizi yargılıyorsunuz, “Ben onun yerinde olsam benim gibi bir salakla bir daha görüşmem” gibi. Dolayısıyla dışarıdan gelecek olumsuz tepki etikisini kaybediyor:

Örnek 4 :
Sevdiklerinize öfke duymak sizi korkutabilir, kaybetme korkusu yaşatabilir. Dolayısıyla birine öfke yaşadığınızda hemen kendinizi suçlu bulursunuz ve kendinize kızmaya başlarsınız, sizden gelecek bir tepkiyle onu kaybetmeyeceğiniz için kaybetme korkunuz azalır.

Örnek 5 :
“Eleştiri” sizi yeterince cezalandırdığı için suçluluk duygunuzla başedebilirsiniz. “Ceza çekenin suçluluk duygusu azalır”.

Örnek 6 :
Yetersizlik duygusunun ardından gelen hayal kırıklığı, engellenmişlik duygusunu ise sürekli kendinize söylenip durmak yoluyla kısa süreli olarak boşaltabilir ve geçici olarak biraz rahatlayabilirsiniz.

İşte tüm bu işlevlerden dolayı kısa süreli rahatlıklar uğruna bu olumsuz, “hastalıklı eleştiri” pekiştirile pekiştirile daha da güçlü olarak sürdürülür. Ancak uzun dönemdeki etkisi, daha fazla yetersizlik, daha fazla değersizlik duygusu, dolayısıyla kendinize olan saygınızdaki kayıptır.

Bir sonraki bölümde vereceğimiz örnekle ‘hastalıklı eleştirinin’ nasıl pekiştirildiğini daha iyi anlayabilirsiniz.

“HASTALIKLI ELEŞTİRİYİ” YAKALAMA:
Özellikle problematik durumlarda kendi kendinize ne söylediğinize dikkat edin:

  • Yabancılarla tanıştığınızda, karşılaştığınızda;
  • Çekici ya da güzel birisiyle birlikteyken;
  • Hata yaptığınız durumlarda;
  • Eleştirildiğinizi hissettiğiniz ve savunmaya geçtiğiniz durumlarda;
  • Otorite figürleriyle (ebeveynler, öğretmenler, öğretim üyeleri, müdür, yetkililer, tavırlarını baskıcı olarak algıladığınız kişiler,… gibi) ilişki halindeyken;
  • Kırıldığınız ya da birinin size kızdığı durumlarda;
  • Reddedilme ya da başarısız olma beklentiniz olduğu durumlarda;
  • Sizi onaylamadığını bildiğiniz bir ebeveyninizle ya da başka biriyle konuşurken.

Bir gün boyunca iç monoloğunuzu iyice yakından dinlemeye, izlemeye çalışın özellikle yukarıda belirtilen durumlara dikkat edin ve bunu aşağıdaki örnekte olduğu gibi kaydedin. Daha sonra da “eleştirinin” pekiştirici özelliği olup olmadığını daha önceki açıklamalara göre değerlendirin. Sıklığını görmek için “eleştirinize” numara verin ve yakaladığınız zamanı saat olarak kaydedin.

Örnek: (I. Sınıftaki bir öğrencinin, Eğitim Döneminin ilk ayı içindeki bir gün listesine kaydettikleri)

Düşünce
No
Zaman Eleştiren Cümle
1 08:15 Sınıfa girdiğimde yüzüme ne biçim baktı, kesin beni küçümsüyor.
2 08:40 Aptalca, gevşek bir ders planı yaptım. Tanrım ben işe yaramam.
3 09:30 Yanımdaki benden daha iyi not tutuyor. Benimkine bak, paçavra gibi.
4 10:00 Ne kadar çalışsam da kendimi hazır hissetmiyorum. Hocanın gözünün içine bakmamalıyım. Bana birşey sorarsa %100 hata yaparım. Rezil olurum.
5 12:15 Allah kahretsin. Yemek sırasında ettiğim bu laf ne biçim bir gaf.
6 12:20 Ne kadar beceriksizim tanrım.
7 14:35 Evde bu dersi çalıştığımda hiçbirşey anlamayacağım. Kafam almayacak.
8 15:10 Sersem gibi araba parkediyorum. Arabanın durduğu yere bak.
9 15:40 Evin haline bak. Ev işinde bu kadar beceriksizlik olmaz.

Şimdi yukarıdaki monologları ‘hastalıklı eleştiri’yi pekiştiren işlevlerine göre inceleyelim.

Düşünce No Yapmamı Ya da Hissetmemi Sağlıyor Olumsuz Duygulardan Kaçınmamı Sağlıyor
1   O kişiden gelecek olumsuz sözlere ve davranışlara karşı hazırlıklı olurum,
2 Derslerde daha özenli olmaya motive ediyor. Kendime kızıp durduğum için biraz duygularımı boşaltıyorum. Suçluluk duygum hafifliyor.
3 Not tutma konusunda daha titiz davranmaya motive ediyor.  
4 Daha çok çalışmaya motive ediyor. Başarısızlık duygusunu erteliyor.
5   Sosyal kaygı.Beceriksiz olduğumu biliyorum şimdi artık kim ne derse desin o kadar incinmem.
6   Sosyal kaygı.Beceriksiz olduğumu biliyorum şimdi, artık kim ne derse desin o kadar incinmem
7 Daha iyi çalışmaya motive ediyor.  
8 Park ederken daha dikkatli olmaya motive ediyor. Arabamı kötü park etmekten dolayı yaşadığım suçluluk duygusunu hafifletiyor.
9 Daha temiz ya da düzenli olmaya motive ediyor.  

Tüm bunlar kişiyi daha da mükemmeliyetçi olmaya teşvik ediyor. Dikkat ederseniz o anda yapılan işe konsantre olmaktan çok, enerjisinin neredeyse tümünü kendini yargılamaya harcıyor. Hiçbir zaman “yeni başlayan biri için yaptıklarım çok normal, acaba daha iyi nasıl yapılabilir ?” demiyor. Böyle giderse büyük bir olasılıkla kendine güvenini kaybedecek.

“HASTALIKLI ELEŞTİRİYİ” SİLAHSIZ BIRAKMA

İşin en önemli kısmı “eleştirinin” gerçek sesini her gün zihninizden öylesine geçenlerden ayırd etmektir. Bu korsan sesi yakaladınız mı çok önemli bir adım atmış olursunuz. Bunun için zaman ve emek gerekir. “Eleştiriyi” silahsız bırakmak için 3 aşamalı bir süreç yaşanır:
1-Maskesini düşürme 2- Gereken yanıtı verme 3-Yararsız hale getirme.

“Hastalıklı eleştirinin” neyi maskelediğini, nasıl bir işlev gördüğünü bilseniz de onun mantık dışı önermelerinin ve yargılarının yerine, kendinizi gerçekten doğru değerlendiren, dışınızdaki gerçeği doğru analiz eden bir gerçekci ses (yanıt) yerleştirene kadar “eleştiri”yi yararsız hale getirmeniz pek mümkün olmaz. Bu nedenle önce kendinizin gerçeğe uygun bir ölçümünü yapın. Tüm özelliklerinizi, sizi tanımladığını düşündüğünüz herşeyi kısaca yazın. Özelliklerinizi Fiziksel, Kişilik gibi ayrı boyutlar altına kaydedin. Daha sonra olumlu bulduklarınızın yanına (+), olumsuzların yanına (-) koyun.

Örnek : Fiziksel Görünüm

(+) İri kahverengi gözler (-) Kütük gibi bir bel
(+) Kumral kıvırcık saçlar (+) Giydiklerimde renk uyumu olur
(-) Patates gibi bir burun  

Yukarıda verilen örnekten yararlanın ve aşağıda verilen başlıklar çerçevesinde kendinizi değerlendirin.

Fiziksel görünüm ;
Başkalarıyla ilişkilerim;
Kişiliğim;
Başkaları beni nasıl görüyor;
Okuldaki performansım;
Günlük işlerdeki Performansım;
Zihinsel işleyişim;

ZAAF LİSTESİ

Zayıf yanlarınızın bir listesini yapın. Unutmayın ki dünya üzerinde zayıf yanları olmayan kimse yoktur. Dolayısıyla %100 herkesin bir “zaaf listesi” olacaktır. Bu listeyi hazırlamanın 4 kuralı vardır:

  1. Somut bir dil kullanmak: “Ben ev işlerinde beceriksizim”, “Arkadaşlarımın yanında bir hiçim”, “Ben başarısızım” yerine “Sebze yemeklerini yaparken zorlanıyorum, pişirip yediğimde tad alamıyorum”, “Arkadaşlarımın yanında hata yapmaktan korkuyorum. Bu yüzden birlikte iken daha çok onları dinliyorum, konuşmalara katılmıyorum”, “İlk sınavlarda ortalamanın altında not aldım”…gibi durumu tanımlayan bir dil kullanarak, “beceriksiz”, “başarısız”, “hiç” gibi ne olduğu belirsiz, abartılı, yıkıcı sıfatları listenizden eleyin, çünkü bunlar boşu boşuna “benlik saygınızı” zedelemektedir.
  2. Doğrucu bir dil kullanmak: Hiçbirşeyi olumsuz yönde abartmayın “ben beceriksizim” hem soyuttur hem de abartılıdır. Onun yerine yapmakta ve tamamlamakta güçlük çektiğiniz durumları ayrıntıları ile açık açık yazın.
  3. Genelleme yapan değil duruma özgü bir dil kullanmak: “Her zaman”, “hiçbir zaman”, “tamamen” gibi kelimeleri listenizden çıkarın. Örneğin: “Kim ne derse boyun eğip yaparım” yerine, “Kız arkadaşım ve yakın arkadaşlarımın isteklerine, canım istemese bile hayır diyemiyorum” gibi bir dil kullanın. Ya da “Herşeyi her yerde unuturum” yerine “Arabanın anahtarını zaman zaman yemek masasında unuturum” gibi…
  4. İstisnai durumları ya da güçlü olduğunuz durumları bulmak: Şu ana kadarki listeleme kurallarına uyduysanız zaten yaptığınız genellemelerin gerçek olmadığını bazı zamanlar, bazı durumlarda kendinize koyduğunuz acımasız damganın dışında davrandığınızı farketmişsinizdir. Bu kural çerçevesinde de yapacağınız, bunları listenize eklemek. Örneğin, “Kız arkadaşıma ve yakın arkadaşıma hayır diyemiyorum. Ama sınıfta katılmadığım bir görüş ortaya atılırsa kendi fikrimi söyleyebiliyorum.” gibi.

Şimdi listenizi ikiye bölün, sol tarafa bu kuralları kullanmadan önce zaaflarınızı nasıl dile getirdinizse o şekilde kaydedin, sağ tarafa ise bu kurallar çerçevesinde sola kaydettiklerinizi değiştirerek yazın. Şimdi bir liste örneği üzerinde duracağız.

Zaaf Listesi:

Orjinal Hali Geliştirilmiş Hali

Fiziksel Görünüm

Kütük gibi belPatates gibi bir burun. 75 cm bel.Burnum yüzümün diğer hatlarına oranla daha etli ve büyük.

Başkalarıyla İlişkilerim

Arkadaşlarımın yanında bir hiçim. Bir grup arkadaşla toplandığımızda siyasi konularda geniş fikirleri olduğunu düşünüyor, onlar kadar bilgili olmadığıma inandığım için tartışırlarken susup dinliyorum. Ama daha uzun süredir tanıdığım diğer arkadaşlarımın yanında daha rahatım, sohbete katılabiliyorum.
Tanımadığım kişilerle feci huzursuzum. Üniversitede yeni biriyle tanıştığım zaman rahatsızlık hissediyorum.
Kimseye güvenmiyorum. Sıkıntılarım olduğu zaman yakın arkadaşlarım bana yeterince ilgi göstermez korkusuyla onlara açılamıyorum.

Kişilik

Yalnız kalmaktan nefret ederim Geceleri evde (6’dan sonra) birşeyle meşgul değilsem, T.V. seyretmiyorsam, çalışmıyorsam, gergin ve huzursuz olurum.
Yalancıyım. Bu yıl bir kez sevmediğim birşeyi sevdiğimi söyledim. Bir kez de bilmediğim bir şeyi bildiğimi söyledim.
Suratsızım. Yakınlarıma kırgın oduğum zamanlar yaklaşık 1-2 saat yüzümü asıyorum ve hiç konuşmuyorum.
Yeteneksizim. Gitar çalmak isterdim. Parçaları yardımsız çıkaramıyorum

Başkaları beni nasıl görüyor

Kaypak. Başkaları felsefi konularda düşüncelerini iyi savundukları zaman etkileniyorum ve çelişkiye düşüyorum.
Unutkan. Yaş günlerini ve telefon numaralarını zaman zaman unutuyorum.
Bilgisiz. Güncel siyasi olaylar hakkında çok az bilgim vardır. Ancak resim sanatıyla ilgiliyimdir. Psikoloji ile ilgili kitaplar okumaya çalışırım.
Aptal ve Renksiz. Birbirleriyle sık sık şakalaşan, Espriler yapan bir grup arkadaşımla birlikteyken onlara Katılmak istiyorum ancak heyacandan Gereken esprili yanıtları bulmakta Güçlük çekiyorum. Bu yüzden çoğunlukla, yalnızca yapılan esprilere gülüyorum. Diğer bir grup arkadaşımla ise kendimi bu şekilde zorlamadan birlikte olabiliyorum. Konuştuğum zaman beni dinlediklerini hissediyorum.

Okuldaki Başarım

Başarısız. Kendime koyduğum 3.00 ortalama hedefine ulaşamadım. İlk sene ortalamam 2.05’di, bu sene ilk dönem prob. oldum. 2 ders notumun C’nin altında olmasına karşın, Ekonomi ve Sosyal Derslerden 1.5 senedir B alıyorum.

Günlük İşlerdeki Performansım

Herşeyde ipin ucunu kaçırırım. İki haftadır kirlilerimi yıkamadım. Aynı süre içinde akrabalarımı aramadım. Ama 1 haftadır X kulüp toplantılarının hepsine gittim.
Aptalca alışveriş Süpermarket alışverişi yaparken o sırada canımın çok istediği şeyleri alıyorum. Sonradan içlerinden bazılarını 1 hafta yemeden dolapta tuttuğum oluyor.

Zihinsel İşleyiş

Kafam durmuş. Biri beni suçlarken ya da biri bağırırken kendimi savunamıyorum. Ancak bu olaydan sonra neler söyleyebileceğim aklıma geliyor.
Kafam almıyor. Sınavlardan önceki güne derslerimi bıraktığımda, bazen bir gecede 250 sayfa çalışmam gerekir. Böyle zamanlarda, kitabın başına oturuyorum ancak bir iki satır okuduktan sonra aklım hep “bitiremiyeceğim” düşüncesi ile meşgul oluyor ve kitaptan kopuyorum ve her 10 dakikada bir bu başıma geliyor.

Doğru bir ölçümün ikinci aşaması güçlü yanlarınızı da kaydetmektir. Gerçi kültürümüzde olumlu olan özellikleri gerçekten “olumlu” olarak yaşamak oldukça zordur. Örneğin, duygularına sahip çıkıp istemediği şeyleri zaman zaman uygun bir dille reddeden kişi makbul görülmeyebilir, onun yerine sürekli fedakàrlık yapan kişi yeğlenebilir. Aslında, bu kişinin gerçek isteklerini geriye ittiğini, bu açıdan karşıdakine karşı dürüst olmadığını ve bir gün bu gerçekleşmeyen isteklerinin birikip öfkeye dönüşebileceğini ve asıl o zaman incitici olabileceğini pek hesaba katmayız. Aynı şekilde kendileri için olumlu şeyler söyleyen kişilere “ukala”, kendini aşağılayan kişilere “mütavazi” denmesi de oldukça yaygın bir durumdur. Toplumsal mesajların dolaylı taşıyıcısı olan ebeveynlerinizle ilişkinizde olabilecek bazı iletişim anlarından örnekler verelim:

Ömer: Bugün quizden iyi not aldım
Anne: Evet. Ancak geçen hafta aynı dersten aldığın F’i unutma, hemen kendini serme.

Kaan: Arka bahçedeki ağaca çıkmayı başardım baba.
Baba: Sakın bir daha yapma, çok tehlikeli.

Sema: Anne bugün pul kolleksiyonumu okula götürüp sınıfta gösterdim.
Anne: Pekala, eve gelirken geri getirdin mi yoksa okulda mı unuttun bakalım ?

Dolayısıyla gün geçtikçe olumlu davranışımızda olumlu bir yan bulmak ve kendimize kredi vermek bize kaygı yaşatabilir, hatta başkalarının ödüllendirici sözlerini kabul etmekte zorlanır, kendi hakkımızda iyi şeyler duyduğumuzda gerginleşip ne yapacağımızı bilemediğimiz zamanlar olabilir ya da bir zavallı olduğumuzu hissettiğimiz için bizi teşvik etmeye çalıştıklarını düşünebiliriz. Bu nedenle şu anda bu olumlu yanlarınızı bulup çıkarmak pek bir zor olabilir. Bu kitapçıkta size önerilen yöntemleri izlerseniz zaman içinde olumlu yanlarınıza daha fazla dikkat eder, onları daha kolay yakalar, bu keşfinizden dolayı da büyük bir keyif yaşarsınız.

Şimdi tekrar “Kendinizin Ölçümüne” geri dönün “artı” işaretli tüm maddeleri tekrardan bir kağıda dökün. Aynı zamanda “Zaaf Listenizde” istisnai durumlar yani güçlü durumlar için kaydettiklerinizi bulun. Bunları da listeye ekleyin. Şimdi yazdıklarınızın üzerinde dura dura okuyun ve bir yandan daha başka güçlü yanlarınızı, olumlu yanlarınızı düşünün. Zorlanıyorsanız bir egzersiz yapın: Çok sevdiğiniz ya da hayran olduğunuz birini hayal edin. Onu sevmenize neden olan özelliklerini gözden geçirin ve kaydedin. Şimdi bu özelliklerin herbirinin üzerinden giderken hangilerinin aynı zamanda size uyduğunu tespit edin.

Hayran olduğunuz kişinin bazı özelliklerinin sizde de bulunduğunu görmek sizi çok şaşırtabilir. Bunları da listenize kaydedin. Şimdi tekrardan listenizin üzerinden gidin ve her bir maddeyi ayrıntılı olarak yazın ve “yapmam”, “etmem” gibi olumsuz ifade ile olumluluk kazanan maddeleriniz varsa bunları olumlu ifade ile değiştirin, Örneğin: “Gözlerime makyaj yapmaya gerek duymam” gibi bir maddeyi “Gözlerim yeterince güzel ve belirgindir” şeklinde değiştirin.

Kısacası, yıllarca olumsuz yanlarınızı düşünüp onları iyice ön plana çıkardınız. Şimdi de aynı şeyi olumlu yanlarınız için yapın.

ARTIK DEĞİŞTiRMEK İSTEYEBİLECEĞİNİZ ZAYIF YÖNLERİNİZİ VE DE İNKAR EDEMEYECEĞİNİZ GÜÇLÜ YANLARINIZI BİRLİKTE ELE ALAN BİR BENLİK TANIMINIZ VAR.

Bunların hepsini tekrardan bir araya getirip yazın.

OLUMLU YANLARINIZI HEP GÜNDEMDE TUTUN ! ŞU ANDA ÇOK OLUMLU BİR ADIM ATTINIZ. BÖYLE BİR ÇABAYA DEĞER OLDUĞUNUZU ÇOK GEÇMEDEN ANLAYACAKSINIZ!

Prof.Dr. Kolsuz Agop

 
Muthiş bir yaşam öyküsü ve başarı.
Hepimiz adını duymusuzdur mutlaka…….
        

Cildiyeci Kolsuz Agop – çok etkileyici bir yaşam öyküsü…

Prof. Dr. Agop Kotoğyan yani meşhur ‘Cildiyeci Kolsuz Agop’, 41 yıl
hizmet verdiği İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden
geçtiğimiz 2004 kasım ayında emekli oldu. Tesadüf bu ya Agop Hoca, bundan
tam 66 yıl önce Cerrahpaşa’nın doğum kliniğinde dünyaya gelmişti.
Hastane, evlerine 15 dakika yürüyüş mesafesindeydi.

Doğduğu Samatya semtini diğer adı Kocamustafapaşa’yla seven Kotoğyan,
‘Doğma büyüme Paşalıyım’ diye övünüyor. Agop Hoca, yıllarca hasta
baktığı, laboratuvarında göz nuru döktüğü, kimileri şimdi namlı birer
profesör olan öğrencileri, vefalı hastaları ve mesai arkadaşlarının
katıldığı törenle uğurlandı.

Veda eden aslında azmin, direncin, ölümlerin eşiğinden dönüp hayata
sıkı sıkı sarılmanın simgesi, yaşayan bir efsaneydi. 30 yıl önce
mesleğinin zirvesine oturmuş, masal kahramanına dönüşmüştü. Hayatının
içine girmek zordu. Çünkü gazetecilerden uzak duruyor, doktorların
artist olmadığını, bilimsel tebliğler dışında dışarıya seslenmenin
reklam olabileceğini savunuyordu. Türkiye’de, cinsel yolla bulaşan
hastalıklar kürsüsünü ilk kuran, çeşitli bilim dallarında bölüm
başkanlığı yapan, yeni buluşlarla çığır açmış bu doktoru albüm
sayfalarımıza alabilmek için günlerce uğraştık. Sonunda hatırını
kıramayacağı dostlar araya girdi, bize hayatının kapılarını araladı.
İşte gördüklerimiz.

Aslında bu albüm şöyle başlayabilirdi: ‘Bir varmış, bir yokmuş. Evvel
zaman içinde, kalbur saman içinde Yozgat’ın Akdağ Madeni İlçesi’nin
Terzili Köyü’nde Kirkor adında bir çocuk varmış. Küçük Kirkor, kendi
halinde yaşayıp giden yoksul bir ailenin çocuğuymuş.’ Ama masalsı
hayatın içinde gerçeği kaybetmemek için kronolojik sırayla anlatmayı
doğru bulduk.

Agop’un babası Kirkor Kotoğyan, 1911 doğumlu. 1915 yılında, yani
Anadolu’daki o büyük kaos döneminde henüz dört yaşındayken babasını
kaybetmiş. Köyünü basan çeteler köydeki tüm erkekleri öldürmüş. Küçük
Kirkor’u annesi, onu madendeki mağaralara kaçırarak kurtarabilmiş.
Sonra da bir yakınlarının yanına sığınmışlar. Olaylar yatışıp
saldırılar durunca yanmış, yıkılmış, talan edilmiş köylerine
dönebilmişler.

Kirkor Bey, 25 yaşındayken Yozgat’ın İğdere Köyü’nde yaşayan Makruhi
Hanım’la evlenmiş. Aile 1938’de İstanbul’a gelmiş ve Samatya’ya
yerleşmiş. Bir yıl sonra da ilk çocukları Agop, İstanbul Üniversitesi
Tıp Fakültesi’nin Cerrahpaşa’daki hastanesinde doğmuş. Dünyaya
gözlerini açtığı, ilk görüntüleri, ilk sesleri duyduğu bu hastane ile
ömür boyu sürecek kader birliği de böylece başlamış.

Babası Kirkor Bey, inşaatlarda kalfa olarak çalışır, annesi de Samatya
yakınlarında bir fabrikada işçilik yaparmış.

KOLUNU PRES KAPTI

Çok yoksullarmış. Küçük Agop, Samatya Sahakyan Ermeni İlkokulu’na
başladığı yıl, babası ona bir ceket almış. Bir bahar günü
arkadaşlarıyla Samatya sahilinden denize girip çıkmış ve bir bakmış ki
ceketin yerinde yeller esiyor. Anasından bir ton dayak yediği gibi tam
üç yıl boyunca da ceketsiz kalmış. ‘Bana yeni bir ceket almaları
mümkün değildi. Ekmeği karneyle alıyor, aylarca et ve şeker yüzü
görmüyorduk’ diye annesinin köteğine hak veriyor şimdi.

Küçük Agop, daha ilkokuldayken işe başlamış. Mezun olduğu yıl bir
gümüş atölyesinde çalışıyormuş. Sıcak, çok sıcak bir yaz günü, gümüş
kalıpları plaka haline getirmek için kullanılan presin silindiri iş
önlüğünün kolunu kapmış. Sonra da elinin tamamı omuzuna kadar presin
altında un ufak olmuş. Hastaneye vardığında doktorlar, ‘Bu çocuk
yaşamaz’ demiş. Ameliyat olmuş, günlerce komada kalmış ve bir gün
gözlerini açıp hayata yeniden merhaba demiş. Kaderin cilvesi bu ya,
yine Cerrahpaşa Hastanesi’ndeymiş.

O yaz sonunda kendisini tamamen toparlamış ama çevresindekilerin
acıyarak bakması kalbini çok kırıyormuş. Bu yüzden kayıt yaptırdığı
halde okula gitmeyeceğini söylemiş babasına. Okula gitmemiş ama aldığı
ders kitaplarını her gün muntazaman okuyarak kendine göre bir tedrisat
yapmış. Okulsuz geçen bu yıl boyunca hep düşünmüş. O küçük ve artık
tek kollu bedeniyle bir meslek sahibi olamayacağına karar vermiş.
‘Okumalıyım, her ne pahasına olursa olsun okumalıyım’ demiş. Ve dönem
başlayınca Kumkapı Bezciyan Ortaokulu’nda eğitime geri dönmüş.

Bütün okul hayatı boyunca, yazları ve hafta sonları çalışmaya devam
etmiş. Tahtakale’de işportacılık yapmış. Konfeksiyon atölyelerinde
ilik makinelerinde çalışmış. Eve katkı olsun diye çalışırken çok
sevdiği kız kardeşleri Hripsima ve Maryam’a da küçük hediyeler almayı
ihmal etmezmiş.

FUTBOL YILLARI

Ortaokulda başarılı olmuş ama esas zirveyi Galata Getronogan
Lisesi’nde yapmış. Her yıl okul birincisi olmuş, takdirlerle dönmüş
evine. Agop Bey, hasta Fenerbahçeli. Tam 26 yıldır Fenerbahçe Kulübü
üyesi. Basketbolu çok seviyormuş. Ama tek kollu olduğu için
oynayamamış. ‘Ben de sahada top koştururum’ demiş ve lisede futbola
başlamış. Oynayamazsın demişler, aldırmamış. Çok da güzel oynamış. Ve
hatta, o devrin ünlü takımı Samatya Gençler Kulübü’nün kadrosuna
girmeyi başarmış.

1957’de İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni kazanınca doğduğu,
yeniden hayata döndüğü Cerrahpaşa Hastanesi’nde bulmuş kendini.
Kapısından içeri girdiği ilk gün ‘Bir zamanlar beni kurtardı bu
hastane, şimdi nöbet sırası bende’ diye düşünmüş. Bu dönemde lise
öğrencilerine özel dersler vererek okul parasını kazanmaya devam
etmiş. Ayrıca, Cerrahpaşa’nın futbol takımında oynamayı da ihmal
etmemiş.

1963’te okul birincisi olarak doktorluk diplomasını almış. Bir yıl
Çapa’nın Deri ve Frengi Hastalıkları Kliniği’nde çalışmış. 1964’te
Cerrahpaşa’daki Dermatoloji Kürsüsü’nde asistan olarak göreve
başlamış. Uzmanlık tezinin başlığı, ‘İmpetigo Herpetiformis Vak’aları
Üzerinde Klinik ve Biyoşimik Araştırmalar.’ Ben başlığından bir şey
anlamadım, Agop Hoca açıkladı: ‘Uçukla ilgili çok önemli bir
çalışmaydı.’

1967’de uzman olmuş. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde başasistan olarak
çalışırken üniversite tarafından Ekim 1969’da Almanya’ya gönderilmiş.
Dört ayda Almanca’yı öğrenmiş. Hamburg Saar Üniversitesi Dermatoloji
Kliniği’nde ünlü dermatolog Prof. Dr. Nödl’ün yanında çalışmaya
başlamış. Ayrıca aynı üniversitenin alerji ve histoloji bölümlerinde
çalışmış. Kliniklerde gösterdiği başarıdan dolayı, Alman Üniversite
Kurulu’nun talebiyle okulda kalma süresi bir yıl daha uzatılmış.

Dr. Kotoğyan, 1952’de geçirdiği kazadan önce çoğu kişi gibi sağ elini
kullanırmış. Onu kaybedince sol eliyle iş görebilmek için çok
çalışmış. En büyük zorluğu da üniversitedeyken çekmiş. Tek eliyle
tüplerden şırıngaya ilaç çekmeyi, bu ilacı hastaya enjekte etmeyi
öğrenmek için geceleri hastanede nöbete kalmış, evde portakallara su
şırınga edermiş. Dikiş atmayı öğrenmek için ise, evde ne kadar sökük
ve yırtık varsa dikermiş. İki yıl içinde tüm bu işleri kimseden yardım
almadan tek başına yapıyor hale gelmiş.

1972’de Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ne geri döndükten bir yıl sonra
doçentlik sınavını başarıyla vermiş. 1979’da ise, ‘Akne Vulgaris
Vak’alarında İmmunolojik Araştırmalar’ başlıklı teziyle profesör
kadrosuna atanmış. Almanca’dan sonra yine kendi çabasıyla, Fransızca
ve İngilizce öğrenmiş. Dünyanın birçok ülkesinde dersler, konferanslar
vermiş, nam salmış. Özellikle son iki yılda dışarıdan gelen hasta
sayısında büyük bir artış olmuş. Uluslararası tıp dergilerinde
yayımlanan makalelerinin sayısı 300’ü aşmış, cilt hastalıkları üzerine
iki kitap yazmış.

Suzan Hanım’la 1975’te evlenmiş. Üniversiteden emekli olduğu 21 Kasım
2004 günü yaptığı konuşmada ‘İki kişiye teşekkür etmiyorum: Biri beni
bu yolun başına kadar getiren anam, diğeri beni şu kürsüye kadar
çıkaran eşim Suzan. Teşekkür etmiyorum değil, aslında edemiyorum.
Çünkü onlara her şeyimi borçluyum’ demişti.

YURT SEVGİSİ BUDUR

Birçok ülkenin üniversitesinden teklif almış: Almanya, Fransa, Kanada,
Amerika… ‘Burada kal, kürsünün başına geç’ demişler. O, bunların
hepsini elinin tersiyle geri çevirmiş. ‘Ermeni olduğun için dedeni,
fukara olduğun için kolunu kaybettiğin o ülkede ne işin var’ demişler,
gülmüş geçmiş. Peki ne düşünmüş? ‘Evet doğrudur: Ülkemde çok acı
çektim. Sefaletin dibinde yaşadım. Doğrudur: Dedemi, çocukluğumu,
kolumu kaybettim. Ama yolumu kaybetmedim. Bu ülkede yaşayan
milyonlarca insandan hiçbir zaman farklı olmadığımı düşündüm. Bu
topraklarda yaşayan tüm insanları kardeşim olarak benimsedim. Bir
ülkeyi sevmek demek, bu topraklarda geçirdiğin güzel ve iyi günleri
sevmek demek değildir. İyi günde ve kötü günde burada olmak, vatanın
yanında kalmak demektir yurt sevgisi. Boş başak dik, dolu başak ise
eğiktir, derler. Ben hep eğik gezdim şu dünyada. Kibirden nefret
ettim. Boş başaklar gibi diklenmedim, caka satmadım, her şeyi
biliyorum demedim. Burnumun dikine gitmedim, bilginin ve bilimin ipine
sarıldım. İşimi şansa bırakmadım. Çünkü, çok çalıştım ve boşluk
bırakmadım.’

DOKTORLUĞA DEVAM

Bu efsane doktor üniversiteye veda ederken şöyle diyordu: ’32 yılını
öğretim üyesi olarak geçirdiğim, 41 yıl üç ay süren üniversitedeki
görevim fiilen sona ermiş bulunuyor. İnsanın hissetttiklerini
anlatabilmesi oldukça güç. Ayrılık günü gelip çattığında hiç
tanımadığınız bir boşluk hissine kapılıyorsunuz. İlk olarak geçmişin
yoğunluğu içerisinde hiç gerçekleşmemiş olan bir şey gerçekleşiyor:
Annesinin kuzusu Agop, gümüşçüde çalışan Agop, futbolcu, asistan,
Almanya’da görev yapan, doçentlik sınavındaki Agop, ilk dersini veren,
profesör olan Agop kafa kafaya verip ‘Şimdi ne olacak’ diyorlar. Neden
sonra aynı toplantıya emekli Agop gelip de, ‘Hey geçmişin kimlikleri;
utanmasanız Agop öldü diyeceksiniz. Şimdi, en büyüğünüz olarak ben,
işte buradayım’ diyene kadar…’

Neyse ki Agop Bey tecrübeleriyle şifa dağıtmaya veda etmedi.
Osmanbey’deki mimar oğlunun tasarladığı yeni kliniğinde, yine içten,
yine mütevazı, çalışmayı sürdürüyor.

Ciğerim Agop, bilesin ki anacığın seninle iftihar ediyor

Prof. Dr. Kotoğyan’ın emekli olduğu gün annesi Makruhi Hanım (87)
rahatsız olduğu için törene katılamadı. Kız kardeşi ünlü matematik
hocası Hripsime Kotoğyan, kürsüye çıktı ve annelerinin gönderdiği
mektubu okudu: ‘Ciğerim Agop. Baban da okuma yazma bilmez idi, ben de.
Sen, okudun. Sen hep okudun ve çok çalıştın can parçam. Biz
fukaraydık, senin yaptığın şu çok zor yolculukta yanına yetecek kadar
azık koyamadık. Bak, burada da açıklıyorum, herkes duysun: Oğlum, sana
yeterince yardım edemedik ve ben hep üzüldüm buna. Pek belli etmezdi
ama baban da buna çok üzülmüştü. Ama, sen bizim yüzümüzü hiç kara
çıkarmadım. Her zorluğun üstesinden geldin. Garip kuşun yuvasını yapan
Allah, uçmak istediğini anlayınca sana kanat taktı. Ciğerim Agop, çok
çalıştın, çok yoruldun. Sana biraz istirahat et diyeceğim ama
biliyorum ki beni dinlemeyeceksin. Şimdi, biraz hastayım ama sen
biliyorsun ki yanındayım. Bilesin ki anacığın seninle iftihar ediyor.
Baban da şimdi yukarıdan sana bakıyor ve gülüyordur. Ciğerim benim,
senin o kara gözlerinden öpüyorum.’

13 Şubat 2005