Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

Cumhuriyet Gazetesi, Başyazar İlhan Selçuk’un daha önce yayımlanmış yazılarını tekrar yayımlayarak değerli kalemi okurlarıyla buluşturmaya devam ediyor.

İlhan SelçukCumhuriyet– Yazarın 19 Ocak 2003 tarihinde yayımlanan yazısı…

Edep!..

Yıl 2003..

Ocak’ın 16’sı..

Gazetelerde fotoğraflar, haberler, televizyonlarda filmler, çekimler..

Bu kaçıncı?..

Yine bir tarikat basılmış..

Kadınlar yakalanmış..

Kadınlar..

Bizim kadınlarımız..

Tesettürlü..

Örtülü..

Yüzlerini, saçlarını, burunlarını, ağızlarını, boyunlarını kapamışlar..

Hepsi Şeyh’in malı..

Şeyh, kimini imam nikâhıyla nikâhlamış..

Kimini nikâhlamamış..

Okumuş, üflemiş..

Kadınlar..

Bizim kadınlarımız..

Üniversite kapılarını şeriat siyaseti üzre talimatla zorlayan kızlarımızın kardeşleri..

Gönüllü cariye adayları..

Erkeklerin köleleri..

Şeyh’in haremleri..

Şeyh’in adı Yaşar Yılmaz..

Tarikatın adı:

“Edep Grubu”

Oysa Şirazlı Sadi’ye sormuşlar:

“- Edebi kimden öğrendin?..”

Demiş ki:

“- Edepsizlerden!..”

*

Cumhuriyet Devrimi 1925’te çıkarılan bir yasayla tekke, zaviye, dergâhları kapatmıştı.

Kemal Atatürk ne demişti:

“- Baylar ve ey Ulus!..

Biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar ülkesi olamaz!..

En doğru ve gerçek tarikat, uygarlık tarikatıdır.

Tarikat başkanları, bu dediğim gerçeği bütün açıklığıyla anlayacak ve kendiliklerinden hemen tekkelerini kapatacak; müritlerinin artık ‘rüşte’ kavuştuklarını elbette kabul edeceklerdir.

Biz uygarlıktan, bilim ve fenden güç alıyoruz ve ona göre yürüyoruz.

Başka bir şey tanımıyoruz.

Tekkelerin amacı, halkın ussal dengesini yitirtmek ve onları aptal yapmaktır.

Oysa halk, ussal dengesini yitirmemeye ve aptal olmamaya karar vermiştir.’’

(Atatürk’ün “Söylev ve Demeçleri”nden)

*

1925’ten bu yana 78 yıl geçti…

1950’den bu yana, çok partili rejim, Türkiye’de demokrasiyi yaratacağına karşıdevrime dönüştü…

Bu gidişatın üstesinden “muhakkak’’ gelmeliyiz.

Keyifli ve verimli geçmesi arzusuyla çıkılan seyahatler, gerekli tedbirler alınmazsa çeşitli sağlık sorunları nedeniyle zehir olabilir. Bu nedenle gittiğiniz ülkelerde yakalanabileceğiniz hastalıklar hakkında fikir sahibi olmak ve gerekli önlemleri almak için bir uzmana danışmalısınız.

Seyahat sırasındaki sağlık sorunları; gidilen ülke ve bölgelere özgü enfeksiyon ajanlarına maruz kalmaya, tercih edilen ulaşım türüne, planlanan aktivitelere veya mevcut kişisel sağlık sorunlarının kötüleşmesine bağlı olarak gelişir. Seyahatle ilgili hastalık risklerinin belirlenip gerekli önlemlerin alınmasında “seyahat öncesi değerlendirme” çok önemli. Kişinin mevcut sağlık durumu, kullanılmakta olan ilaçlar, allerji öyküsü, gebelik varlığı ve seyahatin ayrıntısı (süresi, mevsimi, gidilecek ülkeler ve bölgeleri, seyahatte planlanan aktiviteler (dalma, dağlara tırmanma, safari vs), kalınacak yer (modern hotel, dağ evi, kamping) sorgulanır. Kişinin genel sağlık durumu ile birlikte seyahat planı değerlendirilir, sağlıkla ilgili oluşabilecek riskler belirlenir ve bu riskleri önleyici, hafifletici tedbirler anlatılır. Yabancı ülkeye seyahate gidecek kişi, en az 1 ay öncesinde uzmana başvurmalı.
 

Tıbbi öneriler

Seyahatte en sık görülen tıbbi sorun olan enfeksiyon hastalıkları su, besinler, solunum yolu, sivrisinek-böcek sokmaları veya seksüel yolla bulaşır. Önlemek için:

1. Turist ishali, hepatit A ve trişinellosis gibi pek çok enfeksiyon hastalığı su ve yiyeceklerle bulaşır. Bu nedenle hijyenik koşulları iyi olmayan bölgelerde, enfeksiyonu önlemek için su ve yiyeceklerle ilgili tedbirleri almak esastır. Musluk suyu mikrop içerebilir, fakat su 3 dakika kaynatılıp soğutulursa bu organizmalar ölür. Şişe suyu musluk suyuna göre daha emin olmakla birlikte, şişeleme işlemi standardize değilse yerel şişelenen su çok emin değil. Enfeksiyon riskini azaltmak için: Kaynamamış musluk suyunu içmeyin ve bu sularla diş fırçalamayın. Sadece kaynamış musluk suyu, karbonatlı içecekler, bira ve şarap için. Kaynamamış sudan yapılmış buzu içeceklerinize koymayın. Çiğ sebze yemeyin. Meyveleri yemeden hemen önce kendiniz soyun, soyulmayan meyveleri yemeyin. Pastörize olmayan süt ürünlerini yiyip içmeyin. Çiğ veya az pişmiş et, balık ve deniz ürünlerini yemeyin

2. Aşılama: Aşılamada kişinin eski aşı durumu ve seyahat güzergâhı önemli. Uluslararası Sağlık Tüzüğü’nün öngördüğü zorunlu tek aşı, “sarı humma aşısı” olup bazı ülkelere giriş için aşı belgesi gerekli. Sarı humma, Afrika’nın ekvatoral bölgeleri ve Güney Amerika’da sıktır, bu ülkelere gideceklerin 10 gün öncesinde “sarı humma aşısı” olmaları gerekir. Aşı 10 yıl geçerli.

Ayrıca, Suudi Arabistan, hac ve umre nedeni ile giren tüm yolculardan, süresi 10 günden az veya 3 yıldan fazla olmayan meningokoksik menenjit aşısı sertifikası istemektedir. Zorunlu olmamakla birlikte rutin aşıların (difteri-tetanoz, polio vs) halen geçerli olduğunun kontrolü ve gerekenlere rapel dozun yapılması uygun olur.

Tifo aşısı, tifo yönünden yüksek riskli bölgelere (özellikle de Hindistan’ın bazı bölgeleri) gidecek ve 2 hafta veya daha uzun süre kalacaklara öneriliyor. Kuduz aşısı, vahşi hayvanlarla teması olacaklara veya kuduzun sık görüldüğü yerlere gidip 1 aydan uzun süre kalacaklara yapılır.

Hepatit A’nın sık olduğu ülkelere seyahat veya çalışma için gideceklere Hepatit A aşısı, yapılmalı. Gidiş öncesi herhangi bir zamanda yapılacak hepatit A aşısı yeterli korumayı sağlar. Ancak yaşlılar, bağışıklığı zayıf olanlar ve kronik karaciğer hastaları 2 haftadan daha kısa süre içinde bu bölgelere seyahat edecekler ise ilk doz aşı ile birlikte immunglobulin yapılmalı. Immunglobulin 3 ay süreyle korur.

Seyahat sırasında hepatit B kapma riski düşüktür. Ancak hepatit B sık olan ülkelere gidecek sağlık elemanlarına, bu ülkelerde 6 aydan uzun süre kalacak kişilere, burada tıbbi veya dental girişim yapılacak olanlara mutlaka Hepatit B aşısı yapılmalı. Aşılamaya seyahatten 6 ay önce başlanmalı.

Grip aşısı, enfeksiyonu önlemede sık kullanılan bir aşı. Grip, Kuzey ve Güney yarımkürelerde kış aylarında, tropikallerde tüm yıl boyu ve Cruise’larda yaz aylarında olur. Özellikle 50 yaş üstündekiler daha önceki dönemde aşılı değillerse ve riskli mevsimde gidiyorlarsa mutlaka yapılmalı.

3. Böcek sokmaları: Sivrisinek, karasinek, bit, pire, kene gibi çeşitli böcekler, sıtma dahil pek çok ciddi enfeksiyonu bulaştırır. Mümkünse bu böceklerin sık olduğu bölgelere gitmekten sakınmalı, pantolon ve uzun kollu gömlek giymeli, böcek kovucular ve yatakta cibinlik kullanmalı. Sıtmanın sık olduğu bögelere gidenlere bu tedbirlere ek olarak koruyucu sıtma ilacı önerilmekte. Bu ilaçlara ilgili bölgeye gitmeden önce başlamalı ve döndükten sonra 4 hafta devam edilmeli.

4. Seks yoluyla bulaşan Hepatit B, AIDS, Gonore, Klamidia, Sifiliz’den karşı lateks condom kullanılması riski azaltır.

Seyahatle ilgili sağlık problemleri, ulaşım aracı ile ilgili olabilir. Gemi seyahati genellikle emindir. Ancak uçak seyahatinde çeşitli sağlık sorunları ortya çıkabilir. Kabindeki oksijen basıncı düşüklüğü, normal kişilerde herhangi bir sorun yaratmazken bazı kalp hastalarında, kronik obstrüktif akciğer hastalığı veya ağır kansızlığı olanlarda hayati sorun oluşturabilir ve destek oksijen tedavisi gerekebilir. Bu hastaların seyahat öncesi mutlaka doktor kontrolü gereklidir.

Ayrıca iniş ve kalkış sırasında hava basıncında oluşan değişiklik, özellikle üst solunum yolu enfeksiyonu olanlarda işitmede zorluk, kulak ve sinüslerde ağrıya neden olabilir. Uzun yolculuklarda uzun süre hareketsiz oturmaya bağlı olarak bacak damarlarında kan pıhtılaşması oluşabilir. Bu nedenle tüm yolcular 6-8 saatten uzun sürecek yolculuklarda önleyici tedbirleri almalı. Her 1-2 saatte bir kalkıp yürümeli, sık sık pozisyon değiştirmeli, ayak bileği ve dizler sık sık hareket ettirilmeli, bacak bacak üstüne atmamalı, sigara içmemeli, rahat ve bol giysiler giymeli, bol sıvı almalı, alkolsüz içecekler tercih edilmeli, dize kadar olan varis çorabı giymelidir. Tüple dalanlar, dalışın süresine göre değişmek üzere uçağa binmeden önce 12-48 saat beklemeli.

Karayoluyla seyahatte ise en önemli risk, uzun süren yolculuklarda hareketsiz oturmaya bağlı bacaklarda şişme ve damarlarında kan pıhtılaşması olmasıdır bu yönden tedbir alınmalı.
 

Özel tıbbi durumlarda seyahat

Gebelik: Gebelik seyahate engel değil. Ancak 36. haftadan sonra uçak yolculuğu önerilmiyor. Ayrıca yüksek riskli gebeliği olanlar veya önceki gebeliğinde komplikasyon yaşayanlar uçak yolculuğundan sakınmalı.

THY, 28 haftayı bitirmiş hamile yolculardan “uçakla seyahatinde sakınca yoktur” ibaresi yer alan doktor raporu istiyor. Gebeler, bacak damarlarında pıhtı oluşması sık olduğundan tedbir almalı. Seyahatle ilgili aşıların çoğu gebelikte yapılamaz. Sıtmanın sık olduğu yere seyahat eden gebeler, sıtmaya yakalanması halinde kendisi ve bebeği için tehlike olacağını bilmeli ve koruyucu ilaç almalı.

Diabet:
İnsülin kullanan şeker hastalarının uzun yolculuklarında insülin doz ve zamanlarının ayarlanması gerekli. Genel kural olarak, doğuya gidişlerde gün kısaldığı için daha az insüline ihtiyaç varken; batıya gidişlerde gün uzadığı için daha fazla insüline ihtiyaç vardır. Diabetikler durumlarını belirten bir künye taşımalı, ilaçları ve ara öğünlerini el çantalarında olmalı.

Kaynaklar: UpToDate ( Ocak 2009) www.cdc.gov/travel ; www.who.int/ith.

İnsan Neyle Yaşar?
11. Uluslararası İstanbul Bienali, başlığını Türkçe’ye “İnsan Neyle Yaşar?” olarak çevrilen “Denn wovon lebt der Mensch?” adlı şarkıdan alıyor. Bu şarkı Bertolt Brecht’in Elisabeth Hauptmann ve Kurt Weill ile birlikte tam 80 yıl önce yazdığı Üç Kuruşluk Opera adlı oyunun ikinci perdesinin kapanış parçası.

John Gay’in 18. yüzyılda yazdığı Dilenci Operası‘nın bir uyarlaması olarak yazılan oyun, 1928’deki galasında muazzam bir başarı kazanmış, kısa sürede hem sanatsal bir biçim hem de toplumsal ve siyasi değişimin bir aracı olan tiyatroda devrim niteliğinde değişikliklerin yolunu açmıştı. Üç Kuruşluk Opera, Brecht’in “Her suçlu bir burjuva, her burjuva bir suçludur” savına dayalı olarak, tiyatro “janrları”na ilişkin mevcut kavramlar ve oyunun izleyiciyle ilişkisinde yarattığı değişimle “tiyatro aygıtı”nda bir dönüşüm sağlamıştı.

Tom Waits, William S. Burroughs ve Pet Shop Boys gibi farklı tarzlardan sanatçılarınkini de içeren sayısız popüler yorumu gerçekleştirilmiş olmasına rağmen, “İnsan Neyle Yaşar?” sarsıcı ve itici gücünden hiçbir şey kaybetmemiş durumda. Yine de bir serginin başlığı olarak bu cümle kuşkusuz kulağa fazlasıyla abartılı gelebilir; özellikle de asıl vurgunun cevapta değil de sorunun kendisinde olduğu düşünülürse, daha da iddialı ve hatta kibirli görünebilir. Ama neden olmasın? Brecht’in sorduğu soru bugün de aynı aciliyeti taşımıyor mu? 1929’daki ekonomik krizin ardından dünyayı dönüştüren değişimlerden pek de farklı olmayan, felaketle sonuçlanabilecek küresel değişimlerin yaklaştığı korkusuyla yaşamıyor muyuz? Sanatın toplumsal değişime önayak olmasıyla ilgili sorular, solun faşizmle ve Stalinizmle karşı karşıya geldiği 1930’lardaki kadar acil cevap beklemiyor mu? Yoksa sanat janrlarıyla sınırlanmış, kültürel eğilimler olarak adlandırılabilir ve pazarlama açısından kârlı görünen tam kapsamlı bir kültür endüstrisi sistemi ve onun güne ve duruma bağlı olarak büründüğü bozuk biçimlerin bu soruları cevaplamış olduğunu mu düşünüyoruz?

Ancak Uluslararası İstanbul Bienali gerçekten de büründüğü her hal ve taşıdığı her başlıkla yerel, ulusal ve uluslararası arasındaki dinamiklerin bilindik karmaşıklığının yükünü taşıyan son derece temsili bir sanat sunumu. Dolayısıyla pazarlamaya, siyasi, kuramsal ve sanatsal kullanım ve suiistimallere yeterince açık ve şatafatlı bir başlık son derece uygun da olabilir.

Brecht’in Marksizmi ile ütopya, ütopyacı potansiyel ve sanatın siyasete alenen dahline olan inancı, hâkim çağdaş bakış açısından/açılarından değerlendirildiğinde şüphesiz biraz modası geçmiş, tarihsel açıdan yersiz ve kurumsal solun çöküşüyle neoliberal hegemonyanın yükselişine tanık olduğumuz bu dönemle uyumsuz görünüyor. Ancak asıl soru bu durumun aslında yaşadığımız döneme özgü bir belirti olup olmadığı. Brecht’in 1960’lar ve 70’lerdeki inanılmaz popülerliği ve yumuşak bir geçişle “bir klasiğe” dönüştürülmesinin ardından bugünkü “unutulmuşluğu” ile “modası geçmişliği”, tam da çağdaş toplumla ve sanatın onun yaşamında oynadığı rolle ilgili bir şeylerin ters gittiğinin göstergesi değil mi?

Üç Kuruşluk Opera, burjuva toplumunda mülkiyet dağılımı sürecini konu edinir ve edebi bir anlatımla “kapitalizmin, ekonominin, dahası paranın kendine özgü gerçeklik ve dinamiklerinin”1 hâlâ geçerli bir temsilini sunar. Oyun 1928’de, Weimar Cumhuriyeti’nin zirvede olduğu dönemde ve Hitler’in Almanya’da iktidara gelmesinden hemen önce, burjuva ideolojisinin hayırseverlik, adalet sistemi, emniyet örgütü, evlilik, romantizm, kardeşlerarası sevgi, din ve bağımsız otorite gibi çeşitli bileşenlerine acımasızca ışık tutar. Brecht kendisi de Gay’in Dilenci Operası‘nı yazdığı erken endüstriyel kapitalizm dönemiyle kendi dönemi arasındaki benzerliklere işaret eder: “Hâlâ, her nasılsa, aynı sosyolojik durum içerisindeyiz. Tıpkı iki yüz yıl önce olduğu gibi bugün de, neredeyse her seviyede, çok çeşitli yollarla da olsa, ahlaki prensiplere ahlaki bir yaşam sürerek değil ahlakın sırtından geçinerek hürmet eden bir toplumsal düzene sahibiz.”2 Bu durum, vurgunun periyodik olarak dini ahlak ile liberal demokrasi arasında gidip geldiği günümüzde de devam ediyor.

Liberal ekonominin hızlı gelişiminin toplumsal uzlaşmanın dağılması üzerinde 1928’de gösterdiği etki ile günümüzdeki etkisi arasındaki benzerlikler çarpıcı; bu açıdan, 20. yüzyılın bir diğer dev yazarının, temel eseri Büyük Dönüşüm’ü 1944’te yayımlayan siyasal iktisatçı Karl Polanyi’nin analizini hatırlamakta yarar var. Polanyi, “kısıtlamaları kaldırılmış piyasa ekonomisi”nin gelişimi ve ardından faşizmin yükselişi üzerine yaptığı analizde, toplumsal gelişimle ekonomik gelişimi uzun vadede ayırma eğiliminin, son noktada toplumsal karmaşa ve totaliter rejimlerin yükselişiyle sonuçlanacağına dikkat çekiyordu.

Tıpkı Polanyi’ninki gibi, Brecht’in İkinci Dünya Savaşı öncesi gelişmelere ilişkin analizi de günümüzdeki durumla ürpertici benzerlikler taşıyor. “İnsan Neyle Yaşar?” sergi açısından hem bir tetikleyici, hem de bir tür senaryo işlevi görecek. Şarkının sözlerine şöyle bir göz gezdirdiğimizde bile birçok olası tema keşfedebiliyoruz: Zenginlikle yoksulluğun, besin kaynaklarıyla açlığın dağılımı, siyasi manipülasyonlar, cinsiyete dayalı baskı, toplumsal normlar, nabza göre ahlak, dine dayalı ikiyüzlülük, kişisel sorumluluk ve baskıya boyun eğme… Bunlar kesinlikle “önemli” ve neredeyse önceden tahmin edilebilecek konular.

Bugün bienaller, kentlerin kendilerini uluslararası iletişime elverişli özellikleriyle küreselleşen dünya haritasında konumlandırmak için kullanmaya çalıştıkları kültürel turizm bileşenleri, bir başka deyişle, sanatın genellikle havalı, hoş, eğlenceli olarak sunulduğu birer “kültürel alışveriş” öğesi olma eğilimindeki sergiler haline geldi… Brecht, sanatın “lezzete dair” muamele görmesi olarak nitelendirdiği, sadece eğlence amaçlı kullanımına şüphesiz eleştiriyle yaklaşıyordu, ama onun eğlendirici rolünden de uzak durmadı. Popüler kültür ve kitle kültüründe sorun, Brecht’in bizi uyardığı üzere, haz değil, hazzın işlevidir. Dolayısıyla sorun, Zizek’in işaret ettiği gibi, süper-egonun eğlenme talebinin toplumsal düzen ve baskının ana mekanizması haline geldiği bir toplumda “hazzın nasıl özgür kılınacağı” ve zevk alma yeteneğine devrimci rolünün nasıl iade edileceğidir.

Brecht’i tekrar gündeme getirmek çağdaş kapitalizm koşullarında sanatsal uğraşın rolü hakkında bir düşünme denemesine girişmek, günlük pratiklerimizi, değer sistemlerimizi ve eylem biçimlerimizi yeniden değerlendirmek anlamına geliyor. Elbette, Fredric Jameson’ın işaret ettiği gibi, “‘günümüz için bir Brecht’i’, ‘Brecht’te yaşayanı ve ölmüş olanı’, postmodern veya gelecek için bir Brecht’i, post-sosyalist hatta post-Marksist bir Brecht’i, eşcinsel kurama veya kimlik siyasetine uygun bir Brecht’i yeniden keşfetmek veya hayata geçirmenin Brecht’e fazlasıyla aykırı bir çaba”3 olacağına şüphe yok. Bienal kavramsal çerçevesini geliştirmede Brecht’i bir başlangıç noktası olarak alırken yöntem sorunu da hayati bir önem taşıyor. Brecht’in izinden giderken, onun günümüzde akademik solun bir Che Guevara’sı veya geleneksel ortodoks solun değişmez yazarı imgesini görmezden gelerek “Brechtoloji”ye ve onun deneylerinin sayısız yeniden keşfinin son bulduğu çıkmaz sokağa umursamazca yüz çevirmek mümkün mü? Bunun yerine Brecht’i serginin biçim ve yapısını ararken önderlik edecek (kızıl) bir hat olarak takip etmek, bu “bakmanın ötesinde”ki yaklaşımla izleyiciyi daha üretken bir katılımcı, hatta bir suç ortağına dönüştürmek mümkün mü?

Brecht’in bizim bugün sanatçılar, yazarlar ve küratörler olarak tekrar edebileceğimiz jestleri, yaklaşımları ve teknikleri nelerdir? Bunun sonucu ne olabilir? Kolektif yaratıcılık, epik tiyatro, yabancılaştırma efekti (Verfremdungseffekt), bir popüler eğitim ve siyasi ajitasyon aracı olarak sanat… Bugünün perspektifinden bakıldığında Brecht’in bir çözüm veya doğrudan bugüne tercüme edebileceğimiz unutulmuş bir yöntem önerdiği anlamına gelmiyor bu, hatta, tam aksini söylüyor: Asıl mesele, şimdinin sorunlarını doğru formüle edebilmek için bizi harekete geçirecek bir siyasi-estetik boz-yap yaratabilmek.

Brecht bizi, kuralları hakkıyla öğrenip eleştirel yetilerimizi veya müdahale ve değişim potansiyelimizi köreltmeden nerede durduğumuzu tekrar tekrar yeniden düşünmeye, dünyayı amatör aktörlerden oluşan bir yer olarak görmeye davet ediyor. Brecht, yazar ve yönetmen olarak, tiyatronun “üretim aygıtı”nı sürekli kesip açmayı ve ortaya sermeyi, sonra da yapısını bozarak onu dönüştürmeyi hedefledi; bizi “çağdaş sanat aygıtı”nın mevcut çıkmazından kurtaracak yaklaşım da bu olsa gerek. Brecht’in ortaya koyduğu “işe yararlık” sorunu burada öncelikle sanat ile toplumsal ilişkilerin etkileşimini gözlemleme ihtiyacı anlamına geliyor.

“İnsan Neyle Yaşar?”ın mekânları Antrepo No.3, Feriköy Rum Okulu ve Tütün Deposu (Tophane). İkisi daha önce birincil ekonomiyi besleyen bu mekanlar şimdi düzenli sergi alanlarına dönüştürülmüş durumda. Öğrenci yokluğundan kapatılmış Feriköy Rum Okulu’nun da “yeniden geliştirilmesi/iyileştirme”si açısından en iyi senaryonun bir “kültür mekânı”na dönüştürülmesi olduğu söylenebilir. Sergi mekânlarının ikisi (Antrepo No.3 ve Tütün Deposu) izleyiciye önceki bienallerden tanıdık gelecek. Mekânların üçü de İstanbul’un Avrupa Yakası’nın ilk akla gelen, çoğu kültürel etkinliğin gerçekleştiği merkezi bölgesinde yer alıyor. Son yıllarda birçok bienal ‘ev sahibi-şehirleri’yle daha etkin bir ilişkiye geçip kentsel kimlikleriyle ilgili yeni bakış açıları önermeye ve bu kimlikleri yeniden tanımlamaya çalıştılarsa da, “İnsan Neyle Yaşar?” bienal formatının verili parametrelerini merkezi görüşe ait bir kültürel kurumun hakim toplumsal çerçeveleri hem dayatma hem de zorlama potansiyelini sorgulamak amacıyla kullanacak. Bu denli görünürlüğe sahip bir serginin bu durumuna rağmen ortaya serebildiği sorular nelerdir, bu sergi nasıl bir bilgi üretebilir?

“Ortodoks sol bir konumla çağdaş sanat arasındaki çatışmanın çağdaş sanatın anlaşılmasında belirleyici bir rol oynadığı”4 İstanbul ve Türkiye’de, küresel neoliberalizm ve yerel etnik temelli ulusalcılığın çifte açmazından bir çıkış aramak kendini adamaya değecek tek uğraş gibi görünüyor. Ancak, ideolojiye karşı ideolojinin son yıllarda büründüğü yeni biçimlere karşı çıkmak, eski solun sosyal devletin enkazından ayağa kalkamamasından ders almak ve yeni ve anlamlı ittifaklar geliştirmek, Türkiye kapsamının çok ötesine uzanan çabalar.

1 Fredric Jameson, Brecht and Method (Brecht ve Yöntem), (Londra-New York: Verso, 2000), s. 13.
2 Bertolt Brecht, “On the Threepenny Opera/Üç Kuruşluk Opera Üzerine”, Threepenny Opera (Üç Kuruşluk Opera), ed. ve çev. Ralph Manheim ve John Wilett (Penguin Classics, 2008) s. 92.
3 Jameson, age, s. 5.
4 Süreyyya Evren, ‘Art + Politics. From the Collection of the City of Vienna/Sanat + Siyaset. Viyana Şehir Koleksiyonundan’ içinde, editör Hedwig Saxenhuber, Viyana Şehri Kültürel Çalışmalar Bölümü için, 2008. (Museum on Demand: SpringerWienNew York), s. 170-183.

EVET / HAYIR-OKTAY AKBAL

Bayramınız Kutlu mu?

Atın bir şeker ağzınıza ya da bir çikolata parçası!..

Bugün bayram!.. Bir şair, Bayram bize mahremdemişti… Hapishanede iken mi, yoksa çıktıktan sonra mı?

Bugün Şeker Bayramı! Silivrideki Ergenekon sanıklarını kutluyorum. Savcılarını, yargıçlarını da kutlamak isterdim, ama içimden gelmiyor. Bir büyük haksızlık görüyorum. Bir yıldan çok zamandır sürüp giden bu anlamsız dava!.. Daha da yıllarca sürecek mi? Bu gidişle içerde sağlam adam bırakılmayacak, öyle mi? Amaç aydınlığın söndürülmesi mi? Tek tek ya da topluca!..

Balbayın eşi, aldı çocuklarını Silivriye taşındı. Hiç değilse ara sıra Balbayı görebilmek için… Kaç ay geçti ya da geçecek? Mustafa Balbay Cumhuriyetin Ankara temsilcisi, yazarı… Ne yapmış ki! Geçenlerde birileri sordu: Ne suçu var ki?Yanıtladım, onun suçu büyük, önce Atatürkü seviyor, Cumhuriyet devrimlerine inanıyor, şeriatçıları, gericileri, yağmacıları, çıkarcıları sevmiyor, gazetedeki yazılarında gerçekleri bir bir açıklıyor, cilt cilt kitaplarla uygarlığı, çağdaşlığı, güzellikleri anlatıyor… Bundan büyük suçmu olur?

***

Bugün bayram, güzel şeyler yazmak istiyorum. Öyle güzel şeyler ki, yalnız bugün değil, gelecekte de okunsun, sevilsin. Yeni kuşaklara biraz sevgi, umut, direniş versin! Yazarların işi budur! Yalnız içinde oldukları günün insanları değildir onlar! Yüzyıllar geçer, kitaplarla şiirlerle, öykülerle romanlarla konuşurlar. Açarsın bir şiiri, bir öyküyü yeni baştan yaşarsın, yaşamanın anlamını duyarsın…

Silivriye gitmek, Balbayı da, öteki dostları, arkadaşları da bir cam perdenin ardından görmek de, eline tutuşturulan bir telefonla konuşmak… Ben bunu daha önce de yaşadım. Sağmacılarda barış davasının sanıkları Ali Sirmen, Erdal Atabek, Orhan Apaydınla üç beş laf edebilmek için… Daha daha önce de Maltepedeki askeri tutukevinde bir tel örgü önünde İlhanla, Çetinle konuştuğumda… Gözyaşlarımı tutamadığımda!..

Ben Cumhuriyet çocuğuyum. İlkokul, ortaokul, lise yıllarımda mutluluk denen duyguyu yaşayanlardanım… Geleceklerin, bize çok büyük güzellikler getireceğine inananlardan!.. Yaşlandıkça işin rengi değişti. Demokrasi diye tutturulan bir çıkmaz sokak aldı ülkeyi bir başka garip, çirkin bir dünyaya soktu. Bir yağmadır başladı. Bir ezme, ezilme dönemi. Asker geldi kurtardı. Asker geldi batırdı. Sivil geldi önce kendini kurtardı. Sivil gitti asker geldi, işler yine karıştı. Bir o, bir bu! O gelecek bu gidecek sözleri, yazıları, çekişmeleri…

Sürüp gitmiyor mu hâlâ? Bakın seller basmış, insanlar ölmüş, yetmez, bir daha gelir sel, yine silip süpürür. O da olmazsa, deprem gelir kent insanları gerçek acı, gerçek felaket nedir, yaşar. Yaşatılır demek istiyorum. O koskoca kırk-elli katlı yapılar, lüks apartmanların topraklara devrildiğini umarım bir gün görmez insanlarımız!

Şeker Bayramındayız. Atın bir çikolata, bir badem şekeri, o güzel eski günlerimizden bir tat, bir esinti gelsin bir anlığına!.. Bayram, birkaç gün kendini dinlemek olanağı verir, vermelidir, dosta düşmana…

Bunu da yapamazsak, sizler, bizler, içerdekiler, dışardakiler… olmaz olsun böyle bayramlar…

İnternet dünyasında sinema denilince akla gelen ilk site olan imdb.com’da kullanıcıların oylarıyla dünyanın en iyi komedi filmleri belirlendi.

Site üyelerinin oylarıyla belirlenen en iyi 50 komedi filmi listesinde Kemal Sunal’ın başrolünü oynadığı Şaban Oğlu Şaban 10 üzerinden 8.7 puan alarak birinciliği Rus yapımı 12 Sandalye ile paylaştı. Vatan’ın haberine göre Halit Akçatepe Şener Şen ve Adile Naşit gibi oyuncuların da rol aldığı film, Forrest Gump, Dr. Strangelove ve Amelie gibi filmleri geride bıraktı. En iyi 50 komedi filmi listesinde toplam 8 Türk filmi yer aldı. Bunlardan Zügürt Ağa 10’uncu, Hababam Sınıfı tatilde 13’üncü, Kibar Feyzo 14’üncü, Hababam Sınıfı Uyan 36’ncı, Hababm Sınıfı Sınıfta kaldı 42’nci, Davaro 46’ncı oldu.

Uzmanlar, sigara bağımlığında profesyonel desteğin çok önemli olduğunu, ancak farmakolojik tedavi ile başarı oranının arttığını belirterek, ”Tedavi almaksızın kendisi bırakan kişilerin sadece yüzde 5’inin bir yıl sonunda sigara içmediğini; profesyonel destekle başarı şansı yüzde 15 olurken, farmakolojik tedaviyle yüzde 25-30’a yükseldiğini” kaydetti.

Hacettepe Üniversitesi (HÜ) İç Hastalıkları ve Medikal Onkoloji, Kanser Epidemiyolojisi Bilim Uzmanı Prof. Dr. İsmail Çelik, yaptığı açıklamada, tütün ve tütün mamullerinin her türünün kansere yol açtığına dikkati çekerek, kanserden ölümlerin yüzde 60-80’inin sigarayla ilişkili olduğunun altını çizdi.

Tütün çiğnenmesinin, sigara içilmesinin, pipo ve puro kullanımın bırakılmasıyla kanser gelişme riskinin zamanla düzenli olarak azaldığını bildiren Çelik, ”Sigarayı bırakmak için hiç bir yaş geç değildir. Tütün ve tütün mamullerini kullanan kişinin hemen bırakma girişiminde bulunması ve bunun için tescilli sigara bırakma merkezlerinden yardım alması gerekmektedir” dedi.

Sigaranın hem fiziksel, hem psikolojik bağımlılık yaptığı için bırakılmasının zor olduğuna işaret eden İsmail Çelik, kendi başına sigarayı bırakmayı deneyenlerin büyük çoğunluğunun 1 yıl içinde tekrar sigara içmeye başladığını söyledi. Çelik, ”Tıbbi bir birimden yardım alınması halinde başarı şansı, kendi başına bırakmayı denemeye göre iki katına çıkmaktadır” diye konuştu.

HÜ’de İç Hastalıkları ve Medikal Onkoloji uzmanı olarak görev yapan Doç. Dr. Mustafa Erman da ”Sigarayı tedavi almaksızın kendisi bırakan kişilerin, sadece yüzde 5’i bir yıl sonunda sigara içmiyor oluyor” dedi.

Erman, kesin çözüm için profesyonel desteğin çok önemli olduğunu vurgulayarak, ”Profesyonel destekle başarı şansı yüzde 15 olurken, farmakolojik tedaviyle yüzde 25-30’a yükseliyor” açıklamasında bulundu.

HÜ’de sigara bırakma merkezi

Hastanenin Prevantif Onkoloji Anabilim Dalı’nda kurulan Sigara Bırakma Ünitesi’nin de sorumlusu olan Erman, buranın Türkiye’nin sayılı büyük merkezlerinden biri olduğunu belirtti.

Merkezin 2 yıl önce pilot olarak hizmet verdiğini, 1 yıldır da yoğun izlem programı ile çok sayıda kişiyi kabul ettiklerini ifade eden Mustafa Erman, resmi güvencesi olan herkesin ek bir ücret ödemeden bu hizmetten faydalanabileceğini, tedaviye başlamak için, ”312-305 43 30” numaralı telefondan randevu alınabileceğini bildirdi.

Erman, ünitelerinde 2 hekim ve 2 hemşirenin tam zamanlı olarak görev yaptığını anlatan Erman, haftada 2 gün ortalama 10’ar hasta kabul ettiklerini, bunun başvuru sayısının artması halinde 5 güne çekilebileceğini dile getirdi. Sigara yasağının kapsamının genişletilmesinin ardından, başvurularda belirgin artış gözlendiğini bildiren Erman, ‘‘Sigara yasaklarından önce 1 gün hasta kabul ederken, şimdi 2 güne çıkarttık” diye konuştu.

Sigarayı bırakmak isteyen kişinin önce kararlı olması, sonra tıbbi yardım için başvuruda bulunması gerektiğini anlatan Erman, şöyle devam etti:
”İlk olarak başvura bulunanlara, bir toplantı yaparak sigaranın zararlarını anlatıyoruz ve neden bırakmak istediklerini soruyoruz. Sonrasında teker teker kendileriyle görüşüyor ve bir kağıda neden bırakmak istediklerini ve bıraktıklarında kazançlarının neler olacağını düşündüklerini içeren bir yazı yazmalarını istiyoruz. Bunu her zaman yanlarında taşımalarını, sigara içmek istediklerinde bunu tekrar okumalarını rica ediyoruz. Ardından muayenelerini yapıyor ve sigara kullanım sayısına, sağlık durumlarına ve kişilik yapılarına göre tıbbi tedavi programı hazırlıyoruz.”

Erman, ilaç tedavisinin ortama 3 ay sürdüğünü, sonrasında ise kişinin kontrole geldiğini anlatarak, ‘‘Şu an bant ve sakızlar, antidepresan tedavisinde kullanılan ve sigarayı bırakmada etkili olduğu saptanan bir ilaç ile sadece bunun için üretilmiş ilaç uygulaması yapılıyor” dedi.

Etkinliği ispatlanmış ilaç tedavilerinin dışında, hipnoz, akupunktur, elektrik uyarısı ve bitkisel tedaviler gibi yöntemlerin tercih edilmemesini isteyen Erman, bu yöntemlerin etkinliğinin bilimsel olarak tespit edilmediğini, bu nedenle bu yöntemleri önermediklerini söyledi.
 

”İstemek yeterli”

Sigarayı Bırakma Merkezi’ne gelerek sigarayı bırakan gruptan 53 yaşındaki Faruk Telemcioğlu, yaklaşık 37 yıldır günde ortalama 1,5 paket sigara içtiğini söyledi.
Sigarayı bırakmaya bir yıl önce karar verdiğini ve hekim kontrolünde tıbbi tedavi seçeneklerinden faydalanmak için HÜ’ndeki Sigarayı Bırakma Merkezi’ne başvurduğunu anlatan Telemcioğlu, yaklaşık 11 aydır sigara kullanmadığını belirtti.
”O bizi bırakmadan, ben onu bırakmak, daha uzun ve sağlıklı yaşamak” için sigarayı bırakma kararını aldığını dile getiren Telemcioğlu, şunları kaydetti:
”Dışarda bu işin yapan firmalara değil, bilimsel hizmet verilen merkeze gelerek başvurdum. Maddi kazanç sağlamasından öte, kendimi sigarayı bıraktığım günden bugüne daha temiz hissediyorum, nikotin kokmuyorum, ağız-diş sağlığım daha iyi, daha güzel nefes alıyorum, iştahım değişti. Artan iştahıma bağlı kilo alımını engellemek için spora başladım, spor yaşam biçimim haline geldi. Sağlığıma ve çevreme bile bile zarar vermediğimi düşünmek, içimi rahatlatıyor. Bırakılabildiğini herkese söylüyorum ve geç kalmadan herkesi tedavi merkezlerine davet ediyorum. Sadece istemek yeterli…”

Beyazperdede moda şimdi vampirler. Sıfır beden, manken edalı vampirlerle, kolej piyesleri tadında diziler de cabası. Yani kan emiciler de popüler kültürün soytarıları olmaktan kurtulamadı. Bram Stoker’ın kemikleri sızlıyor olmalı. Zaten koltuğunu da Stephenie Meyer’a kaptırdı. Nosferatu ve Dracula da artık unutuldu.

Vampir filmleri furyası özellikle şu an 30’lu yaşların üstündekiler için özel bir dönemi ifade ediyor. Beta, VHS videolar, videocular, kiralık kasetler güzel anılar barındırıyor. Son dönemde popüler kültüre ürün veren ve bu yıl vampir korku kültürünü tazeleyen “Alacakaranlık-Twilight” da bu anlamda iyi bir iş çıkardı. Bazıları için nostalji bazıları için de tanışma oldu. Artık, özellikle de genç kızlar ölümsüz kan emicilere sevdalılar. Hem bu yalnızca bir sinema tutkusu da değil. Vampir gibi giyinmek için www.vampirewear.com adresine göz atan, dünya çapında iletişim kuran bir sosyal ağ sayesinde (www.vampirefreaks.com) haberleşen gençler artık çoğunlukta. Hatta vampir makyajı bile çok moda. Yani soluk tenler ve kırmızı dudaklar…

Çirkin ve kambur Nosferatu, asilzade Kont Dracula artık vampir mitinin yıldızları değil. İyi ki de Bram Stoker bunları görmedi. Şimdi “Alacakaranlık” filminin yakışıklı jön vampiri Edward var. Stephenie Meyer de Stoker’ın koltuğunda.

Her ne kadar romantik ve âşık, kan emici karakteri türün yandaşları tarafından pek sempatik bulunmasa da beyazperdenin talebi görmezden gelmeyeceği aşikâr. Elbette vampir kültürü 80’lerden bu yana çok değişti. Vampirlerin aristokrasisi de şatolardan, kontlardan, sokaklara, serserilere kadar toplumun zeminine yayıldı. Bram Stoker’in Dracula’sı yerini Alacakaranlık’ın genç kız rüyası oyuncusu Robert Pattinson (Edward) efsanesine bırakacak gibi görünüyor. Serinin ilk filmine gelen ilgiden sonra, 20 Kasım 2009’da gösterime girmesi beklenen “Twilight” serisinin ikincisi “The Twilight Saga: New Moon” şimdiden heyecanla bekleniyor. Hollywood’un genç yıldızı Dakota Fanning de filmde “Jane” isimli bir karakteri canlandıracak. Yani ne kadar popüler, o kadar iyi! Ama son yirmi yıllık döneme baktığımızda akılda kalan ve hâlâ vampir sinemasına yön veren filmler var. Benim listem de ilk sırayı “Komşum Bir Vampir-Fright Night” alıyor. Liste tartışılır, zaten iddialı da değil. Yönetmen koltuğunda Tom Holland’ın oturduğu 1985 yapımı bu filmde başrolleri Chris Sarandon, William Ragsdale, Roddy McDowall, Amanda Bearse paylaşıyordu.

Bu filmin farklılıklarından biri, Transilvanya ve şatolarla özdeşleşen inziva düşkünü vampirleri “komşu” yakınlığına getirmesiydi. Türün, senaryo bakımından zengin, görsel olarak zamanının biraz gerisinde bıraktığı bu film ince komedi pırıltılarıyla zenginleşen sürükleyiciliğiyle ciddi bir yandaş kitlesine sahip. Üzücü olan ilk filmin başarısının, seri niteliği kazanamadan ikincisi ile sona ermesi.

Bir diğer kült vampir filmi de “Kayıp Gençler-The Lost Boys”. Joel Schumacher’in yönettiği 1987 yapımı film, şehirli vampirler ve gençler üzerine ince mesajlar veren bir klasik. İyi vampir, kötü vampir mitinden yola çıkan bu filmin çekimleri, özellikle de müzikleri onu diğerlerinden ayırıp bir klasik haline getiriyor.

 

Ölümsüzlüğün büyüsü

Açılış müziği “Cry little sister”ı ve INXS ile Jimmy Barnes’ten “Good Times”ı da unutmak mümkün değil. Korku sineması severler ve vampir edebiyatına ilgi duyanların arşivlerinde tuttuğu bu filmi yeni nesil kan emici sevdalıları özellikle izlemeli. Korku kültürünün Türkiye’deki en bilge isimlerinden Giovanni Scognamillo, “Canavarlar, Yaratıklar, Manyaklar” isimli kitabında (+1 Kitap. İstanbul 2006) “Kayıp Gençler” için şöyle diyordu: “Vampirler klasik yaratıklar ama çağdaş olanları da var. Çağdaşlaşan yaratıklar olarak meşin ceketli, uzun saçlı, motosikletli, rock müzik seven, şamatacı ama her daim kana susamış tipler de her an her yerde karşımıza çıkar.” Vampir edebiyatı denildiğinde popülerliği su götürmeyen ve 90’lardaki vampir filmi eksikliğini gideren, Anna Rice’ın aynı isimdeki 1976 tarihli romanından sinemaya uyarlanan “Vampirle Görüşme-Interview with the Vampire” önemli bir yapım. Neil Jordan’ın yönettiği filmin başrollerini Tom Cruise, Brad Pitt, Kirsten Dunst ve Antonio Banderas paylaşmıştı. Bu filmde de kentsoylu, aristokrat baş vampir Lestat (Tom Cruise) ölümsüzlüğünü ve bu hayatın şehvetini paylaşmak için yanına Louise’i (Brad Bitt) alıyordu. Ama öldürmeyi tasvir bile edemeyen Louise için işler, sonsuza kadar yaşayacak olmanın keyfini tatmasına izin verecek şekilde gitmiyordu. Bu film, kan, korku ve gerilimden uzaktı. Felsefi ve insani anlamları içinde barındırması açısından, vampirlere farklı bir romantizm ve hümanizma yüklemesi bakımından da önemliydi.Korku sinemasına son on yıllık dönemde yeni bir soluk getiren Japon ve Uzakdoğu da şimdi vampir ticaretine soyunuyor gibi. “Son Vampir-Blood: The Last Vampir” önümüzdeki hafta gösterime giriyor. Fransa, Hong Kong, Japonya ortak yapımı filmin yönetmeni Chris Nahon. Senaryo da ise iki isim var; Katsuya Terada, Kenji Kamiyama. Ama Uzakdoğu’dan gelen vampirlerin klasik tarz tutkunları için itici olacağı şüphesiz.

 

Zombiler hep muhalifti

Vampir popülerleşmesinde ABD yapımı bir gençlik dizisi olan “Buffy the Vampire Slayer”ın da etkisi büyük. Öyle ki 1997’de gösterime giren dizi yedi sezon sürdü. Tarza farklı bir konuyla yaklaşan Blade de 1998 yılındaki ilk gösterimin ardından seriyi üç filme kadar uzattı. Popüler tarza hizmet veren pek çok yakışıklı ve seksi vampir figürü özellikle dizi furyasıyla günümüze kadar kendini taşıdı. “True Blood” da çekici bir vampir draması. Senaryosu Charlaine Harris’in “The Southern Vampire Mysteries”ten alıntı. Sentetik kan içerek “halka” karışan vampirlerin peşine bu sefer insan kan emiciler düşüyor yani ironik ve eğlenceli bir konusu var. Dizinin yapımcısı Alan Ball tanıdık bir isim. Amerikan Güzeli’nde imzası var. Vampirler romantikleştirilip, çekici ölümsüzler yapılırken “yaşayan ölüleri”, zombileri sistem karşıtı tavırlarla beyazperdeye taşıyan George Romeroya da selam vermeden geçmek olmaz. Korku sinemasının ustası, zombi kültünün yaratıcısı muhalif yönetmen Romero yaşayanların iktidarını ölülerle eleştirmeyi neredeyse yarım yüzyıldır yapıyor. Sistemi, ırkçılığı, militarizmi ve kapitalist toplumun tüketim çılgınlığını eleştiriyor. Belki de vampirlerin en büyük eksiği de işte bu. Hem de kan emicilik metaforu tam da bu eleştiriyi karşılarken. Kim bilir belki de beyazperde sıfır beden, yakışıklı, ikoncan vampirlerle kolej piyesleri çekmekten vazgeçip, kamerasını korku kültürünün beslendiği gerçeklere çevirmeyi akıl edebilir ya da Hollywood’un gölgesinde kalmaktan korkmayıp özgün işlere cesaret edebilir. Pek çok korku sineması müptelasının 80’li ve 90’lı yıllarda takılı kalması da sanırım bunun bir göstergesi.

 

Türkiye’nin ilk zombi filmi: Ada

İki sinema yazarı Talip Ertürk ve Murat Emir Eren, Türkiye’nin ilk zombi filmi Ada’nın filmin yönetmenliğini, yapımcılığını ve senaryo yazarlığını yürütüyor. Çekimler bitmek üzere. Oyuncular ise Esra Ruşan, Erol Ozan Ayhan, Kaan Keskin, Gülüm Baltacıgil, Onur Buldu Rüya Önal, Canan Güven, Taner Birsel. Konuk oyuncular da Cansel Elçin, Sırrı Süreyya Önder, Nihat İleri. Ada filminin özelliği sadece korku filmi olmaması, işin içinde iyi bir mizah da var. Bunun için yönetmenler Ada’nın korku komedi filmi olacağının özellikle altını çiziyor.

Murat Emir Eren filmi tamzamanlı bir zombi filmi olarak tanımlıyor. “Halayı, düğünü basan zombileri, düğünü çeken bir karakterin kamerasından izliyoruz. Elbette tekinsiz bir durum var. Çünkü Büyükada’da böyle bir vahşet yaşanırken tüm dünyada ne oluyor sorusuna cevap verilmiyor. Yani seyircinin hayal gücüne kalıyor pek çok şey”. Türkiye’de zombi filmi yapmak, dünyadaki zombi filmlerindeki pek çok şeyi de yapmamak anlamına geliyor. Ama Eren özellikle zombi figüranı bulmak konusunda hiç sıkıntıları olmadığını anlatıyor; “En kalabalık, 40 kişilik sahne için beş yüze yakın başvuru geldi. İnanılmaz istekli ve yetenekliler vardı. Bize ve filme emekleri çok oldu”. Eren, Türkiye’de bir zombi saldırı olsa, insanların tepkileri nasıl olur sorusunun cevabını aradıklarını söylüyor. Haklı da. Bu coğrafyanın insanlarını zombi olarak düşünmek bile ilginç! Hem filmde çaycı, yaşını almış bir teyze, atletle donla sokağa fırlayan zombiler var. Sonuçta Murat Emir Eren iyi bir iş çıkardıklarını düşünüyor. Biz de filmin vizyon tarihi bekliyoruz. Bu tarih kesinleşmemekle birlikte aralık ve şubat arasında.

Filmin tam konusuna gelince: Birbirlerini uzun süredir tanıyan beş kişilik bir arkadaş grubu, ortak bir arkadaşlarının düğününe katılmak üzere Büyükada’ya gider. Grubun içinden Erhan, hem düğünü, hem de uzun aralıklarla bir araya gelebilen ekibin mutlu anlarını kayda alabilmek için yanında bir kamera getirmiştir ve sürekli çekim yapmaktadır. Zaten film boyunca tüm izlediklerimiz, bu kameraya yansıyanlardır. Erhan dışında, ekipte, uzun süredir beraber olan Deniz ve Ekin çifti ile, hiçbir şeyden memnun olmayan Murat ve çulsuz arkadaşları Ömer vardır. Düğün sırasında aralarına, Murat’ın eski kız arkadaşı Gamze de katılır. Elbette Murat durumdan hiç hoşnut değildir. Düğünün ilerleyen saatlerindeyse beklenmedik bir olay patlak verir. Büyük bir öfkeyle davetlilere saldıran bir grup zombi ortalığı kan gölüne çevirir. Üstelik saldırıya uğrayıp yaralananlar da, bir süre sonra bu öfke nöbetine kapılmaktadır. Öfke bulaşıcı bir hal almıştır. Erhan, Gamze, Murat ve Ömer, bu kargaşadan kurtulmayı başarırlar ve arkadaşlarını bulup zombilerin istila ettiği adadan kaçmak üzere çalışmaya başlarlar.

Psikanalizin babasının ölümünün üzerinden 70 yıl geçti. Psychologies Dergisi, Freud rolüne bürünen üç psikiyatrla konuştu.

23 Eylül’de Freud’un ölümünün üzerinden tam 70 yıl geçmiş olacak. Psikanalizin babası, bugün günlük hayatımızda, özel ilişkilerimizde anahtar olan tabu, ego, bilinçdışı gibi kavramları ortaya çıkardı. Psikanaliz de Freud da hep eleştirildi. Psikanalizin işe yaramadığı, uzun sürdüğü, Freud’un her vakayı sekse bağlaması gibi… Psychologies Dergisi Eylül sayısında Freud’u “konuşturdu.” Freud rolüne bürünen 3 psikiyatr Freud’un gözünden bugünü ve psikanalizi değerlendirdi. Söz Freud’da…

Hataları meşrulaştırıyorlar

– Siz henüz 1900’de psikanalizi buldunuz. Şu an neler gözlemliyorsunuz?

Bir zamanlar uğruna savaş verdiğim ‘çocuklukta cinsellik’, ‘bilinçdışına itme’, ‘Oidipus kompleksi’ gibi kavramlar artık günlük hayatın içinde kullanılan, alışıldık kavramlar haline gelmiş. O kadar ki insanlar zayıf yönlerini, hatalarını da ‘ben’lerine bağlıyor. Gerek cinsel isteklerini tatmin konusundaki ısrarcılıkları, başarı konusundaki hırsları, yalnızlıkları, onların narsistik bir bakış açısına sahip olmalarına da yol açıyor. Herkes derin bir ‘ben’i olduğunu düşünüyor ve kibirleniyor. Uygun olmayan tüm davranışlarını ise ‘bu ben değilim, bilinçaltımın suçu’ diyerek kendilerini meşru gösteriyor.

Her sorunun ilacı var

– Bilinçaltından bahsetmek artık moda haline de geldi.

Bilinçdışı her zaman vardı. Her zaman da olacak. Bilinçdışı insanın psikolojik sorunlarının ortaya çıkmasını sağlayan bir alandır. Rüyalar, unuttuğumuz anılarımız, dil sürçmelerimizin tamamı bilinçaltının alanında. İnsan var olduğu sürece de hayatı bilinçaltı tarafından yönetilecek.

– Peki rüyalar?

Rüyalar bilinçdışına itilmiş bir arzunun görsel gerçekliğidir ve bulmacalar şeklide inşa edilirler zihinde. Ve kesinlikle bir mesaj içerirler.

– Yeni nevroz türleri ortaya çıktı mı?

Uçak ve hız fobisi gibi fobiler çıktı ortaya. Ama yeni bir nevroz? Hayır. Buna karşılık toplumda bozulma ve anormallik olarak kabul edilen her şey değişiyor zamanla. Bir zamanlar anormallik olarak kabul edilen şeyler zamanla normal karşılanmaya başladı. Örneğin homoseksüellik. Ben bunun ahlaki bozulmalardan biri olduğunu asla düşünmemiştim. Ancak toplum bu durumu bir hastalık olarak gördü. Başlangıçta hastaların isteği üzerine tedavi etmeye çalıştım ancak çabalarımın boşuna olduğunu farkettim.

– Depresyon çağımızın hastalığı ama siz adını bile anmadınız…

Bu doğru değil. Depresyon her zamam ilgilendiğim bir konuydu ama adına depresyon demiyordum. Daha ağır biçimleri içinse bildiğiniz gibi melankoli terimini kullanıyordum.

– Siz nevrozlar ilaçla tedavi edilebilir demiştiniz. Ama bugünün antidepresanlarını ön görmemiştiniz herhalde?

Nevrozların ilaçla tedavisi mümkün demiştim. Ama her zaman değil. Eğer ilaçlar zor zamanları geçirmeye yardımcı oluyorsa, kaygının etkilerini yok ediyorsa, hastalığın gelişeceği durumlarda çalışmayı kolaylaştırıyorsa tedavi etmez. Ayrıca kapitalist toplumun ilaç endüstrisi kar etsin diye yeni psikolojik ilaçlar icat edeceğini öngöremedim. Her psikolojik soruna tekabül eden bir ilaç var artık.

– Sürekli olarak psikanaliz bitti dense de hala yaşıyor. Neden?

Psikanaliz her zaman eleştirildi. Benim için yeni bir durum değil Ancak hâlâ kaygı gibi pek çok fenomenin en tatmin edici açıklaması psikanalizde. Ben kelimelerin gücüne inanıyorum. Kelimelerle insanı ağlatabilir, güldürebilir, onu ölümcül şekilde yaralayabilir, unutamayacağı bir mutluluk verebilirsiniz. Sadece dil sayesinde kaygıya iten bir durumu çözebilirim.

– Peki neden psikanaliz durmadan saldırıya uğruyor?

Çünkü insan hayatında cinselliğin durduğu yeri önemseyen tek söylem psikanaliz. Sözcükler ve cinsellik arasında bir bağ var. Saklı ama çok derin. Bu öfkeyi, bu nefreti insanların hala cinsel arzularını sorgulamaktan kurtulamadıklarına bağlıyorum. Ehlileştirilemeyen bir arzudan söz ediyorum. Karanlık ve rahatsız edici. Bu yanımızı görmek korkutuyor bizi.

Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi Başkanı (TTB) Prof. Dr. Gençay Gürsoy, ”sağlıkta dönüşüm programının sağlık alanını piyasaya teslim etme programı olduğunu” öne sürdü.

Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi Başkanı (TTB) Prof. Dr. Gençay Gürsoy, TTB Genel Merkezinde düzenlediği basın toplantısında, hükümetin Orta Vadeli Ekonomik Programı ve bunun sağlık alanına yansımasıyla ilgili değerlendirmelerde bulundu.

Orta Vadeli Program’ın ilkbahar aylarında açıklanması gerekirken, uzunca bir gecikme ile sonbahara sarktığını ifade eden Gürsoy, ”Sağlık alanındaki tasarruf tedbirleri bu sabah bir genelge ile ilan edildi. Türk halkına bir bayram hediyesi sunulmuştur, bu hediye sağlık hizmetlerinin iğneden ipliğe paralı hale getirildiği gerçeğidir” diye konuştu.

”Bu tür acı reçeteler ya bayram öncesi ya da kamuoyunu meşgul eden başka bir olayın gölgesinde ifade edilir” diyen Prof. Dr. Gürsoy, şöyle devam etti: ”AKP iktidarı, Türk halkına bayram hediyesi olarak sağlık alanında artık parasız hiçbir şey yaptıramayacaksınız mesajını paketleyip cuma günü sunacak. Sağlıkta Dönüşüm Programı, sağlık alanını piyasaya teslim etme programıdır. Ayrıca, sosyal güvenlik konusunda ‘bir kara delik efsanesi’ deyimi ile karşı karşıyayız. Bu terim yanlıştır kara değil ‘ak’ deliktir. Yani bütçeden sosyal güvenceye bir şeyler aktarıyorsanız, bu iyi bir şeydir. Sosyal güvenliği bir yük olarak algılayan bu iktidar, tabii ki buna ‘kara delik’ diyecek. Bu kara deliği kapatma telaşı içindeler. Bunların içinde sosyal güvenlik harcamalarını kısma, enerji kitlerindeki kamu zararlarının önüne geçme, özelleştirmeleri daha da hızlandırma ve nihayet ve bugün ayrıntıları açıklanan sağlıkta 3 milyar civarında bir tasarrufa yönelme var.”
 

Sağlık katılım payı

”Sağlık hizmetlerinin paralı hale getirilmesine ilişkin adımlar atıldığında, ‘birinci basamak ücretsiz’ denildiğini” ifade eden Gürsoy, ”Fakir fukaranın gittiği sağlık ocağından, aile hekimliği uygulamasından ücret alınmıyor deniliyordu. Bununla bizim de teselli olmamızı öneriyorlardı. Bugün bu basamakta ücretlendirilmiş durumda, yeşil kartlılar da buna dahildir. Bu ücret, şimdilik 1. basamakta 2 TL, 2. basamakta 8 TL, özel hastanelerde 15 TL olacak” dedi.

Prof. Dr. Gençay Gürsoy, ”Türkiye’de milyonlarca kişinin günde 1-2 dolarla geçindiği düşünüldüğünde bu rakamların küçümsenemeyeceği” görüşünü aktardı.
Katkı paylarının, bir yıl önce Temmuz 2008’de yüzde 30 yükseltilmeye çalışıldığında, Sağlık Bakanlığının ”Vatandaşın büyük bir kesimi bu ücreti ödeyecek durumu yoktur”
açıklamasının kayıtlarda olduğunu savunan Gürsoy, ”Bunun üzerinden bir yıl geçtikten sonra bugün bu ek ödemenin yüzde 70’lere kadar çıkarılacağı ifade edilmiştir” diye konuştu.

Muayene ücretleri konusunda da ”eğer reçete alınmayacaksa, ilaç alınmayacaksa muayene ücretsiz olacak” şeklinde bir uygulamaya başvurulduğunu anlatan Gürsoy, ”bunun bir aldatmaca olduğunu” öne sürdü. Sağlık kurumlarını denetleme adı altında ”Sağlık Dedektifleri” uygulamasını da eleştiren Gürsoy, ”Yaklaşık 7 bin civarında sağlık gözlemcisi adı altında gönüllü gözlemciler istihdam ediliyor. Söylemlere göre bunlara ücret ödenmiyor. Bu kişiler sağlık alanındaki aksamaları gizlice sağlık bakanlığına bildirecekler ve bakanlık gereğini yapacak. Böyle bir sistem kuruluyor ama bunu hekim örgütleriyle istişare yapmadan açıklıyorsunuz. Bu dünyanın hiçbir yerinde görülmüş bir uygulama değildir” diye konuştu.

Ağrılarda, hemen ağrı kesicilere başvurmanın doğru bir davranış olmadığı, bunun ciddi sağlık sorunlarını beraberinde getirebileceği bildirildi.

Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Farmakoloji ve Klinik Farmakoloji Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Sinan Çavun, ilaçların özellikle antibiyotik ve analjeziklerin (ağrı kesiciler) yanlış ve gereğinden fazla kullanılmaları halinde insan vücuduna çok ciddi zararlar verebileceğini bildirdi. ”Bu ilaç ağrıyı hemen keser” denilerek önerilen her ilacın kesinlikle kabul edilmemesi gerektiğini dile getiren Çavun, insanlara rahatsızlıklarının giderilmesinde doğru yoldan, doğru zamanda kullanılan doğru ilacın yardımcı olabileceğinin altını çizdi.

Kullanmadan önce ilaçların prospektüsünün çok iyi okunması gerektiğini ifade eden Çavun, hangi rahatsızlıklar için daha etkili olduğu ve ne gibi yan etkiler gösterebileceği bilindikten sonra ilaçtan yararlanmanın önem taşıdığını vurguladı.

Çavun, bazı ilaçların bir bölge için çok etkili olurken, vücudun başka bir bölgesine ise ciddi hasar verebileceğini ifade ederek, şunları söyledi: ”Örneğin birtakım ilaçların ağrı kesici etkileri yanında çok ciddi olarak mide mukozasını tahriş edici etkileri de mevcuttur. İnsanlar baş veya eklem ağrısını geçirmek isterken, şikayetlerine mide ağrısını da ekleyebilirler. Buna bir başka örnek olarak asetil salisilik asidi verebiliriz. Zira viral hastalığa eşlik eden ateşi olan çocuklarda ve 20 yaşın altındaki gençlerde bu salisilatlar beyin, karaciğer ve diğer iç organları tutan ve ‘Reye Sendromu’ adı verilen çok ciddi bir tabloya neden olabilirler.”

İnsan vücudunun ağrılara karşı belirli düzeye kadar direnebildiğini anlatan Çavun, şunları kaydetti: ”Ağrıya karşı vücut direniyor ve hatta bazen herhangi bir ilaç tedavisine gereksinim duymadan ağrılı uyaran ortadan kalkabiliyor. Bunun yanında şiddeti az olan birtakım ağrıların tedavisinde ise çok kuvvetli ve pahalı ağrı kesiciler yerine, daha düşük seviyeli ve ekonomik ağrı kesicilerle tedavi olanağının da mevcut olduğu akılda tutulmalı. Tüm bunlara karşılık uzun süre devam eden kronik ağrılarda, düşük seviyeli ağrı kesicilere cevap vermeyen ağrılarda veya çok şiddetli ağrılarda ise doktora başvurmak yapılacak en doğru iş.”