Ataol Behramoğlu’nun şiiri hayattan, doğadan beslenir ancak onları ‘taklit’ etmez; tam tersine, onlara ‘sözün dolaysızlığı’nda kendi ‘gerçeğini’, biçemini ekler.
Genel olarak şiir, şiir dili üzerine yazarken, kendi şiiri ve şiir estetiğinden en fazla söz eden şairlerin başında gelir Ataol Behramoğlu. Yazarların ve şairlerin farklı yazınsal türlerde ürettikleri metinlerle yetinmeyip, doğrudan kendi yazın estetiklerini, poetikalarını ve buna bağlı olarak dünya görüşlerini, yazınsal kurgu tekniklerini, dil-dünya, dilhayat, dil-toplum, dil-düşünce, dil-gerçeklik ilişkileri üzerine düşüncelerini anlatışını hep ilginç bulmuşumdur. Kuşkusuz, bu kaygının yazar ve şair açısından nedenleri çeşitlidir; kendi metinlerinin ‘doğru’ anlaşılması; sanatsal ve düşünsel ‘duruş’larını açıklama ya da savunma gereksinimi, sanatçı ile aydın sorumluluğu, sanatsal/ düşünsel bir etkinlik ortaya koyma isteği, kendi üretimini, düşüncelerini paylaşma duygusu ya da tüm bu gerekçelerin dışında, sırf ‘Meraklısı İçin Notlar’ yazma, vb. nedenler sayılabilir.
Yazar ve şair açısından ‘doğal’ sayılabilecek bu kaygıların okur ve eleştirmen açısından ne ifade ettiği konusu bilgilendirme kaygısı dışında- özellikle iki noktada önem kazanır. Birincisi, yazarın ya da şairin kuramsal anlamda kendi yazın estetiği konusunda söylediklerinin uygulamada, metin veya yapıt düzeyinde ne derece doğrulanabildiği; ikincisi de, bu tür ‘açıklayıcı’ bilgilerin daha baştan okura bir ‘sınır’ çizip çizmediği konusudur. Şurası bir gerçek ki, metin üretildiği andan itibaren yazarından bağımsızlaşır. Yazarın metnine kattığı anlam, biçem, metnin bir kez yaratılıp da ‘bitmiş’ özellikleri değildir. Okur ve eleştirmen, metni çoğunlukla yazarın sunduğundan ‘farklı’ biçimde alımlar, yeniden üretir. Bakış açıları çoğaldıkça metin de çoğullaşır. Kuşkusuz, sanat yapıtının da en temel niteliğidir bu.
Ataol Behramoğlu’nun kendi şiiri hakkında söylediklerini de bu çerçevede görmek gerekir kanısındayım. Ben, kendi payıma, 1960’lı yılların sonundan itibaren, Behramoğlu’nun yaklaşık kırk yıl içinde şiir, Türk şiiri, dünya şiiri ve kendi şiiri üzerine yazdıklarını, kendi içinde tutarlı -kimi tespitlerini tartışmalı bulsam da- öğretici, bilgilendirici, çözümleyici bir bütünlük olarak görmüş ve onlardan çok yararlanmışımdır. Ancak bu yazıda, yukarda sözünü ettiğim ‘kuramsal görüşmetin/ şiir ilişkisi’ ve okurun/ eleştirmenin özgürlüğü ve özerkliği açısından, Behramoğlu’nun kendi şiiri hakkında söylediklerini tartışmaktan çok, şiirinin bir okur/ eleştirmen olarak bendeki yerinden söz etmeyi yeğlediğimi belirtmeliyim.
Mekanik toplumculuğa direniş
Genel anlamda sanatın, edebiyatın, özel anlamda şiirin, yaratıcılık, kurgusallık ve estetik kaygıların dışında, bireycilik, toplumculuk, soyutçuluk, gerçekçilik gibi nitelemeler ya da ‘izm’lerle etiketlenerek değerlendirilmesine başından beri yakın durmamışımdır. Dönem, maddi koşullar, kültürel coğrafya, mizaç, dünya görüşü, ideoloji önemsizdir denemez kuşkusuz, ancak sanatın/ edebiyatın vazgeçilmezleri de değildir. ‘İzm’ler -bir anlamda dünya görüşü’– her zaman sanatın/ edebiyatın ‘yumuşak karnı’ olmuştur. Victor Hugo‘yu büyük kılan romantikliği değildir; Baudelaire, Rimbaud, Mallarmé simgeci; Nâzım Hikmet, Mayakovski, Neruda da toplumcu oldukları için büyük değildir. Çünkü, gerçek (otantik) sanatçılara, yazarlara ‘kalıp’lar her zaman dar gelir; deha, yaratıcı güç, yani kendine özgülük, kendilik, kişilik ‘kural’ ve ‘kalıp’lardan taşan şeydir. Yapıtı tam da bu noktada aramanın önemli olduğunu düşünüyorum.
Ataol Behramoğlu’nun şiirini önemli kılan toplumculuğu mudur? Bence hayır! Tüm doğallığı, içtenliği ve yalınlığı içinde hayatla, somut hayat olgularıyla kurulan ilişki olarak nitelendirebileceğimiz toplumsallığı, Behramoğlu’nun şiirinde öncelikle okurla kurulan bir ‘ön alan’, bir yakınlık bağı ilişkisi olarak görmek abartılı olmaz; bu durum, kuşkusuz onun dünya görüşünün de bir gereğidir. Ancak şiiri, -dünyayı, eşyayı, insanı algılamada getirdiği geniş olanaklara karşın- ‘toplumcu içerik’le sınırlı alanda değil, başka yerde aramak gerekir. Nitekim, bu ‘ön alan’ ya da ‘araf’ yerinde durmaz Behramoğlu’nun şiiri. Çünkü, burada, tam da bu sınırlar içinde, onu, bir şair için katlanılmaz ceza olan ‘slogan’ ve ‘düzyazı’ beklemektedir. Gerçekten de ‘toplumcu şiir’in en ‘iflah olmaz’ yanı buradadır; fikir, -içerik-, çoğu zaman şiiri ezer, araçsallaştırır. Behramoğlu’nun ‘mekanik toplumculuk’ diyerek haklı olarak karşı çıktığı ve içi önceden doldurulmuş kavramlarla örülmüş ‘diyalektik’ karşıtı bir anlayıştır bu. Ne yazık ki, şiirimizin son altmış yılında bu yönelimin örneklerine sıklıkla rastlanmaktadır.
Behramoğlu’nun şiiri hayata açılan kapılardır: ‘Kulağı bütün tıkırtılarda/ Ve gözleri ardına kadar açık/ Ama sanki en çok/ Kendi içini dinleyen’ (1) bir şiirdir bütün insanlıkta; ‘Dünya nasıl doğru dürüst bir dünya olabilir? Aşkı, dostluğu, çocukçu saflığı nasıl korumalı? Adalet, eşitlik, özgürlük düşlerinin gerçeğe dönüşmesi bu kadar mı güçtür? Nasıl yapmalı, nasıl yaşamalı ki, yaşam yaşanmaya değer bir şey olsun?’ (2) sorularıyla iç içe. Ancak, güçlü çekinceler koyar yine de şiir adına; toplumsal, insancıl sorunları -özgürlük, kardeşlik, dayanışma, insanlık onuru ve saygınlığı, keyfiliğe, sömürüye, baskıya direnme, aşk, yalnızlık, ölüm, vb. konular- şiir konusu yapmanın, yazılanı her zaman şiir kılmadığına yazılarıyla, denemeleriyle tanıklık eder durur. Ona göre, ölçüt tektir ve bunda da haksız sayılmaz; ‘İçten ve dürüst olmak ve özgürce aramak’(3); yani, kendi olmak, kendi kalmak, kendi dilini konuşmak ‘toplumsal’ın içinde. Bu açıdan, onda ‘toplumsal’, ne ideolojik bir saplantı, ne ‘şiirsel dekor’, ne de ‘bireysel ben’i yutan; ‘bireysel ben‘in, içinde eriyip yok olduğu bir ana örgendir; olduğu şeyin, bireysel varlığının, kişiselliğinin bir boyutudur, daha doğrusu temel boyutudur: ‘Dostları özlemle kucaklamayı unutma/ Çocuk sevmeyi, çiçek koklamayı unutma/ En zorlu anındayken bile kavganın/ Gökyüzüne bakmayı unutma’(4); ‘dostlar’, ‘kavga’ toplumsalsa, ‘gökyüzüne bakma’, bir ‘parça’ olarak ‘büyük bütünde’ görmektir kendini.
Behramoğlu, şiirini doğrudan hayatın kendisinden çıkarır, tıpkı Baudelaire‘in kendi şiirini ‘dünyanın çamuru’ndan çıkarması gibi: bu nedenle, bu şiir doğrudan hayattan gözlemlenen olguların, hayattan gelen etkilerin, izlenimlerin niteliğine göre lirik, epik, didaktik, ironik, felsefi, vb. söylemlere açıktır. Hayatın içerdiği olağanüstü çeşitlilik, ayrıntı, karmaşa, karşıtlık, derinlik, değişkenlik, süreklilik, akıcılık, kopuşlar, birleşmeler, tüm bu ‘organik süreç’ içinde Behramoğlu’nun hayatla kurduğu bire bir ilişki, içinde yaşanılan toplumsal tarihin olduğu kadar, kendi kişisel tarihinin de dinamiklerini, dahası diyalektiğini ele verir: ‘Hayatın şarkısını söylüyorum/ Uçsuz bucaksız hayatın/ Tarihin sayfalarında tekrar eden/ Kendi hayatımın tarihinin/ Her hayatın bir tarihi vardır/ Kısa uzun sıradan ya da görkemli/ Ama hepsi de ufalanan kaderlerdir/ Bir yerde her şey eşitlenir/ Toz zerrelerine dönüşerek/ Ve toz da parçalandığında/ Geriye kalan hiçlikten başka nedir/ Öyleyse her şey hiçbir şeydir/ Ya da hiçbir şey her şey’(5). Konuşan Behramoğlu değil de ‘Evrenin varlığını bilmeyen, kendisinin de nerede olduğunu bilmez’ diyen Marcus Aurelius’tur sanki.
Bu bağlamda, denebilir ki bu şiir, -felsefi, ironik ara tonları saymazsak iki temel eksen üzerine kurulur: ‘Epik’ ve ‘lirik.’ İnsanüstü, doğaüstü nitelikleriyle değil, akli, düşünsel boyutlarıyla öne çıkan ‘epik söylem’, direniş, eylem, değiştirme, dönüştürme, yani tüm bir ‘oluş’, bir ‘duruş’, bir ‘karşı duruş’ stratejisine dayanır. Doğası gereği dışa dönük, insancıl ve toplumsal olan bu söylem insanı ve onun direniş gücünü kutsadığı için ‘trajik’ olanı dışlar. Bu anlamda, Behramoğlu’nda epikin, insan olma onuru ve saygınlığı ile hayatı yücelten yönüyle Corneille ile Malraux arasında bir yerlerde durduğu söylenebilir. Behramoğlu, ‘epik’i fazlaca ‘kurgusal’ bulsa da; hayatın toplumsal ve bireysel düzlemde dinamik bir süreç ve insanın da bu süreç içinde ‘eylemlerinin’ bir sonucu olduğu düşünülürse, sanıldığının tersine ‘epik’in bir ‘dip akıntısı’ gibi derinden derine şiirinin içeriğini olduğu kadar, söylemini, edasını, tonlamasını belirlediği görülecektir. Doğası gereği anlatıya, öykülemeye ve betimlemeye dönük epik biçemin düzyazıya çok yakın durduğu, bu nedenle de şiiri düzyazılaştırma riskini hep taşıdığı bilinen bir olgudur.
Behramoğlu bu tehlik Destansı söylemin çizgisel öykülemeciliğini yalın ve güçlü bir lirik söylemle kaynaştırır:
‘Yağmurlar k’rlarlagüneş ve uçurum/ Ve sonsuz renkleriyle çiçekler/
İşte size birkaç sözcükle çocukluğum/ Ve içinde kaybolmak istediğim yalnızlık/ İçinde kaybolmak istediğim hayat (‘)/ Uzun, uykusuz gece yolculukları/ Gece ve yolculuk sanki aynı şeydir/ Sabah başka bir ufukta uyanılacak olan/ Başka bir geometride/ Başka ağaçlara ve kuşlara/ Yağmurlar sonsuzca geride kalmıştı/ Başka güneşti başka sabahları aydınlatan/ İşte ergenlik düşleri sanki başlamıştı/ Romantik şiirlere doğru yolculuk/ Durup dururken ağlamalara/ Bir kuşun yazgısı için bile/ Ve hep bir kızı hayal ederek/ Bir başka kızın yüzünde/ Bir şehirde başka bir şehri/ Bir şiirde bir başka şiiri/ Bir başka serüveni kendi serüveninde/ Böylece gece yolculukları yeniden başlamıştı/ Ama bunlar başka gecelerdi/ Sigara üstüne sigara/ yakılıp şiir düşünülen/ Ve yüzleri sisler altında sevgilileri/ Onlar alaturka şarkıda bir dizeydi/ Hep hayal edilecek olan/ Siz önünden geçerken/ Pencerede kıpırdanan bir gölge/ Ve şehrin ortasındaki ırmak / Bu kez usulca akıp giderdi / Aşklar usulca akıp giderdi / Düşlerin yeni ülkelerine’(6).
Karşı duruşun anlatımı: lirik
Epik, sanki bir tonlama değil, bir söyleyiş biçimi, bir dil değil, ‘Sözcüklerden fazla bir şeydi’(7). bir tanıklıktı kendine, hayata, kendi hayatına; ‘O sanki bir başka kıyıya gitmek gibiydi/ Başka bir denizin kıyısına/ Sanki hem deniz hem deniz olmayan/ Sanki hem kendi hem kendi olmayan’(8); hem varoluş başlı başına epik bir ‘karşı duruş’ değil midir yazgıya, ölüme ve onun efendilerine?
Bireysel ve toplumsal renkleriyle epik bir ‘karşı duruş’ ise, lirik de bu ‘karşı duruş’un anlatımıdır Behramoğlu’nda. Ancak bu söylem, kesinlikle romantik ya da idealist bir benlik, bireysellik / bireycilik anlatımı; ‘içe kapanma’, dış dünyadan kopuş, bir kaçış, umarsız bir sıkıntı ve yalnızlık duygusu değildir; gizeme, bilinmezin arayışına, metafiziğe, soyut bir düşünselliğe, düşsele indirgenmiş ya da epiküryen anlamda coşkulu bir duygu boşalması da değildir. Behramoğlu’nda kendilik, kişisellik, ‘sahihlik’ diyebileceğimiz lirik toplumsal/ kolektif olanla iç içedir: ‘Şu yoksul, ışıksız sokaklardan geçerken akşamüstleri/ Elimde yiyecek filesi, evime doğru/ Siliniyor sanki zihnimin yorgunluğu/ Isıtıyor halkımın ozanı olmak duygusu içimi/ Yıpranmış ellerinde bir sokak çiçekçisinin/ Bir kırmızı gül gibi’(9). İlginç bir parça-bütün ilişkisidir bu Behramoğlu’nun şiirinde; bireysel toplumsalı, toplumsal da her zaman bireyseli içinde taşır, tohumun potansiyel olarak koca bir ağacı, ağacın da tohumu içinde taşıması gibi. Bireysel ve toplumsal olan, diyalektik -Behramoğlu buna ‘organik’ diyor- bir bütünlük içinde kavranır şiirinde. Buysa, ona güçlü bir tarih ve toplum bilinci vererek, hayatı ve dünyayı algılayışında geniş bir açılım sağlar. (‘) Nasıl yenilenebilirim/ Her şeye yeniden başlamak (‘) Tekniğin içindeki esaretimden/ Bir özgürlük kıvılcımı yaratmak/ Ormana dönüştürmek bir dizeyi/ Bir ağacı betimleyen/ İçinde rüzgârlar estirmek/ Yepyeni bir şiirin/ Sevdiğim bütün kadınları/ Parçalayıp birleştirmek/ Bir yenisini yaratmak için/ Hayat içimden sel gibi akıyor, kütükler, çatılar/ Leşler, yitik umutlar/ Ve içimde birikmiş ne varsa/ Bir başka ufka taşıyarak/ Ve daha başka bir ufka/ O ufkun da ötesinde (10).
Behramoğlu, bu bilinçle ve sorumluluk duygusuyla bütüne -topluma, insanlığa, ortak insanlık değerlerine- aidiyetini unutmadan ‘kendi’ kalır; şair, diyecektir, ‘insanlığın bütünü içinde yer aldığı hissine sahip değilse bana göre boşluktadır’(11); o, kendisinde diğer insanları bulur ya da diğer insanlarda kendisini. ‘Herkes tek ve benzersizdir, ama insanlık bütündür’ (12) ölüm de bile: ‘ Kendi ölümüyle ölüyorsa da herkes/ Kendi ölümümü biri ölünce düşündüm’(13). Şiirinden yayılan insaniliğin, insan sıcaklığının nedeni temelde bu olsa gerekir.
Hayatı diyalektik bir bütünlük içinde kavrayan bu ‘epiko-lirik’ şiirin kimi durumlarda ironiyi içermesine şaşırmamak gerekir. Hayat, varlık, varoluş tüm dinamik unsurlarıyla, karşıtların, zıtların biraradalığıyla yeni bireşimler üreterek var olur, çoğalır, sürer. İroni, hayatın içindedir; hayattan yansır. Behramoğlu’nun izlenimci/ duyumsal-eleştirel gözlemciliği ironik olanı tüm bireysel ve toplumsal bileşenleriyle bir arada çekip çıkarır hayatın sıradan gerçekliğinden. Bu bağlamda, denebilir ki, ironi Behramoğlu’nda bir dilsel dönüştürüm, dilsel sapma, kurgusal bir zekâ ve söz oyunu, gerçeği tersinden ele alan ‘nükteli bir söz’, olumsuzlama, bir dil silahı olmaktan çok somut bir hayat gerçeğidir; ironi gülümsetir, düşündürtür; hayatla aramızda organik, doğrudan, sıcak, içten, dramatik bir bağ kurar: ‘Ona ‘haydi’/ Savaşa dediler/ Başkaca bir şey/ Söylemediler/ Aldılar köyünden/ Davulla, zurnayla/ Geride üç çocuk/ Bir eş ve bir ana/ Eline bir silah/ Tutuşturdular/ Ve karşılaştı/ Düşman ordular/Vurulup düştü/ İlk çatışmada/ Göğsünde bir oyuk/ Üç delik alnında/ ‘Ey bu topraklar için/ Toprağa düşen’/ Bir karış toprağın/ Var mıydı yaşarken?/ (14). Şaire düşen, sadece toplumsal hayatta kendi mantıksallıkları içinde ‘tutarlı’ görünen kimi gerçeklikleri yan yana getirmek; ironi, karşıtlıkların doğurduğu gerilimden kendiliğinden doğar; kara mizah pusudadır.
Soyutlamacılığa, dil, söz oyunlarına, şematizme, biçimciliğe, katışıksız bir kurguya, idealist/ metafizik bir hayat ve dünya algısına indirgeyici tavrı dışlayan Behramoğlu’nun şiiri ‘bıçak sırtında’ bir şiir; günlük dilin doğallığıyla ve çoğunlukla öykülemeye eğilimli yazıldığı için, ‘düzyazı’ hep bir köşede gözetler onu. Çünkü, şiiri onun ‘sınırlar’ında kurulmuştur. Behramoğlu, gözü kirişte, şiirini -sıradanlığa düşmeden- düz, rahat, içten bir söyleme, günlük dilin olanaklarına açar. Akılda kalıcı, konuşulduğu gibi yazılan, kolay ulaşılabilen, doğrudan, etkileyici, kavrayıcı, sıcak ve güçlü ses örgüleriyle işlenmiş ve her şeyden öte ‘sahih’ bir söylemdir bu. Paul Eluard’ın ‘hayatın doğal seyri’ (‘le cours naturel de la vie’) dediği akışı izler ve öyküler bu şiir. Somut bir lirik yalınlığı öne çıkartır; hele, bir de bunu ‘mecazlı dil’e, retoriğe başvurmadan, doğal yoldan yapıyorsa; yani, dilin biçim, anlam özellikleri ile sözdizimin olanaklarından; sözcüklerin ritminden, sesinden, çağrıştırıcı gücünden yararlanarak kuruyorsa şiirsel etki daha bir yoğun duyumsanır. Aslında zor olan da budur; doğal, ham gerçeklikten şiir çıkarmak, ‘konuşur gibi’ yazarken gerçeği dönüştürmek…
Melih Cevdet’in ‘dilin simyageri’ dediği şaire tıpatıp uyar bu eylem; ‘Kişisel, içten, dolaysız (bir) söz’ (‘) Bir anlamlar, imalar, sesler, görüntüler, gözlemler, izlenimler, düşünceler, duygular sağanağı…
Bilinciyle, bilinçaltıyla, bilinçüstüyle, bilinçdışıyla… bütünüyle insan (‘) yaşayan, varoluşsal, organik bir yaratı (‘) Açık, sade, insancıl bir şiir'(15), öykülerken derinleşen, genişleyen bir şiir; ancak, onda öykülemecilik, kesinlikle çizgisel bir seyir değildir; çoğunlukla içe dönüşlerle, iç yolculuklarla, uzak, yakın çağrışımlarla derinleşen bir kopuksuzluğu, sürekliliği anlatır içten içe: ‘Değişir yönü rüzgârın/ Solar ansızın yapraklar/ şaşırır yolunu denizde gemi/ Boşuna bir liman arar/ Gülüşü bir yabancının/ Çalmıştır senden sevdiğini/ İçinde biriken zehir/ Sadece kendini öldürecektir/ Ölümdür yaşanan tek başına/ Aşk iki kişiliktir'(16). Hayatın ritmi, sonsuz devingen akış içinde nefes alır verir şiir; ‘organik’ bir bütünün ‘parça’ları olan birbirinden kopuk gerçeklikler kişisel, içten bir sözün dolaysızlığında, evrensel bir hakikate tanıklık etmek için derinden derine bir ‘monolog’da yankılanıp durur.
Behramoğlu’nun şiiri hayattan, doğadan beslenir, ancak onları ‘taklit’ etmez; tam tersine, onlara ‘sözün dolaysızlığı’nda kendi ‘gerçeğini’, biçemini ekler. Gerçeğin ‘temsiliyet’ sorunu, onda bir ‘sorun’ olmaktan çıkar; toplumsal ya da bireysel olgular, gerçeklikler, ‘tarih’ kendi iç gerekirlilikleri, yapıları ve bağıntıları içinde sadece boyut değiştirir, kişiselleşir, derinleşir, arınarak, yalınlaşarak, güzelleşerek, etkileyerek. ‘Yazacağım her şeyin hayatta bir karşılığı olsun istiyorum’(17) diyecektir Behramoğlu; ‘Bir şiir nasıl biter, ya da biter mi, hayat sürüp giderken’(18), şiir-hayat, hayat-şiir ilişkisini bundan daha güzel ne açıklayabilir dersiniz?
Prof. Dr. Kemal Özmen, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü.