Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

Edebiyat ve aşk zamanı

Ingeborg Bachmann’ın hasretlik sevdalısı şair Paul Celan’la uzun yıllar süren yazışmalarını bir araya getiren çalışma dilimize çevrildi. Kalp Zamanı adıyla yayımlanan kitap yalnızca mektuplardan oluşmadığı gibi, kitapta bir araya toplanan mektuplar da yalnızca Celan ile Bachmann arasında gidip gelenlerden ibaret değil.

Mutlak aşkın romanı‘ diye anılan ünlü eser Malina’nın yazarı olan şair Ingeborg Bachmann ile Paul Celan’ın (en altta) aşkları hayli gelgitli…

Kalp Zamanı, dört kişinin birbirleriyle ilişkilerini yansıtan bir mektup arşivi sayılabilir, çünkü Bachmann’ın, Paul Celan’ın karısına yazdıklarını ve Paul Celan ile Max Frisch’in yazışmalarını da okuma fırsatı sunuyor. Böylece hem yazışan kişilerin konumları ve ilişkileri nedeniyle hem de kitabın sonundaki açıklamalarla birlikte, zaten her daim okurun ilgisini çeken bir edebi tür olarak mektuplar daha da ilgi çekici. Mektuplaşan isimler Bachmann, Celan ve Frisch olunca bu mektuplar yalnızca hal hatır sorup hasret çeken, kıskançlık veya çaresizlik yansıtan duygusal yazılar olmaktan öte dönemin edebiyat ve hatta akademi dünyasındaki gelişmelerin de nabzını tutuyor.

Bu durumun genel bir örneği Ingeborg’un Frankfurt’taki okutmanlığının sıklıkla mektuplara girmesi. Ancak bunun gibi fikir alışverişlerinin, tartışmaların yanı sıra bazı mektuplara bir yerden alıntılanmış edebiyat eleştirileri de ekleniyor ve bazı mektuplar tamamen bu çerçeve içinde akıp sonlanıyor. Bunun göze çarpan örneklerinden birisi; Paul Celan’ın Bachmann’a yazdığı bir mektuba, kendi kitabı hakkında -Günter Blöcker tarafından- yazılan bir eleştiriyi eklemiş olması. Celan, bu mektubu Bachmann’dan fikir almak için yazar ve bunu da tek bir cümleyle ifade eder: ‘Sevgili Ingeborg, ekteki eleştiri yazısı bu sabah erkenden geldi, lütfen oku ve ne düşündüğünü söyle bana.’

Mektuplara bakıldığında başyapıt sıfatını çoktan sahiplenmiş olan, ‘okunması gereken’ kitaplar listelerinin en ön saflarında yer alan, ‘mutlak aşkın romanı’ diye anılan ünlü eser Malina’nın yazarı olan şair Ingeborg Bachmann ile Paul Celan’ın aşklarının hayli gelgitli olduğu söylenebilir. İki âşık, ‘ayrıldıkları’ zaman da birbirlerinden kopmamıştır ki bunun tek nedeni aynı camiaya mensup olmaları değildir. Onların mektuplarının her birini şiire dönüştüren etkense yazar olmalarından çok aralarındaki yakınlık ve birbirlerine karşı duydukları hevestir. Bu nedenle de birbirlerine sarf ettikleri cümleler dizeye dönüşürken mektupları da muhakkak ki (onlara özel de olsa) bir şiir içerir.

İşte bu yüzden yazıyla iletişim kurmaya meyilli bu iki insan için yazmak, sanılanın aksine her zaman o kadar da kolay değildir. Kitabın editörlerinden Barbara Wiedeman ile Bertrand Badiou ‘Açıklamalar’ bölümünde, bu iki insanın zaman zaman yaşadığı yazınsal suskunluğa ve yazma sıkıntısına değinir: ‘Yazmak, 1950’li yıllarda çoğu kez hiç düşünmeden savaş sonrası Alman şiirinin baş temsilcileri diye adlandırılan her iki mektup arkadaşının hayatlarının merkezindedir. Ancak yazmak, her ikisi için de kolay değildir, mektup yazmak da öyle. İfade etmek için boğuşmak, sözcüklerle kavga etmek, mektuplaşmanın merkezine oturmuş. Sürekli olarak, gönderilmemiş mektuplardan söz ediliyor: Bu mektuplardan bazıları istendiği gibi olmuyor ve atılıyor, şu ya da bu deneme yine de saklanıyor ve mektupların arasında tereddüdün belgesi olarak duruyor.’

İşte bu gönderilmemiş mektuplar da yayımlanmamış ve hatta yakılmak üzere saklanmış ama yine de sonsuza dek saklanmış ve asla yakılamamış öyküler gibidir. Yırtıp atmaya kıyamaz yazanı çoğu kez, bazense upuzun bir roman, yıllanmış bir öykü ya da şiir bir çırpıda yakılıp yırtılır. Suskunluğun çığlığıdır sanki bu yakıp yırtma eylemi. Kişinin kendi kendini susturması çıldırtıcıdır elbette ancak karşı tarafın susuşu da kahredici bir çaresizliğe neden olur. Kitabın editörleri, ‘Açıklamalar’ bölümünde buna da değinir: ‘Mektup arkadaşlarından biri ya da öteki tarafından işkence gibi algılanan ya da her ikisi tarafından sessiz bir mutabakatla korunan suskunluk, mektuplarda görülen ve sınırları her ikisinin hayatındaki biyografik noktalarıyla sıkı sıkıya iç içe geçen altı zaman diliminde önemli bir öğe.’

Aslında suskunluk, susmak ve susmanın gerekli mecburiyeti ve sıkıntısı Bachmann’ın şiirlerinde de açığa çıkar. Örneğin ‘Mezmur’ adlı şiirine; ‘Susun benimle, nasıl susmuşsa bütün çanlar!’ dizesiyle başlayan şair, şiiri şu dizelerle sonlandırır: ‘Suskunluğumun kuytuluklarına/ yerleştir bir sözcük/ ve büyük ormanlar yetiştir iki yanda/ öyle ki, dudaklarım/ bütünüyle gölgede kalsın.’ Bachmann’ın, Budala adlı bale-mim gösterisinde Prens Mişkin’in monoloğu için döktürdüğü dizeler arasında da suskunluğa dair olanlar vardır: ‘Sessizliğin idam sehpalarında çanlar/ dinlenmeye çekilmekteler, bu, ölümdür belki de/ gel o halde, artık çekilmek gerekiyor dinlenmeye.’

Gönderilmemiş mektuplarda kalanlarsa başka bir metne, başka bir şiirin dizelerine sızmıştır belki de’ Her biri bir duygu ‘kıskançlık, merak, öfke, tedirginlik vb.- ve bir şiir, bir ilişki barındıran mektuplara bazen uzun aralıklardan sonra yeniden başlamıştır Bachmann ve sevgilisi ve Paul Celan kim bilir kaçıncı son mektubunu -günlük hayatın en sıradan cümleleriyle de olsa- Bachmann’la bir şeyler paylaşıyor olmanın heyecanını ve Bachmann’ın hayatı karşısındaki merakını ona ve tabii ki okuyucuya da sezdirerek noktalamıştır:

‘Sevgili Ingeborg,

Freiburg’dan gelince üç gün önce Dr. Unseld’den Ahmatova olayını öğrendim, sonra da Spiegel’i aldım. Bu Rus şairinin- şiirlerini uzun zamandır biliyorum- çevirmeni olarak beni Piper Yayınevi’ne önerdiğin için sana gönülden teşekkür ederim. (‘) Belki birkaç satır yazarsın bana. Yazarsan lütfen şu adrese gönder: P.C. Ecole Normale Superieure,45, rue d’Ulm, Paris 5e. İyilikler diliyorum! İçtenlikle

Paul

Frankfurt, 30 Temmuz 1967’

Kalp Zamanı- Mektuplar/ Ingeburg Bachmann, Paul Celan/Çeviren: İlknur Özdemir/ Turkuvaz Kitap/ 335 s.

Ataol Behramoğlu’nun şiiri hayattan, doğadan beslenir ancak onları ‘taklit’ etmez; tam tersine, onlara ‘sözün dolaysızlığı’nda kendi ‘gerçeğini’, biçemini ekler.

Genel olarak şiir, şiir dili üzerine yazarken, kendi şiiri ve şiir estetiğinden en fazla söz eden şairlerin başında gelir Ataol Behramoğlu. Yazarların ve şairlerin farklı yazınsal türlerde ürettikleri metinlerle yetinmeyip, doğrudan kendi yazın estetiklerini, poetikalarını ve buna bağlı olarak dünya görüşlerini, yazınsal kurgu tekniklerini, dil-dünya, dilhayat, dil-toplum, dil-düşünce, dil-gerçeklik ilişkileri üzerine düşüncelerini anlatışını hep ilginç bulmuşumdur. Kuşkusuz, bu kaygının yazar ve şair açısından nedenleri çeşitlidir; kendi metinlerinin ‘doğru’ anlaşılması; sanatsal ve düşünsel ‘duruş’larını açıklama ya da savunma gereksinimi, sanatçı ile aydın sorumluluğu, sanatsal/ düşünsel bir etkinlik ortaya koyma isteği, kendi üretimini, düşüncelerini paylaşma duygusu ya da tüm bu gerekçelerin dışında, sırf ‘Meraklısı İçin Notlar’ yazma, vb. nedenler sayılabilir.

Yazar ve şair açısından ‘doğal’ sayılabilecek bu kaygıların okur ve eleştirmen açısından ne ifade ettiği konusu bilgilendirme kaygısı dışında- özellikle iki noktada önem kazanır. Birincisi, yazarın ya da şairin kuramsal anlamda kendi yazın estetiği konusunda söylediklerinin uygulamada, metin veya yapıt düzeyinde ne derece doğrulanabildiği; ikincisi de, bu tür ‘açıklayıcı’ bilgilerin daha baştan okura bir ‘sınır’ çizip çizmediği konusudur. Şurası bir gerçek ki, metin üretildiği andan itibaren yazarından bağımsızlaşır. Yazarın metnine kattığı anlam, biçem, metnin bir kez yaratılıp da ‘bitmiş’ özellikleri değildir. Okur ve eleştirmen, metni çoğunlukla yazarın sunduğundan ‘farklı’ biçimde alımlar, yeniden üretir. Bakış açıları çoğaldıkça metin de çoğullaşır. Kuşkusuz, sanat yapıtının da en temel niteliğidir bu.

Ataol Behramoğlu’nun kendi şiiri hakkında söylediklerini de bu çerçevede görmek gerekir kanısındayım. Ben, kendi payıma, 1960’lı yılların sonundan itibaren, Behramoğlu’nun yaklaşık kırk yıl içinde şiir, Türk şiiri, dünya şiiri ve kendi şiiri üzerine yazdıklarını, kendi içinde tutarlı -kimi tespitlerini tartışmalı bulsam da- öğretici, bilgilendirici, çözümleyici bir bütünlük olarak görmüş ve onlardan çok yararlanmışımdır. Ancak bu yazıda, yukarda sözünü ettiğim ‘kuramsal görüşmetin/ şiir ilişkisi’ ve okurun/ eleştirmenin özgürlüğü ve özerkliği açısından, Behramoğlu’nun kendi şiiri hakkında söylediklerini tartışmaktan çok, şiirinin bir okur/ eleştirmen olarak bendeki yerinden söz etmeyi yeğlediğimi belirtmeliyim.
 

Mekanik toplumculuğa direniş

Genel anlamda sanatın, edebiyatın, özel anlamda şiirin, yaratıcılık, kurgusallık ve estetik kaygıların dışında, bireycilik, toplumculuk, soyutçuluk, gerçekçilik gibi nitelemeler ya da ‘izm’lerle etiketlenerek değerlendirilmesine başından beri yakın durmamışımdır. Dönem, maddi koşullar, kültürel coğrafya, mizaç, dünya görüşü, ideoloji önemsizdir denemez kuşkusuz, ancak sanatın/ edebiyatın vazgeçilmezleri de değildir. ‘İzm’ler -bir anlamda dünya görüşü’– her zaman sanatın/ edebiyatın ‘yumuşak karnı’ olmuştur. Victor Hugo‘yu büyük kılan romantikliği değildir; Baudelaire, Rimbaud, Mallarmé simgeci; Nâzım Hikmet, Mayakovski, Neruda da toplumcu oldukları için büyük değildir. Çünkü, gerçek (otantik) sanatçılara, yazarlara ‘kalıp’lar her zaman dar gelir; deha, yaratıcı güç, yani kendine özgülük, kendilik, kişilik ‘kural’ ve ‘kalıp’lardan taşan şeydir. Yapıtı tam da bu noktada aramanın önemli olduğunu düşünüyorum.

Ataol Behramoğlu’nun şiirini önemli kılan toplumculuğu mudur? Bence hayır! Tüm doğallığı, içtenliği ve yalınlığı içinde hayatla, somut hayat olgularıyla kurulan ilişki olarak nitelendirebileceğimiz toplumsallığı, Behramoğlu’nun şiirinde öncelikle okurla kurulan bir ‘ön alan’, bir yakınlık bağı ilişkisi olarak görmek abartılı olmaz; bu durum, kuşkusuz onun dünya görüşünün de bir gereğidir. Ancak şiiri, -dünyayı, eşyayı, insanı algılamada getirdiği geniş olanaklara karşın- ‘toplumcu içerik’le sınırlı alanda değil, başka yerde aramak gerekir. Nitekim, bu ‘ön alan’ ya da ‘araf’ yerinde durmaz Behramoğlu’nun şiiri. Çünkü, burada, tam da bu sınırlar içinde, onu, bir şair için katlanılmaz ceza olan ‘slogan’ ve ‘düzyazı’ beklemektedir. Gerçekten de ‘toplumcu şiir’in en ‘iflah olmaz’ yanı buradadır; fikir, -içerik-, çoğu zaman şiiri ezer, araçsallaştırır. Behramoğlu’nun ‘mekanik toplumculuk’ diyerek haklı olarak karşı çıktığı ve içi önceden doldurulmuş kavramlarla örülmüş ‘diyalektik’ karşıtı bir anlayıştır bu. Ne yazık ki, şiirimizin son altmış yılında bu yönelimin örneklerine sıklıkla rastlanmaktadır.

Behramoğlu’nun şiiri hayata açılan kapılardır: ‘Kulağı bütün tıkırtılarda/ Ve gözleri ardına kadar açık/ Ama sanki en çok/ Kendi içini dinleyen’ (1) bir şiirdir bütün insanlıkta; ‘Dünya nasıl doğru dürüst bir dünya olabilir? Aşkı, dostluğu, çocukçu saflığı nasıl korumalı? Adalet, eşitlik, özgürlük düşlerinin gerçeğe dönüşmesi bu kadar mı güçtür? Nasıl yapmalı, nasıl yaşamalı ki, yaşam yaşanmaya değer bir şey olsun?’ (2) sorularıyla iç içe. Ancak, güçlü çekinceler koyar yine de şiir adına; toplumsal, insancıl sorunları -özgürlük, kardeşlik, dayanışma, insanlık onuru ve saygınlığı, keyfiliğe, sömürüye, baskıya direnme, aşk, yalnızlık, ölüm, vb. konular- şiir konusu yapmanın, yazılanı her zaman şiir kılmadığına yazılarıyla, denemeleriyle tanıklık eder durur. Ona göre, ölçüt tektir ve bunda da haksız sayılmaz; ‘İçten ve dürüst olmak ve özgürce aramak’(3); yani, kendi olmak, kendi kalmak, kendi dilini konuşmak ‘toplumsal’ın içinde. Bu açıdan, onda ‘toplumsal’, ne ideolojik bir saplantı, ne ‘şiirsel dekor’, ne de ‘bireysel ben’i yutan; ‘bireysel ben‘in, içinde eriyip yok olduğu bir ana örgendir; olduğu şeyin, bireysel varlığının, kişiselliğinin bir boyutudur, daha doğrusu temel boyutudur: ‘Dostları özlemle kucaklamayı unutma/ Çocuk sevmeyi, çiçek koklamayı unutma/ En zorlu anındayken bile kavganın/ Gökyüzüne bakmayı unutma’(4); ‘dostlar’, ‘kavga’ toplumsalsa, ‘gökyüzüne bakma’, bir ‘parça’ olarak ‘büyük bütünde’ görmektir kendini.

Behramoğlu, şiirini doğrudan hayatın kendisinden çıkarır, tıpkı Baudelaire‘in kendi şiirini ‘dünyanın çamuru’ndan çıkarması gibi: bu nedenle, bu şiir doğrudan hayattan gözlemlenen olguların, hayattan gelen etkilerin, izlenimlerin niteliğine göre lirik, epik, didaktik, ironik, felsefi, vb. söylemlere açıktır. Hayatın içerdiği olağanüstü çeşitlilik, ayrıntı, karmaşa, karşıtlık, derinlik, değişkenlik, süreklilik, akıcılık, kopuşlar, birleşmeler, tüm bu ‘organik süreç’ içinde Behramoğlu’nun hayatla kurduğu bire bir ilişki, içinde yaşanılan toplumsal tarihin olduğu kadar, kendi kişisel tarihinin de dinamiklerini, dahası diyalektiğini ele verir: ‘Hayatın şarkısını söylüyorum/ Uçsuz bucaksız hayatın/ Tarihin sayfalarında tekrar eden/ Kendi hayatımın tarihinin/ Her hayatın bir tarihi vardır/ Kısa uzun sıradan ya da görkemli/ Ama hepsi de ufalanan kaderlerdir/ Bir yerde her şey eşitlenir/ Toz zerrelerine dönüşerek/ Ve toz da parçalandığında/ Geriye kalan hiçlikten başka nedir/ Öyleyse her şey hiçbir şeydir/ Ya da hiçbir şey her şey’(5). Konuşan Behramoğlu değil de ‘Evrenin varlığını bilmeyen, kendisinin de nerede olduğunu bilmez’ diyen Marcus Aurelius’tur sanki.

Bu bağlamda, denebilir ki bu şiir, -felsefi, ironik ara tonları saymazsak iki temel eksen üzerine kurulur: ‘Epik’ ve ‘lirik.’ İnsanüstü, doğaüstü nitelikleriyle değil, akli, düşünsel boyutlarıyla öne çıkan ‘epik söylem’, direniş, eylem, değiştirme, dönüştürme, yani tüm bir ‘oluş’, bir ‘duruş’, bir ‘karşı duruş’ stratejisine dayanır. Doğası gereği dışa dönük, insancıl ve toplumsal olan bu söylem insanı ve onun direniş gücünü kutsadığı için ‘trajik’ olanı dışlar. Bu anlamda, Behramoğlu’nda epikin, insan olma onuru ve saygınlığı ile hayatı yücelten yönüyle Corneille ile Malraux arasında bir yerlerde durduğu söylenebilir. Behramoğlu, ‘epik’i fazlaca ‘kurgusal’ bulsa da; hayatın toplumsal ve bireysel düzlemde dinamik bir süreç ve insanın da bu süreç içinde ‘eylemlerinin’ bir sonucu olduğu düşünülürse, sanıldığının tersine ‘epik’in bir ‘dip akıntısı’ gibi derinden derine şiirinin içeriğini olduğu kadar, söylemini, edasını, tonlamasını belirlediği görülecektir. Doğası gereği anlatıya, öykülemeye ve betimlemeye dönük epik biçemin düzyazıya çok yakın durduğu, bu nedenle de şiiri düzyazılaştırma riskini hep taşıdığı bilinen bir olgudur.

Behramoğlu bu tehlik Destansı söylemin çizgisel öykülemeciliğini yalın ve güçlü bir lirik söylemle kaynaştırır:

‘Yağmurlar k’rlarlagüneş ve uçurum/ Ve sonsuz renkleriyle çiçekler/
İşte size birkaç sözcükle çocukluğum/ Ve içinde kaybolmak istediğim yalnızlık/ İçinde kaybolmak istediğim hayat (‘)/ Uzun, uykusuz gece yolculukları/ Gece ve yolculuk sanki aynı şeydir/ Sabah başka bir ufukta uyanılacak olan/ Başka bir geometride/ Başka ağaçlara ve kuşlara/ Yağmurlar sonsuzca geride kalmıştı/ Başka güneşti başka sabahları aydınlatan/ İşte ergenlik düşleri sanki başlamıştı/ Romantik şiirlere doğru yolculuk/ Durup dururken ağlamalara/ Bir kuşun yazgısı için bile/ Ve hep bir kızı hayal ederek/ Bir başka kızın yüzünde/ Bir şehirde başka bir şehri/ Bir şiirde bir başka şiiri/ Bir başka serüveni kendi serüveninde/ Böylece gece yolculukları yeniden başlamıştı/ Ama bunlar başka gecelerdi/ Sigara üstüne sigara/ yakılıp şiir düşünülen/ Ve yüzleri sisler altında sevgilileri/ Onlar alaturka şarkıda bir dizeydi/ Hep hayal edilecek olan/ Siz önünden geçerken/ Pencerede kıpırdanan bir gölge/ Ve şehrin ortasındaki ırmak / Bu kez usulca akıp giderdi / Aşklar usulca akıp giderdi / Düşlerin yeni ülkelerine’
(6).
 

Karşı duruşun anlatımı: lirik

Epik, sanki bir tonlama değil, bir söyleyiş biçimi, bir dil değil, ‘Sözcüklerden fazla bir şeydi’(7). bir tanıklıktı kendine, hayata, kendi hayatına; ‘O sanki bir başka kıyıya gitmek gibiydi/ Başka bir denizin kıyısına/ Sanki hem deniz hem deniz olmayan/ Sanki hem kendi hem kendi olmayan’(8); hem varoluş başlı başına epik bir ‘karşı duruş’ değil midir yazgıya, ölüme ve onun efendilerine?

Bireysel ve toplumsal renkleriyle epik bir ‘karşı duruş’ ise, lirik de bu ‘karşı duruş’un anlatımıdır Behramoğlu’nda. Ancak bu söylem, kesinlikle romantik ya da idealist bir benlik, bireysellik / bireycilik anlatımı; ‘içe kapanma’, dış dünyadan kopuş, bir kaçış, umarsız bir sıkıntı ve yalnızlık duygusu değildir; gizeme, bilinmezin arayışına, metafiziğe, soyut bir düşünselliğe, düşsele indirgenmiş ya da epiküryen anlamda coşkulu bir duygu boşalması da değildir. Behramoğlu’nda kendilik, kişisellik, ‘sahihlik’ diyebileceğimiz lirik toplumsal/ kolektif olanla iç içedir: ‘Şu yoksul, ışıksız sokaklardan geçerken akşamüstleri/ Elimde yiyecek filesi, evime doğru/ Siliniyor sanki zihnimin yorgunluğu/ Isıtıyor halkımın ozanı olmak duygusu içimi/ Yıpranmış ellerinde bir sokak çiçekçisinin/ Bir kırmızı gül gibi’(9). İlginç bir parça-bütün ilişkisidir bu Behramoğlu’nun şiirinde; bireysel toplumsalı, toplumsal da her zaman bireyseli içinde taşır, tohumun potansiyel olarak koca bir ağacı, ağacın da tohumu içinde taşıması gibi. Bireysel ve toplumsal olan, diyalektik -Behramoğlu buna ‘organik’ diyor- bir bütünlük içinde kavranır şiirinde. Buysa, ona güçlü bir tarih ve toplum bilinci vererek, hayatı ve dünyayı algılayışında geniş bir açılım sağlar. (‘) Nasıl yenilenebilirim/ Her şeye yeniden başlamak (‘) Tekniğin içindeki esaretimden/ Bir özgürlük kıvılcımı yaratmak/ Ormana dönüştürmek bir dizeyi/ Bir ağacı betimleyen/ İçinde rüzgârlar estirmek/ Yepyeni bir şiirin/ Sevdiğim bütün kadınları/ Parçalayıp birleştirmek/ Bir yenisini yaratmak için/ Hayat içimden sel gibi akıyor, kütükler, çatılar/ Leşler, yitik umutlar/ Ve içimde birikmiş ne varsa/ Bir başka ufka taşıyarak/ Ve daha başka bir ufka/ O ufkun da ötesinde (10).

Behramoğlu, bu bilinçle ve sorumluluk duygusuyla bütüne -topluma, insanlığa, ortak insanlık değerlerine- aidiyetini unutmadan ‘kendi’ kalır; şair, diyecektir, ‘insanlığın bütünü içinde yer aldığı hissine sahip değilse bana göre boşluktadır’(11); o, kendisinde diğer insanları bulur ya da diğer insanlarda kendisini. ‘Herkes tek ve benzersizdir, ama insanlık bütündür’ (12) ölüm de bile: ‘ Kendi ölümüyle ölüyorsa da herkes/ Kendi ölümümü biri ölünce düşündüm’(13). Şiirinden yayılan insaniliğin, insan sıcaklığının nedeni temelde bu olsa gerekir.

Hayatı diyalektik bir bütünlük içinde kavrayan bu ‘epiko-lirik’ şiirin kimi durumlarda ironiyi içermesine şaşırmamak gerekir. Hayat, varlık, varoluş tüm dinamik unsurlarıyla, karşıtların, zıtların biraradalığıyla yeni bireşimler üreterek var olur, çoğalır, sürer. İroni, hayatın içindedir; hayattan yansır. Behramoğlu’nun izlenimci/ duyumsal-eleştirel gözlemciliği ironik olanı tüm bireysel ve toplumsal bileşenleriyle bir arada çekip çıkarır hayatın sıradan gerçekliğinden. Bu bağlamda, denebilir ki, ironi Behramoğlu’nda bir dilsel dönüştürüm, dilsel sapma, kurgusal bir zekâ ve söz oyunu, gerçeği tersinden ele alan ‘nükteli bir söz’, olumsuzlama, bir dil silahı olmaktan çok somut bir hayat gerçeğidir; ironi gülümsetir, düşündürtür; hayatla aramızda organik, doğrudan, sıcak, içten, dramatik bir bağ kurar: ‘Ona ‘haydi’/ Savaşa dediler/ Başkaca bir şey/ Söylemediler/ Aldılar köyünden/ Davulla, zurnayla/ Geride üç çocuk/ Bir eş ve bir ana/ Eline bir silah/ Tutuşturdular/ Ve karşılaştı/ Düşman ordular/Vurulup düştü/ İlk çatışmada/ Göğsünde bir oyuk/ Üç delik alnında/ ‘Ey bu topraklar için/ Toprağa düşen’/ Bir karış toprağın/ Var mıydı yaşarken?/ (14). Şaire düşen, sadece toplumsal hayatta kendi mantıksallıkları içinde ‘tutarlı’ görünen kimi gerçeklikleri yan yana getirmek; ironi, karşıtlıkların doğurduğu gerilimden kendiliğinden doğar; kara mizah pusudadır.

Soyutlamacılığa, dil, söz oyunlarına, şematizme, biçimciliğe, katışıksız bir kurguya, idealist/ metafizik bir hayat ve dünya algısına indirgeyici tavrı dışlayan Behramoğlu’nun şiiri ‘bıçak sırtında’ bir şiir; günlük dilin doğallığıyla ve çoğunlukla öykülemeye eğilimli yazıldığı için, ‘düzyazı’ hep bir köşede gözetler onu. Çünkü, şiiri onun ‘sınırlar’ında kurulmuştur. Behramoğlu, gözü kirişte, şiirini -sıradanlığa düşmeden- düz, rahat, içten bir söyleme, günlük dilin olanaklarına açar. Akılda kalıcı, konuşulduğu gibi yazılan, kolay ulaşılabilen, doğrudan, etkileyici, kavrayıcı, sıcak ve güçlü ses örgüleriyle işlenmiş ve her şeyden öte ‘sahih’ bir söylemdir bu. Paul Eluard’ın ‘hayatın doğal seyri’ (‘le cours naturel de la vie’) dediği akışı izler ve öyküler bu şiir. Somut bir lirik yalınlığı öne çıkartır; hele, bir de bunu ‘mecazlı dil’e, retoriğe başvurmadan, doğal yoldan yapıyorsa; yani, dilin biçim, anlam özellikleri ile sözdizimin olanaklarından; sözcüklerin ritminden, sesinden, çağrıştırıcı gücünden yararlanarak kuruyorsa şiirsel etki daha bir yoğun duyumsanır. Aslında zor olan da budur; doğal, ham gerçeklikten şiir çıkarmak, ‘konuşur gibi’ yazarken gerçeği dönüştürmek…

Melih Cevdet’in ‘dilin simyageri’ dediği şaire tıpatıp uyar bu eylem; ‘Kişisel, içten, dolaysız (bir) söz’ (‘) Bir anlamlar, imalar, sesler, görüntüler, gözlemler, izlenimler, düşünceler, duygular sağanağı…

Bilinciyle, bilinçaltıyla, bilinçüstüyle, bilinçdışıyla… bütünüyle insan (‘) yaşayan, varoluşsal, organik bir yaratı (‘) Açık, sade, insancıl bir şiir'(15), öykülerken derinleşen, genişleyen bir şiir; ancak, onda öykülemecilik, kesinlikle çizgisel bir seyir değildir; çoğunlukla içe dönüşlerle, iç yolculuklarla, uzak, yakın çağrışımlarla derinleşen bir kopuksuzluğu, sürekliliği anlatır içten içe: ‘Değişir yönü rüzgârın/ Solar ansızın yapraklar/ şaşırır yolunu denizde gemi/ Boşuna bir liman arar/ Gülüşü bir yabancının/ Çalmıştır senden sevdiğini/ İçinde biriken zehir/ Sadece kendini öldürecektir/ Ölümdür yaşanan tek başına/ Aşk iki kişiliktir'(16). Hayatın ritmi, sonsuz devingen akış içinde nefes alır verir şiir; ‘organik’ bir bütünün ‘parça’ları olan birbirinden kopuk gerçeklikler kişisel, içten bir sözün dolaysızlığında, evrensel bir hakikate tanıklık etmek için derinden derine bir ‘monolog’da yankılanıp durur.

Behramoğlu’nun şiiri hayattan, doğadan beslenir, ancak onları ‘taklit’ etmez; tam tersine, onlara ‘sözün dolaysızlığı’nda kendi ‘gerçeğini’, biçemini ekler. Gerçeğin ‘temsiliyet’ sorunu, onda bir ‘sorun’ olmaktan çıkar; toplumsal ya da bireysel olgular, gerçeklikler, ‘tarih’ kendi iç gerekirlilikleri, yapıları ve bağıntıları içinde sadece boyut değiştirir, kişiselleşir, derinleşir, arınarak, yalınlaşarak, güzelleşerek, etkileyerek. ‘Yazacağım her şeyin hayatta bir karşılığı olsun istiyorum’(17) diyecektir Behramoğlu; ‘Bir şiir nasıl biter, ya da biter mi, hayat sürüp giderken’(18), şiir-hayat, hayat-şiir ilişkisini bundan daha güzel ne açıklayabilir dersiniz?

Prof. Dr. Kemal Özmen, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü.

Dâhiliğe adım atmak için: Yeni ve bilmediğiniz bir bilgi sahası seçip, derinlemesine keşfe çıkın. Her gün meditasyon yapmaya ya da “yalnızca düşünmeye” biraz zaman ayırın. Gözlem yapma ve tanımlama alıştırmaları yapın. İmgeleme alıştırmaları yapın.

 Mozart, Shakespeare, Leonardo Da Vinci, Van Gogh, Thomas Edison, Çaykovski… Örnekleri çoğaltmak mümkün, onlar tarihe geçmiş “deha”lar. Peki deha olmak için ne gerekiyor? Bireyin yaratıcı olduğuna ne zaman karar verilir, bir şey yarattığında mı, yoksa yarattığı kabul gördüğünde mi?

Arkadaş Yayınevi’nden çıkan, Iowa Üniversitesi Psikiyatri Bölümü’nde yaratıcılık ve beyin konularındaki araştırmalarını sürdüren, tanınmış nörobilimcilerden Nancy C. Andreasen’ın “Yaratıcı Beyin: Dehanın Nörobilimi” bize bunları anlama şansı veriyor. İnsan bedenindeki en ilginç ve karmaşık organ beynin, yaratıcılık yetisini nasıl ürettiğini inceliyor kitap.

Yazarın kendi de “ortalamanın” üstünde bir beyne sahip. Daha anaokulundayken IQ testinde “dahi” ilan edilmiş, Harvard mezunu, Oxford’da İngiliz Edebiyatı üzerine doktora yapmış, bu alanda da kitaplar yazmış, Ulusal Bilim Madalyası sahibi. “Yaşamımdaki zıt güçlerce oraya buraya çekiştirilerek yetişirken, bir ‘dahi’ olmanın ne anlama geldiğini hep merak ettim. Bu sıfatı hak etmediğimi de fark etmeye başlamıştım tabii. Shakespeare okuyup Mozart dinlerken ya da Michelangelo’nun eserlerine bakarken, gerçek dehanın ne olduğunu görebiliyordum” diyor,

“Zekanın yaratıcılıkla bir şekilde ilişkisi vardı, ama aynı zamanda da farklı bir şeydi”.

Kayıp dehalara ithaf

Onu yola çıkaran o kadar çok soru var ki: Yaratıcı kıvılcım nereden geliyor? İnsanın yaratıcılığının ateşlenmesi beyinde nasıl bir etki yapıyor da rüyalara ve içgörülü aydınlanmalara dönüşen hayallere neden olabiliyor? Beynimiz, dünyada bildiğimiz ve bilmemiz gereken tek şeymiş gibi neden güzellik ve gerçeğe bitmez bir açlık duyuyor? İnsanda doğuştan var olan bu yaratıcılık yeteneğini, kendimizde ve başkalarında artırabilir miyiz?

Yıllardır sürdürdüğü yaratıcılık konusundaki bilimsel çalışmalarını bir araya getirdiği kitapla, yaratıcılığın yalnızca yaşamın farklı parçalarının yeni ve beklenmedik şekilde bir araya getirilmesi olduğunu, yani zeka ve yetenekten bağımsız olarak ortaya çıkabileceğini gösteriyor Andreasen.

Kitabın amacını girişteki ithaf anlatıyor: “Geçmişteki ‘kayıp dehalara’ ve bu kitabın gelecekte birçoklarının gelişimine yardımcı olması ümidiyle”.

Kitapta, Mozart, Poincare ve Coleridge gibi pek çok ismin yaratıcılık, yaratıcı süreç ve özel yeteneklere sahip yaratıcı insanlar hakkında söylediklerine yer verilirken, yaratıcı beyin yaratan koşulları anlamanın ve hem çocuklar hem de yetişkinler için yaratıcılığı beslemenin yolları sunuluyor. İlk insanlardan ele alıyor konuyu Andreasen, taştan alet yapan, avcılığı geliştiren, ateşi bulan, tekerleği icat eden “dahi” atalarımızdan.

Yaratıcılığa dair çalışmalar yapanların tezlerine de yer veriyor, yaratıcılığı ilk kez modern psikolojinin sistematik araçlarını kullanarak tanımlamaya çalışan Lewis Terman’a, 1950’de Amerikan Psikoloji Derneği başkanı J. P. Guilford’un yaratıcılık araştırmaları tarihinde dönüm noktası olan konuşmasına, “deha”ların yaratım süreçlerine dair anlatılarına, deha ve yaratıcılık üzerine çalışmalar yapan Francis Galton’un keşiflerine…

Yaratıcı bireyi tanımlayan kişilik özelliklerine gelince; deneyime ve macaraya açık olma, asilik, bireysellik, duyarlılık, oyunculuk, ısrarcılık, merak ve sadelik…

Önerilere kulak verin

Deha ile çılgınlık arasındaki bağlantıyı da es geçmiyor Andreason. “Psikolojik rahatsızlığı olan üstün yetenek ve yaratıcılığa sahip insanların uzun bir listesini çıkarmak pek de zor değil” diyor, “Müzik, sanat, dans, şiir, tiyatro, edebiyat, fizik, matematik, biyoloji, felsefe ve siyaset de dahil olmaz üzere, tüm ihtisas alanlarına yayılmışlar. Listede, John Nash, Isaac Newton, Friedrich Nietzche, Leo Tolstoy, Ernest Hemingway, Abraham Lincoln, Theodore Roosevelt, Oliver Cromwell, John Stuart Mill, Robert Schumann, Gaetano Donizetti, Ludwig von Beethoven… gibi ünlülerin yanı sıra toplumda öne çıkmış ve hayranlık duyulan birçokları daha bulunacaktır”.

O, yaratıcılıkta çevrenin rolünü önemsiyor, yaratıcı insanların genelde zaman içinde kendiliğinden ortaya çıkmadıklarını anlatıyor. Tarihin belli dönemlerinde, sıradışı yaratıcılığa sahip çalışma ve fikirlerin çok az olduğunu, kimi dönemlerdeyse, “insanın yaratıcı ruhunun dizginlerinden kopmuşcasına koşmaya başladığını” söylüyor. Kitapta bu dönemler arasında da gezdiriyor bizi ve tabii dönemlerin “deha”larıyla. Bütün bunların arasında doğuştan gelen yetenekler ve kalıtımsal özellikleri de göz ardı etmiyor Andreasen. Yine de “Beynin büyümesi ve gelişmesinde çok çeşitli güçlerin etkisi vardır” diyor, “Yapmamız gereken şeylerden biri bu güçleri daha derinden anlayabilmektir ki, sonuçta bu bilgiyi kendimiz için daha yararlı olacak bir şekilde kullanabilelim. Böylece yaratıcı yeteneği olanlara daha parlak fikirler üretme fırsatı yaratabilir, daha sıradan insanların da beyinlerini daha iyi geliştirmelerini sağlayabiliriz. Yani, sonunda konu dönüp dolaşıp bize geliyor”.

Hepsi bu da değil, yaratıcı kişiliği ortaya çıkarmak için bazı önerilerde bulunmayı da ihmal etmiyor. Ona kulak vermek de yarar var. Kim bilir belki siz de aslında bir “dahi”siniz!

 İsveç Umeo Üniversitesi’nde yapılan araştırmada, doğumundan 4 yaşına kadar 130 çocuğun kilolarına etki eden etkenler doktorlar tarafından takip edildi. Araştırmada, her ne kadar kilolu annelerin çocuklarının, normal kilolu annelerin çocuklarına oranla kilolu olma riski daha yüksek olsa da kilolu babaların çocuklarının şişman olma olasılığının daha yüksek olduğu gözlendi.

Sonuçları yorumlayan ve Umeo Üniversitesi’nde yapılan araştırmaya katılan Prof. Olle Hernell, çocukların şişman ya da normal kilolu olma ihtimalinin, anneden ziyade babanın kilosuna bağlı olduğunu kaydetti.

Prof. Hernell, çocukların bununla ilgili genleri babadan aldıklarını, yani bunun kalıtsal olduğunu ifade etti.

Fransa’da yaşayan Türk psikolog Deniz Keziban Çakıcı, Türkiye’de pek çok kişinin çeşitli sıkıntılar ve stres nedeniyle öfkesini kontrol etmekte zorlandığını, bunun çözümünün doğru nefes almayı öğrenmek olduğunu söyledi.

Fransa’da yaşayan Türk psikolog Deniz Keziban Çakıcı, ailesinin Konya’da yaşadığını, ancak kendisinin Fransa’da 4 yıllık bir fakülte bitirerek psikopatolog unvanını aldığını, bu bilimdalının, farmakolojik (kimyasal ilaç) unsurlar yerine ihtiyaç duyan kişileri psikoterapi yoluyla iyileştirmeyi amaçladığını belirtti. Fransa Göçmen Bakanlığı bünyesindeki resmi görevi dışında Uluslararası Sınır Tanımayan Doktorlar biriminde gönüllü olarak da çalıştığını anlatan Çakıcı, Fransa’da, işkence görmüş, ailelerini kaybetmiş, yurtlarda kalan göçmenlere psikolojik destek vermeye çalıştığını anlattı. Çakıcı, bir psikopatolog olarak amacının insanların bozulan psikolojilerini onlarla etkin bir görüşme yaparak düzeltmek ve onları normal yaşantılarına döndürmeye çalışmak olduğunu vurguladı.
 

Beyine daha fazla oksijen gidince kişi sakinleşiyor

Psikolojik desteğin, sadece psikolojileri çeşitli nedenlerle bozulmuş ya da bozulma eğiliminde olanları değil kanser hastalarında da göz ardı edilemeyecek olumlu sonuçlara neden olduğunun ispatlandığını dile getiren Çakıcı, şunları kaydetti: ”Dünya büyük bir ekonomik krizden geçiyor ve Türkiye’de işsizlik oranları, yaşam şartları belli… Pek çok kişinin aldığı ücret yetmiyor, bu da çeşitli psikolojik sorunların artmasına neden oluyor. Dikkat edilirse, özellikle büyük kentlerde yaşayanlar çok agresif… Adeta kıvılcım bekleyen barut gibi, hoşgörü gösterilebilecek bir durum karşısında bile hemen öfkeleniyor, ya da işi daha ileri boyuta götürüp kavga edebiliyor. Öfkemize hakim olmanın formülü sakinleştirici hap kullanmak değil. Kısa kısa değil uzun ve düzenli nefes almayı öğrenen kişi öfkesini kolaylıkla yenebilir. Bu öfkelenen ve sonradan pişman olan kişiler için, ücretsiz bir çözüm şekli… Solunum tekniklerine, herkes internetten kolayca ulaşabilir, bu tekniği öğrenip uygulayabilir. Bu teknikte uzun uzun alınacak nefes, beyne daha çok oksijen gitmesine, böylece vücuttaki tüm sinirlerin yeterli oksijenle rahatlamasını sağlıyor.”

Üflemeli çalanların algıları daha yüksek

Çakıcı, ”Doğru nefes beyindeki sinir sistemini kontrol eden mekanizmayı da sürekli diri tutar. Aynı zamanda bol oksijen beynin az çalışan ya da hiç çalışmayan hücrelerini de faaliyete geçirir. Müzik aleti çalan kişilerin beyin fonksiyonları, yaptıkları iş nedeniyle beyinleri sürekli bol oksijen gittiği için daha hızlı çalışır, algıları çok yüksek insanlardır” diye konuştu. Sakinleşme ve sağlıklı kalmada yeterli su içilmesinin de büyük etken olduğunu anlatan Çakıcı, ”Vücudumuzun her gün en az 2.5 litre suya ihtiyacı var. İçtiğimiz çay ya da kahve kesinlikle bu hesaba dahil değildir. Su içme alışkanlığı kazanmalı, mümkünse çantamızda sürekli şişede su bulundurmalıyız. Su içmek, özellikle iç organlarımızı önemli oranda rahatlatır ve ‘iç organlarında büzüşme’ ile başlayan hastalıkların ortaya çıkmasına engel olur” diye konuştu.

 

Pop müziğin sevilen isimlerinden Candan Erçetin yeni albümü ‘Kırık Kalpler Durağı’ ve yeni imajıyla aramızda…

Son albümü ‘Kırık Kalpler Durağı’nı çıkartan Candan Erçetin, kapak fotoğraflarıyla Hollywood’ın ünlü oyuncusu Rita Haywort‘u anımsattı.

Albüm için çektirdiği fotoğraflarda 1940’lu yılların ünlü yıldızı Rita Hayworth‘a olan benzerliği gözlerden kaçmayan Erçetin, 5.5 yıl aradan sonra müzikseverlerle buluşmanın keyfini yaşıyor.

Nostalji albümü çıkartarak geçmişe yolculuk yapan güzel sanatçı, albümde 12 şarkının sözlerine ve müziklerine imza attı.

Ayşe Kulin’e ait olan ‘Bahar’ ile Cemal Safi’nin imzası olan ‘Git’ adlı şiirleri de kendi müziğiyle yorumlayan Erçetin, şair

Yrd. Doç. Dr. Didem Behice Öztop, ”Yapılan çalışmalarda, obsesif-kompulsif bozukluğu bulunan erişkin hastaların 1/2 ile 1/3’ünde belirtilerin başlangıcının çocukluk yılları olduğu ileri sürülmektedir” dedi.

Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Ana Bilim Dalı Başkanı Yrd. Doç. Dr. Didem Behice Öztop, tekrarlayıcı biçimde zihni meşgul eden, kaygıyı artıran düşüncelere ”obsesyon”, bu kaygıyı gidermek için yapılan, tekrarlayıcı, durdurulması zor hareketlere de ”kompulsiyon” denildiğini söyledi.

Obsesif-kompulsif bozukluğun, biyolojik temelleri olan nöropsikiyatrik bir hastalık olduğunu belirten Öztop, şöyle devam etti:

”Yapılan çalışmalarda, obsesif-kompulsif bozukluğu bulunan erişkin hastaların 1/2 ile 1/3’ünde belirtilerin başlangıcının çocukluk yılları olduğu ileri sürülmektedir. Çocuk ve ergenlerde ortalama başlangıç yaşının 10-11 yaş olduğu, cinsiyetler arasında dağılıma bakıldığında ise ergenlik öncesi erkeklerde daha fazla, ergenlikle birlikte erkek ve kızlarda eşit oranda görüldüğü bildirilmektedir. Erkeklerde ergenlik öncesi dönemde başlama eğilimi ve eşlik eden tik semptomları, nörolojik bulgular ve diğer psikiyatrik bozukluklar daha fazlayken, kızlarda ise ergenlik döneminde başlama daha sık ve eşlik eden korku belirtileri ve depresif bozukluklar daha fazladır.”
 

”Öfke patlaması görülebilir”

Yapılan çalışmalarda çocuklarda en çok görülen obsesyonların (saplantı), ”kirlilik, hastalık bulaşacağı düşüncesi, kötü bir şey olacak düşüncesi, birinin öleceği veya hastalanacağı korkusu, simetri, cinsel içerikli düşünceler, yasak veya şiddet içeren düşünceler, anlatma, sorma, onaylatma ihtiyacı” olduğunu ifade eden Öztop, ”Sık rastlanılan kompulsiyonlar ise yıkama, kontrol etme, düzenleme, sıralama, sayma, dokunma, tekrarlama, biriktirme, tekrar tekrar düşünmedir. Mesela bir kişinin ellerinin temiz olduğu bilmesine rağmen pis olduğunu düşünmesi ‘obsesyon;, bu düşünceden kurtulmak için gereksiz yere ellerini yıkaması ise ‘kompulsiyondur” dedi.

Ev ortamında bozukluk belirtilerinin daha ağır düzeyde yaşandığına dikkati çeken Öztop, bozukluğun belirtilerini saklayan çocuklarda öfke patlamaları, okul başarısında düşme, yemek seçme ve cilt lezyonlarının daha ön planda olabileceğini anlattı.

Yrd. Doç. Dr. Didem Behice Öztop, eşik altı obsesyon ve kompulsiyonların, özellikle küçük çocuklarda normal tekrarlayıcı davranışlardan, rutin oyunlar ve boş inançlardan ayırt edilmesi gerektiğini kaydetti.

7 yaş civarında ortaya çıkan eşya ve kart biriktirme gibi davranışların obsesif-kompulsif bozukluktaki gibi gerçek bir kaygı ve strese neden olmadıklarına dikkati çeken Öztop, ”Tam tersine kaygıyı yatıştırır, sosyalliği artırır ve gelişimi hızlandırır. Obsesif-kompulsif bozukluktaki davranışlar ise yaşam kalitesini ve uyumu bozan, oldukça rahatsız edici, sosyal içe çekilmeye neden olacak biçimdedir” dedi.

Ondokuz Mayıs Üniversitesi (OMÜ) Samsun Sağlık Yüksekokulu tarafından yapılan bir araştırma, huzurevinde kalan yaşlıların stres ve depresyona karşı daha hassas olduklarını ortaya koydu.

OMÜ Samsun Sağlık Yüksekokulu Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. İlknur Avcı, depresyonun yaşlı nüfusta görülen psikiyatrik bir bozukluk olduğunu, bu nedenle de huzurevinde kalan yaşlılarla ilgili çalışma gerçekleştirdiklerini söyledi.

Samsun Yaşlı Bakım ve Rehabilitasyon Merkezi’nde (Huzurevi) kalan yaşlılara yönelik çalışmada, burada kalanların stres ve depresyona karşı daha hassas olduklarını saptadıklarını belirten Yrd. Doç. Dr. Avcı, yaşlılığın önüne geçilmesi mümkün olmayan, biyolojik, kronolojik ve sosyal yönleri ile karmaşık bir süreç olduğunu vurguladı.

Yaşlılarda yaygınlığı yüksek bir bozukluk olan depresyonun sıklıkla kronik hastalıklarla birlikte görüldüğünü ve yaşam kalitesi üzerine olumsuz etkiye yol açtığını, bu nedenle de araştırmanın huzurevinde yaşayan yaşlıların bazı özellikleri ile depresyon riski arasındaki ilişkiyi belirlemek amacıyla yapıldığını ifade eden Yrd. Doç. Dr. Avcı, şunları kaydetti:
”Huzurevinde kalan yaşlıların yüzde 62’si depresyon açısından risk taşımaktadır. Bu nedenle huzurevinde kalan yaşlılar için psikolojik danışmanlık ve rehberlik hizmetlerinin iyileştirilmesi, depresyon taramalarının rutinleştirilmesi gerekmektedir. Yaşlılar için, öğrenim durumlarına göre ilgilerini uyandırabilecek ve katılımlarını sağlayabilecek sosyal aktiviteler düzenlenmelidir. Yaşlılara psikolojik destek sağlanmalı, çalışan sağlık görevlilerin eşliğinde yaşlılar için sağlık eğitimi ve stres yönetimi programları uygulanmalıdır.”

Huzurevine gelmeden önce eşiyle birlikte yaşayanların yüzde 53’nde çocukları ile yaşayanların ise yüzde 60’ında depresyon görülme olasılığının yüksek olduğunun saptandığını bildiren Yrd. Doç. Dr. Avcı, tek başına yaşayan yaşlılarda da yüzde 73 gibi depresyon görülme olasılığı bulunduğunu söyledi.

Yrd. Doç. Dr. Avcı, toplumun yaşlandıkça öncelikleri ve gereksinimlerinin de değiştiğini, yaşlı nüfusta sağlık ve sosyal sorunların ön plana çıktığını belirtti.

Çalıştıkları huzurevinde kalanların yüzde 70’nin erkek, yüzde 30’un ise kadın olduğunu açıklayan Yrd. Doç. Dr. Avcı, herhangi bir sosyal güvencesi olanların yüzde 60’nda, sosyal güvencesi olmayanların ise yüzde 62.5’inde depresyon görülme olasılığının yüksek bulunduğunu ifade etti.

Tiyatronun duayenlerinden Cüneyt Gökçer’in vefatı ailesinin yanı sıra tiyatro dünyasını da yasa boğdu

Tedavi gördüğü hastanede, solunum yetmezliği nedeniyle 89 yaşında hayata gözlerini yuman Gökçer’in, 60 yıllık sanat hayatında yetiştirdiği binlerce öğrencisi bugün hüznü oynuyor.

“Sesi kulaklarımda”

Son oyunlarından biri olan “Kral Lear”da Cüneyt Gökçer’in ‘soytarısı’nı canlandıran sanatçı Erdal Küçükkömürcü , çok üzgün olduğunu dile getirerek, “ustasını, babasını” kaybettiğini ifade etti. Onunla oynarken hayranlıkla gözlerinin içine baktığını söyleyen Küçükkömürcü “Bana hala sahnede ‘soytarım gel buraya’ diyen sesi kulaklarımda. O kadar büyük bir oyuncuydu ki, oyunda dalıp onu seyrettiğimi hatırlıyorum” diye konuştu. Sadece kendisine değil, bir yığın öğrencisine çok şey öğrettiğini belirten Küçükkömürcü, “Ben 15 yıldır konservatuarda hocalık yapıyorum, hala derslerde onun sözlerini, onun kelimelerini kullanıyorum. ‘Cüneyt Hocamın kulakları çınlasın’ diye kullanıyordum, ‘nur içinde yatsın’ diyeceğim bundan sonra. Onun cümleleri devam edecek.” dedi.

 “Sahnede durmayı ondan öğrendik”

Cüneyt Gökçer’in öğrencilerinden, Devlet Tiyatroları Başrejisörü Rüştü Asyalı da Cüneyt Gökçer’in vefatının, Türk tiyatrosu için çok büyük bir kayıp olduğunu ifade etti. Gökçer’in kendileri yani öğrencileri için de çok büyük bir önemi olduğunu vurgulayan Asyalı, “Sahnede durmayı, bakmayı, konuşmayı ondan öğrendik. Cüneyt Gökçer büyük usta olarak en çarpıcı örnekleri verdi bize ve seyretme olanağına kavuştuk. Önümüzde canlı bir örnekti daima” diye konuştu. Kendisinin 1955 yılından bu yana, Gökçer’in hemen her oyununu izleyerek, bir rejisör olarak tiyatronun nasıl oynanacağının en güzel örneklerini gördüğünü belirten Asyalı, “Öğretmen olarak da okulda, bize sahne insanı olmayı, aktör, aktris olmayı öğreten hocalarımızın başında gelir. Çok güzel bir örmektir, çok büyük bir kayıptır” dedi.

Herkesin hocasıydı

 Gökçer’in uzun yıllar asistanlığını yapmış, rejisör Akif Yeşilkaya da, bugün Türkiye’de tiyatro yapanlara bakıldığında, mutlaka Cüneyt Hoca’nın öğrencisi olduklarını söyledi. Yeşilkaya, “Yani tiyatro yapan bugün herkes, Cüneyt Hoca’nın öğrencisidir, ya öğrencisinin öğrencisi, ya da öğrencisinin öğrencisinin öğrencisi.Bu nedenle Türk tiyatrosu çok önemli bir hocasını, büyük bir oyuncusunu, büyük bir yönetmenini kaybetti” dedi. Dünya tiyatrosunun da çok önemli bir ‘tiyatro adamını’ yitirdiğini ifade eden Yeşilkaya, “1996’dan bu yana çok yakın çalıştık. Hoca her şeyi çok detay düşünen, çok boyutlu bakan, insani olarak değerlendiren, sanatçı kimliğinin dışında insan olarak da kocaman kalbi olan biriydi. Hoca kendisini, bir televizyon programında ‘tiyatro adamı’ diye tanımlamıştı. Bir daha yeri asla dolmayacak, bir tiyatro adamı, bir tiyatro insanını artık kaybettik” diye konuştu.

 Cüneyt Gökçer

Malatya’da 1920 yılında doğan Cüneyt Gökçer, 1942’de Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümü’nden mezun oldu. Gökçer, Devlet Tiyatrosu’nda uzun yıllar hem oyuncu hem de yönetmen olarak görev almasının yanı sıra, Ankara Devlet Konservatuarı Müdürlüğü, Bilkent Üniversitesi Tiyatro Bölümü Başkanlığı gibi görevlerde de bulundu. Ünlü sanatçı Ayten Gökçer’in de kocası olan Gökçer 1951 yılında “Vatan ve Namık Kemal” filmiyle sinema oyunculuğuna başladı. Gökçer, 1981’de televizyon için çekilen “4. Murat” adlı dizide rol aldı. “Kral Oidipus”, “Onikinci Gece”, “IV Henry”, “Damdaki Kemancı”, “Bağdat Hatun”, “Kral Lear” gibi oyunlarda başrol oynayan Gökçer’in, sinemada rol aldığı filmler arasında “Vatan ve Namık Kemal”, “Barbaros Hayreddin”, “Lale Devri”, “Kara Davut”, “Kaldırım Çiçeği”, “Nilgün”, “Büyük Sır”, “Damdaki Kemancı”, “Mevlana”, “Yedi Evlat İki Damat” yer alıyor. Gökçer 20’ye yakın operanın da rejisörlüğünü üstlenmişti. Gökçer, yurtiçinde aldığı sayısız ödülün yanısıra 1963 yılında Yunanistan Krallığı’nın l. Georges nişanının Oficcier rütbesiyle, 1970’de de İtalya Cumhurbaşkanlığı tarafından Commandatore nişanıyla ve daha sonra Polonya Kültür Nişanı ile ödüllendirildi.

Gökçer’in cenazesi yarın Ankara’da düzenlenecek törenin ardından 26 Aralık Cumartesi günü İstanbul’da toprağa verilecek.

Gökçer için iki ayrı tören

Geçirdiği rahatsızlık nedeniyle dün hayata veda eden Türk tiyatrosunun en büyük ustalarından, eski Devlet Tiyatroları ile Devlet Opera ve Balesi genel müdürlerinden Cüneyt Gökçer için yarın Ankara’da iki ayrı tören düzenlenecek. Gökçer için yarın önce Bilkent Üniversitesinde, daha sonra Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğünün bahçesindeki heykelinin önünde tören yapılacak.

Türk Tabipleri Birliği (TTB), ”domuz gribi” olarak da bilinen H1N1 virüsüne karşı aşı olunması çağrısında bulundu.

TTB Domuz Gribi Bilimsel Danışma ve İzleme Kurulunun (PandemİK) üçüncü toplantısı İstanbul Tabip Odası’nda yapıldı.

Toplantının ardından açıklama yapan TTB Merkez Konsey Başkanı Prof. Dr. Gençay Gürsoy, domuz gribi aşısı konusunda yaratılan olumsuz efsanelerle ilgili yeni bir şey olmadığını, zaman zaman medyada traji komik seviyelerde açıklamalar olduğunu ifade ederek, şunları kaydetti:

”Aşı hala en etkin korunma yöntemi olarak önümüzde başvurabileceğimiz araç olarak duruyor, ama yeteri kadar ön yargılar kırılmış değil. Hala aşılama oranı okullarda yüzde 10’lara bile ulaşmış değil. Dolayısıyla önümüzdeki aylarda, özellikle Aralık sonu, Ocak, Şubat, hatta Mart’ta beklenen salgından korunmanın yolu aşı. Anlaşılıyor ki, kamuoyu bu konuda henüz yeterince aydınlanmış değil.”

Prof. Dr. Gençay Gürsoy, bir soru üzerine, Sağlık Bakanlığı ile işbirliği yapma önerilerine yönelik bugüne kadar bakanlıktan bir yaklaşım olmadığını ifade ederek, ”Aşılamaya karşı zaman zaman güven krizine yol açan tavırların etkilerini gidermek için ortak kampanyalara da varız. Gerekirse medya karşısına çıkıp bu konudaki ortak telkinlerimizi de dile getirebiliriz” dedi.

Bakanlığın tüm negatif tepkilere karşı aşılama konusundaki ısrarını ”pozitif bulduklarını” belirten Gürsoy, bakanlara aşı olup olmadıklarının sorulduğunu, ancak kendilerine hiç sorulmadığını kaydetti. Bunun üzerine daha önce grip olduğunu belirten biri dışındaki kurul üyeleri ellerini kaldırarak aşı olduklarını bildirdiler.


Kurul açıklaması

”TTB PandemİK” adına ortak basın açıklamasını okuyan Prof. Dr. Feride Aksu Tanık da, salgının hala yaygınlaşmaya devam ettiğini, bu nedenle artık sadece bebeklerin değil, 6 aydan büyük bebeklerin bakımını üstlenen kişilerin aşılanmasının da bir zorunluluk haline geldiğini vurguladı.

Tanık, ”Bu kişiler mutlaka aşılanmalıdır. Diğer Avrupa ülkeleriyle kıyaslandığında ülkemizin bu konuda yüksek aktivite gösteren bir ülke olduğunu biliyoruz. Hastalığı geçirenlerde, iyileşmenin akabinde zatürre gelişme riski de var. Halkımızı tekrar aşı olmaya davet ediyoruz” dedi.

Virüsün mutasyon geçirmiş haline karşı da eldeki en iyi silahın aşı olduğuna dikkati çeken Prof. Dr. Tanık, annelerin grip olsalar bile bebeklerinin bağışıklığını artırmak için piyasadaki koruyucu olduğu iddia edilen ek besinler yerine, emzirmeye devam etmeleri gerektiğini vurguladı.

Domuz gribinden çocukları korumaya yönelik okulların tatil edilmesi tartışmalarına da değinen Tanık, ”Okulların tatil edilmesinin, eğer çocuklar alışveriş merkezlerine, sinemalara gideceklerse, dershaneye gitmeye devam edeceklerse bir anlamı yok. Korunmanın yöntemi kalabalık ortamlardan uzak durmak olmalıdır’‘ diye konuştu.
 

Kurul üyelerinden İstanbul Üniversitesi (İÜ) İstanbul Tıp Fakültesi İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Ana Bilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Haluk Eraksoy da, son günlerde aşılama oranında artış olmasına rağmen yine de bunun yeterli seviyelere ulaşmadığını söyledi.

Eraksoy, piyasada satılan temizlik maddelerinden, yiyeceklere çeşitli korunma yöntemlerinin etkisine yönelik bir soru üzerine de ”Bu tür korunma yöntemlerinin aslında hiç konuşulmaması gerektiğini düşünüyoruz. Aşı, korunmak için en güvenli yoldur. Onun için alternatifleri çok da gündemde tutmayalım” dedi.