Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

Erhan Beykoz-BOLU Olay Gazetesi

Hülya Ensari

Ahmet Baysal’ın bizlere tavsiyesinin diğer adı, İzzet Baysal’ın yolunda olup olmadığımızın bir göstergesi olacaktır. Yıllardır ülkemize devlet gibi yatırımları karşılıksız yapan İzzet Babamızın vakıf başkanı, yıllar sonrası Bolululardan istediği küçük bir isteğini yerine getirebilecek miyiz!
Ahmet Amcamızın ne istediğine bakmamız gerekir. Sayın Ahmet Baysal, Toplum Sağlığı Merkezinin yapımına, teşrifine yardım edin, demişti. Yani vakıf bütün varlığını Bolu’ya yatırırken, sizde küçücük bir taşın altına elinizi koyun diyor.
Köroğlu Gazeteciler Cemiyeti olarak bizde elimizden geleni yapmamız için Ahmet Baysal’dan gelen mektup ile harekete geçtik. Pazartesi günü cemiyetin yöneticileri ve birkaç arkadaşımla Toplum ve Ruh Sağlığı ünitesini başhekim Hülya Ensari eşliğinde bilgilendirilerek gezdik.
Toplumda yüzde bir olan hasta sayısından, hastanenin kurulma aşamasına, Türkiye’de Sayın Ensari’nin Finlandiya ve İtalya gezileriyle hazırladığı raporu ve yapılması gerekenleri öğrendik. Yine Türkiye’de ilk olma cesaretini gösteren Sayın Ensari’nin yüreğini gördük.
Yoktan var etmenin, her şeyin devletten beklemenin doğru olmadığını, halk olarak bizlerin yapabileceklerini anlattı. Hani, Bolu her yeni işte sahipsiz olduğundan pilot il olur ya, bu kez bir hanım başhekim kimsenin dayatması olmadan adım atıyor.
Bizim yapacağımız çok iş olmadığını da gördüm.Yapılacak işler küçük ama insanlığa ve hastalarımıza can verecek olması benim gibi birçok Boluluyu mutlu edecektir.
Biz cemiyet olarak bir yola çıktık. Sayın Uğur Tunçok’tan herhangi bir cevap gelmemesine rağmen yapacağını düşündüğüm yardım, Bağışçılar Vakfının olaya el atması ile gerisini halledebiliriz.
Bolulu olarak neler yapacağımızı dünya aleme gösterelim.

SAATLER
 

 Leyla İpekçi-Dilek’le gelen…

Demokratik açılım sürecine sıkışarak siyasileştirilmemesi gereken adaletsizliklerden biri TMK mağduru çocukların yargılanma biçimi. Polise zafer işareti yaptığı için veya arbede çıktığında oradan geçmekte olduğu için, ya da yüzünü örtüp taş attığı için terörle mücadele kapsamında yetişkinler gibi yargılanan 18 yaş altındaki çocuklar sözkonusu olduğunda: Bir sıkıntı başgösteriyor herkeste.

Bu konuyu duymamak, bu meseleye uzaktan bakmak, mümkünse hiç bakmamak daha fazla tercih ediliyor. Durduk yerde kimsenin yapabileceği çok somut bir şey olmadığı için belki görmezden gelmek daha kolay oluyor.

Belki de kimini PKK’nın suça ittiği söylenen bu çocukları koruyarak aslında PKK’yı onaylıyor gibi bir duruma düşmekten çekiniyorlar. İdeolojik ürküntülerden kaynaklanan suskunluk, vicdanı donduruyor. Susarak ve çocukların giderek masumiyetlerini yitirişine seyirci kalarak, onları suça itiyoruz bilmeden. Çocuklardan koparılan masumiyette, yetişkin olarak hepimizin günahı asılı kalıyor.

Medyanın hedef kitlesi olanların çoğu bu çocukların neden ve nasıl suça itildiğine dair ipuçları barındıran o ‘saklı’ dünyaya yabancı kalmayı yeğliyor. Etnik ayrımcılık yaptıklarını fark dahi etmeden, Kürtlerin çok çocuk doğurmasını eleştiriyorlar sözgelimi. Savaşın, mağduriyet ve yoksulluğun süregeldiği bir yerde ayakta kalabilmenin koşullarını hiç düşünmedikleri için olsa gerek…

Tabii medyada da bu konuda çıkan haberlerin pek çoğunda çocukların mahremiyeti korunmuyor, masumiyet hakkı zedeleniyor, daha da vahimi, direkt ya da dolaylı olarak ideolojik kamplaşmaların hedefi haline getiriliyorlar.

Çocuklar ister ellerine para sıkıştırılarak PKK tarafından taş atmaya teşvik edilsinler, isterse kanundaki adaletsiz düzenlemeyi sürdürmek için türlü asılsız bahane üreten muhalefet partileri tarafından sabote edilsinler, isterse de medyada afişe oldukları için mağdur olsunlar: Nihayetinde birileri tarafından suça teşvik ediliyorlar durmadan.

Haklarında hiçbir somut kanıt olmasa da tutuklu olarak yargılanmayı bekleyen çocuklar da var. Bir gün suçsuz oldukları anlaşılır da beraat ederlerse bile, artık onların bu zulüm karşısında büyük bir öfke ve nefretle dolmayacaklarının ve dağın yolunu tutmayacaklarının garantisi yok.

***


Sonra Doktor Dilek Yeşilbaş
geliyor Hakkâri’ye. Bir buçuk yıl kadar önce. Psikiyatr olarak zorunlu hizmetinde. Daha ilk günlerde radyoda bir program yapıyor, hemen ardından bir yerel internet sitesinde vicdanımızı harekete geçirecek yazılar yayınlıyor.

Hayat Hakkâri’nin dağlarla çevrili coğrafyasında çığlıklarını yankılatırken Dilek’in başka seslerle avunması mümkün değildir. Baran Yetenek Avcısı adlı derneği kurarak çalışmalarını hızlandıracaktır.

Kimi zaman emniyet güçlerine çocukların psikolojisi üzerine seminerler verir, kimi zaman üniversite rektörüyle, valiyle, yerel yetkililerle biraraya gelerek ortak projeler üretir. Hemen herkesi çalışmalarına katarak hakikatin dilini konuşmaya çalışır Dilek.

Hakkâri’de 25 yıl sonra ilk kez bir sinema açarlar. İlk kez çocuklara ÖSS danışmanlığı verilir. Özellikle kadın ve çocukları sosyal hayata katmak için projeler hayata geçirirler.

Kamuoyunda panzerin ezdiği çocukların sesi pek duyulmaz. Gözaltında kaybolanların kemikleri peşinde koşanların, kayıp evlatları için her haftasonu toplanan anaların sesi de fazla duyulmaz. Küçücük yaşlarında öldürülen 342 çocuğun masum olduğunu bilenlerimiz de çok değildir.

Ama yüzü kanlar içindeki bir çocuk, sivil polisler tarafından yerde sürüklenirken dahi siyasetin üretebileceği dilin çok ilerisinde, kuşatıcı ve bütüncül bir ses vardır hayatta: Mücadeleyi bırakmayan ve umudun bitmediğini müjdeleyen Dilek ve onun gibilerin sesi.

Yeşilbaş’ın son projelerinden biri de Hakkârili çocukları Almanya’da yapılacak futbol turnuvasına götürmek. Çocuklarla futbol takımı kurma fikrini, daha önce Ağrı’da kurulan Anadolu Futbol Akademisi ile ortaklaşa bir projeyle hayata geçirmeye çalışıyor.

Geçtiğimiz günlerde, Hakkâri’de seçmeler yapılırken Dilek’ten bir mail aldım: “Hakkâri’de güzel şeyler de oluyor” diyordu.

Çoğunluğun susturulduğu ve seyirci olmayı kanıksadığı bir dönemde başkalarını yaşatmak için mücadele edenler sayesinde hayat ‘diri’, hikâyeler ‘canlı’, vicdan ‘açık’ kalıyor.

lipekci@yahoo.com

 

Başbakan konuşmasında Hakkari’de görev yapan doktor Dilek Yeşilbaş’ın kentteki çocukların hayatını nasıl değiştirdiğini anlattı.

Başbakan toplantıda çok önemli isimlerin de bulunduğunu söyleyerek, Hakkari Devlet Hastanesi’nde görev yapan Dilek Yeşilbaş isimli doktora dikkat çekti.

 Erdoğan, “Kendisi Hakkari Devlet Hastanesi doktorlarından, ‘Hakkari’nin meleği’ olarak bilinir. Tırnak içinde söylüyorum, ‘zorunlu’ hizmet için atanmıştı. Ama zorunlu hizmet süresi bittiği halde, görev yerinde kalmayı tercih etti.

Çünkü Hakkari’de ‘Dilek Abla’ diye arkasından koşan yüzlerce çocuğunu terk etmek istemedi. Çocuklara futbolu sevdirdi, sporu sevdirdi, sinemayı sevdirdi. Hakkarili çocuklardan kurduğu futbol takımı, Almanya’da uluslararası bir turnuvada 2. olup gol kralı çıkardı. O çocukların hepsi ilk kez uçağa bindi, İstanbul’u gördü, ülke dışına çıktı. Hakkarili çocukların hayatını o değiştirdi” diyerek doktor Dilek’e övgü yağdırdı.

Dünya İkincisi oldular

Almanya’da düzenlenen U-11 ELBTAL CUP’ turnuvasında Türkiye’yi temsil eden Hakkarili minikler Dünya İkincisi oldu. Minikler kentte sevinçle karşılandı.

Baran Yetenek Avcıları Derneği ile Anadolu Spor Akademisi’nin işbirliğinde hazırlanan proje kapsamında, futbol kulübünde seçilen 15 çocuk Almanya’da düzenlenen olan U-11 ELBTAL CUP Futbol Turnuvası’nda Türkiye’yi temsil etmek üzere İstanbul’a gitmiş ve A Milli Takımının Riva’daki kampında bir hafta antrenman yapmıştı.

Almanya’da düzenlenen turnuvada büyük başarılara imza atan Hakkarili minikler gruplarında bir maç hariç bütün maçları aldı. Hakkarili minikler değişik dünya ülkelerinin takımlarıyla yaptıkları karşılaşmalarda 28 gol atarken sadece bir gol yedi. Dünya şampiyonluğunu penaltı atışlarında kaybeden Hakkarili minikler Dünya İkincisi olarak Hakkari’ye döndü. Van’dan otobüsle gelen minikler, şehir stadyumunda aileleri ve Hakkari Üniversitesi Dekanı Osman Güldal tarafından karşılandı.

Burada gazetecilere bir açıklama yapan takım antrenörü Mehmet Kayrın, Brezilya’da bulunan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın telefonla arayarak çocukları tebrik ettiğini söyledi. Kayrın, “Buradan hareket etmeden önce çocuklar ’biz final oynayacağız’ diye kendilerine bir hedef koydular. Biz kesinlikle çocuklara bu yönde bir baskı yapmadık. Oraya gittiğimiz zaman ilk kuralar çekildi. İlk maçımızda biraz sahanın zemini olsun seyirciler olsun çocuklar biraz sendeledi. İlk maçımızı 3-1 kazandık. Ondan sonraki maçlarda Polonyayı net bir skorla 7-0 yendik. Danimarka’yı 9-0 yendik. Çekostuvakya yı 3-0 yendik. Grubu 28 gol atarak ve bir gol yiyerek bitirdik. Final maçlarında yine bir Çekostovak’ya takımı vardı onları 7-1 yendik. Daha sonra Almanya’nın Dinamo Dresten takımı ile karşılaştık. O maçta biraz tutuk başladık. Çocuklar ikinci yarıda açıldı. Maç 2-2 bitti” dedi.

CENTİLMENLİK KUPASI HAKKARİLİ MİNİKLERE

11, 13, 15 ve 17 yaş gruplarında değişik ülkelerden 70 takımın turnuvaya katıldığını, centilmenlik kupasının da kendilerine verildiğini belirten Kayrın bürokrat ve milletvekillerinin kendilerini tebrik etmemesinden yakındı. Türkiye’yi Almanya’da en iyi şekilde temsil eden çocuklar ise, “Almanya’da iyi futbol oynadık. Bir maç dışında bütün maçlarımızı kazandık. Türkiye’yi en iyi şekilde temsil ettik ve dünya ikincisi geldik” şeklinde konuştular. Takımda bulunan çocuğunu karşılamaya gelen Nevzat Yakar isimli veli ise, olanak verildiği takdirde çocuklarının da dünya çapında başarılara imza atabileceklerini söyledi. / ANKA

Çocukların Yüreğine Aktı
 

MiniklerGol Atacaklar Hakkari Devlet Hastanesi’nden “arka sokaklara” taşan bir doktor Dilek Yeşilbaş… Hakkarili Çocuklardan oluşturduğu futbol takımıyla bölge çocuktaşlarını çok başka bir yere taşıdı. Şimdi minikler, mayıs ayında Almanya’daki futbol turnuvasında Türkiye’yi temsil edecekler…

FATMA K. BARBAROSOĞLU

Anadolu Spor Akademisi Projesi bir Avrupa Birliği projesi… Ağrı Valiliği ve Hakkâri Valiliği desteğiyle Baran Yetenek Avcıları Derneği kuruldu. Dernek Yönetim Kurulu Başkanı olan Dr. Dilek Yeşilbaş Hakkari’ye yaklaşık bir buçuk yıl önce mecburi hizmet kapsamında atanan bir psikiyatri uzmanı. İslam medeniyeti, insan odaklı bir medeniyet. Bir insan binlerce insanın şifası için vesile olabiliyor. Hakkari Devlet Hastanesi Psikiyatri uzman Hekim Dr Dilek Yeşilbaş işte o insanlardan biri. Sadece hastanede şifa dağıtmakla kalmadı. Sokaklara da taştı. Taştı ve Hakkari’den minik bir futbol takımı çıkardı.

Hakkarili çocuklardan futbol takımı kurma fikri nasıl çıktı?

Herkes annesinden masum olarak doğar. Hiç kimse potansiyel suçlu değildir. Çocuğu öncelikle anne baba aile olmak üzere içinde yaşadığı çevre şekillendirir. Ve “İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır” hadis-i şerifi yol göstericimiz. Yıllardır kendilerinin belirlemediği bir hayatı yaşamak zorunda bırakılan, top atmakta mahir çocuklar, geleceklerini bıçak gibi kesen cezalar aldılar. Gözlerine bakma cesaretini gösterdiğinizde her çocuk gibi masumdular. İşte bu çocuklar gündüz gözyaşlarınıza sebep, gece rüyalarınızın konusu olunca onlar için bir şeyler yapmak gerekliliği ortaya çıktı.

İlk ne yaptınız?

Bir dernek kuralım ve bu çocuklar için elimizden geleni yapalım fikri böylesi sancılı ve uykusuz gecelerin sonucunda oluştu. Baran Yetenek Avcıları Derneği Hakkâri Üniversitesi öncülüğünde, Hakkâri Valiliği desteğinde kuruldu. Sonrasında çocukları, Fatih Terim’in ve TFF’nin desteği ile Kayseri’deki Türkiye Estonya maçına götürme projesi gerçekleşti.

Bütün bunlar “Umut Projesi kapsamında yapılıyor. Bölgenin ‘Umut Projesi’ nasıl doğdu?

Anadolu Spor Akademisi projesine dahil olmak için çalışmalar başladı. Teklifimiz yüreği de yüzü gibi aydınlık olan Proje koordinatörü Özcan Şimşek Bey tarafından hiç tereddütsüz kabul edildi. Özcan Bey “proje herkesindir” dedi. “Anadolu Spor Akademisi projesi bir hayatı değil, birçok hayatları doldurur ve çocuklar o kadar masumdurlar ki, bir milletin savaşını durdurabilirler” dedi. Böylece doğu ve güneydoğu bölgesindeki 10 ili kapsayan bu projeye, Hakkâri de dâhil edilmiş oldu.

Projeye valilerin desteğini de özellikle ifade etmek gerekiyor herhalde…

Kesinlik evet. Merkezi Ağrı ilinde olan projeye dâhil olmamız konusunda Ağrı Valisi Mehmet Çetin beyefendi ile görüşülerek prensipte anlaşmaya varıldı. Sonrasında Hakkâri’ye gelindi. Hakkâri Valisi Muammer Türker beyefendi projeyi dinleyince heyecanla karşılandı.

Peki, miniklerin seçimini nasıl gerçekleştirdiniz?

Almanya’daki U-11 ELBTAL CUP Futbol Turnuvası’na katılması için seçilecek Hakkarili 14 çocuk için çalışmalar başlatıldı. Seçmeler Yüksekova ve Hakkâri yaklaşık bin çocuk arasında geçen mücadele sonucu ilk etapta 28 çocuğun seçilmesi ve bir haftalık kampa alınması ile başladı.

Çocuklar mayıs ayında İstanbul’da kampa girecekler değil mi?

Hakkari’de yapılacak olan 3 haftalık kamptan sonra çocuklarımız 11-19 Mayıs tarihleri arasında TFF’ nin Riva tesislerinde kampa girecekler. Bu sırada Fenerbahçe, Beşiktaşve Galatasaray kulüplerinin alt yapıları ile hazırlık maçlarıyapacaklar. Ayrıca Fatih Terim, Ertuğrul Sağlam, Turan Sofuoğlu, Erdi Demir, Hasan Vezir, Lemi Çelik, Cüneyit Tanman, Semih Yuvakuran, Tanju Çolak, Şirin Berber, Rıza Çalımbay v.s gibi futbolun duayenleri tarafından ziyaret edilecekler. Hakkarili çocuklarımız iki gün Rıdvan Dilmen tarafından antrenmana çıkarılacaklar.

Hakkari’de tatlı bir heyecan var

Bu proje sizi çok heyecanlandırıyor. Her aşamasından zevk aldığınızı biliyoruz. Bizimle özellikle paylaşmak istediğiniz bir anınız var mı?

Şimdilerde Hakkâri’de farklı ve tatlı bir heyecan rüzgârı esiyor. Fakat bana sorarsanız olayın en güzel tarafı seçmelere lastik ayakkabı ile gelen minicik ayaklı, ufacık boylu Reber’in lastik ayakkabılarının yerinde artık Adidas ayakkabılarının oluşu.

Miniklerin programı oldukça yoğun olacağa benziyor…

Evet. İstanbul Valisi ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’nı ziyaret edecekler. Kendisi de bir Hakkârili ve futbol hastası olduğu bilinen Yılmaz Erdoğan’ın Çok Güzel Hareketler Bunlar programına konuk olarak çıkarılacaklar.

Futbol oynayınca hayatları değişti

Almanya yolculuğu ne zaman?

19 Mayıs tarihinde Almanya’ya hareket edecek olan minikler, burada turnuvaya katılacaklar. Bu organizas-yonun sponsorluğunu Spor Toto Teşkilat Başkanlığı yapıyor. Ayrıca Spordan Sorumlu Devlet Bakanımız Sayın Faruk Nafiz Özak’ın da organizasyona maddi manevi katkıları oldu.

Çocuklar sizi görünce ne yapıyor ?

Bana bazısı ‘Dilek abla’, bazısı da ‘hocam’ diye hitap ediyor. Bazen sokağın başında gördüklerinde koşarak yanıma geliyorlar. Bazen polikliniğin önünde beni bekliyorlar. Göz göze geldiğimizde ılık bir şey akıyor aramızda. Onlar için yaptığınız her şey yetersiz geliyor. ‘Daha önce neden gelmedim’ diyorsunuz. Seçmelerde başarı gösteren Furkan’ın babası geçen gün teşekkür etti bize. “Çocuklarımızla ilgileniyorsunuz. Allah sizden razı olsun” dedi. Burada ufacık bir dokunuşla hayatların nasıl da bambaşka bir istikamette ilerlediğini görmek bizi çok mutlu ediyor.

Belki şehre bir film gelir diyerek bekleyemedim
 

Belki şehre bir film gelir diyerek bekleyemedim  İki sene önce Hakkari’ye atanan psikiyatr Dilek Yeşilbaş’ın ‘zorunlu’ hizmeti ‘gönüllü’ye dönüştü. 26 yıl sonra şehre bir sinema açılmasını sağlayan, isimleri ‘taş atmak’la anılan çocukları sporla tanıştıran Yeşilbaş izinlerini bile onlar için kullanıyor. Görev süresi dolan Yeşilbaş, “Mesleğimi bırakırım, çocukları bırakmam” diyor

Bugüne kadar pek çok ‘idealist insan’ portresi okumuşsunuzdur. ‘Günümüz koşullarında’ gösterilen özveriden dem vuran, vicdanlarımızı hafifçe yoklamamızı sağlayan bu portrelerden birini daha okuyacaksınız az sonra. Ama bir farkla; bu hikayenin kahramanı klasik olduğu üzere kaskatı bir irade ile ‘vatan millet kurtarmak’ gibi ulvi amaçlarla çıkmamış yolculuğuna. Herkesin duyduğu insani kaygılar ve biraz da merakla hareket etmiş. Attığı küçük adımlar öyle büyük sevinçler yaratmış ki olanlara kendisi bile şaşırmış.

Bafralı genç bir doktordan, Dilek Yeşilbaş’tan söz ediyoruz. ‘Nereli olduğunun ne önemi var?’ diye düşünüyorsanız acele etmeyin. Çünkü bu hikaye tam da ‘başka bir yerli’lik üzerine…

ANNEM EMEKLİ ÖĞRETMEN

Üniversiteye kadar memleketinde yaşayan Yeşilbaş, tıp fakültesini kazanıp Eskişehir’e gider. İletişimdeki başarısına güvenerek tıbbın içinde kendisi için en verimli dalın psikiyatri olduğuna karar verir. Uzmanlığını ise mesleki olarak büyük kazanımlar sağlayacağına inandığı Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde yapar. ‘Yemek yedim’ der gibi sıradan bir şekilde ailesini kestiğini, kızına tecavüz ettiğini söyleyen hastaların karanlık dünyasıyla tanışır. Tüm zorluklarına rağmen altı yıl orada görev yapar. Pek çok hekimi korkutan mecburi hizmet dönemi 2008’de gelip çatar. Yeşilbaş’ın zorunlu istikameti, haber bültenlerinde İstanbul’dan sonra terör olayları nedeniyle adı en çok anılan ikinci il olan Hakkari’dir.

Emekli bir ilkokul öğretmeni olan annesi tedirgindir. Konuştuğu herkes “Gerçekten gidecek misin?” der. Ama Yeşilbaş gitmeye karar vermiştir. Hikayenin gerisini ise şöyle anlatıyor:

“BU ÇUKURDAN ÇIKMALIYIM”

“Hayatım boyunca hiç Doğu’ya gitmemiştim ve tedirgindim. Hiçbir şeyin tesadüf olmadığına inanan biriyim. ‘Buraya çıkmamın bir manası var’ dedim kendi kendime. Hakkari dağların ortasında çukurda kalmış bir yer. Oraya gidince ilk refleksim ‘Bir çukura girdim, buradan nasıl çıkacağım?’ oldu. Gözünüzü karşıya çevirdiğinizde dağdan başka bir şey göremiyorsunuz. Gerçekten kuyuya düşmüş gibi bir sıkıntı basıyor içinizi. Bu duygu Hakkari’de yaşayanlar için de geçerli. İnsanların büyük kısmı oradan çıkma çabası içinde. Sık sık ulaşım kesiliyor, dünyadan izole bir yer oluyor Hakkari. Benim işim konuşmakla doğrudan ilgili ve maalesef dil sorunu bizi çok etkiledi. Hastalarla daha çok birisi üzerinden anlaşmaya çalışıyoruz. O kişi de eğitimli olmadığı için kendi yorumunu katıyor. Buralara Kürtçe bilen psikiyatrlar lazım.”

Yeşilbaş’ın, şebeke suyu ara ara akan, sokakları çöpten geçilmeyen bu şehre alışması ne kadar zor olmuşsa halkla kaynaşması da bir o kadar süratli olmuş: “Oraya gidince anladım ki acılar hikaye gibi dinlenmezmiş. Hakkari’de nüfusun yüzde 50’si 19 yaşın altında. Bu çocuklara hitap eden tek tesis Şehir Stadyumu. Onlar için bir şeyler yapmak istedim ve tam o sırada altyapı hazırlıkları sürdürülen Hakkari Üniversitesi’nin bir dernek kuracağını öğrendim ve çalışmalara başladık.”

Yeşilbaş, rektör İbrahim Belenli ve Hakkari Valisi Muammer Türker’in desteğiyle derneğin faaliyete geçtiğini söylüyor ve “Başkan ben oldum ve derneğin adını Baran Yetenek Avcıları koyduk. Baran Kürtçe’de yağmur anlamına gelir. Halkın burayı benimsemesinde isminin çok önemi var.”

‘Taş atan çocuklar’ ifadesi onları çok üzüyor

Psikiyatr Dilek Yeşilbaş orada yapılanların duyurulmasının çok önemli olduğunu düşünüyor: “Mesele burayla oranın iletişimsizliği. Burası orayı, orası da burayı yanlış biliyor. Herkesin şunu düşünmesi lazım: Oradaki mağduriyetin ortadan kalkması bütün Türkiye’yi olumlu yönde etkileyecek. Bu bir memleket meselesi. Burada yapacağınız çok basit şeyler orada ciddi yaralara merhem oluyor. AB destekli 11 yaş altı futbol turnuvasında Türkiye’yi Hakkarili çocuklar temsil edecek. Ama elemelere çocuklar lastik ayakkabıyla geldi. Bir ayakkabı almak zor mu sizin için? Ayakkabıyla veya bir topla kaç yüz çocuğu sokaktan topladık biliyor musunuz? Onları toplumsal olayların içinden kurtarıp spor gibi sanat gibi faaliyetlerle zihinsel, bedensel ve ahlaki gelişimlerine katkıda bulunmak tek derdimiz. ‘Taş atan çocuklar ‘ diye etiketlenmek de çocukları çok incitiyor. Hatayı düzeltmenin yolu sürekli o hatayı göze sokmak değildir. Bunu olumluya çevirmek için yaptığı olumlu hareketleri öne çıkarmanız gerekir.”

Siirt ile ilgili genelleme yapmak çok yanlış

Hem bölgedeki yapıyı bilen hem uzmanlığı psikiyatri olan Dilek Yeşilbaş, Siirt’te yaşanan olaylarla ilgili şu yorumu yapıyor: “Bütün duyduklarımız tüyler ürpertici cinsten. Ama lütfen genelleme yapmaktan kaçınalım. Buralardaki kapalı yapıları sosyal ve kültürel faaliyetlerle açmaya çalışmak hedefimiz olmalı.”

Hakkari’nin tek psikiyatrı Dilek Yeşilbaş’ın mecburi hizmet süresi geçen hafta doldu. Ama o, derneği ve Hakkarilileri bırakmayı düşünmüyor: “Mesleğimi bile bırakırım ama oraya yapabileceklerimden vazgeçmem. ‘Tek başına ne yapabilirsin ki?’ diyenleri de umursamıyorum. Zaman zaman tehditler de aldım ama ben insan olarak sorumluluğumu yerine getiriyorum gerisiyle ilgilenmiyorum. Burada Arjantin ve Brezilya’daki örnekleri gibi yatılı bir futbol okulu açılması projemiz var. Tek hayalim bunun gerçekleşmesi.”

26 yıl sonra sinema açıldı

Hakkarili çocukların yüzlerine gülümseme, yüreklerine umut yerleştiren Dilek Yeşilbaş dernek vasıtasıyla iki yıla neler sığdırmamış ki ! Bakın neler anlatıyor? “Vizontele’nin memleketinde tek bir sinema bile yoktu. Bir sinema varmış o da 26 yıl önce kapanmış. Biz koordinasyonu sağladık ve atıl durumda olan kültür merkezi salonlarından biri, bir işletmeciye kiralandı. Çocuklar ilk kez sinemaya gitti. Üniversiteye hazırlanan gençleri tercih yaparken yönlendirecek kimse yoktu. İstanbul’daki öğretmen arkadaşlarımla görüştüm. Yaz tatilinde gelip gençlere gönüllü tercih rehberliği yaptılar. Hakkari’de ilk defa bu yıl daha isabetli tercihler yapıldı. ‘Futbol okulu açsak nasıl olur, gelin konuşalım’ diye duyuru yaptık o gün 500’den fazla çocuğu kayıt için getirdiler. Biz mucize yaratmadık. Zaten orada gönüllü olarak çocuklara spor yaptıran hocalar vardı. Geçen yıl yıllık izinlerimde İstanbul’a gelip görüşmeler yaptım. O zaman Fatih Terim milli takımın başındaydı. Onun bu çabadan bilgisi olmuş ve kendisi bizi çağırıp destek olmak istedi. ‘Estonya maçına çocukları getirelim’ dedi. Her ilçeden en başarılı çocuğu alıp milli takım kampına götürdük. Kimse bir şey yapmadığı için çocuklar bu tür organizasyonları şaşkınlık ve şüpheyle karşılıyorlar. Terim ve futbolcuları görene kadar da hiçbir şeye inanmadılar.”

Hürriyet Gazetesi yazarı Oğul TÜRKKAN, şarap konusunda oldukça önemli bir noktaya dikkat çekmiş. Ben de gerçekten bölgesel farklılıkları yansıtan daha az “sanayileşmiş” şarapları tercih etmeye çalışırken, ne yazık ki  bu tür şarapları  ülkemizde bulmamız giderek zorlaşmaya başladı. Oysa ki, şarap üretiminde ön sıralarda yer alan birçok ülkede, sadece şarabın üretildiği bölgeye giderek satın alabileceğiniz belki de adını bilmediğiniz pek çok çok özel şarabı bulmanız mümkün. Dileğim bunun bizim ülkemizde de sürdürülebilmesidir.
 
Burak Küçükebe
 
Oğul TÜRKKAN’IN yazısını aynen aktarıyorum:
 

Butik şarabın arzı hakkında

Geçenlerde Londra’daydım. Amacım bu dünyanın en güzel yeme içme şehrini tekrar koklamak ve tatmak, aynı zamanda da Masters of Wine (*)’ların toplantısına katılmaktı.

Bu uluslararası toplantıda, Master of Wine’lar ile yuvarlak masa toplantısı düzenleyip şarap tadımı ve güncel konuların tartışmasını yaptık.

Sabahtan, dünyadan Shiraz üzümünden şaraplar tattıktan sonra, ardından da dünyadan Riesling üzümünden şarapları tadıp yorumladık.

Her biri üretildiği toprağı yansıtan, birbirlerinden farklı lezzetlere sahipti.

Avustralya Riesling’inde yöreye özgü “lime” kokusu kendini diğerlerinden ayrıştırmasını sağlarken, Alman Riesling’i geç hasattan kaynaklanan tatlılığı ile öne çıkıyordu. Shiraz’larda ise; Fransız Shiraz’ı baharatlı tatlar sunarken Güney Afrika Shiraz’ı ise yuvarlak ve meyvemsiliği ile diğerlerinden ayrışıyordu.

Bu arada şunu belirtmek isterim ki, hepsi birbirinden güzeldi.

Ardından şarap piyasasından konu açıldı. Yuvarlak masa şövalyeleri gibi şarap şövalyeleri masanın çevresinde felsefi tartışmalara başladık. Tartışma süpermarketlerin şarap üreticileri ve butik şarap satıcılarının üzerindeki etkisinin tüketici üzerinde şarap seçimini daraltıp daraltmadığı ile ilgiliydi.

Günümüzde dünyadaki şarabın yaklaşık %70’i süpermarketlerde satılıyor. Süpermarketler ise raf dönüşü yüksek, kendi ödeme şartlarına uyan, tedarik sınırı olmayan üretici ve ithalatçılarla çalışırlar. Şarabın ticari koşulları ile kalitesi arasında seçimlerini ticari koşuldan tarafa kullanırlar. Ayrıca talebi yönlendirmelerinden dolayı, üreticiler üzerinde şarabın tarzı ve fiyatı hakkında yaptırım sahibi olurlar. Üretici ve ithalatçılara hangi şarabın satıp, hangisinin satmadığını söylerler. Diğer taraftan şarabın ruhuna aykırı ürünler tasarlatırlar desek dünya genelinde yanlış olmaz. Yöreye özgün özenli şaraplar ise satışta bilgi aktarımı gerektirdiğinden sürümlerinin yavaşlığı nedeniyle raflarda boy gösteremez.

Şarap tarımsal bir ürün olduğundan kaliteli ve geleneksel şarap sonlu bir ürün olup toprağına ve kültürüne özgü köken özellikleri, iklim, işlenme özellikleri gibi unsurlardan etkilenir. Bir anlamda şarabın doğasında bu romantik özellik vardır. Bölgesel iklim, toprağın su tutma özellikleri, geleneksel üretim alışkanlıkları, yöreye özgün veya uygun üzümler gibi birçok unsur şaraba kişilik kazandırır.

Süpermarketler ise orta bir kalitede, kökenini pek yansıtmayan, bilindik üzümlerden yapılan, tedarik sorunu olmayan ürünler satmayı tercih ediyorlar. Bu ürünlere de şarap deniyor ancak bunlar daha çok sanayi ürünü tarzında neredeyse sonsuz ürünler. Bir anlamda gazozlar gibi kalitede standartlığın, yüksek kalite ve bölge karakterinden önemli olduğu bir üretim tarzında ürünler.

Peki, tüketici neden süpermarketten şarap alır?

Bu sorunun cevabı pratiklikte yatıyor. 

Tüketicinin süpermarketten şarap alması diğer alışverişini yaparken kolayına geliyor. Diğer taraftan süpermarketlerin şarapta sanki her yerden daha ucuzlarmışçasına yapmış olduğu promosyon kampanyaları da en uygun fiyatın süpermarkette olduğu intibasını yaratıyor.

Ayrıca süpermarket şarabın kalitesi ile doğrultulu bir seçim yapmayıp, sadece alım şartlarını ve raf dönüş hızını göz önünde bulundurarak alım ve arz ediyor.

Yavaş yavaş, İngiltere’de büyük zincirler (Marks and Spencer gibi) Master of Wine’lardan danışmanlık alarak seçimlerinin sağlam bir zemine, şarap bilgisine bağlamaya çalışıyorlar. Bir anlamda bu kısır döngüyü kırmaya çalışıyorlar.

Peki, bunun sonucunda ne oluyor?

Küçük ve butik üretimler süpermarketin satış şartlarına uymadığından raflarda yerini alamıyor. Özellikle, yukarıda ifade etmeye çalıştığım gibi romantik özellik taşıyan şaraplar tüketiciye arz edilemiyor.

Şarap romantik ruhunu kaybedip gitgide bir sanayi ürünü halini alıyor. Dünyada butik şaraplar satan mağazalar gitgide zora düşüyor.

İşte yuvarlak masa tartışmalarından bu sonuç çıktı.

Peki, Türkiye’de durum ne?

Şarabın en yaygın dağıtım kanalı yine süpermarketler. Burada tüm seçim sanayii tipi şaraplardan oluşuyor.

Birçoğunda fiyatlar ucuz gibi gözükse de (kampanya dönemleri hariç) piyasanın üstünde.

Butik şarap satıcısı deyince bir avuçtan öteye gitmiyor. Butik şarap mağazaları Türkiye’de yaşayamıyor. Butik üretici de ürünlerini satacak kahraman aracı bulamıyor. Bir anlamda “kahraman bakkal süpermarkete karşı” misali.

Durum böyle olunca hep beraber sanayii tipi üretilen şarapları tüketiyor oluyoruz.  Özel üretimlere (diğerlerinden daha fazla desteğe ihtiyaçları olmasına rağmen) hiç katkıda bulunamıyoruz. Şarapta Türkiye’nin toprak özelliklerini yansıtacak ürünlerin çoğu başlarını bile kaldıramıyor. Sanayii tipi üretici de butik şarapları yaygın dağıtım ağı ve iletişim avantajlarını kullanarak satmayı beceriyor. Sadece butik üretim yapanlar da sanayii tipi üretime doğru kayıyorlar. Tüketici adına ve gelişmekte olan Türk şarapçılığı adına çok yazık oluyor.
 
* Master of Wine: MS şarap üstadı
 

Oğul TÜRKKAN-Hürriyet-02/06/2010

Bekir Coşkun-Gazete HaberTürk,06 Haziran 2010 Pazar

 

SELANİK’te kurbağaların sürüler halinde bir yöne doğru kaçmaları önce “Deprem olacak“ söylentilerine neden oldu.

Deprem profesörleri buna kızdılar…

Çünkü kendileri bilmediği halde kurbağalar depremin olacağını bilecek olurlarsa, televizyonlara kurbağalar çıkacaktı…

Ancak 12 saat geçmeden iki deprem oldu…

Herkesin aklına kurbağalar geldi…

Deprem profesörlerinde de kurbağa sendromu görülürken, televizyonlar kurbağalara koştular…

O sırada deprem profesörleri açısından sevindirici bir gelişme oldu; deprem,  kurbağaların kaçtığı tarafta değil, gittikleri yönde olmuştu…

Yine de kurbağaların kaçışması bir işaret sayılırdı…

Küçük bir farkla; demek ki kurbağa ne yana zıplarsa, stüdyodakiler sadece ters
yöne kaçacaklardı…

Kurbağa meselesi sonra ne oldu bilmiyorum…

Dün “Dünya Çevre Günü” idi…

Kurbağalar geldi aklıma…

Tüm dünya çevrenin-doğanın tükenmekte olduğunu konuştu dün… Televizyonlar, gazeteler, toplantılar, konferanslar, filmler, slaytlar, belgeseller…

Dün tüm insanlık onaylayarak dinledi hepsini…

Ama yine de petrol çıkarmaya, ormanları kesmeye, gölleri-nehirleri kurutmaya, kanalizasyonlardan uzatılmış borularla denizlerin içine etmeye, siyanürle maden çıkarmaya, yerküreyi oymaya devam etti…

Avlanması yasak balıkları alıp yedi, doğadaki öbür canlıları vurmayı-kovmayıöldürmeyi
sürdürdü, kentin yeşil alanına binalar yapılmasını seyretti insanlar…

Çünkü…

Çünkü aptal ve ahlaksızdır insanoğlu…

O aptallık ve ahlaksızlık dünyamızı elimizden alıyor…

Beton, demir, cam ve ziftten bir çirkin dünya, her gün biraz daha yeşil-mavi dünyanın yerine geçiyor…

Bizler o aptallığın ve ahlaksızlığın tehdidindeyiz…

Ve bizler kurbağa sürüleri gibi ters yöndeyiz…

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre 1999-2008 döneminde kanser kaynaklı ölümlerin yıllık ortalaması 27 bin 161 kişi.

Kanserin araştırılarak, alınması gereken önlemlerin belirlenmesi amacıyla kurulan Meclis Araştırma Komisyonu, çalışmalarına TÜİK yetkililerini dinleyerek başladı.

AKP Gümüşhane Milletvekili Kemalettin Aydın‘ın başkanlığında toplanan komisyonda, TÜİK uzmanları, Türkiye’deki kanser vakalarına ilişkin verileri aktardılar. Bu kapsamda 1999-2008 dönemine ilişkin kanser istatistikleri komisyon üyelerinin bilgisine sunuldu.

TÜİK verilerine göre; Türkiye genelinde 1999 yılında toplam 185 bin 141 kişi öldü; bunun 104 bin 213’ünü erkek, 80 bin 928’ini kadın nüfus oluşturuyor. 1999 yılındaki toplam ölüm olaylarının içinde kanser kaynaklı olanların sayısı ise 23 bin 71 olarak istatistiklere yansıdı. Bunlardan 15 bin 298’ini ise erkekler, 7 bin 773’ünü ise kadınlar oluşturuyor.

2008 yılında ölenlerin toplam sayısı ise 215 bin 562 kişi. Bunun 119 bin 391’i erkek, 96 bin 171’i ise kadın. Bu ölümlerin 33 bin 188’i kanser bağlantılı. Kanser bağlantılı ölümlerin 21 bin 838’i erkek, 11 bin 350’si kadın.

1999-2008 dönemindeki normal ölümlerin cinsiyete göre dağılımı ise erkeklerde yüzde 56, kadınlarda yüzde 44 olarak gerçekleşti.

Bu verilere göre, kanserden ölümlerin yıllık ortalaması 27 bin 161 kişi. Bu kapsamda, kansere bağlı ölümlerin yaşamını yitirenlerin toplam sayısına oranı ortalama yüzde 14,2. Bu ortalamaya göre kansere bağlı ölümlerin yüzde 16,7’sini (17 bin 876) erkekler, yüzde 11’ini (9 bin 284) ise kadınlar oluşturuyor.

Ölümlere göre kanser türlerine bakıldığında, akciğer kanseri yüzde 33 ile ilk sırasında yer alıyor. Bunu yüzde 27 ile diğer kanser türleri, yüzde 9 ile mide kanseri, yüzde 7 ile bağırsak ve yüzde 5’lik oranla meme kanseri ve lösemi izliyor.
 

Kanser vakaları

TÜİK verilerine göre, 2006 yılında yapılan araştırmalarda erkeklerde en çok görülen kanser vakaları şöyle: Yüzde 26,8 akciğer, yüzde 11,2 prostat, yüzde 8,1 mesane, yüzde 7,1 kolorektal ve yüzde 5,8 mide kanseri.
Kadınlarda ise yüzde 23,7 ile meme kanseri ilk sırada yer alıyor. Bunu yüzde 8,2 ile kolorektal, yüzde 6,9 ile tiroid, yüzde 5,1 ile uterus korpusu ve yüzde 5 ile mide kanseri takip ediyor.

Komisyonda, TÜİK uzmanları, kurum ve kuruluşların ölüm sayısı ile nedenlerini düzenli takip etmedikleri için güncel ve sağlıklı veri oluşturulmasında sıkıntı yaşandığını söylediler. Uzmanlar, doktorların defin ruhsatını doldurmayı ”angarya” olarak görmemesi gerektiğini dile getirdi.

Görüşmelerde söz alan AKP İstanbul Milletvekili Mehmet Domaç, TÜİK’in ”muğlak rakamları güncellemesi gerektiğini” kaydetti.

Hayalim dışişleri bakanı olmak

Defne Samyeli’nin yeni programı yeni bir dönemin de işareti. Artık yaşama çok daha farklı bir gözle bakıyor, farklı sorgulamalar yapıyor. Yalnızca televizyonculuk yönünü bildiğimiz Samyeli’nin yaptığı çalışmalar ve hedefleri de dikkat çekici. Geliri bağışlanacak bir müzik albümü, aktif siyaset, hatta dışişleri bakanı olmak hayali bunlardan birkaçı.

 Defne Samyeli, yeni programı “Defne-Her şey Bambaşka” ile tekrar ekranlara döndü. Artık yaşamında yeni bir sayfa, yeni heyecanlar var. Ne iş yaşamında yediği kazıklar, ne GS Stadı projesinde yaşadıkları sıkıntılar, ne Eren Talu ile boşanması ne de sonrasındaki yıpratıcı sürecin izlerini taşımayı tercih ediyor. Boşanma sürecini ve sonrasını konuşmamasının sebebi kaçması değil, başlayan yeni döneme odaklanması. Yaşananların etkisi elbette baki, hepsinin izi bir yerinde duruyor, görebiliyorsunuz. Ama artık kendini yenilemiş, yaralarını sarmış, olaylardan daha az etkileneceği bir bakış belirlemiş kendine. Yeni programından iş yaşamına, annelikten çocuk olmaya, siyasetten medyaya bakın neler anlatıyor Samyeli.


– İki yıl aradan sonra “Defne-Her şey Bambaşka” ile geri döndünüz. Neler başka şimdi?

– Aslında çok farklı bir Defne Samyeli yok. Neysem oyum. 19 yıl olmuş televizyonda çalışmaya başlayalı. Onca program yapmış olmama rağmen, bu çok daha farklı. İsmi o yüzden Bambaşka. Zaten hayatımda da başka bir dönem. Bu dönemin, yeni programla taçlanıyor olması büyük keyif. Çok daha fazla sohbet imkânı tanıyan bir format ve sınırları çok geniş. Başka taraflarımı da ortaya koyabiliyorum. Haber, doğası gereği ön planda, o yüzden kendinize çok fazla alan bulamıyorsunuz. Şimdi sohbet edebiliyor, seyirciyle interaktif bir şekilde yayın yapabiliyorum.

– Gündüz kuşağına nasıl bir yenilik getireceksiniz?

– Gündüz kuşağına yenilik getirmeyi ilk planlayan ATV ve bana projeyi getiren Tayfun Dinçer. Esas hedeflenen daha sosyal, gündüz seyircisinin çok alışık olmadığı, güncel ve mesajı olan konulara ağırlık verebilmek. Daha farklı bir seyirci kitlesine hitap edebilecek tarzda program yaratmayı amaçlıyoruz. Bana bu fikir olarak cazip geldi. Çünkü o saatte böyle bir iş denemek, meydan okumak bir anlamda.

– “Hayatımda da başka bir döneme girdim” dediniz. Nasıl bir dönemden söz ediyoruz?

– Çocuklarımla daha baş başa, yeni bir eve geçtiğim, yeni bir düzen kurduğum bir dönem her açıdan. Bu da yeni bir iş ve bu anlamda bambaşka bir sayfa.

– İki yıllık bir ara yaşadınız ancak bu süreçte de boş durmamışsınız. Neler var bohçanızda?

– Ekrana çıkmasını düşündüğüm kişilere olanak sağlamak amacıyla bir prodüksiyon şirketi kurdum. Ancak prodüktör olarak nereye bir proje satmaya gitsem, benimle iş yapmak üzere masaya oturmak istediler. O yüzden yapımcı olarak başarılı olamadım. Gerçi şirket hâlâ aktif, projelerimiz de var. Yabancı ajanslara bağlı olarak freelance haberler yapıyorum. IHD ve HIM gibi ajanslardan CBS ve CNN gibi kanallara haberler geçiliyor. Washington Post’ta da siyasi yazılarım yayımlanıyor. CBS’de yakın çalıştığım bir grup için buradaki çekimlerinde görüşmek istedikleri kişiler konusunda yardımcı oluyorum. Yanı sıra Bahçeşehir Üniversitesi’nde ders verdim ve Amerikan Araştırmaları Merkezi’nde danışma kurulu üyesiyim. Aktif bir şekilde bunlarla ilgilenmeye devam ediyorum.

– Bir de Kagider’le yaptığınız aktif çalışmalar var.

– Kadın Girişimciler Derneği üyesiyim. Desteklediğim ve çalışmalarına değer verdiğim bir dernek, çünkü kadın emeğine saygı duyan, Türk kadınını yüceltmeyi amaçlayan girişimci kadınlardan oluşuyor. Bir parçaları olmaktan dolayı gururluyum. Ayrıca Türk kadınının dünyaya açılımı için büyük işler yapıyorlar. Avrupa Parlamentosu’yla aktif çalışmalar yürütüyoruz.

– Aslında hep görünen kadarınız bilindi. Bu çalışmalarınızdan çoğu kişi habersiz.

– Kimse sormazsa söylemiyorum. Zaten sormuyor da. İlk birkaç yıl hep kendimi ifade etmeye çalıştım. Sonra akışına bıraktım. Zaten kendimle ilgili mahcubiyetlerim var. Kimse sormazsa anlatmayı sevmem, utanırım. Sanki kendimi parlatmaya çalışıyormuşum gibi, rahatsız olurum. Başkası yaptığında takdir ediyorum. Ama ben mütevazı insanları beğenirim, kendim de öyle olmaya çalışırım. Şanslı doğduğuma inanıyorum pek çok açıdan. Hem donanım, hem fizik açısından. Belki de o şansların getirdiği bir edeplilik hali var üzerimde.

Yaşamıma pek çok şey sığdırdım

– Yaşama karşı nasıl bir motivasyonunuz var? Pek çok sıkıntıyla ve hastalıkla baş ettiniz. Affedici misinizdir, kırgınlıklarınızı kolay yenebilir misiniz?

– Güzel şeyleri görmeyi tercih ediyorum. Affediciyimdir. Başka türlüsünü yapamıyorum çünkü kumaşımda yok. Hayat kendi içinde zaten zor bir sınav. Yaşım çok fazla olmasa da bu hayatın içine çok fazla şey sığdırdığıma inanıyorum. Çok küçük yaştan beri çalışıyorum. Babamı kaybettim, hastalıklarla boğuştum. Öyle tecrübelerden süzülüp geldim ki sadece yaşamanın bile ne kadar önemli bir hediye olduğunun farkına vardım. Ben galiba bunlardan beslenmeyi iyi beceriyorum. Çünkü hayat devam ediyor bütün acılarına rağmen. Yaşadıklarınızın, sizi daha güçlü kılmak için karşınıza çıkan birtakım yeni oyunlar, testler olduğunu fark ettiğiniz zaman aslında hayatı çözmek çok kolaylaşıyor.

– Hep mi böyleydiniz?

– Zamanla oldu tabii. 18 yaşında mesleğe atıldığımda çok hırslıydım ki bir şey de kaybetmedim hırsımdan. Çünkü iyi şeyler yapmayı ve aferin almayı seviyorum. Bu anlamda zaaflarım var. Ama hayat sizi çok değiştiriyor. Yaşadıklarımdan daha az etkilenmeye çalışarak başa çıkıyorum dertlerimle.

– Gardınız yüksek midir?

– Bütün üzüntümü, sıkıntımı aslanlar gibi yaşarım. Çok kolay ağlarım. Ketum değilim, gardım da yok. Belki o yüzden, karşıma çıkan herkes bana hikâyesini, en gizli sırlarını anlatır.

– Yazmak istedikleriniz var mı?

– 12 yaşından beri yazıyorum aslında. Yaşadıklarımızdan, gördüklerimizden etkilendiğimiz muhakkak. Bazen yazarken karakterlerin üzerine yapışır bunlar. Sizinle ilintili durumları ortaya koyabilir böyle olunca. Orada ruhsal durumumu deşifre etmeye karar verirsem sanırım ortaya birkaç kitap çıkar.

– Geriye dönüp baktığınızda o yazdıklarınızdaki Defne’yi nasıl buluyorsunuz?

– Acıyorum kendime çok. Çünkü küçük yaşta her şeyi çok dert edermişim. Şimdi okurken o 15 yaşındaki halime dönüp, kendimin elini tutabilmek ve teskin edebilmek istiyorum.

Annelikte “ben” olmayı seçtim

– İki kız çocuğunuz var. Nasıl bir anne olmayı tercih ediyorsunuz?

– Annelikte “Ben” olmayı seçtim. Kızlarımla ilişkilerimde şeffaf olmaya özen gösteriyorum. Anne baba olduğumuz için bazı şeyleri onlardan daha iyi biliyor değiliz. Şunu bilmelerini istiyorum ki ben bir anne ve büyük olarak, hatalar yapıyor olabilirim. Komik duruma da düşebilirim, birlikte bana da gülebiliriz. Her şeyi en iyi ben bilmek durumunda değilim. Doğru mudur, yanlış mıdır hiç bilmiyorum. Çok iyi bir anneyim iddiasında da değilim. Daha iyisini olmak isterim.

– Çocuklarınız için iş hayatından çekilmeyi hiç düşündünüz mü?

– Hiç düşünmedim. Ben önce kendim iyi ve mutlu, kendine yeten ve güvenen bir birey olacağım ki iyi bir anne olayım. Kendimden vazgeçersem, kendimi çalışarak bulan biriysem, orada çocuğa iyilik yapmış olmuyorum. Onların önünde mutlu, kendine yeten, ekonomik bağımsızlığı olan bir kadın modeli olayım, bunlarla çocuklarımı yetiştireyim diye düşünüyorum.

– Peki rol modeliniz anneniz mi? O nasıl yaklaşırdı size?

– Annem benim tam tersim. Evlendiği için üniversite eğitimine ara veren, 19 yaşında beni doğuran ve bütün hayatını ben ve kardeşim üzerine kuran bir kadın. Ama annem bana bu kadar emek vermeseydi, bugünkü ben de ben olamazdım. Hırslı bir kadındır. İşi olmasına rağmen, kariyer düşünmedi, kendini kardeşime ve bana adadı. Babamı kaybettiğimizde ben 13, annem de 32 yaşındaydı. Kadınlığını geri plana atıp bizim için muazzam bir çaba gösterdi.

– Babanızı kaybettikten sonra anneniz üzerinize titremiş. 18 yaşında çalışmaya başlıyorsunuz. Medyada çalışmak ve kadın olmak da zor. Nasıl bir süreç yaşadınız aile olarak?

– Annem medyada çalışmamı hiç istemedi. 7 yaşında TRT çocuk radyosunda şarkı söylemeye başlamıştım ve hep kamera önünde olmayı istedim. Aldığı kültür ve geldiği jenerasyondan dolayı farklı bir mesleğim olsun istedi. Ama sonra benim kararıma da saygı duydu. “O zaman kendin halledersin” dedi. Yapamadım. Bütün yayınlarda yanımda gelmesini istedim. Abartmıyorum, senelerce geldi. Artık beni boşadı, bütün ilgi torunlarda.


Dışişleri bakanı olmak istiyorum

– Aktif siyaseti düşünüyor musunuz?

– AKP’ye üye olduğum haberleri tamamen asparagas. Bu haberleri yapan gazeteye de dava açtım. Neden yaptıklarını bilmiyorum ama bir kere yapılınca bunun izi duruyor. Aktif siyaset düşüncem var. Bir gün dışişleri bakanı olmak gibi bir hayalim var. Bunların hepsi hayat planlarım içinde duruyor. Gelecek ne gösterir, bilmiyorum. İki yıl önce sorsaydınız, şimdi burada olacağımı bile göremezdim. Mesela yeni bir program yapıyorum, sizinle röportajım var, yeni bir evde oturuyorum. Bu gibi konularda kesin konuşmak da insanı kendine güldürüyor daha sonra. Ben ülkeme faydalı olmak istiyorum. Siyasete de çok ilgi duyuyorum.

– Peki siyasi gündemi nasıl görüyorsunuz şimdilerde?

– Türkiye’nin çok ciddi yol ayrımında olduğunu düşünüyorum. Hem iç, hem dış siyasette bir makas değişiminde şu an Türkiye. Yeni gelişmelerin tedirginliğini yaşıyorum ben de. Çünkü yeni ve değişik olan her şey bizi korkutuyor. Ülkemizin çok köklü dinamikleri var bugünlere getiren. Bu dinamiklerin içinde hayatımıza yön veren, etki eden dış dinamikler de söz konusu. Dünya nereye giderse tercihlerimizi o yönde kullanmak zorunda kalıyoruz, daha doğrusu karar vericilerimiz böyle. İlgiyle gözlüyorum. Değişimden ürksem de kucaklamayı tercih ediyorum. Umutsuz ve tedirgin değilim. Bence dünyada bir silkiniş söz konusu. Yeni bir denge arayışı gözlemliyorum. Sular elbette durulacak.

Rize’nin Çamlıhemşin ilçesine bağlı, doğal güzellikleri ve kaplıcalarıyla ünlü turizm merkezi Ayder Yaylası’na her geçen yıl artan talep, bu yıl, yörede çekilen ve 60. Berlin Film Festivali’nde ”Altın Ayı” ödülü alan ”Bal” filminin de etkisiyle daha da arttı. Yayladaki konaklama yerlerinde rezervasyonlar erkenden tamamlandı.

Rize– Çamlıhemşin Ayder Çevre ve Turizm Derneği Başkanı Ömer Altun, doğal güzellikleri, yeşil vadileri ve kaplıcalarıyla ön plana çıkan turizm merkezi Ayder’e turistlerin ilgisinin her geçen yıl arttığını söyledi. Yaylada turizm sezonunun bu yıl önceki yıllara göre çok daha erken başladığını vurgulayan Altun, ”Ayder’de turizm sezonu genellikle mayıs ayı sonları veya haziran ayı başında başlardı. Ancak bu yıl yaylada 23 Nisandan itibaren turizm hareketliliği yaşanmaya başladı. Konaklamak için gelenlerin yanı sıra günübirlik turlarla gelenlerin sayısında da önemli artış oldu. Özellikle hafta sonları oldukça yoğun geçiyor. Şu anda her şey çok güzel gidiyor” dedi.

Altun, 60. Berlin Film Festivali’nde Semih Kaplanoğlu‘nun yönetmenliğini yaptığı ”Altın Ayı” ödülü alan ”Bal” filminin bazı sahnelerinin Ayder’de çekilmesinin yörenin tanıtımına çok önemli katkılar sağladığını, bunun rezervasyonlara da yansıdığını, aylar öncesinden tamamlanan rezervasyonlarla yayladaki konaklama tesislerinde yer kalmadığını ifade etti. Yöreye ilginin artarak devam edeceğine inandığını vurgulayan Altun, şunları söyledi: ”Filmin, Ayder’e özellikle yurt dışından gelen turist sayısında artışa yol açtığını düşünüyoruz. Yaylaya gelen bazı turistler bize filmin çekildiği yerleri soruyor, ardından da o mekanlarda geziyorlar. Filmden, yörenin tanıtımında yeterince yararlanamadık diye düşünüyorum. Ama her şeye rağmen filmin yörede turizme önümüzdeki yıllarda çok önemli katkılar sağlayacağını da tahmin ediyorum. Filmin etkisiyle yöreye gelecek turist sayısında ciddi artışlar bekliyoruz.”
 

‘Ayder marka haline geldi’

İl Kültür ve Turizm Müdürü İsmail Hocaoğlu ise gayri resmi rakamlarla bin 500’e yakın yatak kapasitesi bulunan Ayder’de son yıllarda kapasitesinin üzerinde talep geldiğini anlatarak, ”Artık Ayder marka haline geldi. Yazları talebi karşılamakta zorlanıyoruz. Hatta imkan olsa Ayder’e en az yüzde 30-40 oranında daha fazla kalmak için ziyaretçi gelirdi. Ama Ayder sit alanı olduğu için burada yeni yapılanmaya izin verilmiyor” dedi.

Bu yıl turizm sezonunun Ayder için erken başladığını dile getiren Hocaoğlu, ”Şu an geçmiş yıllara oranla turlar oldukça arttı. Ayder’e artan ziyaretçi ilgisi bizleri memnun ediyor. Yaz aylarındaki yoğun talebin biraz daha erken başlaması ve biraz geç sona ermesi ile sezonu birkaç ay uzatmış olacak. Böylece yöre turizmden daha fazla pay alabilecek” diye konuştu.

Rize’ye en fazla Alman, İngiliz, İsrailli turistlerin geldiğini, s