Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

Şehirde kimse kalmadı, caddeler boş, sokaklar boş…

Bayram bitince geri gelecekler.

Evden gazeteye tam sekiz dakikada gittim, şeytan diyor ki boş bulmuşken git gel, git gel…

Kırmızı ışıkta tek başımayım, canım sıkıldı. Sağda kimse yok, solda kimse yok. Dikiz aynasından baktım arka bomboş…

İkinci ışıkta yalnız başına duran mavi otomobildeki beni görünce sevindi… Ona zafer işareti yaptım, o da aynı işaretle yanıt verdi. Zikzaklar çizerek bastırıp ayrıldık.

Park yerinin tamamı benim sayılırdı. İstesem yanlamasına, istesem, çaprazlamasına park edebilirdim.

Yok istesem; diklemesine koy…

*

Kaldırımlar boş…

Üç adım zıplayıp, sağ ayağımı yere paralel açsam… Sonra üç adım zıplayıp sol ayağımı yere paralel açsam, kimse bir şey demeyecek, çünkü gittiler…

Güvercinler yolun ortasında yiyecek arıyorlar.

Banklar da boş, tek tek otur kalk, otur kalk…

Durakta kimse yok, arada bir geçen o hınca hınç dolu belediye otobüslerinin içinde tek-tük insanlar. Otobüsler kural olsa gerek, durakta duruyorlar, ama inen de yok, binen de…

İstesem; bir kapıdan girip, koşarak öbüründen inerim…

*

Şehir ne kadar güzelmiş…

Şu pahalı kaldırımları hiç fark etmemişim. İki yanında ağaçlar varmış caddenin. Ve ağaçların dalları birer tavus kuşu kanadı gibi caddenin üzerine açılırmış. Yerlerde sonbaharın sarı yaprakları dolanıp duruyorlar.

Dün gece koymadılarsa bir meydan var orta yerde…

Çiçekler ekmişler çevresine.

Şehir sessiz…

Belki ilk kez yürürken kendi ayaklarımdan çıkan pıt-pıt sesleri geliyor kulağıma… Birisi ittirmeden de yürüyebiliyormuş insan…

Canım istese durabilirim, yürürüm, yine durabilirim…

Ya da durmam…

*

Şehirdekiler gittiler…

Yarın dönecekler…

19.11.2010-Bekir COŞKUN

Atlas Okyanusu’nda ton balığına uygulanan kotalarla ilgili 48 ülkenin katılımıyla düzenlenen uluslararası toplantı, Greenpeace örgütünün protestosuna hedef oldu.

Paris’teki toplantının düzenlendiği otele dev bir pankart asan örgütün militanları, bazı ülkelerin, kırmızı etli ton türüne uygulanan kotaların yukarı çekilmesi önerisine karşı çıktı.
Pankart, çevreci örgütün üyelerinin karşı koyma girişimine rağmen, güvenlik güçleri tarafından indirildi.

Greenpeace Fransa sorumlusu Francois Cartier, basına yaptığı açıklamada, AB Komisyonu’nun kotanın altı bin tonda kalmasını 10 gün önce önerdiğini hatırlatarak, bazı ülkelerinin bunun düşürülmesinde ısrarcı olmasını eleştirdi.

Denizlerdeki kırmızı tonun 1957 yılından bu yana yüzde 75 azaldığın belirten yetkililer, bu balık türünün tamamen yok olmasından endişe ediyor.

Bu balık türünü avlayan balıkçılarsa, kotaların kendilerini ekonomik açıdan zor duruma düşürdüğünü belirtiyor.

Kırmızı ton avı, Akdeniz’in en fazla gelir getiren balıkçılık türlerinin başında geliyor.
Greenpeace, Akdeniz ülkelerinin balıkçı filoları tarafından yürütülen korsan ton avının, yasal kotaların çok üzerine çıktığı görüşünde.

Radyo ve Televizyon Üst Kuruluna (RTÜK) 2010 yılının Ocak-Eylül döneminde en fazla şikayet edilen programlar, ”Aşk-ı Memnu”, ”Fatmagül’ün Suçu Ne?” ve ”Türkan” adlı diziler oldu. Üst kurula, yılın dokuz aylık döneminde izleyiciler tarafından 64 bin 664 başvuru yapılırken, 136 bin 20 konuda şikayette bulunuldu.

2010 yılının yılın dokuz aylık döneminde yerli dizilerle ilgili şikayetler toplam bildirimlerin yüzde 51’ini oluşturdu. Yeni yayın döneminde başlayan ve ilk bölümündeki tecavüz sahnesiyle tepkileri çeken ”Fatmagül’ün Suçu Ne?” adlı diziyi izleyiciler en çok ”kadına yönelik şiddet’‘ içerdiği gerekçesiyle şikayet ettiler. 2010 yılının dokuz aylık döneminde yerli diziler kategorisinde gelen şikayetlerde ”kadına yönelik şiddet” kriteri ilk kez yüzde 99 oranına ulaştı.

”Türk Aile Yapısına ve Ahlaka Aykırılık” konusunda yapılan değerlendirmelerin yüzde 78’i, ”Milli ve Manevi Değerlere Aykırılık” konulu kritere ilişkin şikayetlerin yüzde 77’si ve ”Program Kaldırılsın” şeklinde gelen şikayetlerin yüzde 75’i dramatik dizilerle ilgili oldu.
Ocak–Eylül döneminde dramatik dizilerle ilgili toplam 33 bin 213 bildirimin 9 bin 986’sı (yüzde 30) ”Aşk-ı Memnu”, 4 bin 808’i (yüzde 15) ”Fatma Gül’ün Suçu Ne?” ve 4 bin 735’i (yüzde 14) ”Türkan” adlı diziler hakkında geldi. Bu üç dizinin sahip olduğu oranlar, dramatik diziler hakkında gelen şikayetlerin yüzde 59’unu oluşturdu. Ocak–Eylül 2010 döneminde en çok şikayete konu olan dramatik dizilerin tümünün Kanal D’de yayınlandığı görüldü.

Akşam kuşağındaki yayını geçen Haziran ayında bitmiş olmasına rağmen Aşk-ı Memnu, dokuz aylık dönemdeki toplam şikayet oranları içerisindeki en yüksek payı aldı. En fazla şikayet edilen diğer iki dizi ise Eylül ayında başlayan yeni dönemde yayına girdi.
Yılın dokuz ayında en çok bildirim alan bu üç dizi, yüzde 26 oranı ile ”Program Kaldırılsın”, yüzde 24 ile ”Türk Aile Yapısına ve Ahlaka Aykırılık” ve yüzde 17 oranı ile ”Çocuk ve Gençlerin Korunması” konulu kriterlere ilişkin olarak şikayet edildi.

-DİZİLERDEN SONRA EN FAZLA BİLDİRİMİ DİRENÇ YARIŞMALARI ALDI-

2010 Ocak-Eylül dönemi genel değerlendirme raporuna göre, yerli dizilerden sonra en fazla bildirim alan program türleri yüzde 8 ile direnç yarışmaları, yüzde 7 ile reklam kuşakları, yüzde 4’lük dilimler ve sırasıyla kuşak programları, haber bültenleri ve dramatik ögeler içeren eğlence programları oldu.

Direnç yarışmaları için kaydedilen 5 bin 275 adet bildirimin 3 bin 493’ü (yüzde 66) ”Yemekteyiz”, 726’sı (yüzde 14) ”Evcilik Oyunu” ve 299’u (yüzde 6) ”Fear Factor Extreme” adlı programlar hakkında oldu. Reklamlarla ilgili 4 bin 834 bildirimin yüzde 8’i ”118” ile başlayan danışma numaraları, yüzde 5’ii GSM firmaları ve yüzde 3’ü sakız reklamları konusunda yapıldı.

Ocak–Eylül 2010 döneminde kuşak programları hakkında 2 bin 645 bildirim kaydedildi. Bunların 444’ü (yüzde 17) ”Müge Anlı ile Tatlı Sert”, 442’si (yüzde 17) ”Esra Erol’da Evlen Benimle” ve 285’i (yüzde 11) ”Zuhal Topal’la İzdivaç” adlı programlar hakkında oldu. İzleyicilerden gelen 495 (yüzde 19) bildirimde, herhangi bir program ismi verilmeksizin, bu program türüne ilişkin şikayetlere yer verildi.
 

Haber bültenleri hakkındaki bildirimler

2010 yılının dokuz aylık döneminde haber bültenleri hakkındaki bildirimlerin yüzde 20’si ”ATV”, yüzde 12’si ”KANAL D” ve yüzde 8’i ”STAR TV” kanallarına ilişkin olarak gerçekleşti. Vatandaşlardan gelen 530 bildirimin (yüzde 22), herhangi bir kanal ismi olmaksızın, genel anlamda haber bültenlerinin sunumuyla ilgili olduğu görüldü.

Haber bültenleri yüzde 26 oranında ”Kişilik Haklarına Aykırılık/Hakaret”, yüzde 23 oranında ”Taraflı Yayıncılık” ve yüzde 12 oranında ”Toplumu Yanıltma” konulu kriterlere dönük olarak şikayet edildi.

Aynı dönemde dramatik ögeler içeren eğlence programlarına ilişkin olarak kaydedilen 2 bin 142 bildirimin 1 bin 246’sı (yüzde 59) ”Çok Güzel Hareketler Bunlar”, 453’ü (yüzde 21) ”Olacak O Kadar” ve 305 adedi (yüzde 14) ”Haneler” adlı programlar hakkında gerçekleşti.
Bu programlar yüzde 24 oranında ”Türk Aile Yapısına ve Ahlaka Aykırılık”, yüzde 19 oranında ”Çocuk ve Gençlerin Korunması” ve yüzde 17 oranında ”Cinsellik ve Müstehcenlik” konulu kriterlere dönük olarak şikayet edildi.

 

El ele tutuşup koştuk taş sokaklardan, aşağı doğru…

Üzerlerimizde bayram giysilerimiz, ceplerimizde küçük sarı şekerler, ayaklarımızda yeni ama dar ayakkabılar…

Düşüp de dizimizi kanatmak dışında hiçbir şey ağlatmadı bizi…

Geçim meselesi, yaşam derdi, hastalık-mastalık, savaşlar ya da açlıklardan habersizdik.

Hatırlıyorum; avuçlarımızda bayram harçlığı 2.5 kuruşluklar…

Ortası delik…

*

Dar taş sokaklardan koştuk…

Ne kadar güzeldi dünya, ne kadar büyük ve eğlenceli. Ve bizler ne kadar da mutluyduk, ne kadar umursamaz… Kıyamet kopsa dünyada keyfimiz kaçmazdı. İş sorunları, maaşlar, ekmek parası, geçim-meçim, kimin umurunda kimin?..

Yeter ki dizimiz kanamasın…

Bir de yeter ki kimse saçını çekmesin Nermin’in…

*

Sonra…

Sonra büyüyor çocuklar…

Ne taş sokaklar kalmıştır artık koşacak, ne o küçük sarı şekerlerden var, ne bayram giysileri eskisi kadar anlamlı…

Ne de eskisi gibi; bayram sabahları…

Düşmeden ve dizi kanamadan da ağlıyormuş insan…

Büyüdükçe yalnızlaşıyor ve dalıp dalıp anılarla yetiniyoruz… Dar taş sokaktan koşuyoruz sadece hayallerimizde aşağı doğru, avuçlarımızda birer 2.5 kuruşluk…

Delik ortası…

*

Olsun…

Bugün bayram…

Ülkemiz için, çocuklarımız için korkusuz, endişesiz, aydınlık zamanlar dileyin… Toplumları ve ülkeleri ile gurur duyacakları, başlarını önlerine eğmeden yaşayacakları, bu ilkel ve çağdışı kelepçelerden uzak günler isteyin…

Bu günleri de çocuklar büyüdüklerinde hatırlayacaklardır; pilli oyuncaklarını, doluşup gittikleri babalarının küçük arabalarını, geniş çikolata tabaklarını, kâğıt bayram harçlıklarını…

Unutmayacaklardır; kendi bayram sabahlarını…

Kent ve mimarinin İstanbul’u okurlara sunuluyor

YEM Yayın, bu yılki teması ‘İstanbu’u Yazmak’ olan 29. İstanbul Kitap Fuar’nın Onur Yazarı, ünlü mimarlık tarihçisi Prof. Doğan Kuban’ın ‘Kent ve Mimarlık Üzerine İstanbul Yazıları’ adlı kitabının genişletilmiş 2. baskısını yayımladı.

Doğan Kuban, bu kitapla okuyucuyu tarihe sevgi beslemeye ve geleceği eleştirel bir yaklaşımla ele almaya davet ediyor. YEM Yayın, bu yılki teması “İstanbul’u Yazmak” olan 29. İstanbul Kitap Fuarı’nın Onur Yazarı Doğan Kuban’ın Kent ve Mimarlık Üzerine İstanbul Yazıları adlı kitabının genişletilmiş 2. baskısını yayımladı. Ünlü mimarlık tarihçisi Kuban kitapta, 1953’ten bu yana hem tarihçi ve yazar hem de bir İstanbullu olarak edindiği gözlemlerini aktarıyor.

Doğan Kuban’ın Kent ve Mimarlık Üzerine İstanbul Yazıları, bir yandan geçmişin gurur veren fakat giderek varlığı yeni kent kaosu içinde kaybolan mirasını, öte yandan geleceğin düşündürücü karanlığını dile getiren bir seçki. Kitap, okuyucuları tarihe sevgi beslemeye ve geleceği eleştirel bir yaklaşımla ele almaya davet ediyor.

100’e yakın fotoğraf ve gravürün yer aldığı 372 sayfalık kitapta, Kuban’ın özellikle Osmanlı Mimarisi (YEM Yayın, 2007) adlı kitabında ayrıntılı olarak anlattığı bazı anıtlara ilişkin bilgilerin yer aldığı yazılar, yerini, kentsel ve sosyal gözlemlere ağırlık veren yeni yazılara bırakmış. Böylece kitap, betimlemeden çok eleştirel gözlemlere ağırlık veren bir üslup kazanmış.

Kuban, “Eski İstanbullu” adlı şiiriyle başlayan kitabında okuyuculara çok zengin bir İstanbul panoraması sunuyor ve İstanbul’un arkeolojisinden Romalı-Bizanslı kimliğine, Osmanlı dönemindeki gelişmesinden son elli yılda geçirdiği dönüşümlere; Boğaziçi, Ayasofya, Topkapı Sarayı, Süleymaniye gibi simgelere; İstanbul’da yaşanan kültürel ikilemlerden yeni kentlilere kadar çok sayıda olguya değiniyor.

İstanbulluların yaşadıkları kenti sevmeleri kadar sorgulamalarının da önemli olduğunu vurgulayan Kuban’a göre, en büyük ve en güzel kentimize ve onun gelişimine eleştirel bir gözle bakmamız gerekiyor.

Her şeye karşın umutlu bir tablo çizen Kuban, bunu belki de en güzel şu sözleriyle ifade ediyor: “Topoğrafyanın ve tarihin mirası olmasa, İstanbul’da güzeli bulmanın artık çok zor olduğunu itiraf etmeliyim. Ancak İstanbul’un hâlâ yok edemediğimiz doğal mekânları var. Deniz ve tepelerle oluşan, kıyılarla insanın gözünü uzaklara sürükleyen mekânlar.

Üsküdar’la Beşiktaş ve Eminönü arasında gidip gelirken, Bebek’ten Kandilli’ye geçerken, Kadıköy’den Köprü’ye gelirken, Sarayburnu’ndan Boğaz’a bakarken, köprülerden geçerken, kıyı yollarında dolaşırken, Boğaz’dan Karadeniz’e açılır ya da Karadeniz’den Boğaz’a girerken, Marmara’dan ya da Salacak’tan İstanbul’a bakarken, hangi kültür tabakasından gelirseniz gelin bakmaya doyamayacağınız güzellikler var.

Hele bunları baharın, dumanla kirlenmemiş bir sabahında, güneş sizi ısıtmaya başladığı zaman, İstanbul’un bir kıyısında, bir kahvesinde, hafif sisler içinde, Sisley’den bir tablo gibi algıladığınız zaman insanların yaptığı bütün kötülükleri unutabilirsiniz. Hafif bir kader ezikliğiyle belki affedebilirsiniz bile. Düşünceyi katmadığınız saf algı anlarında İstanbul’dan daha güzel bir kent olmadığını, dünyayı burada yaşadığınız için şanslı olduğunuzu bile düşünmeye başlayabilirsiniz…”

ABD’de yayımladığında aralarında The New York Times, Washington Post ve Time dergisinin de bulunduğu pek çok yayın tarafından “Yılın kitabı” seçilen Shakespeare Olmak, Türk okuruyla buluşuyor.

21. yüzyılın en çok konuşulan kitapları arasında yer alan eser,   Shakespeare uzmanı Harvard’lı profesör Stephen Greenblatt’in kaleminden, ünlü oyun yazarının yaşamının gizli kalmış yönlerini gözler önüne seriyor. Shakespeare Olmak bugüne dek yayınlanmış en kapsamlı Shakespeare biyografisi olmakla kalmıyor, “Will”in hayatına dair pek çok ayrıntıyı da ilk kez gün ışığına çıkarıyor.

Shakespeare’in oyunlarını elbette seyrettiniz, tiyatroda, sinemada, defalarca. Shakespeare hakkında çok şey okumuş da olabilirsiniz ama “Will”i böylesi derinlemesine ve açık bir şekilde kavrayabileceğiniz bir eser okumadınız. Harvard’lı karizmatik profesör Stephen Greenblatt, Elizabeth döneminin çarpıcı olaylarla dolu renkli, zengin ortamında yetişen duyarlı, yetenekli, ama parası, nüfuzlu tanıdıkları, üniversite eğitimi olmayan taşralı bir delikanlının, dünyanın en büyük oyun yazarına dönüşme sürecinin her anını görmenizi, duymanızı, hissetmenizi sağlıyor. Shakespeare’in sanatını keşfetmesi, aile kurması, Londra’nın çekişmelerle dolu tiyatro dünyasında yer edinmesi, dinî ve politik güçlerle baş ederek yaşama tutunması gözler önüne seriliyor.

Shakespeare Olmak, büyük yazarın oyunlarının pek üstünde durulmamış unsurlarıyla, tarihte fazlaca önem atfedilmemiş olayları bir araya getiriyor ve Shakespeare’in yaşamıyla eserleri arasında dikkat çekici, zekice bağlantılar kuruyor. Böylece yaşam öyküsünün yanı sıra Bir Yaz Gecesi Rüyası, Romeo ve Juliet, Hamlet, Macbeth ve daha pek çok ünlü oyunun, Shakespeare’in yaşamıyla ilgili ayrıntılarını algılıyor, bu yapıtların olağanüstü derinliğini ve insancıllığını daha iyi kavrayabiliyorsunuz.

“Shakespeare hakkında çağdaşı Ben Jonson’dan da, ‘esmer hanımefendi’den de daha fazla bilgisi olan” Peter Greenblatt, canlı ve akıcı üslubuyla büyüleyici bir biyografi kaleme almış. Eser hiç şüphesiz Shakespeare hakkında bugüne dek yayımlanan en köklü incelemeler arasında ilk sırada yer alıyor.

Stephen Greenblatt

New Historicism (Yeni Tarihselcilik) adı verilen edebiyat eleştirisi ekolünün kurucusu ve önde gelen temsilcisi olan Stephen Greenblatt, Harvard Üniversitesi’nde edebiyat dersleri veriyor. İngiltere, Avusturya ve ABD’nin en saygın olmak üniversitelerinde konuk öğretim üyesi olarak dersler veren, Guggenheim Bursu’nu iki kez kazanmış olan Greenblatt, aynı zamanda Modern Language Association’ın başkanlığını yürütmektedir. Greenblatt’ın başlıca eserleri: Representing the English Renaissance, Shakespeare ve Kültür Birikimi, Marvelous Possesions, Practicing New Historicism, Hamlet in Purgatory ve Learning To Curse.

Türkiye’nin en eski 100 lokantasının tarihi hikayelerinin anlatıldığı ”100 Tarihi Lokanta” isimli kitap okurla buluştu.

Oğuz Erkara tarafından tespit edilen ve birebir görüşmeler yapılarak hazırlanan kitap, Lokanta Dünyası ve Cinius Yayıncılık işbirliği ile yayımlandı. Türk lokanta tarihinde yer alan işletmelerin hikayelerine ışık tutan kitapta, Bülent Ecevit‘in eşi Rahşan Hanım’a evlenme teklif ettiği lokantadan, 100 yıldır aynı masaları kullanan lokantaya, hakkında şarkı yazılan lokantadan, kebabı metreyle satan lokantaya, kuru fasulyenin gazını alan lokantadan, adını Atatürk’ün koyduğu lokantaya kadar tarihi işletmelerin hikayelerine yer verildi.

Türkçe ve İngilizce olarak hazırlanan kitap, Türkiye’yi tanımak isteyen turistlerin yanı sıra farklı tat arayanların da beğenisine sunuldu. Dr. Oğuz Erkara, 2 yıl süren araştırmalar sonucunda derlediği ”100 Tarihi Lokanta” kitabının, lokantacı olmak isteyenler için bir yol haritası olmasını umduğunu belirterek, bir doktor olarak böyle bir kitap yazma nedenini şu sözler ile anlattı:

”Bence çağdaş bir insanın mutlaka bir hobisi olmalıdır. Çünkü hobiler insanların sosyal ve ruhsal yönden sağlıklı olmasını sağlar. Benim hobim ise lokantalar. Bir lokantaya gitmek çocukluğumdan beri oldukça ilgimi çeker. Çocukken tezgahtaki yemekleri, fırındaki pideleri, ızgaraları ilgiyle izlerdim, en çok da garsonun tepemize dikilip yemek çeşitlerini saymasına bayılırdım. Ne iş yapıyor olursa olsun birçok insanın bir lokanta açma hayali vardır.

Bir kısmı bunu gerçekleştirir; başarılı olur ya da olamaz. Hep bunun nedenini merak ederdim. Bu nedenle tarihi olarak nitelendirebileceğimiz, uzun yıllardır var olan lokantaları incelemek ve nasıl ayakta kalabildiklerini öğrenmek istedim. Yaptığım görüşmeler sırasında öğrendiğim hikayeleri de kitap haline getirdim. Umarım bu kitapta yer alan hikayeler, bana verdiği keyfi değerli okuyuculara da verir.”

Kâr amacı gütmeyen, patronsuz, çok ortaklı, “kâinatın tüm seslerine Açık Radyo”, 15 yıl önce doğdu.

 Açık Radyo sebze çorbası gibidir. Her şeyi içerirdiye boşuna demiyor kurucusu ve programcısı Ömer Madra. Bundan tam 15 yıl önce, 92 ortakla patronsuz yola çıktıklarında kolektif yapısı, gönüllü programcıları, ilginç yayınları, dünyanın dört bir yanından çaldıkları müzikleriyle, Türkiye’nin en özgün ve özgür radyosu olduklarını göstermişlerdi.

Bugün 15. yaşını kutlayan, ama tazeliğinden hiçbir şey kaybetmeyen radyo, bir de Sona Ertekin editörlüğünde 15. yıla denk gelen kapsamlı bir ansiklopedik kitap hazırladı: Açık Kitap. 3000 adet basılan kitabın 150 tane özel baskısının kapağını ise tek tek Mehmet Güleryüz resimledi. 29 Kasım’da ise Açık Radyo’ya 15 yıldan bu yana emek veren yaklaşık 1000 programcısı ve 4000 kadar destekçisinin de katılımıyla Santralistanbul’da bir de kutlama yapılacak.

90’ların ortalarında, özel radyoların patladığı bir dönemde hem söyleyecek sözü olan hem de her telden müzik çalmak için yola çıkan hissedarların her birine ortaklık belgesiolarak Abidin Dinonun Tuğralarserisi litografisini vermesi, bu radyonun ruhunu en iyi anlatan şey herhalde…

Madra’nın Açık Radyo, aynı zamanda kaçık bir radyodemesi de bundan.Açık Radyoyu betimlemek için birçok tanım yapabilirsiniz, ama bence 15 yılın ardından bana öyle geliyor ki en belirleyici özelliği kolektif olması. Yola iki kişi çıktık, sonra birdenbire 100 ortaklı bir şey oldu. Sofranın ortasına pat diye düşen bir fikir, sonunda bu hale geldi.

Açık Radyo’da, yapılanmasında önemli olan bir özellik daha var: Bağımsız bir entelektüel faaliyet içinde olması. Örnek mi? Demokratik toplumlardaki en kuvvetli denetlemeyi yapması gereken medyanın artık güvenilirliğini yitirdiği bir dönemde hayatımıza giren radyo, Marmara depremi sırasında ihtiyaçlarla imkânları buluşturmuş ve bütün programlarını iptal ederek yardım amaçlı yayın yapmıştı. Radyo böyle bir durumda çok işlevsel olabiliyor, hızla refleks verebiliyor. Bu açıdan Açık Radyoyu alternatif görmüyorum. Asıl medyanın yapması gereken şey budurdiyor Madra ısrarla.

Vatandaş gazeteciliği

Açık Radyo, yedi senedir devam eden ve Madra’nın yaptığımız en iyi şeydediği “Dinleyici Destek Projesi”yle ve her yerden duyarlılıkla bildirendostlarıyla da Türkiye radyoları içinde ayrı bir yerde duruyor. Bir stajyerden Almanya’daki anti-nükleer direnişin, bir dinleyenden Cide’deki köylülerin HES’ler için nasıl mücadele verdiğinin ya da yakın dostları Tilbe Sarandan Maçka’da kesilen ağaçların haberini alabilirsiniz.

Madra’ya göre, bu, bir raslantı değil, sonuç : Açık Radyonun dinleyicisi, dostlarıyla kolektif olarak kurduğu yakın ilişkinin sonuçları. Benim için ideal habercilik vatandaş gazeteciliğiyle olur. Bu insanların da bizim dinleyicimiz olması bize büyük bir şevk de veriyor. Bilgiyi paylaşmak çok önemli. Küçücük bir radyoda bile bunun müthiş bir işlevi var.

‘Merak böceği kemirmiş bizi’

Bütün Açık Radyocularda Diderotvari, ansiklopedist bir yan vardır. Merak böceği kemirmiş bizidiyor Madra. Yaklaşık 120 yazar çizerin katkıda bulunduğu ve 3000 adet basılan ansiklopedik Açık Kitap’ta 15 yılın bütün birikimi yansıtılmaya çalışılmış. Açık Radyo’nun kişisel tarihi, macerası da dahil, mesele edindiği 550 kadar maddeyi bulmak mümkün. Aralarındadeprem”, “mahalle futbolu”, “Noam Chomsky”, “Pehlivan Beyin gözlüğü(programcılardan Sevin Okyayın sürekli yakın gözlüğünü unuttuğu için radyoda uzun zaman çalışan Pehlivan Bey’in gözlüğünü ödünç almasından doğan bir madde) gibi hem uçuk kaçık hem de ciddi pek çok madde var. 752 sayfalık bu kitabın kendini finanse etmesi için de 150 tanesi ressam Mehmet Güleryüz tarafından resmedilmiş. Madra, Bizim gibi düşünen, Açık Radyonun hassasiyet alanlarını ve insanlık hallerini resmeden Mehmet Güleryüzü, ‘devlet sanatçılığı’ kavramına bayrak açtığı günden beri zaten severizdiyerek sanatçının özgün bir koleksiyon yaptığını belirtiyor.

Kemal Atatürk                  –       Yılmaz Özdil, Hürriyet Gazetesi
 

Ekim 2007, İzmir.

Alsancak’ın en meşhur dövmecisi Köprüaltı’na gençten biri girer, kolunu sıyırır, dirseğine doğru Mustafa Kemal’in imzası vardır, bir bankada çalıştığını, bu dövme yüzünden işten atılmakla tehdit edildiğini anlatır, tırsmıştır, ekmek parası filan diye ağlar, “silin” der.

*

Hep söylerim, ekmek parası diye ağlayanın maaşını, tavuk gibi buğdayla ödeyeceksin!

*

Adeta bomba düşer dövmeci dükkânına… “Bu gördüğün eller Atatürk’ü yazar, Atatürk’ü silmez” deyip, kapı dışarı ederler. Ve, internet sitelerinden alenen duyururlar: “Ey ahali, madem öyle işte böyle, bugünden itibaren burada, Atatürk’ün imzası bedava!”

*

İlk kim, nerede yazdırdı bilmiyorum ama, Atatürk imzasının furya haline gelmesinin miladı, bu olaydır.

*

Bir ödlek geri adım attı…
On binlerce cesur öne çıktı.

*

Atatürk’e sövme modası…

Dövme modası yarattı.

*

Köprüaltı örnek oldu, İzmir’de yapılan Atatürk dövmesi, 50 bini aştı. Yetişemiyorlar, her gün 30-40 kişi kazıyor vücuduna… Omuzuna, bileğine, iman tahtasına, kalbinin üstüne… Doktor var, avukat var, öğrenci, dekan, ev kadınları var. İstanbul’da patladı… Ankara, Antalya, Bursa, Trabzon, Muğla, Eskişehir dövmecileri artık neredeyse sadece bu imzayı kazıyor. 29 Ekim’lerde, 10 Kasım’larda Mustafa Kemal için ücretsiz çalışan 200’ün üstünde dövmeci var.

*

Dini gerekçelerle dövme yaptırmayan, otomobiline yapıştırıyor. Taksilerin camlarında… Motosikletine, hatta, bebe arabasına yazdıranı görüyoruz. Atatürk imzalı küpe kulaklarda, rozet yakalarda.

*

Ölümünün üzerinden taaa 72 sene geçtikten sonra, hiç tanışmadığı, hiç görmediği insanların bedenine imzasını atan bir başka lider var mı dünyada?

*

Neymiş, işten atarlarmış…
Bizim işimiz Atatürk.

*

Memleketimin güzel kadınları, giydirin çocuklarınızı güzel güzel, doğum günüdür bugün… Çünkü, her 10 Kasım, aslında 19 Mayıs’tır… Cumhuriyet dediğin, korkak babalar tarafından kaybedilir, yürekli evlatları tarafından geri alınır.

Mustafa Kemal, ilelebet payidardır…

 

Keşke bize Atatürk’ü bu denli sevdirmeselerdi…

O zaman kolaydı…

Onun bize bıraktığı değerler tarumar edilirken umursamaz,

Emaneti ilkelere kulak asmaz, umut ve şevkle kurduğu

Cumhuriyet totaliter rejime dönüşürken dönüp bakmazdık.

Diyelim ki laiklik mi tekmeleniyor?

..Şöyle deyip geçerdik:…

 

“Türkiye’nin bütünlüğünü tehdit eden, en büyük tahribatı vermiş olan sistemin

ilkelerinden birisi de laikliktir…”(Abdullah Gül -1992)

 

Ya da “Ne mutlu Türküm diyene” mi demişti Atatürk?.

Şunları söyleyip dönüp giderdik:

 

“…Milliyetçilik öyle olmuş ki Türkçülük şeklinde olmuş…

 Mesela ‘Ne mutlu Türküm diyene’ lafını tutup

Her yere yaza yaza, özellikle hiç olmayacak yerlere yaza yaza,

Türkiye aslında ilkel bir hale dönmüştür…”(Abdullah Gül-1992)

 

Atatürk’ü bize sevdirmeselerdi…

Diyelim ki bize onun “vatan sevgisini” soranlara atıp-tutardık:

 

“…Seyahat ederseniz Doğu ve Orta Anadolu’ya geldikçe ‘Önce vatan’ yazdığını da görürsünüz. Yani bunlar tek parti döneminden kalan, halkın kendi inanç değerleriyle bütünleşmemiş bir dünya sistemini halka zorla kabul ettirmektir…”(Abdullah Gül-1992)

 

Misal Atatürk’ün rüyası ve ideali “çağdaş yaşam” mı söz konusu?.

Soran olursa kılıfına uydururduk:

 

“…Başörtüsü (türban) fiili olarak çözülmüş durumda. Biliyorsunuz özel televizyon yayınları da böyle olmuştu. Fiili uygulama hukuki düzenlemeden öne geçmiştir. Şimdi hukuki düzenlemenin yapılması gerekir…”(Cumhurbaşkanı Abdullah Gül – 2010…Bundan üç gün önce…)

 

Ne yapalım ki bizim yüreklerimizde Atatürk sevgisi var…

 

Bugün 10 Kasım…

Bu yüzden; onun kurduğu Cumhuriyeti her fırsatta tekmeleyenlerin, bir gün onun yerine çıkıp oturmalarına ve fiili durumu hukukun üstüne bastırıp da ülkemizi Arabistan’a çevirmelerine katlanamayız…

İtirazımız var…

 

10.Kasım.2010 

Bekir COŞKUN 

CUMHURİYET