Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

"Fuat BEŞKARDEŞ" tarafından yazılmış yazıları görüntülüyorsunuz

Bir işe başlamak istiyor ancak bunu bir türlü başaramıyor musunuz? Başlayacağınız yeri bilmediğiniz için mi işinizi erteliyorsunuz? Artık işlerinizi ertelemeyeceksiniz!

eriskin psikiyatri  Artık işlerinizi ertelemeyeceksiniz

Bir yerden başlandığı takdirde doğru yolun bulunacağını vurgulayan Yrd. Doç. Dr. Fuat Beşkardeş, başlanmayan işte yitirilen en önemli şeyin zaman olduğuna dikkat çekiyor ve uyarıyor.

Günümüzde birçoğumuz gerekçeleri farklı farklı olsa da o an yapılması gereken bir işi yapmayabiliyor, daha sonra yaparım düşüncesiyle ileri bir zamana erteleyebiliyoruz. Hep de o ötelenen zaman gelir aynı iş yine yapılmaz başka bir tarihe iş bir kez daha ötelenir, ertelenir. Zaman akar o iş bir kez daha kapımızı çalar bu kez geçen sürenin biriktirdiği sorunlarla birlikte üstelik. Kısacası ertelenen iş her geçen gün bir yumak misali yuvarlandıkça sorunlarıyla büyür, çözülemeyecek hale gelir.

NPİSTANBUL Hastanesi’nden Yrd. Doç. Dr. Fuat Beşkardeş ertelendikçe ve başlamadıkça, yitirilen en önemli şeyin zaman olduğuna dikkat çekiyor.

Ertelemeyi; yapılması gereken herhangi bir işi yapmayı geciktirme, başka bir zamana atma ya da daha sonraya, ilerideki bir zamana bırakma olarak tanımlayan Beşkardeş, işe başlamanın başarıyı getireceğini söylüyor.

eriskin psikiyatri  Artık işlerinizi ertelemeyeceksinizYrd. Doç. Dr. Fuat Beşkardeş

Beşkardeş, işe nereden başlanacağı bilinmediğinden başlanmıyorsa herhangi bir yerden başlamanın doğru olacağını, yol aldıkça da daha doğru yolun bulunacağını hatırlatıyor.

Yrd. Doç. Dr. Fuat Beşkardeş, örüntüleri, biçimleri, nedenleri ve yöntemleriyle ertelemeyi anlatıyor…

ERTELEME HUYU İŞLEVSELLİĞİ ETKİLİYOR

“Tüm gecikmeler benzer yol izlemez. Erteleme huyu, kişinin işlevselliğini tamamen ortadan kaldırmaz, ancak önemli ölçüde etkiler. İşlerini erteleyenler, çoğu zaman bu durumu yadsırlar, ya da bu alışkanlıklarını bırakacaklarına dair kendilerine söz verirler.

ERTELEME ÖRÜNTÜLERİ

Toplumsal ya da kişisel erteleme biçimleri vardır. – Sıradan İşleri Erteleme – Yapmaya Söz Verdiğiniz İşleri Erteleme – Davranışsal Erteleme – Geri çekilme – Gecikmeler – Engel Çıkarma

ERTELEMEYİ AŞMAK İÇİN

– Başlıca alanı belirleyin

– Bu alanda ertelemenizle başa çıkarsanız ne elde etmeyi umut ediyorsunuz?

– Öncelik taşıyan bu etkinliğinizi ertelerken, başka ne gibi etkinliklerde bulunuyorsunuz?

– Bu ertelemenizi haklı çıkarmak için kendi kendinize ne diyorsunuz?

– Ertelemeyle beraber ne gibi duygular yaşıyorsunuz?

– Bu ertelemenin kısa ve uzun vadeli davranışsal sonuçları ne olabilir? Ne kaybedebilirsiniz?

– Erteleme alışkanlığını bırakırsanız, gelecekteki hangi sorunları kaldırmış olacaksınız?

– Bu alışkanlığı bırakırsanız, ne gibi kazançlarınız olacak?

– Ertelemenizin önüne geçerken, denediğiniz yöntemlerden hangileri etkili oldu?

– Yeniden ertelediğiniz bir durum doğana dek erteleme alışkanlığınızdan ne denli uzun bir süre uzak durabildiniz?

ERTELEMEYİ AZALTMA

– Bir görev üstlenin.

– Amaçlarınızı belirleyin.

– Tasarılarınızı belirleyin ve tasarılarınızı uygulamaya geçin.

– Aldığınız yolu değerlendirin.

ERTELEMENİN BAŞLICA NEDENLERİ

– Kendi kendini aşağılama (yetersizlik duyguları ) – Engellenme eşiği düşüklüğü (katlanamama düşüncesi) – Düşmancıl tutum

ERTELEMENİN ÜSTESİNDEN GELMEK İÇİN DAVRANIŞSAL YÖNTEMLER

– Pekiştirme: Yapmayı ertelediğiniz bir işi yapmayınca kendinizi ödüllendiriyorsanız, erteleme alışkanlığınızı sürdüreceksiniz demektir. – Ödüllendirme ve Cezalandırma: Bitirmeniz gereken bir işi bitirince kendinizi ödüllendirecek, bitiremeyince cezalandıracak olursanız ve ödülle cezaların adları önceden konmuş olursa,çok işe yarar. – Anımsatıcılar: Yapacaklarınızı not alma. – Bölük bölük yapma yaklaşımı: İşin en azından bir bölümünü yapmaya kendinizi zorlamanız gerekir. – Düşündüğünüzde yapma ve ardışık eylemler: Yapılacak küçük işleri, bunları aklımıza geldiği anda yapmak, bize çok zaman ve iş gücü kazandıracaktır. – Belirli işler için belirli zamanları ayırma: Belirli bir işi yapmak için kesin zaman belirlemek çok yararlı olacaktır. – Çevreyi düzenleme ve en uygun çalışma ortamını belirleme ya da yaratma. – Olasılıkları göz ardı etmeme.

Şaban Özdemir (NPGRUP)

Zaman yönetimini bilmek endişeyi azaltıyor

16 Şubat 2012

Zamanını etkili ve verimli kullanamayan birçok kişi günümüzde kaygı yaşıyor. Biliyor musunuz zaman yönetimini bilmek endişeyi azaltıyor.

eriskin psikiyatri  Zaman yönetimini bilmek endişeyi azaltıyor

Zamanını etkili ve verimli kullanamayan birçok kişi günümüzde kaygı yaşıyor. İşlerim yetişmiyor, yapmak istediklerime zaman ayıramıyorum şikayetleri birçoğumuz tarafından dillendiriliyor. Peki işin sırrı ne? En etkili zaman yönetimi nasıl sağlanır?

Zaman, çağımızın en önemli yaşamsal konularından biri. En az onun kadar önemli olan bir şey daha var ki o da zamanın verimli şekilde kullanılması. Ancak şehirleşme ve kentleşmenin artması ile gelen sorunlar birçoğumuzun zamanını etkili bir şeklide kullanamamasını da beraberinde getiriyor. Öyle ki hemen herkes zaman yönetimini yapamamaktan şikayetçi. Peki zamanımızı en etkili bir şekilde nasıl kullanırız? Yrd. Doç. Dr. Fuat Beşkardeş zamanı etkili kullanabilmenin püf noktalarını anlatıyor.

Günümüzde zaman mühendisliği kavramının önem kazandığını vurgulayan NPİSTANBUL Hastanesi’nden Yrd. Doç. Dr. Fuat Beşkardeş, zamanı doğru kullanmayı bilmenin çağımızın en önemli yaşamsal konularından biri haline geldiğine dikkat çekti. Şehirleşme ve kentleşmenin artmasıyla zamanların daraldığını, trafiğin artmasıyla yapılacak işlerin de çoğaldığının altını çizen Beşkardeş onun için zamanı idareli kullanmanın gerekliliğini kaydetti.

eriskin psikiyatri  Zaman yönetimini bilmek endişeyi azaltıyorYRD. DOÇ. DR. FUAT BEŞKARDEŞ

Yrd. Doç. Dr. Beşkardeş, zamanı idareli kullanmanın kişinin iş, özel ve sosyal yaşantısında işlevselliğinin en önemli göstergelerinden biri haline geldiğini söyledi.

Beşkardeş, günümüzde zaman denetiminin önemi ise şu cümlelerle anlatıyor.

ZAMANI İYİ YÖNETMEK ENDİŞE VE KAYGIYI AZALTIYOR

“Zaman denetimi, zamanı en doğru biçimde etkin, etkili ve verimli bir biçimde kullanmak demektir. Zaman yönetimi başarılı bir şekilde yürütüldüğünde, kişiye hem işi hem de sosyal yaşamı için yeterince zaman kalır. Zaman yönetimi, zamanı akılcı kullanarak daha verimli sonuçlar elde edilmesini sağlar. Zamanı iyi değerlendirmeyi öğrenmek herkes için stresi, endişeyi ve kaygıları azaltacak bir beceridir.

Zaman aslında herkes için sabittir, diğer bir deyişle herkes için günde 24, haftada 168 saat vardır. Ancak benzer koşullarda yaşayan ve çalışanların üretimleri bireysel yeteneklerden de kaynaklanan farklılıklar gösterir. Bu farkı yaratan etkenlerden biri de zamanın nasıl kullanıldığıdır.

ZAMAN YÖNETİM İÇİN NE YAPILMALI?

Zaman yönetimi için yapılması gereken ilk şey zamanın nasıl geçirildiğini belirlemektir. Herkesin yaşamında sabit olan uyku, yemek yemek, kişisel temizlik ve bakım, ulaşım gibi zorunlu işler için harcanan zaman çıkarıldıktan sonra kalan süre için planlama yapılabilir.

Plan yaparken dürüst ve gerçekçi olmalı, görevlerin yanı sıra sosyal aktiviteler ve egzersiz için de zaman ayırmalıdır. Uzun ve kısa vadeli hedef ve öncelikleri belirlemek, hedefler için eylem planı yapmak, bunları gerçekleştirmek için yapılacak işler listesi hazırlamak, mükemmelliyetçiliği bırakmak, öncelikleri belirleyebilmek, hayır diyebilmek, aynı zaman dilimine birkaç işi sıkıştırmak (örneğin işe ya da okula giderken veya bir şeyler beklerken kitap okumak, yemek hazırlarken ya da banyo yaparken önceden kaydedilmiş ders notlarını kasetten dinlemek gibi) bu konuda ana başlıklardır.

Televizyona veya alışverişe dalmak, telefonda sohbet etmek en önemli zaman çalıcılardandır. Habersiz gelen ziyaretçiler ve kazalar (bilgisayarınızın çökmesi ya da virüs bulaşması, elektriklerin kesilmesi, bitmiş ödevin üzerine çay dökülmesi, bir işi yapmak için gerekli malzemelerin tümüne sahip olunmadığının son anda fark edilmesi gibi) özellikle belli bir tarihte bitmiş olması gereken işlerin planlanmasında önceden hesaplanmazsa “zaman yönetimi felaketleri”ne dönüşebilir.

Bitmeyen sohbetleri kesmek, davetsiz misafirleri bertaraf etmek için kendinize uygun bir çözümü önceden hazır tutun. Süreli işlerinizi bitirmek için vakti hesaplarken son günleri, saatleri ve saniyeleri hesap dışı bırakın. Gerekiyorsa size zamanı hatırlatmak için çalar saat kullanın ve bir iş için ayırdığınız zamanda gerçekten o işi yapmakta olduğunuzdan emin olun.

ZAMANI ETKİN KULLANMAK İÇİN

– Hedeflerin belirlenmesi

– Önceliklerin belirlenmesi

– ‘Hayır’ diyebilmenin öğrenilmesi

– Olumlu ve geliştirilmesi gereken kişilik özelliklerinin saptanması

– Çalışma masasının düzene sokulması

– Zaman hırsızların belirlenmesi ve onlarla mücadele etme şekilleri geliştirilmesi

– Kararların hızlı verilmesi

– Hızlı okumanın öğrenilmesi

– İşlerin bir kısmını devretmek

– Günlük ve haftalık planların yapılması

– Teknolojideki yeniliklerden yararlanmak

Şaban Özdemir (NPGRUP)

Dünyaya önyargısız, özgün bakabilirler, yeni deneyimlere ve maceralara açık, belirsizliklere tahammül ederler…Peki kimler daha yaratıcıdır.

eriskin psikiyatri  Kimler daha yaratıcıdır

Bunlar yaratıcı olan kişilerin özelliklerinden sadece bir kaçı. Herkes yaratıcı olabilir mi? Kimler yaratıcı olabilir ve bunun için ne yapmalı?

Yrd. Doç. Dr. Fuat Beşkardeş yaratıcı kişileri ve özelliklerini anlattı…

NPİSTANBUL Hastanesi Psikiyatri Uzmanı Yrd. Doç. Dr. Fuat Beşkardeş yaratıcı kişilerin temel özelliklerinin deneyime ve maceraya açık olma, asilik ve bireysellik olarak tanımlıyor. Öyle ki bu kişilerde duyarlılık, ısrarcılık ve merak normalden çok daha fazla.

Yaratıcı kişilerin dünyaya önyargısız ve özgün şekilde bakmaya eğilimli kişiler olduklarının altını çizen Beşkardeş, yeni deneyimlere açık olmanın başkalarının göremediği şeyleri yaratıcı bireyin görebilmesini sağladığnı böylece de bu kişilerin etraflarına gelenekçiliğin at gözlükleriyle bakmayacaklarını kaydediyor.

Yaratıcı kişiler ve özelliklerine ilişkin ise Yrd. Doç. Dr. Fuat Beşkardeş şunları ekliyor.

“- Deneyim ve maceraya açık olanlar belirsizliklere tahammül edebilirler.

– Siyah ve beyazın mutlakiyetine muhtaç değildirler, grinin tonlarında oldukça mutludurlar.

– Cevaplanmamış sorular ve bulanık sınırlarla dolu bir dünyada yaşamak onlara daha fazla zevk verir.

– Maceraperesttirler, keşfetmeyi severler, keşfederken de sosyal geleneklerin sınırlarını zorlayabilirler.

eriskin psikiyatri  Kimler daha yaratıcıdırYrd. Doç. Dr. Fuat Beşkardeş

YARATICILIĞI BESLEYEN ÇEVRE

 

– Özgürlük, yenilik ve sınırda olma hissi: Örneğin Rönesans Floransası,’Her çeşit bilgi beni ilgilendirir

– Yaratıcı bir toplulukla iletişim: Yaratıcı beyin yeni bağlantılar kurup yeni fikirler üretir.

– Özgür ve adil bir rekabet ortamı

– Ustalar ve hamilerle beraber olabilme

– Ekonomik refah

DAHA İYİ BEYİNLER GELİŞTİRMEK İÇİN ÖNERİLER

– Beyin her değişiklikte yeni bir seyler ögrenir.

Beyin hücreleri arasında yeni baglantılar olusur. Bunun için alışkanlıkların getirdiği rutinden

kurtulabilmek için sürekli yaptığımız şeylerden farklı bir şeyler yapmak faydalı olabilir. Yani

bazen her zaman dinlenilenden farklı müzikler dinlenilebilir hiç okumadığımız ilgimizi

çekmeyen konularla ilgili bir şeyler okunabilir.

– İşyerine ya da eve her zaman gidilenden farklı bir yoldan gidilebilir.

– Yeni ve bilmediğiniz bir bilgi sahası seçip derinlemesine keşfe çıkın.

– Her gün meditasyon yapmaya ya da ‘yalnızca düşünmeye’ zaman ayırın

– Gözlem yapma ve tanımlama alıştırmaları yapın

– İmgeleme alıştırmaları yapın

– TV’yi kapatın, çocuklarınızla birlikte etkileşim içinde okuyun

– İlginç sorular sorun

– Dışarı çıkıp doğal yaşamı izleyin.

 

 

En güzel sözü  Mevlana söylemiş:

Her gün yeni bir yere göçmek ne iyi

Her gün yeni bir yere konmak ne güzel

Bulanmadan donmadan akmak ne hoş

Dünle beraber gitti cancağızım

Ne kadar söz varsa düne ait,  şimdi yeni şeyler söylemek lazım….

 

 

Şaban Özdemir (NPGRUP)

Değişmek istiyor ama bunu bir türlü gerçekleştiremiyor musunuz? Değişimden mi korkuyorsunuz?

korkular eriskin psikiyatri  Değişimden mi korkuyor sunuzDeğişince hayatınızda bazı şeylerin yok olacağını mı düşünüyorsunuz? Korkuya kapılmaya gerek yok. Değişimle baş edebilmek için psikolojik esneklik gerektiğini vurgulayan Yrd. Doç. Dr. Fuat Beşkardeş, değişimin öncelikle istemekle başladığına dikkat çekiyor ve değişimin yol haritasını çiziyor…

NPİSTANBUL Hastanesi Psikiyatri uzmanı Yrd. Doç. Dr. Fuat Beşkardeş neofobiyi tanımlayarak konuya giriyor..

NEOFOBİ NEDİR?

“Kainatetofobi ya da ‘Yenilik Korkusu’ olarak da bilinir. Bu deyim daha çok beyindeki bilişsel (kognitif) problemler yani bunama ve benzeri durumlar nedeniyle yaşama uyum sağlaması güçleşen kişilerde, yaşlılarda görülen bir durumu anlatmak için kullanılmaktadır.

korkular eriskin psikiyatri  Değişimden mi korkuyor sunuzYRD. DOÇ. DR. FUAT BEŞKARDEŞ

Alzheimer hastalığı ve benzeri nedenlerle yüksek beyinsel işlevleri (bellek ve hafıza) azalmaya başlayan insanlar, uyaranları değerlendirmekte zorluk çekmeye başlarlar ve kendilerini yaşamdan geri çekerler. Bu ise alıştıkları çevrelerden ayrılmama, eşyaların yerini değiştirmeme, hep ayı saatlerde aynı şeyleri yapma gibi davranışlarla kendini gösterir. Çevrelerinde yeni bir şey yapılmasını istemezler. Aslında bu kendileri için faydalı bir tutumdur. Çünkü bu gibi kişilerin hayatında büyük bir değişiklik yapıldığında, örneğin bir hastane ya da huzurevine nakledildiklerinde aniden bilişsel durumlarında bozulma olur ve şüpheci (paranoid) davranışlar içersine girebilirler.

Neofobi; Çevresindeki yeniliklerden ve gelişmelerden aşırı derecede korkmak.

Özellikle günümüz teknoloji çağında insanların gelişmelere ayak uydurmakta zorlanmalarının neofobiyi artırdığını düşündürmektedir.

Neofobisi olan kişilerin obsesyona eğilimi vardır, kontrolcü bireylerdir.

Her durumu kontrol etmek bir süre sonra kişiyi yorar ve sinirlilik ortaya çıkabilir.

KİMLER YENİLİKTEN KORKAR ?

Hastalık boyutunda çöp ev formatında karşımıza çıkabilmektedir. Ağır obsessif kompülsif bozukluk durumlarında, psikotik yani şizofrenik bozukluklarda ya da bunama (demansiyel) durumlarda karşımıza çıkabilmektedir. İleri derecede ruhsal bir hastalığa işaret eden bu durumun bir psikiyatri uzmanı tarafından değerlendirildikten sonra mutlaka tedavi edilmesi gerekir.

Zarardan kaçınma eğilimi yüksek olanlar: Gelecekte olabilecek sorunlar için kötümser endişeler, belirsizlik korkusu ve yabancılardan utanma gibi pasif kaçıngan davranışlar ve kolayca yorulma gibi davranışların ketlenmesinde veya durdurulmasındaki bir kalıtsal yanlılık, eğilim olarak karşımıza çıkabilmektedir.

Bağımlı kişilik özellikleri gösteren bireyler ve paranoid, antisosyal, borderline ve narsistik kişilik özellikleri yoğun olan kimselerde de yenilik korkusu gözlenmektedir.

Pasif agresif eğilimler yeniliğe direnç geliştirir: Bunu daha çok kurumsal ortamlarda ve toplumsal boyutlarda gözlemlenir. Burada aslında yenilikten ziyade yeniliği yapana agresyon vardır. Sürekli eleştirmek ve yanlış yapmak kurumdaki pasif agresyonun bir göstergesidir. “Bu da nereden çıktı, eski köye yeni adet” gibi sitemler bir agresyonu yansıtıyor olabilir.

DEĞİŞİM VE DEĞİŞİME DİRENÇ

Klasik ifadesiyle “Değişmeyen tek sey değişimdir” Ama insanlar olarak değişime karsı çoğu zaman direnç gösteririz. Değişimin doğasında her zaman için bir stres, kaygı ve belirsizlik vardır. İnsanlar alışkanlılarının çocuklarıdır ve alışkanlıklarından bildikleri yoldan kolay kolay vazgeçmek istemezler. Değişimin getireceği korku ve belirsizlik insanin çoğu zaman değişime direnç göstermesine neden olur. Değişmek çaba ister, düşüncede ve davranışta hareket gerektirir. Birey ise değisime karsı rahatlık ortamını bırakmak istemez. Sıkıntı verse de birey sorunlarıyla yasamaya alışmıştır. Değişimin getireceği kaygı ve stresi yasamaktansa problemiyle yasamaya devam etmek daha kolay gelir.

Kontrolünü kaybetme korkusu, hele de kendi hayatı üzerindeki kontrolü kaybetme korkusu değişimi kabullenmeye engeldir.

Değişimle baş edebilmek için psikolojik esneklik gerekir. Psikolojik esnekliğin eksikliği, en önemli nedenlerdendir. Çünkü bu durum değişiklikle başa çıkmayı zorlaştırır. Değişim öncelikle istemekle başlar, sonra etkin bir şekilde başlatmayı ve eyleme geçmeyi gerektirir. Bazı insanlar değişmeyi güçsüzlük saysalar da, bu, gerçeğin tam tersidir. Çünkü gelişmenin, olgunlaşmanın özü değişimdir.

Bireysel değişikliklere gösterdiğimiz direnç, kendi gelişimimizi, olgunlaşmamızı ve sorunlarımızdan kurtulmamızı engeller. Bazen yardım arar ve değişmek istediğimizi söyleriz ama kendi değişimimize gösterdiğimiz direncin farkında bile değilizdir. Bu direnci sadece bir profosyonel değerlendirip çözebilir.

Direncimize bir grubu dahil ettiğimizde sorun büyür. Artık direnç gösterdiğimiz değişikliğin ötesinde korkularımız vardır. Değişmek ve değiştirmek isteği kolay değildir. Değişim istenen yerde her zaman direnç de olacaktır. Dirençle baş etmenin en önemli şekli iyi iletişimdir. Değişimi kendimiz için istiyorsak, önce neleri değiştirmek istediğimize karar vermemiz gerekir. Sonra niçin ve nasıl sorusunun yanıtı bulmalıyız.”

Şaban Özdemir (NPGRUP)

Stockholm Sendromu nedir, Stockholm Sendromu kimlerde görülür, Stockholm Sendromu’nun tedavisi nasıldır, Stockholm Sendromu’nun belirtileri nelerdir?

kisilik bozukluklari Her yönüyle Stockholm Sendromu

Rehinenin kendisini rehin alan kişiye duygusal anlamda bağlanması olarak özetlenen bir tablo olarak ortaya çıkan Stockholm Sendromunu Yrd. Doç. Dr. Fuat Beşkardeş her yönüyle e-psikiyatri.com için anlattı…

Ülkemizde de zaman zaman gündeme gelen hatta siyasete dahi konu olan Stockholm Sendromunu NPİSTANBUL Hastanesi’nden Yrd. Doç. Dr. Fuat Beşkardeş anlattı…

STOCKHOLM SENDROMU NEDİR?

Rehinelerin, kendilerini esir alanların duygularını anlama noktasına gelmeleri ve kendisini rehin alan kişilerle geçirdikleri sürenin sonunda onlara yardımcı olmaya başlaması ve nihai olarak da onlarla özdeşim kurmalarına Stockholm Sendromu denmektedir.

Bu sendromun anlamını genişleterek insanın kendisini zora sokan, üzen koşulları benimsemesi, savunması ve bu koşulları yaratan nedenleri görmemesi, ezenin yanında yer alması olarak da tanımlayabiliriz.

GELİŞİM MEKANİZMASI

Sürekli şiddet yaşamanın bir sonucu olarak kurbanlar saldırganla özdeşleşmeye ve bir hayatta kalma stratejisi olarak onun için hareket etmeye başlayabilir. Kurbanın iradesinin saldırgana bağlı olması gönüllü bir karar değil, şiddetin doğrudan sonucudur.

 

kisilik bozukluklari Her yönüyle Stockholm SendromuYrd. Doç. Dr. Fuat Beşkardeş

Travmatik bağlanma süreci…  (Appelt,Kaselitz, Logar 2004)

“Şiddet uygulayanın ilk hedefi kurbanı köleleştirmektir ve bu amaca kurbanın hayatının her alanında despotça bir denetim kurarak ulaşır.  Ancak salt boyun eğme onu nadiren tatmin eder; suçlarını haklı göstermenin psikolojik ihtiyacı içindedir ve bunun için kurbanın onayına ihtiyaç duyar. Bu yüzden durmaksızın kurbanından saygı minnet ve hatta sevgi göstermesini talep eder. Saldırganın nihai hedefi gönüllü bir kurban yaratmak gibi görünmektedir”. (Herman, 1992)

GELİŞİM SÜRECİ

Bu sendromun ortaya çıkmasının temel nedeni, hayatta kalma içgüdüsüdür. Dış dünyadan tamamen soyutlanan kurban, ihtiyaçları için kendisine baskı yapan kişiye bağımlı olduğunu hisseder. Saldırganın yaptığı küçük iyilikler kurbanın gözünde büyür, zamanla kurban kendisini saldırganın yerine koyup olayları onun gözünden görmeye, yaptıklarına hak vermeye başlar.

Kurban tarafından baskıcının şiddet eğiliminin tamamen göz ardı edilmesi sonucunda, içinde bulunulan tehlike de reddedilir.

Kurban, tek olumlu ilişkisinin şiddet gösteren ile kendi arasında olan olduğunu düşündüğü için bu ilişkiyi de kaybetmek istemez ve dolayısıyla saldırgandan ayrılması gittikçe zorlaşır.

Stockholm Sendromuna yani saldırganla özdeşleşmeye yatkınlık yaratan durumlar

1.Hayati tehlikelilik durumu 2.Dış dünyadan soyutlanmışlık 3.Bulunduğu ortamdan kaçamaz halde olma (ya da kaçamayacağına kanaat getirmişlik durumu ) 4. Saldırganın ara sıra arkadaşça ve yakın davranması

Graham ve Rawlings (1998) bu koşulların genellikle aile içi şiddet olaylarında ortaya çıktığını ve kurbanların saldırganla özdeşleşme gösterebileceklerini belirtirler. Bu durumlarda şiddete uğramış kadın, saldırganı kışkırtacak veya öfkelendirecek herhangi bir şey yapmaktan çok korkar. Onun takdirini kazanmaya çalışır ve onun tarafınaymış gibi davranır. Savaşta, savaş esirlerinde de karşı tarafa patolojik bağlanma söz konusu olur. Saldırganıyla özdeşim kurulan bu durumda rehin alan kişiye mağdur taraf çeşitli duygular besleyip, onunla özdeşim kurar ve kişide kişilik değişimi yaşanır.

STOCKHOLM SENDROMUNUN GÖRÜLDÜĞÜ BELLİ BAŞLI GRUPLAR

Rehin alma durumu ve benzer bir baskı yaratan kaçırılma durumlarında (rehine-esir alan) Tecavüze uğrama, ensest ya da cinsel tacize maruz kalan çocuklarda  (istismara uğrayan çocuk-istismar eden ebeveyn) Savaşta bulunma, savaş esirleri, toplama kamplarında yaşama durumlarında Hayat kadınlarında (pazarlanan) Aile içi şiddete maruz kalınması durumlarında  (dövülen eş-döven eş) Yoğun dini  (tarikat benzeri ) ve siyasi baskı uygulanması durumlarında (brainwashing durumlarında)  (takipçi-lider)

Uzun süren hapishane deneyimlerinde (tutuklu-gardiyan) Ev hapsine maruz bırakılma durumlarında

TARİHÇESİ

İlk kez psikiyatr Bejerot tarafından tanımlanan sendrom, ismini 1973 yılında İsveç’in başkenti Stockholm’de yaşanan bir olaydan almaktadır.

Banka soyguncusu tarafından 6 gün boyunca rehin tutulan banka görevlisi bir kadın, soyguncuya duygusal olarak bağlanır.

Serbest kaldığında soyguncuyu savunmakla kalmaz, nişanlısını terk ederek kendisini rehin alan banka soyguncusunun hapisten çıkmasını bekler, sonunda da onunla evlenir.

23 Ağustos 1973 günü Stockholm’de bir bankayı soymak üzere basan soyguncular 4 banka görevlisini 6 gün (131 saat) rehin tuttu.

Soyguncular banka personeline iyi davrandı, aralarında iyi ilişkiler oluştu;

Rehineler polisin bankayı basacağını fark edip soyguncuları uyardılar; Daha sonra mahkemede soyguncular aleyhine ifade vermek istemediler, savunma ücreti için para topladılar. Olay, “soyguncular bankadan para çalamadılar ama bazı insanların kalbini çaldılar” biçiminde yorumlandı…

1974 yılında Patty Hearst isimli bir milyoner kadın bir terörist grup tarafından kaçırıldıktan 2 ay sonra onlarla birlikte bir banka soygunu yaparken yakalandı. Avukatları SS mazeretini kullandıysa da mahkeme kabul etmedi ve hapse mahkûm etti.

2001 yılında İngiliz bayan gazeteci Yvonne Ridley, Afganistan’da Taliban tarafından kaçırıldı, ilk 11 gün onlarla kavga etti, yemek yemedi. İslâm dinini incelemesi şartıyla serbest bırakıldıktan sonra İslâm dinine ilgi duydu, 2003 yılında da Müslüman oldu.

STOCKHOLM SENDROMU GELİŞİMİNİ ETKİLEYEN FAKTÖRLER

*Deneyimin (rehin, esir alınma vb gibi) süresi ve yoğunluğu *Rehinenin esir alana yakınlık ve bağımlılık derecesi *Rehin alınan kişinin kendi ortamından psikolojik olarak ne kadar uzaklaştığı *İçinde bulunulan durumun kendine özgü hassasiyeti SYMONDS (1980) SS Gelişim Riski Triadı 1.Hostil bir çevrede bulunma 2.İzolasyon hali 3.Çaresizlik hisleri Sonuç olarak bu kişilerde regresyon ve çocuklaşma eğilimi görülmekte ve bu duruma ”Travmatik İnfantilizm” adı da verilmekte.. ‘Travmatik İnfantilizm’ durumu da kişinin hayatını tehlikeye sokan kişiye yakınlaşmasına ya da onun davranışlarını taklit etmesine yol açabilmekte. ”Frozen Fright” (Donmuş Korku) : Symonds tarafından tanımlanmış olup, kurbanların ani tehlike karşısında paralize olma hallerini anlatmak için kullanılmaktadır, bir çeşit dissosiyatif reaksiyon olarak da değerlendirilebilir.

STOCKHOLM SENDROMU TRAVMATİK BAĞLANMA

Travmatik Bağlanma Nasıl Oluşur ve Güçlenir?

Şiddet ve şiddet tehditleri. Şiddet içerikli ile iyi davranma arasında gidip gelerek değişen tutarsız davranışlar bağlanmayı arttırır. Eğer uygunsuz bir düşünceye sahip olurlarsa istismarcının bunu anlayıp daha şiddetli öç alacağı düşüncesi. Izolasyon bağlanmayı arttırır. Utanç ve stigmatizasyon korkuları ( özellikle tecavüz, ensest, seks işçiliğiyle ilgili)

TRAVMATİK BAĞLANMANIN BELİRTİLERİ

– PTSB semptomları – Ufak bir iyiliğe karşı bile çok yoğun minnet duyguları – Şiddeti ve şiddet tehdidini inkar – Rasyonalizasyon – İstimarcıya ve kendine olan öfkenin reddi – Kötüye kullanımı önlemeye yönelik güce sahip olduğuna yönelik bir inanç – Durumdan ve istismardan ötürü kendi kendini suçlama eğilimi – İstismarcının ihtiyaçlarına aşırı duyarlılık – İstismarcı şiddet davranışını azaltsın diye onu memnun etme çabaları – Dünyayı istismarcının perspektifinden değerlendirme, kendine ait bakış açısını kaybetme – Kendini de istismarcının bakış açısıyla değerlendirme – İstismarcıyı iyi biri olarak değerlendirme ya da onu da kurban olarak görme – Hayatta kaldığı için ve onu öldürmediği için istismarcıya minnet duyguları besleme

LİMA SENDROMU

Stockholm sendromunun tersi olarak adlandırılır. Stockholm sendromu ile aynı koşullarda meydana gelir ve rehin alan kişiler kurbanlarına bağlılık hissederler.

1996′da Peru’nun Lima kentinde gerçekleşen Japon elçiliği rehine krizinin ardından bu adı almıştır.

Çeşitli ülkelerden diplomat, asker ve işadamlarının bulunduğu partiyi basan 14 gerilla yüzlerce kişiyi rehin aldı. 4 ay süren krizde militanlar rehinelerin ihtiyaçlarını karşıladı, sevecen davrandı ve çoğunu salıverdi…

MEDYA ÖRNEKLERİ

– George Orwell 1984 isimli romanını 1949 yılında yazmıştı ve kitapta Winston karakterlerinin, kendisine işkence yapan kişiye aşık olduğunu anlatmaktaydı. – İlk çekimi 1933 yılında yapılmış olan King Kong filminde de, canavara kurban edilmek üzere olan sarışın kız King Kong tarafından kurtarılır, kız da onu sever… – Celladına aşık olan köle – A life less ordinary filminden karaler – They weren t bad people they let me eat, they let me sleep, they gave me my life, a hostage from flight 847 – Costa Gavras’ın Mad City filmi, – Güzel ve Çirkin (Beauty and the Beast) filmi – Terence Stamp’ın oynadığı The Collector, – Woody Allen’in Sleeper, – Sidney Lumet’nin Dog Day Afternoon, – Nick Cassavetes’in John Q filmi, – David Hackl’ın  Saw (Testere)  filmi – Samuel L.Jackson ve Kevin Spacey basrollü  “The Negotiator“ filmi – Stockholm Sendromunun örneklendiği öyküleri olan başka yapımlardır…

Türk Sinemasındaki örnekleri için; – Gırgır ali, Cüneyt Arkın-Hülya Koçyiğit – Seni seviyorum, Yaşar Alptekin, Melike Zobu – Fırtına, Kadir İnanır, Harika Değirmenci – Deniz Yıldızı, Kenan Kalav, Gülben Ergen

STOCKHOLM SENDROMU’NUN TEDAVİSİ

– Psikoterapi – Farkındalık oluşturma çabaları (kötü muamele yapan kişinin davranışlarının amacı ve neye hizmet ettiğiyle ilgili)

Travma Terapisi

1.Güvenliğin Tesis Edilmesi 2.Hatırlama ve Yas 3.Hayatla yeniden bağ kurulması

Yeterli zaman ve mekan sağlanması Anlayış ve empati Güçlü ve sağlıklı dayanışma grupları

Şaban Özdemir (NPGRUP)

 

 

03 Ocak 2012

Çözüm yok, çare yok diye düşünmeyin! Sorunlara nasıl yaklaşmalıyız. Olumsuz düşünceden sıyrılıp çözüm odaklı nasıl düşünebiliriz?

eriskin psikiyatri Çözümsüz değilsiniz! Çaresiz değilsiniz!

Günlük yaşamda basit nedenlerden ötürü sorunu yönetemeyen milyonlarca kişiden biri zaman zaman biz oluruz. Sorunlar yaşamın olağan bir parçası kabul görürken, sorun karşısında gereksiz davranışlarda bulunup hem kendimizi hem de çevremizdekilerin ruh sağlığını olumsuz yönde etkileriz çoğu zaman. Peki sorunlara nasıl yaklaşmalıyız. Yaşam sorunlarını etkin biçimde çözmenin basamakları var mı? Olumsuz düşünceden sıyrılıp çözüm odaklı nasıl düşünebiliriz?

Dr. Fuat Beşkardeş çözüm odaklı düşünebilmenin şifrelerini anlattı…

NPİSTANBUL Hastanesi Psikiyatri Uzmanı Dr. Fuat Beşkardeş sorun çözmeye olumlu ve olumsuz yönelimi olan kişiler ve özellikleri olduğuna dikkat çekiyor. Beşkardeş; bu kişilerin özelliklerini şöyle tanımlıyor.

SORUN ÇÖZMEYE OLUMLU YÖNELİMİ OLAN KİŞİLERİN ÖZELLİKLERİ:

– Sorunları genelde olağan, sıradan ve yaşamın kaçınılmaz olayları olarak görürler.

– Sorunları, kaçınılması gereken göz korkutucu olaylar olarak görmektense, kendilerini geliştirmeleri (yeni bir şey öğrenme, yaşamı daha iyi yolda değiştirme, kendini daha iyi hissetme gibi) bir uğraş için bir fırsat olarak görürler.

– Sorunların bir çözümü olduğuna ve bunu kendi başlarına bulabilecek yeterlikte olduklarına inanırlar.

SORUN ÇÖZMEYE OLUMSUZ YÖNELİMİ OLAN KİŞİLERİN ÖZELLİKLERİ:

– Soruna neden oldukları için kendilerini suçlama eğiliminde olurlar, ‘yetersiz, yeteneksiz, işe yaramaz, kötü, talihsiz’ diye genellikle kendilerini olumsuz tanımlarlar.

– Sorundan kaçmaya ya da herhangi bir tasarı kurmaksızın saldırmaya çalışırlar.

eriskin psikiyatri Çözümsüz değilsiniz! Çaresiz değilsiniz!
Psikiyatri Uzmanı Dr. Fuat Beşkardeş

– Sorunun üstesinden gelme beklentileri düşüktür, çünkü ya sorunu çözülemez olarak görürler ya da sorunu başarıyla çözebilecek yeterliliklerinin olmadığını düşünürler.

-Sorunu, yeterli birinin, çok çaba harcamadan hemen çözmesi gerektiğini düşünürler. Bir başkasının sorunu çözmesini yeğlerler.

Dr. Beşkardeş sorunun tanımlanmasının da önemine dikkat çekiyor ve 5 aşamalı olduğunu ifade ediyor.

1.Var olan gerçekleri arama: 5N, 1K: Ne, nerede, ne zaman, neden, nasıl ve kim.

2. Bu gerçekleri açık bir dille tanımlama

3. Gerçekleri varsayımlarda ayırt etme

4. Gerçekçi amaçlar saptama

5. Aşılacak engelleri belirleme

Yaşam sorunlarını etkin biçimde çözmenin ayrıntılarını da belirtiyor Dr. Fuat Beşkardeş.

“D’Zurilla ve Nezu tarafından tanımlanmıştır.

1. Aşama: Tutum: Bir sorunu çözmeye kalkışmadan önce, söz konusu soruna karşı ve bununla baş edebileceğinize dair olumlu ve iyimser bir tutum takınmalısınız.

2. Aşama: Tanımlama: Tüm verileri elde ederek, sorunu çözmenin önündeki engelleri belirleyerek ve gerçekçi bir amacı belirterek, sorunu doğru bir biçimde tanımlamalısınız.

3. Aşama: Seçenekler bulma, alternatifler üretme.

4. Aşama: Öngörme: Olumlu ve olumsuz sonuçları öngörme ve en az zararla,en çok yarar getireceğini düşündüğümüz en iyi seçeneğin seçimi

5. Aşama: Deneme: Bir eylem tasarısı oluşturduktan sonra bulduğunuz çözümü gerçek yaşamda dener ve işe yarayıp yaramadığını görürsünüz. Elde ettiğiniz sonuçla yetinebiliyorsanız sorunu çözmüşsünüz demektir. Yetinemiyorsanız, başa dönüp daha iyi bir çözüm arayışına girmelisiniz.”

Dr. Fuat Beşkardeş olumsuz düşünmeyi bırakma ve sağlıklı çözüm odaklı düşünmenin öğrenilebileceğini de kaydediyor.

“- Ne düşündüğümüz, çoğu zaman ne hissettiğimizi etkiler. Herhangi bir olayla ilgili olarak ne hissettiğimiz, o olayla ilgili ne düşündüğümüze bağlıdır.

– Hiçbir şey eksiksiz ve çok yetkin değildir. Sorunlar, yaşamın olağan bir parçasıdırlar ve bütün dünyayı denetim altında tutamayız.

– ’Bütün insanlar yanlış yapabilirler, ben de yanlış yapabilirim’.

– Olumsuz düşünceler içinde olduğumuz her an, bizi yaşamımızın olumlu yanlarına odaklanmaktan alıkoyar.

– Kötü bir ilişki olabilmesi ya da çatışma doğabilmesi için en azından iki kişiye gereksinim vardır.

– Sorunlar, öğrenme sırasında üstesinden gelinmesi gereken engellerdir, insanlar genellikle zorluklar karşısında kendilerini geliştirirler.

– İyi tanımlanmış bir sorun yarı yarıya çözülmüş demektir. Sorunu görmek, çözümü görmeye yardımcı olur.”

Ne denli çok çözüm yolu seçeneği yaratılırsa, o denli nitelikli çözümler bulunabileceğini ifade eden Dr. Beşkardeş, ön yargıdan uzak durulması, akıllara gelen her düşünceye değer verilmesi ve göz ardı edilmemesi gerektiğini vurguluyor. Çeşitlilik noktasında yöntemler üzerinde düşünmenin önemli olduğunun altını çizen Dr. Beşkardeş yaşamdan çıkarılacak derslerin de olduğunu söylüyor.

YAŞAMDAN ÇIKARILACAK DERSLER

– Epiktetos :’İnsanlara rahatsızlık veren, olayların kendisi değil, bu olaylara getirdikleri bakış açısıdır’.

Shakespeare : ‘Hiçbir şey iyi ya da kötü değildir. Düşüncelerimiz onu belirler’.

– Dengeli bir yaşam kurabilmeniz için değiştirebileceğimiz durumları değiştirmeye çalışmanız, değiştiremeyeceklerinizi olduğu gibi kabul edip bunlara katlanmak için yeni bir algı geliştirmeniz ve ayırt etmek için yeterince akılcı davranmanız gerekmektedir.

-’Geçmiş anlaşılır, gelecek ise yaşanır. Yaşamınızı kendiniz yazın’

 Şaban Özdemir (NPGRUP)

Şişmanlıyoruz!

Dünya nüfusu 7 milyara ulaşırken, insanlar sayıca çoğalmakla kalmıyor, aynı zamanda giderek ”ağırlaşıyor”.

Beraberinde getirdiği sağlık sorunları  nedeniyle ”obezite ile mücadele” konusunu yeni bin yılın öncelikli mücadele  alanlarına dahil eden Dünya Sağlık Örgütünün (DSÖ) verileri, 1980’den bu yana  kilolu ve obez bireylerin oranının iki katına yükseldiğini, obezitenin ölüm  nedenleri listesinde ön sıralara yükseldiğini ortaya koyuyor.

DSÖ’nün resmi  internet sitesinde yer alan rapor ve istatistik bilgilere göre, 20 yaş ve  üzerinde en az 1,5 milyar kişi kilo problemi yaşıyor, obeziteyle ve beraberinde  getirdiği sağlık sorunlarıyla mücadele ediyor.

Veriler, her yıl en az 2,8  milyon kişinin şişmanlık nedeniyle hayatını kaybettiğini ortaya koysa da aşırı  kiloların verdiği zarar bu sayıyla sınırlı kalmıyor. DSÖ’nün raporunda diyabet  hastalığının yüzde 44’ünün, kalp hastalıklarının yüzde 23’ünün ve çeşitli kanser  türlerinin yüzde 41’e varan bölümünün obezite ile ilişkilendirildiği  belirtiliyor. Bir başka deyişle, tek başına ölüm nedeni olan obezite, ”dolaylı  yollardan’‘ da insan hayatına mal oluyor. Kişinin vücut ağırlığının, metre  cinsinden boyunun karesine bölünerek bulunan beden kitle endeksinin 30 ve  üzerinde çıkması olarak tanımlanan obezite, son 20 yılda özellikle çocukları da  tehdit eden bir soruna dönüştü. 5 yaş ve altındaki 43 milyon obez çocuğun  varlığına dikkati çeken DSÖ, üye ülkelere, şişmanlıkla mücadele konusunda acil  önlem alma çağrısı yapıyor.
Artık yalnızca zengin ülkelerde  değil Çocuklara yönelik çalışmaların hızlandırılması gerektiğini  özellikle vurgulayan DSÖ’ye göre, çocuklukta başlayan şişmanlık, sadece  yetişkinlikte şişmanlıkla sonuçlanmıyor, kilolu çocuklar soluma güçlüğü,  kemiklerde kolay kırılma, hipartansiyon, insülin direnci ve psikolojik  sorunlarla erken yaşta karşılaşmak zorunda kalıyorlar.

Obeziteyle mücadele  konusunu ”şişmanlık önlenebilir” prensibiyle ele alan DSÖ, yüksek gelir  grubundaki ülkelerde karşılaşılan obezitenin, artık gelir grubuna bakılmaksızın  yaygınlaştığına işaret ediyor ve üye ülkeleri özellikle sağlıklı beslenme ve  fiziksel aktivitenin artırılmasını teşvik eden programlar geliştirmeye davet  ediyor.

DSÖ’nün raporuna göre, alınan enerji ile harcanan enerji arasındaki  dengenin bozulması olarak kısaca özetlenebilecek şişmanlama hızla artıyor. Çünkü  dünya genelinde kalorisi yüksek, içinde katkı maddeleri bulunan ancak vitaminler  yönünden zayıf yiyecekler artarken, bir yandan da şehirleşme, ulaşım  olanaklarının iyileşmesi ve teknoloji, bireylerin fiziksel hareketliliğinin  azalmasına neden oluyor.

Tütün ürünleriyle mücadele gibi, obeziteyle  mücadeleyi de milenyum hedefleri arasına alan DSÖ, 2004 yılında Dünya Sağlık  Kongresi’de ”DSÖ Diyet, Fiziksel Aktivite ve Sağlık Global Stratejisi”ni kabul  etti ve 2008-2013 yılları arasında uygulanmak üzere ”Eylem Planı” açıkladı.  Plan, yerel ve ulusal otoritelerin, STK’ların desteğiyle, bireylerin öncelikle  sağlıklı beslenmenin önemi ve yolları konusunda bilgilendirilmesini ve teşvik  edilmesini amaçlıyor.
Türkiye obeziteyle mücadele  ediyor
Sigarayla mücadelede DSÖ’nün gösterdiği hedefleri yakalama,  gerekli düzenlemeleri hayata geçirme konusunda örnek gösterilen ülkeler arasında  yer alan Türkiye, obeziteyle mücadelede kararlı olduğunu belirterek, 2011 yılını ”Şişmanlık ve Hareketsizlikle Mücadele Yılı” ilan etti.

Milli Eğitim  Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı ile Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından  ortak yürütülen çalışmalarla, başta sağlık eğitimi olmak üzere işyerlerinde ve  evlerde bilinçli beslenmenin yaygınlaşması, sporun teşvik edilmesine yönelik  önlemler ve düzenlemeler geliştiriliyor.

Sağlık Bakanlığı Temel Sağlık  Hizmetleri Genel Müdürlüğünün açıkladığı, 2014 yılına kadar geçerli olacak  ”Türkiye, Obezite ile Mücadele Kontrol Programı’‘, ülke genelinde başta  çocuklar olmak üzere obezitenin artığı tespitini yaptıktan sonra, kısa, orta ve  uzun vadede yapılması gerekenlere ilişkin yol haritası çiziyor.

Programın ön  sözünde Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın şu ifadelerine yer veriliyor: ”Yapılan  araştırmalar dünyada olduğu gibi ülkemizde de fazla kilolu olma ve obezite  sıklığının giderek arttığını ve obezitenin özellikle çocuklarımızı ve  gençlerimizi etkisi altına almaya başladığını göstermektedir. Çağımızın en  büyük sağlık problemlerinden biri olan obeziteden korunmada devlete ve bireylere  farklı sorumluluklar düşmektedir. Devlet, obezite ile mücadeleye yönelik etkin  ve yaygın politikalar geliştirerek, doğru bilgi kaynakları ve çeşitli imkânları  sağlayarak toplumu ve bireyleri sağlıklı bir hayat tarzına teşvik etmeli,  bireyler ise hizmetleri talep etmeli, devletin sağladığı imkanlardan  yararlanmalı, yeterli ve dengeli beslenme ile düzenli fiziksel aktivite  alışkanlığı kazandıkları bir hayat tarzını benimsemelidir. Obezite ile  mücadele, gerçekte pek çok hastalıkla mücadele demektir. Obezite, kalp damar  hastalıkları, yüksek tansiyon, şeker hastalığı, bazı kanser türleri, solunum  sistemi hastalıkları, kas-iskelet sistemi hastalıkları gibi pek çok sağlık  probleminin oluşmasına zemin hazırlamakta, hayat kalitesi ve süresini olumsuz  yönde etkilemektedir. Bu sebeple obezite ile mücadele etmek ülkemizin geleceği  için son derece önemlidir.”

Türkiye’ye gelen turistlerin çoğu bu ülkelerden

Türkiye’yi 2011 yılının 11 ayında ziyaret eden yabancı turist sayısı geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 10.2 artışla 30 milyon 261 bin 347 kişiye ulaştı. 2011 yılı Kasım Ayında Türkiye’ye en çok ziyaretçi gönderen ülke Almanya olurken, Gürcistan, Suriye, İngiltere, ABD, Fransa, Rusya Federasyonu ve İtalya ülkeye  en çok ziyaretçi gönderen diğer ülkeler arasında yer aldı.

ANKA

Türkiye’yi 2011 yılının 11 ayında ziyaret eden  yabancı turist sayısı geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 10.2 artışla 30  milyon 261 bin 347 kişiye ulaştı. Ocak-Kasım döneminde Türkiye’ye en çok  ziyaretçi gönderen ülkeler sıralamasında Almanya yüzde 15.44 pay ile birinci,  Rusya yüzde 11.3 ile ikinci, İngiltere yüzde 8.42 ile üçüncü sırada yer aldı.  Kasım ayında Türkiye’yi ziyaret eden yabancı sayısı ise yüzde 7.1 artışla 1  milyon 596 bin 295 kişi düzeyinde gerçekleşti.

Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın  Emniyet Genel Müdürlüğü’nden elde ettiği 2011 yılı Kasım ayı Geçici Giriş-Çıkış  Yapan Yabancı ve Vatandaşlar verilerini açıkladı. Buna göre, Türkiye’yi ziyaret  eden yabancı sayısı 2011 yılının 11 ayında geçen yılın aynı dönemine göre yüzde  10.18 artışla 30 milyon 261 bin 347’ye yükseldi. Bu ziyaretçilerin 2 milyon 95  bin 391’inin günübirlikçi olduğu belirlendi. 2011 yılının Ocak-Kasım döneminde  Türkiye’ye gelen yabancı ziyaretçilerin yüzde 34.19’unu oluşturan 10 milyon 347  bin 283 kişinin Antalya’dan, yüzde 24.81’ini oluşturan 7 milyon 507 bin 799  kişinin İstanbul’dan giriş yaptığı belirlendi. En çok girişin yapıldığı diğer  sınır kapıları şöyle oldu: “Yüzde 10.15 pay ile Muğla, yüzde 8.35 ile  Edirne, yüzde 4.44 ile İzmir.”
-KASIM’DA ZİYARETÇİ SAYISI YÜZDE 7.1  ARTTI-
2011 yılı Kasım ayında Türkiye’yi ziyaret eden yabancı sayısı  geçen yılın aynı ayına göre yüzde 7.06 artışla 1 milyon 596 bin 295’e ulaştı.  Kasım ayında Türkiye’ye gelen yabancı ziyaretçinin 154 bin 973’ünü  günübirlikçiler oluşturdu. Günibirlikçilerin, toplam yabancı ziyaretçiler  içindeki oranı yüzde 9.71 oldu. 2011 yılının Kasım ayında Türkiye’ye gelen  yabancı ziyaretçilerin yüzde 37.34’ü İstanbul’dan, yüzde 18.56’sı Antalya’dan,  yüzde 11.53’ü Edirne’den, yüzde 6.11’i Artvin’den ve yüzde 4.38’i İzmir’den  giriş yaptı.
Türkiye’ye en çok ziyaretçi gönderen ülkeler

2011 yılı Kasım Ayında Türkiye’ye en çok ziyaretçi gönderen ülkeler  sıralamasında Almanya yüzde 17 oranıyla başı çekti. Almanya’dan Türkiye’yi  ziyarete 271 bin 367 kişi geldi. Bunu yüzde 8.34 oranıyla ve 133 bin 60 kişi ile  Bulgaristan, yüzde 7.45 oranıyla, 118 bin 941 kişiyle İran izledi. Kasım ayında  Türkiye’ye en çok ziyaretçi gönderen diğer ülkeler ise şöyle: “Gürcistan,  Suriye, İngiltere, ABD, Fransa, Rusya Federasyonu ve İtalya.” 2011 yılı  Ocak-Kasım döneminde ise Türkiye’ye en çok ziyaretçi gönderen ülkeler  sıralamasında Almanya yüzde 15.44 oranıyla ilk sırada yer aldı. Almanya’dan  Türkiye’ye gelen ziyaretçi sayısı 11 ayda 4 milyon 671 bin 431 kişi düzeyinde  gerçekleşti. Bunu yüzde 11.3 oranıyla, 3 milyon 420 bin 468 ziyaretçiyle Rusya  Federasyonu, yüzde 8.42 oranıyla, 2 milyon 549 bin 79 kişiyle İngiltere izledi.  Yılın 11 ayında Türkiye’ye en çok ziyaretçi gönderen diğer ülkeler şöyle:  “İran, Bulgaristan, Hollanda, Fransa, Gürcistan, Suriye ve  ABD.”

/** Türkiye’ye gelen yabancı ziyaretçilerin yıllara ve aylara göre  dağılımı Değişim Aylar Yıllar Oranları (yüzde) 2009 2010 2011 2010/  2011/ 2009 2010 Ocak 751.817 809.974 975.723 7,74 20,46 Şubat 898.927  953.848 1.079.505 6,11 13,17 Mart 1.207.729 1.414.616 1.617.782 17,13 14,36  Nisan 1.750.281 1.744.628 2.290.722 -0,32 31,30 Mayıs 2.718.788 3.147.492  3.283.125 15,80 4,28 Haziran 3.263.089 3.500.024 3.780.637 7,26  8,02 Temmuz 4.343.025 4.358.275 4.597.475 0,35 5,49 Ağustos 3.760.372  3.719.180 4.076.783 -1,10 9,62 Eylül 3.136.010 3.486.319 3.923.546 11,17  12,54 Ekim 2.617.193 2.840.095 3.039.754 8,52 7,03 Kasım 1.403.740  1.491.005 1.596.295 6,22 7,06 Aralık 1.226.143 1.165.903 -4,91 Toplam  27.077.114 28.632.204 5,74 11 aylık Toplam 25.850.971 27.466.301  30.261.347 6,25 10,18 **/

Piyano virtüözü ve besteci Fazıl Say yeni eserlerini, ‘Sivas 93’ projesini, medya ve yeni kuşaklarla ilgili düşüncelerini anlattı.

Zeynep Altıok Akatlı

Dostum Fazıl Say’la onca zamansızlık içinde adeta zaman çalarak söyleştik. Onun hep kalabalık, hep koşturmacalı yaşantısı içinde sonbahardan kalma gri-mavi bir kış gününde yeni evinde buluştuk. Fazıl İstanbul’dayken sıklıkla zaman geçirdiğimiz “Bach che”li evde değiliz bu kez. Benim de ilk kez tanıştığım yeni ev, bana sorarsanız, Fazıl’ın “denize bakma durağı”. Kısa süreli yol aralarında yalnızca bedenen değil, manen de dinlendiği ve yeni eserlerini ürettiği huzurlu bir durak. Fazıl beni “Bu aralar bana beş tane ben lazım galiba” diyerek karşıladı. O, hep çok yoğun ama son iki yıldır her zamankinden de farklı bir üretim sürecinde. Bu süreçte birbirinden yapı olarak da farklı birçok büyük eser besteledi.

– Öncelikle yeni çalışmalarından söz eder misin?

-Bu yıl dört eser var. “Hayyam Klarinet Konçertosu” biliyorsun gündemde. Klarinet Ömer Hayyam’ı temsil ediyor. Orkestra içinde Hayyam’ın karısı da viyolonselle temsil ediliyor. Eser Hayyam’ın çocukluğundan başlayarak yaşamını anlatıyor. Neden Hayyam? Çünkü benim için 13-14 yaşından beri önemi olan bir şair. Dörtlüklerinin bana yol göstericiliği var. Neredeyse bütün dörtlüklerini ezbere bilirim. Büyük bir sevgi ve bağlılık var yani. Hayyam’cı insanlar öyledir. Kendilerini Hayyam gibi hissederler biraz… Bu eser benim de bir sürü şey öğrendiğim, yazmayı geliştirdiğim bir eser oldu.

O bittiğinde bahar aylarında yazdığım dört şarkım var. Piyano eşlikli ve klasik bir ses için yazıldılar. Yani caz ve pop sesleri için de uyarlanabilecek şarkılar değil. İlla ki söyleyen klasik olacak. Virtüöz bir notasyonu var. İkisi Almanca şarkılar. İlk şarkı Nâzım’dan “Masalların Masalı”. İkinci şarkı Avusturyalı şair Ingeborg Bachmann’ın. Biliyorsun onun trajik bir ölümü de var. Sigarayla yatakta uyuyakalıyor ve yanarak ölüyor. “Büyük Yük” diye Almanca bir şarkı. Üçüncü şarkı Turgut Uyar’dan: “Göğe Bakma Durağı”. Muhteşem bir ilişki şiiridir. Dert, özlem, hınç ve iyisi kötüsü, karanlığı aydınlığı bir arada çok güzel bir şiirdir. Son şarkı ise Rilke’nin “Panter” şiiri. Rilke’nin de Alman edebiyatında önemli bir yer tutan şair olduğunu düşünüyorum.

‘Müzik kendimi ifade yöntemim’

– Bu eserler sana siparişle mi geliyor? Nasıl belirliyorsun bir sonraki çalışmanın ne olacağını?

-Siparişler çoğunlukla iki-üç yıl önceden veriliyor ve tema olarak da tamamen serbest bırakılıyorum. Ben anlatmak istediklerini müzikle anlatan biriyim. 5 yaşından beri kendini piyanoyla doğaçlama içgüdüsü ile anlatan biriyim. “İstanbul Senfonisi”nde olsun, “Hayyam”da olsun ben hep provalarda orkestranın içinde gezdim. Çalgıların yanında oturdum, bir sonraki eser için enstrümanların orkestra içindeki ruhlarını daha iyi öğrenmek istedim. Eşlikte ya da ana fikirde enstrümanları nasıl kullanacağın önemlidir. Enstrümanların sınırlarını iyi bilmek gerek. Besteci için orkestrayı öğrenmek, anlamak mühimdir, bu zenginleşme demek.

Savaşın anlamsızlığı

– Peki, az önce söz ettiğin eserler tamamlandı, hatta icra edildi. Bu yılın çalışmaları devam ediyor, biliyorum. Heyecanla beklediğim “Mezopotamya Senfonisi”nden söz edelim mi?

Az önce anlattığım benim öznel gelişimim içinde “Mezopotamya”da anlatacak şeyim çoktu. Bir kere Mezopotamya ismi tarihi bir isim. Güneydoğu ya da Ortadoğu değil eserin ismi. İçinde tarih de var. 10 bölümlük bir eser, 55 dakika. “İstanbul Senfonisi” 45 dakikaydı; o bile fazla provalı, büyük ve masraflı bir eserdi. Bu artık iyice fil, mamut durumunda yani. Ay ve Güneş diye iki bölüm var. Eski Mezopotamya uygarlıklarının inançlarıydı, korkularıydı, taptıkları şeylerdi Ay ve Güneş. Bunların bugünün insanı için de yansımaları var. Dicle ve Fırat üzerine iki bölüm var. Nehir bölümleri güzel.

Eserde hem Mezopotamya tarihi boyunca hem de günümüzde yoğun yaşanan trajik olaylar var. Terör, savaş, acı çok var. Biliyorsun, günümüz filozoflarının özellikle Ortadoğu için “ölüm kültürü” gibi bir tanımları var. Bölge kültürü olarak görüyorlar bunu. Kürt, Arap, Yahudi olarak değil, bir bölgenin kültürü olarak tanımlıyorlar ölümü onlar. Bu sadece terörle ilgili bir durum da değil. Eserde yoğunlukla savaş teması var. Savaşın anlamsızlığını anlatan uzun bölümler var. Bana göre dünyanın en anlamsız şeyi savaş ve bu ölüm kültürü.

-Ben özellikle Avrupa’da seni cesur yorumların ile bir icracı olarak özgün bulduklarını düşünüyorum, biliyorum. “İstanbul Senfonisi” Almanya’dan siparişti ve yurt dışında tanınmayan enstrümanlar ile bestelenmişti. “Mezopotamya”da enstrümanlar nasıl? Neler şaşırtacak?

-“Mezopotamya”da Güneydoğu Anadolu’nun ya da Ortadoğu’nun etnik enstrümanlarını kullanmadım. Ama onlara çok yakın olan ve çok imkânları olan bazı sazlar var. Blok flüt ailesinden fagot büyüklüğünde bas blok flüt ve trombon büyüklüğünde bas flüt var. Teremin diye elektromanyetik dalgalarla çalınan bir enstrüman var. Meleği sembolize ediyor. Bu kadar savaşın olduğu bir bölgeye bir de melek lazım. Tasviri bir melek figürü. Ben meleklere şeytanlara inanan bir insan değilim, ama o bir iyilik sembolü.

-Peki, şu an üzerinde en yoğun olarak çalıştığın “Hezarfen” galiba?

-“Hezarfen” bir ney konçertosu. Ney çok enteresan bir enstrüman. Bana göre olması gereken bir iş. Tamamen dini bir sembol aslında. İyi bir neyzen sanki bir tek sesin içine bütün bir evreni sığdırmak ister gibidir. Huzurla birlikte büyük bir doluluk gelir. O doluluk sanırım huzur. Boş bir şey huzursuzluk yaratır. Neyin karakteri uzun notalardır. Hızlı şeyler çalan, virtüöz şeyler yapan bir enstrüman değil. Ney konçertosu Hezarfen’in uçtuğu günü anlatan bir eser. Benim kafamdaki Hezarfen oldukça muhalif de biri. Ney, Hezarfen’in kendisini ve iç sesini simgeliyor. Biraz da o muhaliflik, evrensellik, doluluk simgeleniyor.

3. bölümden itibaren Hezarfen kendini boşluğa atıyor. Uçuştaki hisleri, teknik zorluk, heyecanları, yalnızlığı, yorgunluğu. Ben onun peşine martı sürüleri de takıyorum. Üsküdar’a indikten sonra kendisini karanlık bir gelecek beklediğinin de bilincinde. İnişten sonra biliyorsun onu hemen Cezayir’e sürdüler. Yani konçerto mutlu sonla bitmeyecek.

-Bir başka büyük projen var beni de özel olarak ilgilendiren. “Sivas 93” bir opera eseri olacak. Librettonun yazıldığını biliyorum. Biraz da heyecan içindeyim açıkçası. Daha çok yeni ve çalışmanın çok başındasın, ama ben söz etmeni istiyorum.

-Librettonun birinci yazımı yapıldı. Daha çok çalışacağız üzerinde. Genco Erkal’la çalışıyoruz. Genco’nun yaptığı tiyatro eserinden farklı biraz. O eser kişiye odaklanmayan, tiyatrocuların her an herkes olabildiği bir eser. Biraz bizim olayları bilmemize dayanan bir durum bu. Oysa operada tema Avrupa’da bilinmeyen olaylar ve insanları içerdiği için kişilerin anlatılması gerekli. Libretto biraz o kaygıyla yazıldı.

-Yurtdışında senin özgün bir yerin var dedik. Bence “Metin Altıok Ağıtı” da çağdaş bir eser. Belki “Nâzım Hikmet Oratoryosu” gibi yurtdışında da ilgi çekebilirdi. Ancak yaşadığımız sansür yüzünden sadece bir kez çalınabildi. Sansürlenmenin yıkıcılığının yanında bunun arkasındaki uzun çalışma süreci ve büyük bir emek de var. Bu esere ilişkin duyguların neler?

-Nâzım daha oral bir şair, Metin Altıok ise daha içsel bir şair bana göre. Nâzım’ın daha halka inmiş bir tarafı var. Altıok daha zor okunan bir şair değil, ama Nâzım’cılık popülistliğinde de değil. Hele ben oratoryoyu yazdığımda hiç değildi. Madımak olayları da hâlâ tartışılıyor. Ve mühimdir. Ben oratoryomda Metin Altıok’u anlattım. Bir Ankaralı şair anlatılıyordu. 9. bölümünde onun hayallerini, dünya görüşünü, yaşamını anlatıyordum. 10. bölümde ölümü ve Sivas vardı. Madımak konusu bir popülist yaklaşım da içerebilir belli bir yerden bakıldığında. Benim en büyük endişem Sivas’ın arkasına sığınıp bundan faydalanıp ortaya çıkıyor denmesiydi. “Altıok Ağıtı” bundan sıyrılmış bir eserdir. Popülist dalganın değemeyeceği bir yerde duran bu dalgayı reddetmiş bir eser. Keşke her yıl bir iki yerde “Altıok Ağıtı”nı çalabilsek. Türkiye’de yeri daha önemli bu eserin.

“Nâzım Oratoryosu” da ve “Altıok Ağıtı” da Türkçe olmaları nedeniyle yurtdışında sıkıntılı aslında. Böyle olunca müzik-edebiyat buluşması ifade edilemiyor. Oysa bu ülkede bu buluşma hâlâ çok önemli ve çok şey kazandırır. “Sivas 93 Operası”nı bu gibi kaygılarla Almanca hazırlıyoruz. Hem Metin Altıok hem de Nâzım Hikmet benim hayatımda kilometretaşı niteliğinde. Bu ülkenin kültür hayatı içinde müzikle, edebiyatla buluşulmasının önemli olduğuna inanıyorum. Bundan sonraki kuşak -inşallah olursa böyle sanatla ilgili bir kuşak- bu eserleri dinleyecek ve üzerine bir şeyler koyacak. Bu buluşmalar onlara yol açacak. Ben ne yazık ki yeni kuşak adına çok karamsarım. Bu ülke nereye gidiyor onu bile bilmiyorum. Sanatta yeni kuşak olabilecek mi diye endişelenecek kadar karamsarım. Bunu söyleyince de tonla düşman kazanıyorum.

Yalnızlığı yaşamak

– Ülkende olup bitene duyarlığın var. Sanatçının taşıması gereken aydın sorumluluğu ile meselen var. Bunun yanı sıra yurtdışında kırmızı halılarda yürüyerek bayağı rahat ve kolay bir yaşamın olabilecekken bunca zamansızlıkta duyarsız kalmıyor, hırpalanıyorsun, üzülüyorsun, isyan ediyorsun. Etrafın kalabalık, yaşamın dolu, ama büyük bir yalnızlık duygusu var. Ancak sen bu duygularla çıkışlar yaptığında sürekli bir sataşmayla karşılaşıyorsun. Hem de senin temelde en karşı olduğun magazinleştirme ve yozlaşma tonunda!

-Zeynep’çiğim, beni gerçek anlamda en fazla mutlu eden şey müziği iyi yapmak. İyi bir konser vermiş olmak. İyi bir eser yapmak. Zaten bütün enerjimi ve dertlerimi anlatmak, yalnızlığımı paylaşmak müziğimden geçiyor. Gizli bir dehliz gibi. Bunu beni birazcık dinlemiş olan herkes bilir. Çünkü onlara ulaşır. En kötü günümde bile bu hissedilir. Eserlerime de isyanlarım, memleketle ilgili dertlerim yansır. Benim İstanbul’da çok daha geniş bir çevrem, daha yakın dostluklarım olabilecekken zamansızlığımdan bu mümkün değil.

Benim hayatım kızım ve yakın dostlarımla sınırlıdır. Kurmak istediğin ilişkileri kuramadığın bir hayat içsel bir yorgunluk da getiriyor elbette. Bazen de o yalnızlığı yaşamak istiyorsun. Kendinle de hesaplaşarak. Yeni evimde kendime iyi gelen zamanı yaratıyorum. Boğaz’da uzun yürüyüşler yapıyorum. Birikmiş dertler akmaya başlıyor. Yıllardır tuttukların, sıktıkların akmaya başlıyor. Ama sanatçıların, müzisyenlerin, şairlerin hayatları böyle bir şey. Düzen olsa yapamazdık. Duyarsız olamayız.

İnternet ortamı

-Senin eserlerinde Türkiye var. Sürgün Nâzım’ı anlatıyorsun. Sivas’ta yaşanan acıyı hissediyorsun. Metin Altıok’u, Turgut Uyar’ı, Cemal Süreya’yı bilip anlatıyorsun. Mezopotamya’nın acılarıyla buluşuyor, Âşık Veysel’in topraklarının müziğini eserine taşıyorsun. Saz var, türkü var. Yine de elitist olmakla, uzaklıkla itham ediliyorsun.

-Şuna biraz üzüldüğümü söylemeliyim. Hoş internet herkesin her şeyi söylediği, insanların fevri olduğu, hatta kimliksiz bile olduğu bir ortam. Buna rağmen, Fazıl Say Türkiye’nin sanatçısı değil; gâvur, Batılı gibi genellemelere üzülüyorum. Şöyle düşün. “İstanbul Senfonisi” değil Münih Senfonisi yazarsın, “Mezopotamya” değil de Westphalia yazarsın. Nâzım’ı değil Aragon’u, Altıok’u değil Neruda’yı, Hayyam’ı değil Shakespeare’i yazarsın. Alevi dedeleri, Âşık Veysel’i, Dede Efendi’yi değil, yabancıları ele alırsın. Buna hakkın da vardır aslında. Bütün bunlara rağmen bu eserlerin dünyaya yayılmışlığına, Türkiye’de de çok bilinmesine, internette yaygın olmasına rağmen genellenmeye başladı bu tavır. Bu beni üzüyor tabii, bunun önüne geçmek için de kendimden zaman ve çaba koyuyorum. Ama bu bir rüzgâr. Yalan bir şey bu, bakalım neresinden dönecek…

 

Yozluğa karşı tepki

-Sosyal mecrada insanların tek bir konuya takılmasına basının  senin dünya başarılarına hiç yer vermeyip sadece bu mecralarda magazinel  konulara çekmesine içerliyorum ben. Eminim sen de hissediyorsun bunu.  Bu tek taraflılık niye?

-Ben yozluğa karşı bir tepki koyuyorum. Etik olarak buna hakkım  var. Yozluğa karşı kendini temiz hissederek söylediklerimi söylemeye  hakkım var. Fevri olabilirim kimi zaman, ama bu vatan haini olarak  tanımlanmayı gerektirmez. Ben dediğin gibi sadece yurtdışına odaklansam,  bu tartışmalara hiç girmesem bile değişmeyecek bakışlar var. Ben  konserlerin dışında aydınlanma için festivaller kurma amacı gütmeyen  biri olsaydım, bunları adeta harekât gibi algılamasaydım düşmanım hemen  hemen hiç olmazdı. Ama o zaman ben olmazdım. Bu besteler böyle çıkmazdı.  Bu besteler bir şekilde kendini geliştirme hıncı. Tepki. Olan bitenin  intikamı.

Şu basit bir şey: Biraz bile kariyer ve para kaygısı taşıyan  bir insan bu hükümetle ters düşmez. Bir kişiyi yok edebilecek,  susturacak her türlü kaynağı kullanıyorlar. Her şey ellerinde. Para ve  kariyer benim için hiç mühim olmadı. Müziği yapabilmek önemli oldu.  Yanığı söndürmek ve tedavi edebilmek önemliydi. Magazinlere gelince  bunlar boş. Gerici medyada, 2. Cumhuriyetçi medyada ve yandaş medyada  bir Fazıl Say hesaplaşması zaten var. Bizim artık ne medyamız kaldı?  Artık sadece kendi medyamız, internetimizde konuşabiliyoruz. O da varsa.  Bu böyle. Medya oldum olası kültür-sanata mesafelidir. Ana akım  gazetelerde kültür-sanat sayfası yoktu. Hep belli gazetelerdir buna yer veren.

-Son olarak Fazıl Say’ın dünyada ya da Türkiye’de yeni akımlara baktığında beğendiği, heyecanlandığı ne gelişmeler var?

-Benim jenerasyonum kendini geliştirmek zorunda daha iyi olmak  için.  Bizden sonra gelen jenerasyon biraz farklı. Fevkalade enteresan  bulduklarım var. Örneğin Antalya Piyano Festivali’ne çağırdığımız kör Japon piyanist Nobuyiki Tsujii var. Gürcü piyanist Khatia Buniatishvili var. Lang Lang’ı  beğenirim. Beste nereye gidiyor diye baktığımızda ise bizim  jenerasyonumuz tam bir bilinmezlik dönemine denk geliyor. Avantgarde  akımından hemen sonra geliyor. O akım insanları o kadar sanattan  koparttı ki, insanlar dışlanmış hissettiler, anlamadan dinlediler. Bizim  jenerasyonumuz o eksikliği hırsla kapatmaya çalışan, halka dokunmaya  çalışan bir jenerasyon. Çağdaşlığı kaybetmeden bu dokunmayı arıyor yeni  besteciler.

Yaşamın Sevinci…
Hikmet Çetinkaya
1 Ocak 2012 – Cumhuriyet

Gözlerinin kül rengi ışığında, çocuksu bir gülümsemeyi anımsıyorum, 2012’nin ilk gününde…

Duru göğün altında kapalı bir sessizlik.

Işıksın, sabahsın sen…

Bir şiirsin yaşanmamış günlerden saklı.

Yırtıcı köklerisin sen yaşamımın…

Bir günbatımını özlüyorum, bir kayanın yamacından bakarken.

Çiçekleri, kuşları, denizin pembe çevresinde yeni doğan su perisini.

Donmuş tarlalardan geçiyorum seninle, doğa yeniliyor kendini, yeniden boyamak için çayırları, çatlayan toprağı.

Resmi yalanlarla dolu bir suç ortaklığı dünyayı kuşatırken, dürüst olmanın bedelini ödüyoruz.

Yağmalanan dağlarımızı, ovalarımızı gördükçe içimiz sızlıyor.

Koylarımız, büklerimiz satıldıkça görünmeyen bir okyanusun içine gömülüyoruz.

Dünyanın tüm sorunları açan bir tomurcuk gibi geldiğinde bize, açlıktan ölen çocukları düşünüyoruz.

Katliamları, faili meçhulleri!

***

Kaygılarımız karanlığa yolluyor bizi…

Aşk bir yerlerde güneşi tahta çıkarırken haberimiz bile olmuyor.

Tepeden tırnağa pişmanlıklar, ağlamalar…

Alın yazısı mıdır bilmiyoruz!

Ateş buza vurur ve yaşama…

Gizli bir yeraltı sevinci şafak sökerken mavi sulara.

Edmond Jabes’in “Hayat İçin Yazı Sayfası” ya da “Hayat ile Ölüm Arasındaki Söyleşi” benim ülkemde kız çocuklarını, kadınları anlatır.

Adına töre denilen o vahşeti, çocuk gelinleri…

Harflerin sesinde yüzyılların gururu ve yıkımı var biliyor musun?

Ölü bir gövdede kalan ise ruhun külleridir.

***

Yaşamı delip geçen o dipsiz avuntularla oyalanırken, yıllar hep böyle hızlı gelip geçer.

Ölümcül silahların gölgesinde yaşar çocuklar…

Tıpkı Uludere’de olduğu gibi.

Her ölüm yüreğimizden bir parça alıp götürür.

Tüm beklentilerimiz, özlemlerimiz, umutlarımız yok olur.

“Yürek öğretir mi bağışlamayı

Kaç yılda unutur anımsamayı”

Karanlığın kapkara taneleri kar gibi yağarken yüzümüze, sen ve ben tüm mavileri kuşanmak istesek de kuşanamayız.

Van’ı, Erciş’i düşünürüz…

Soğuktan kırılan bebeleri, insanları…

O çadır yangınlarını, ölümleri!

***

Octavio Paz’ın “Unutuş”u geliyor aklıma yeni yılın ilk gününde.

Senin gözlerin çocuğum…

“Yum gözlerini, yitir kendini karanlıkta

Gözkapaklarının kırmızı yaprakları altında.

Gömül vızıldasın sesin

Düşen sesin halkalarına

Ve uzaklarda yankılan

Dilsiz bir çağlayan gibi,

Davulların çalındığı yerde.”

Paz’ın saydam bir günün gövdesini açtığı saatlerde, güneş taşına bağlan 2012 yılında.

O sıvı karanlığında uykunun, yıldızları topla…

Barış için, akan kanın durması için.

Zamanın izniyle çığlıklar atarken, sevgi ateşlerini yakmak için…

Artık uyan!

***

Başını çevir gökyüzüne ve haykır:

“Sen yaşamın en büyük sevincisin. Yılların yılgınlığından beni sen kurtardın. Asla bitmesin öykümüz, gözlerimiz hep buluşsun. En güzel sevdiğim çiçeklerin kokuları içinde delişmen bir yaşam sürsün. Umutlarımız ülkemizin ışığı olsun.”

Tümcelerin bir yaprak gibi ağaç dallarında açarken yeniden sesleniyorum işte:

“Sonsuza kadar var mısın?”

Beyaz çizgileri ve ay çarpmış aleviyle gözlerinin…

Özlemin kıskaç gibi olduğunun.

Yaşamın!

Farkında mısın?

Tüm engelleri atlamanın zorluğu gibi…

Şu yaşam denilen hikâyenin…

2012’nin ilk sabahında…

Yeni yıla kocaman bir “merhaba” demek için!

Söyle var mısın?

1 Ocak 2012 – Cumhuriyet