Erendiz Atasü’nün yazma edimi

Erendiz Atasü, yazınsal alanda oldukça üretken bir yazar. Edebiyatın (öykü, roman, deneme) birçok türünde yapıtlar sundu. Onu diÄŸerlerinden ayıran en belirgin özellik, kadın duyarlılığıyla, kurgu ve toplumcu gerçekliÄŸi iç içe geçirerek yazması. Hayatın En Mutlu An’ı’nda da aynı kadın duyarlılığına tanık oluyoruz ama bu yapıtta bir yazarın ustalık dönemine uygun düşen cesur eleÅŸtirilerin de yer aldığını görüyoruz.

Tülay Akkoyun

‘Klasik ideallerin çöküşü bütün insanları potansiyel sanatçılar, dolayısıyla kötü sanatçılar haline getirdi. Sanatın saÄŸlam bir yapı, titizlikle uyulması gereken kurallar gibi kıstasları varken, pek az insan sanatçı olmaya cesaret edebilirdi, edenlerin çoÄŸu da gerçekten iyiydi. Ama sanat bir yaratım deÄŸil de, duyguların ifadesi olarak görülmeye baÅŸlandı baÅŸlanalı, sanatçı olmanın yolu herkese açılmış oldu, çünkü herkesin duyguları vardır.’
 

Huzursuzluğun Kitabı, Fernando Pessoa

Hayatın En Mutlu An’ı’ndaki ilk öykü ‘Hanımefendi ile Kocakarı’da, hanımefendilikten kocakarılığa varan deÄŸiÅŸim, dönüşüm, acizleÅŸme, aÅŸağılanma irdeleniyor. Görkemli bir yaÅŸamdan sonra yaÅŸlılıkla gelen yalnızlık ve acizliÄŸin hüznü söz konusu olan. Bu öyküde insanın doÄŸası ile eÅŸyanın doÄŸası arasındaki koÅŸutluk oldukça iyi iÅŸlenmiÅŸ. Hanımefendinin yaÅŸlanıp kocakarılığa indirgenmesi, bakıcı kadın Hasene’nin de hanımefendinin ölümünden sonra evi terk etmeyip bakıma muhtaç evle birlikte tükeniÅŸe geçmesi dikkat çekici. Bu öyküdeki üçüncü kadın yazar-anlatıcı da bu tükeniÅŸe kadın duyarlılığıyla katlanamaz ve üç yıldan sonra bir daha anne, babasından kalma yazlığa gitmemeye karar verir.
 

Kapitalizm durağındaki durum

‘Üniformalı Adam’da, darbe dönemi iÅŸkence görmüş bir kadın, cezaevinden tahliye edildiÄŸi gün, bir baÅŸka siyasi mahkûmun yakını olan askerle tanışır ve âşık olur. Askerler tarafından iÅŸkence gören bir kadının gün gelip bir askere âşık olması öyküdeki karşıtlığı oluÅŸturur. Bu karşıtlıkla ikiye bölünen benlik; kadının gençliÄŸi ve yaÅŸlılığı da çeliÅŸkiler yaÅŸar ve hesaplaÅŸmalar baÅŸlar. GençliÄŸin saflığı, masumiyeti, heyecanı ve cesareti, yaÅŸlılığın deneyimleriyle yeniden yorumlanır.

‘Fikir Ayrılığı’nda, Nezir, Bediz ve Merih üç yazar arkadaÅŸtır. Nezir: Öç alıcı, zeki, acı çekmeye tutkun. Bediz: Rüzgârın yönüne göre hırçınlığı artan biri, durup düşünse, çevresine baksa, rüzgârın neden yön deÄŸiÅŸtirdiÄŸini kavrayabilir. Ama bakmıyor. BaÅŸkalarını suçluyor.

Merih: YaÅŸlılığın arifesinde. Bu öyküde yer alan üç yazar arasında geliÅŸen olaylarla, edebiyatçıların toplumsal sorunlara giderek duyarsızlaÅŸması irdeleniyor: ‘Edebiyat dünyasındakiler yalnızca ekranlarla ilgiliydiler; ne lav dolu maÄŸaramsı derinlikler, ne yer üstünde gitgide yayılan, ıstırapla kanayan çaresizlikler’ Hiçbiri ilgilerini çekmiyordu’ (s. 45).

Aslında bu durum kapitalizmin dünyayı getirdiÄŸi noktadır. Ernst Fischer Sanatın GerekliliÄŸi‘nde bu durumu şöyle açıklar: ‘Kapitalist düzen sanatı afyon olarak çoÄŸaltmanın kazanç olanaklarını hemen sezdi (…) Kapitalist düzende sanat artık pazarlanan ürün haline gelmiÅŸtir. Bu düzene karşı çıkan insanların hırpalanmaması olası deÄŸildir.’ Atasü ‘Fikir Ayrılığı’ öyküsünde bunu şöyle dile getirir: ‘YalnızlaÅŸtıkça, kendiyle daha sık ve daha açık yüzleÅŸir olmuÅŸtu. Bu bir bakıma insanı tanımaktı. Onun kuÅŸağı hırpalanmış bir kuÅŸaktı; erken ölümlerle bir bir yitip gitmiÅŸlerdi. Kendini bomboÅŸ hissediyordu; onca duyguya ne olmuÅŸtu! YaÅŸlanmak böyle bir uzaklık mı koyuyordu kiÅŸiyle yaÅŸanmışlık arasına. Yoksa bu boÅŸluÄŸu yaratan yazmak mıydı?’ (s. 35).

Aydın bir insan olarak, bu düzende yalnızlaÅŸan bireyi anlatıyor. Hele bu bir de yazan bir bireyse, ‘insanın kendine yabancılaÅŸmasının bilinciyle’ daha bir yalnızlaşıyor insan. Bu düzende ayakta kalmanın olabilirliÄŸini şöyle açıklıyor: ‘Uzun sözün kısası, kendini yenilemesini bilen ayakta kalır, yayın piyasasında da bu böyledir, hayatın diÄŸer alanlarında da. Sanatçı yalnız insandır, kimseye borcu yoktur, kendinden baÅŸka’ (s. 39).

Marguerite Duras
ise ‘Yazmak’ adlı yapıtında bu yalnızlığı şöyle tanımlar: ‘Kitap yazan birinin, çevresindeki öteki insanlarla arasına her zaman bir mesafe koyması gerekir. Yalnızlıktır bu. Yazarın, yazılı ÅŸeyin yalnızlığıdır’ (s. 16).

Atasü’nün bu öyküsünde yer alan, günümüz yayıncılarına, editörlerine dair eleÅŸtiri de dikkate deÄŸerdir. ‘Onur konuklarının gediklisi, son yirmi yılda hiçbir kitabı başından sonuna okumadığı rivayet edilen bir edebiyatçı’ sözleriyle, içinde bulunduÄŸu yazın dünyasına iÄŸneyi deÄŸil çuvaldızı batırır, iÄŸneyi de okura tabii! Bu öyküde, çok büyük kayıplar verilen 1999 depreminde, devletin ve aydınların duyarsızlığının vurgulanması, yazarın yaÅŸadığı topluma sorumluluÄŸunun bilincinde olduÄŸunun göstergesidir.
 

Sonbahara ertelenmiÅŸ aÅŸk

Kapitalist düzendeki koÅŸulların ağırlığından bireylerin birbirine tahammülleri gittikçe azalır. Birey, ağır toplumsal koÅŸullar nedeniyle yaÅŸamı paylaÅŸmaktan kaçınır, tüketim toplumunun kışkırtıcılığıyla doyumsuzlaşır ve giderek yalnızlaşır. Ülke koÅŸullarını bu öyküde şöyle açıklar Atasü: ‘Yıpratıcı bir ülkede yaşıyorlardı, küçücük aksaklıkların büyük vurgunları gizlediÄŸi, cinayetlerin faillerinin yakalanmadığı, her ÅŸeyin rastlantılara baÄŸlı olduÄŸu’ Hırpalayıcı bir ülkede’ (s. 58).

Hırpalanmış bir ülkenin, hırpalanmış bireylerinin saÄŸlıklı bir toplum oluÅŸturmaları ne derece mümkündür? Bu öykü Marquez’in Kolera Günlerinde AÅŸk romanına öykünme olarak algılanabilir. Öykü kahramanları, Marquez’in söz konusu romanında olduÄŸu gibi, iki eski sevgili yaÅŸlılıklarında bir araya gelir. Atasü bunu şöyle deÄŸerlendirir: ‘Yazar ne demek istemiÅŸti? AÅŸkın kolera gibi berbat bir hastalık olduÄŸunu mu? Yoksa narin bir sera bitkisi gibi ancak çok özel koÅŸullarda yaÅŸayabilecek kırılgan bir iliÅŸki olduÄŸunu mu? İki ihtiyar, dünyanın müdahalelerinden kaçınabilmek için bir tekneye sığınıyorlar, güverteye bulaşıcı hastalıklara özgü karantina bayrağı çekerek iki kiÅŸilik dünyalarını kuruyorlardı. Ne zamana kadar? Sonrası romanda yoktu. Sakın, insanların dünyasına dönmeyi reddeden ihtiyar âşıklar birlikte. Bir veda ÅŸarkısı mıydı bu belirsiz son? Mutlu bir ağıt?’ (s. 60).

‘Bağışıklık YetmezliÄŸinde Ayrılık’ta da, yıllar sonra yeniden birlikte olan iki sevgili ÅŸefkati, yalnızlığı paylaÅŸmayı keÅŸfeder ama rastlantı ki bu öyküdeki sevgililerden biri diÄŸerinden HIV virüsü kapar ve yine yarım kalır sonbahara ertelenmiÅŸ aÅŸk. Öykünün sonuna yaklaşırken yer alan bir tümce bu etkiyi daha da arttırır.

‘Ömrünün sonunda, sonbaharın yazı andıran günlerinde, sessiz bir denizin kıyısında, hiçliÄŸi örten o cennette bir süre konuk olduÄŸuna, her ÅŸeye karşın mutlu muydu?’ (s. 75).

Kitapla aynı adı taşıyan Hayatın En Mutlu An’ı 1940- 1951, 1972-1975, 1991-1994, 2002- 2007- 2009 yılları arasında geri dönüşlerle ülke panoramasını çizer. ‘Cumhuriyet’in zamanla kimsesizin kimsesi olmaktan vazgeçmesi’yle, söz konusu tarihlerde ülkede yaÅŸanan siyasi çalkantılar, toplumsal çözülmeler, bozulmalar dile getirilir. İtiraf etmek gerekir ki, bir ülkenin yetmiÅŸ yıllık dönemini, bir öyküde böylesine net, duyarlı, yalın yansıtmak ancak usta bir yazarın harcıdır.

‘BildiÄŸi, tanıdığı ülkesi sonuncu vefasız sevgili gibi kayıp gidiyordu ellerinden; can mı çekiÅŸiyordu, deri ve doku mu deÄŸiÅŸtiriyordu?’ (s. 101). Bu tümce, bugün yazılı ve görsel basında sürekli yapılan tartışmaların çok yalın bir özeti deÄŸil midir?

DiÄŸer yapıtlarında olduÄŸu gibi, bu kitabında da Erendiz Atasü‘nün kadın duyarlılığını her öyküde hissedebiliyoruz. Fakat özellikle, incelemeye çalıştığımız bu kitapta yer alan beÅŸ öyküde deÄŸinilen konulara birçok yazın insanının dile getirmeye çekindiÄŸini göz önünde bulundurursak, burada fark etmemiz gereken özelliÄŸin kadın duyarlılığından çok yazarın kalemini kullanma cesareti olması gerekir. Bu noktada, Marguerite Duras’ın Yazmak isimli yapıtından bir alıntıyla bu düşünceyi daha da kuvvetlendirebiliriz: ‘Aşırı ve yapma utangaçlıkla yazan ölü kuÅŸaklar hâlâ var. Hatta gençler bile: sevimli, hiçbir uzantısı olmayan, gecesi olmayan kitaplar. SuskunluÄŸu olmayan. BaÅŸka bir deyiÅŸle: gerçek yazarı olmayan kitaplar. Günlük kitaplar, vakit geçirten, yolculukta okunan kitaplar. Kafanızın içine kene gibi yapışan ve tüm bir yaÅŸamın kara yasını anlatan, her düşüncenin en can alıcı noktasını yakalayan kitaplar deÄŸil’ (s. 32).

Duras’ın 1963’te yazdığı kitaptaki bu düşünceler, ülkemizde etkisini geç gösteren postmodern edebiyatı tanımlar. Oysa ülkemiz söz konusu ise, içimizi acıtan bunca olaylar yaÅŸanırken, aydın bilinci taşıyan yazarların Duras’ın sözünü ettiÄŸi türde ürünler ortaya koyması yaÅŸadığı çaÄŸa, insanlara haksızlık olmuyor mu? Yazarı rahatsız eden olayları okurun gözüne sokar gibi yazmaktan da söz etmiyoruz tabii. Atasü’nün kaleminin ustalığı da burada netleÅŸiyor iÅŸte. O, yapıtlarında ideolojileri estetize ederek yazan usta kalemlerden biri olarak farklılığını kanıtlıyor.

Bir yazarın yaşadığı dönemi değil de sürekli geçmişi yazmaya çalışması, yaşadığı çağdan memnun olmadığının göstergesi, hatta yaşadığı çağdan kaçarak geçmişe sığınması değil mi? Oysa yazarın, yaşadığı dönemi, kendisini rahatsız eden olayları ve durumları yazıya dökmesi gerekmez mi? Hele ki sorunların böylesine yoğun yaşandığı, bu coğrafyaya ait bir yazarın, suya sabuna dokunmadan yazmak, duyarsız davranmak gibi bir lüksü olabilir mi? Yazarın rahatsız olduğu, içini acıtan şeyleri kaleme alması tabii ki zor ve cesaret gerektiren bir eylem, fakat yazmak da cesaret işi değil midir zaten? Hatta kimi zaman deli cesareti denilen türden!

(*) Muğla Üniversitesi Öğretim Üyesi

Hayatın En Mutlu An’ı/ Erendiz Atasü/ Everest Yayınları/ 140 s.

Kaynakça:

Yazmak, DURAS. Marguerite, Can Yayınları, Çev: Aykut Derman, 2. basım 1999, İstanbul

Sanatın Gerekliliği, FİSCHER. Ernst, Çev: Cevat Çapan, Payel Yayınları, Aralık 2005, İstanbul.

Sanat ve Sorumluluk, BAHTİN. Mihail, Ayrıntı Yayınları, 1. basım 2005, İstanbul

Huzursuzluğun Kitabı, PESSOA. Fernando, Can Yayınları 1. basım 2006, İstanbul