Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

Her gün 15 dakika düzenli egzersiz yapmanın, obeziteyi önlediği açıklandı.

Kanada Sağlık Bilgileri Enstitüsü ile Kanada Halk Sağlığı Ajansı’nın ortaklaşa gerçekleştirdikleri çalışma, ülkedeki her 4 yetişkinden biri ve yine her 11 çocuktan birinin obez olduğunu ortaya koydu.

Kanada Sağlık Bilgileri Enstitüsü Araştırma ve Analizlerden Sorumlu Başkan Yardımcısı Jeremy Veillard, ”Bu çalışma bize, sağlıklı beslenme ve fiziksel aktivitelerin, insanların sağlığı üzerindeki olumlu etkilerini bir kez daha gösterdi. Her gün 15 dakika temel fiziksel egzersizleri düzenli olarak yapmak, ülkedeki 1 milyonu aşkın yetişkinin obezite sorununu ortadan kaldıracaktır” dedi.

Düşük kaliteli ve bilinçsiz diyetlerin obeziteyi tetiklediğine işaret edilen raporda, Kanada genelinde 646 bin yetişkin obez kadın ve 405 bin de yetişkin obez erkek bulunduğu belirtildi. ”Bilinçsiz ve düşük kaliteli diyetler, yetişkin kadınlarda 97 bin ve yetişkin erkeklerde de 265 bin ilave obez vakası anlamına geliyor” denilen raporda ayrıca, obeziteye neden olan diğer etkenlerin de, fiziksel egzersiz ve aktivitelerle ortadan kaldırılabileceğine dikkat çekildi.

Yaz aylarının popüler tatil beldesi Bodrum, iki klasik müzik festivaline ev sahipliği yapacak.

Bodrum’un tarihi değerleriyle öne çıkan şirin balıkçı kasabası Gümüşlük’te, 2004 yılından bu yana sanatseverlerle buluşan Uluslararası Gümüşlük Klasik Müzik Festivali, 7 Temmuz Perşembe günü Bodrum Kalesi’nde düzenlenecek ilk konserle başlayacak. Açılış konserinde, şef İbrahim Yazıcı yönetimindeki İzmir Devlet Senfoni Orkestrası’na, viyolonselci Frank Wakelkamp solist olarak eşlik edecek. Bu yıl 14 Eylül tarihine kadar devam edecek festivalin konukları arasında İngiliz piyanist Peter Katin, Bulgar piyanist Julian Gorus, Rus piyanist İlya İtin, Sırp piyanist Misha Dacic, Koreli piyanist Jackie Jaekyung Yoo, ünlü piyanist Gülsin Onay, festivalin yaratıcısı piyanist Eren Levendoğlu’nun yanı sıra, Alman soprano Christine Wolff, perküsyon ustası Burhan Öcal ile Paganini Trio ve modern dansın Türkiye’deki en önemli temsilcisi Zeynep Tanbay Dans Projesi de yer alacak.

Bodrum’da gerçekleştirilecek bir diğer festival olan D-Marin Turgutreis Uluslararası Klasik Müzik Festivali ise bu yıl 9-10/12-13 Temmuz tarihleri arasında, dünyaca ünlü sanatçıların katılımıyla müzikseverlerle buluşacak. 2009 yılında Avrupa Festivaller Birliği’ne (EFA) üyeliği kabul edilen ve sanat yönetmenliğini Yücel Canyaran’ın üstlendiği festival, bu yıl da klasik müziğin önde gelen isimlerine ev sahipliği yapacak.

Festivalin 9 Temmuz Cumartesi günü gerçekleştirilecek “Beyaz Geceler” başlıklı açılış konserinde, Moskova Çaykovski Senfoni Orkestrası ile sahne alacak olan ünlü çellist Mischa Maisky, orkestranın sanat yönetmeni ve daimi şefi Vladimir Fedoseyev yönetiminde seçkin çello eserlerini seslendirecek.

Festivalin bu yılki ilkleri, Academy of St. Martin in the Fields Orkestrası ve Julian Rachlin ile Fazıl Say ve Borusan İstanbul Filarmoni’nin birlikte verecekleri konserler olacak. Macar besteci Liszt’in, doğumunun 200. yılında özel bir programla anılacağı festivalin konserlerinin tüm geliri, Tohum Otizm Vakfı ile yapılan işbirliği kapsamında, vakıfta öğrenim gören otizmli çocuklara eğitim materyali desteği sağlanması ve özel eğitim öğretmenlerinin eğitimine katkı için kullanılacak.

The Telegraph gazetesinin, “Dünyanın en iyi 50 kültür destinasyonu” listesinde İstanbul, New York, Venedik ve Paris gibi başlıca kültür merkezlerini geçerek Roma’nın ardından ikinci oldu.

The Telegraph, dünyanın en iyi 50 destinasyonu arasında ikinci sırada gösterdiği İstanbul için, “Ziyaretçileri çeken, batıyla doğunun esas birleşme noktası olması, büyük Osmanlı eserleri” ifadelerine yer verdi.

Haberde, “Bir numaralı kültür destinasyonu” oylamasına 14 binden fazla kişinin katıldığı belirtilerek, birinci sırada Roma, üçüncü New York, dördüncü Venedik ve beşinci Paris gösterildi.

Ayrıca, Çin’in Xi’an kentinin altıncı olduğu listede sırasıyla, Küba’nın başkenti Havana, İspanya’nın Endülüs bölgesinden Sevile, İtalya’nın Toskana vadisi ile Peru’nun Cusco kenti ve yakınlarındaki dünyanın yeni yedi harikasından biri olan Machu Picchu’ya yer verildi.

Biraz daha gerçek bir komedinin peşindeyim

Gülse Birsel’in beşinci kitabı ‘Yazlık’ yayımlandı. Kolay okunur, keyifli ve hicivli bir yaz okuması bu kitap. Birsel’in her nefesi mizahla dolu olsa da gelecekte bir gün dramatik bir şeyler yazacağını söylüyor. Şimdi yeni dizi projesi için demleniyor. Büyük ihtimalle yeni bir ‘İstanbul’ hikâyesi ile dönecek.

Ali Deniz Uslu

Gülse Birsel’in yeni kitabının adı “Yazlık”. Bu Birsel’in, “Gayet Ciddiyim”, “Hâlâ Ciddiyim”, “Yolculuk Nereye Hemşerim?” ve “Velev ki Ciddiyim!”den sonra beşinci kitabı. Birsel şanslı biri, çünkü sevdiği işi büyük heyecanla ve keyifle yapıyor. “Üstüne para vereceği bu işten de para kazanıyor.” Sonra, zamanı iyi kullanıyor. Gazetecilikten dergiciliğe, televizyon programcılığından altı sezon yayımlanan Avrupa Yakası’nın senarist oyunculuğuna kadar onda yok yok. Ama yaptıklarını “yazmak ve oynamak” ortak paydasında topluyor. Her nefesinde mizah olsa da belki bir gün dramatik bir şeyler yazabileceğini düşünüyor.

– İşini severek yapmak bu ülke için biraz lüks gibi. Herkes sevdiğini söylese de içten içe sahip olmadığına imrenir ya insan.. Ama sizde bu durum yok gibi?

Valla ben bayılıyorum yaptığım işe. Yapımcılar bunu duymasaydı iyiydi ama neredeyse üzerine para veririm!

– Gazeteci, senarist, yazar, oyuncu… Bu liste uzar gider. Yetinmemek mi doymamak mı, nedir hikâyeniz?

Aslında iki başlık altında toplayabiliriz; yazmak ve oynamak. Gazetecilik yapmasaydım senarist olamazdım gibi geliyor bana. Kalemin egzersizli, kondisyonlu olması önemli.

– Yazmayı seviyorsunuz tamam da editörlük günlerinizi özlüyor musunuz?

Özlediğim zamanlar var. Mesela moda haftaları, editörlerin beraber gittiği yurtdışı geziler, dergi biterken son gün sabahlaması… Kapak seçmek… Matbaadan sıcak sıcak gelen dergiyi ekiple birlikte karıştırmak… Hâlâ çok zevkli bir iş olduğunu düşünüyorum. O zamanlar “Tamam mesleğimi buldum, harika” diyordum ama şimdi yaptığım daha da zevkli.

– Mizahsız iş yapmaz mısınız?

Valla yaptığım dergilerde bile vardı mizah. Moda çekimlerinin başlığında bazen ayarı kaçırdığımız, laubalileştiğimiz, modayı hicveden spotlar yazdığımız oluyordu. Mizahsız iş yapabilirim tabii. Ne bileyim dramatik bir film yazarım belki bir gün. Ama yakın zamanda böyle bir planım yok.

– Avrupa Yakası gibi kült bir diziden sonra yeni bir işe başlamak sizi korkutmuyor mu?

İnceden sinsi sinsi korkutuyor ama yüz vermiyorum! Artık daha tecrübeli bir senaristim, ona güveniyorum. Avrupa Yakası’nın en başında, hikâyelerden cast seçimine, her konuda çok el yordamıyla gittim. Şimdi ne istediğimi daha iyi biliyorum. Aslında korktuğum, seyircinin alışkanlığı. “Ay bu da çok komik ama biz altı yıl Avrupa Yakası seyrettik, ille de o” derlerse o konuda yapacak bir şey yok. Ama yeni işe de kısa zamanda ısınacaklarını biliyorum.

– Nedir yeni dizinin içeriği? Nasıl bir farklılık yaratacak, kurguladığınız farklılıklar neler olacak?

Biraz daha gerçek bir komedinin peşindeyim. Dekorundan müziğine, daha fazla titizleneceğiz. İçerikten çok bahsedemem, daha karakterleri yazma aşamasındayım. Ama yine İstanbul’da geçecek bir hikâye.

– Oyuncu kadrosu da bir proje için çok önemli. Siz kadroyu kurarken neye özen gösteriyorsunuz, bizzat bu süreçte etkin misiniz? Bu yeni dizinin kadrosunda kimler olsun istiyorsunuz?

En iyi oyuncu, o role en uygun oyuncudur her zaman. Önce karakterleri yaratıp, o karakterde en inandırıcı performansı çıkaracak oyuncuları seçmeye çalışacağım. Ünlü isimler de olacak, genç oyuncular da.

 

Sevilme arzusu yorucu

– Yeni bir de kitap çıkardınız; “Yazlık”. Yaz hepimiz için bir kurtuluş, terapi, can simidi. Pink Floyd yorumcusu Serdar Ortaç’ın bir dizesindeki gibi “hayat bizi neden bu kadar yoruyor?”

Sevilme arzumuz var, onun için hayat bu kadar yoruyor. Serdar Ortaç’ın şahane Pink Floyd çabası da o sevilme arzusundan, benim demin anlattığım ince, sinsi, “Yeni dizi eskisi kadar beğenilir mi” korkusu da ondan, sizin bu röportajın sorularını hazırlarken döktüğünüz ter de ondan… Yazın içimiz de dışımız da daha çok ısınıyor, daha gevşek, daha gevrek geçiyor günler. Daha az yarış, daha az rekabet var yazın. Belki ondandır.

– Ben eskiden “tatil ve yaz” dedin mi, yeni yerler göreyim, gezeyim, tarihi mekânlarda huzur bulayım falan istiyordum ama son beş yıldır deniz kenarında üzgünüm ama “malak” gibi yatmak istiyorum. Sizde oldu mu böyle derin bir değişim? Nasıl tanımlarsınız yazı ve tatili? Nasıl tanımlamak gerektiğini düşünürsünüz?

Ben tatilin her türünü severim, yeter ki tatil olsun, bir de yeterince çalışılıp hak edilmiş tatil olsun. Bir tek dağ tatilini sevmem, üşümek istemiyorum, kayak yapmıyorum, manası yok. Diğer tatiller, yurtiçi, yurtdışı, kültür turizmi, değişebilir ama her yaz birkaç hafta deniz kenarı şart. O iyota ihtiyacım var.

– Kitabınız bölüm bölüm mü geldi, indi size yoksa belli bir plan dahilinde mi yazdınız? Zira kendi içinde bir bütünlüğü var.

Bir kısmı zaman içinde, bir kısmı da kitap fikri ortaya çıktıktan sonra, kısa zamanda kitaba özel yazıldı. Sonra baktım belli başlı başlıklarda toplanmışlar bana bakıyorlar!

 

Karakterlerimin hepsi bizden

– Hicvi biliyor ve seviyorsunuz. Uslu, sakin değil metinleriniz. Lafı koyuyor ama yorucu mesaj kaygınız yok. Nasıl? Doğru bir tanımlama yapabilmiş miyim?

Güzel bir şey söylediniz bana, teşekkür ederim. İyi geliyor kulağa, bence de öyle! Vay be lafı da inceden koyuyormuşum, hoşuma gitti, etkilendim kendimden şu anda!

– Kitap’ta “Issız Adaya Düşseniz, yanınıza alacağınız en lezzetli üç arkadaşınız kimlerdi” isimli yazı beni benden aldı. Nasıl bir ruh haliyle yazıyorsunuz? Karşınızdaki ile konuşur gibi, diğer diyaloğa giriyor metinleriniz.

Geceleri beynin muhabbeti gündüzden daha eğlenceli oluyor. Kendi akışına bırakıyorum, çenesi açılınca ben sadece tuşlara basıyorum. Aslında herkesin aklına gelen şeyler bunlar ama benim farkım oturup yazmak galiba!

– Avrupa Yakası döneminde, 90 dakikalık diziyi yazıyor, dizide oynuyor ve toplumun farklı kesitlerinden tespitleri yakalayıp günceli atlamadan üretiyordunuz. Hal böyle olunca, insanın sorası geliyor. Nasıl yetişiyorsunuz, nasıl gözlemliyor, nasıl biriktiriyorsunuz?

O karakterlerin hepsinden az az hepimizde var. Yer yer tanıdığınız insanlardan da esintiler oluyor, sokakta gördüğünüz birinden, yaşadığınız bir maceradan… Gündemden uzak kalmak, bence takip etmekten daha zor.

 

Kitaptan

Yazlıkçı kimdir, tatilci kime denir…

Yazlıkçılıkla tatilcilik aynı şey değildir. Tatilci acele eder, yazlıkçı gevşektir. Tatilci sabahtan akşama kadar güneş kremi, beta karoten hapları, zeytinyağı, koka kola, kakao yağı gibi hızlandırıcılarla başka bir ırka aitmiş gibi görünmeye çabalar, yazlıkçı kitap okur. Tatilci sabahtan akşama kadar mayoyla dolaşır, geceleri gezer tozar. Yazlıkçı sabahtan tişörtünü, şortunu giyer, sallana sallana kahve içer, gazetesini okur. Akşam televizyon seyreder, sessiz film oynar, uyur… Tatilci bulunduğu sıcak iklim beldesinin bütün özelliklerini sınırlı zamanda yaşayabilmek için plan program yapar. Bütün plajlara gider, yeni açılan yerlere takılır, yerel yemeklerden tadar, koşturur durur.

Yazlıkçı balkonunda mangal yapıp, esneye esneye salıncakta sallanır. Tatilci zamana karşı yarışmaktadır, yazlıkçı ise zaman öldürmektedir.

Issız adaya düşseniz…

“Issız bir adaya düşseniz yanınıza alacağınız üç şey,” geyiğine hep hazırlıklı cevap veririm: “Deniz motoru, su, kıtalarararsı cep telefonu!” Bitti. Rasyonel insanım. Gelmiş geçmiş en kral magazin gazatecisi sorusunu bir kaç yıl önce duymuştum: “Issız bir adada aç kalsanız arkadaşınızı yer miydiniz?” Bir kere bu sorunun cevabı, başka bir sorudur: Arkadaşlarımdan hangisini? Çünkü burada bazı kriterler var: Kilo durumu, yaş, cinsiyet, aramızdaki manevi ilişkinin boyutu, onun bu işe ne kadar gönüllü olduğu… Mesela bazı tipler vardır, arkadaşlık ilişkisinde illa her şeyin karşılığı olsun isterler. Her şey illa sırayla olacak: “Geçen sefer ben seni aldım evden, bu sefer sen beni al. Ben seni iki defa aradım, sen beni bir defa aradın. Son öğle yemeğini ben ısmarladım, bunu sen ısmarla,” gibi. İşte bu son verdiğim örnek var ya, o örnek ıssız adada, birbirimizi yemek üzereyken benim işime gelmez. Bugün benim kolumu yiyelim, yarın seninkini yeriz, olmaz! Her zaman bir tarafın ötekine göre daha fedakâr, daha verici, daha alttan alıcı olması gerekir ki, ilişkiler yürüsün değil mi efendim? Benim dostluktan anladığım budur!

İstanbul’un en güzel konser mekânlarından Harbiye Açıkhava Cemil Topuzlu sahnesi Temmuz 2011’de Sertab Erener’den Gloria Gaynor’a Türkiye’nin ve dünyanın önemli yıldızlarını ağırlayacak.


Yılın en önemli yaz konserleri Temmuz ayında Harbiye Açıkhava’da gerçekleşecek. PERA EVENT’in düzenleyeceği “Temmuz Yaz Konserleri 2011”, 8-31 Temmuz tarihleri arasında birbirinden ünlü sanatçıları, müzikseverlerle bir araya getirecek.

Yılın en büyük organizasyonlarından biri olmaya aday “Temmuz Yaz Konserleri 2011”, 8-31 Temmuz tarihleri arasında Cemil Topuzlu Harbiye Açıkhava Tiyatrosu’nda gerçekleşecek.

Hadise, Feridun Düzağaç, Zuhal Olcay-Bülent Ortaçgil, Sertab Erener-Demir Demirkan,  MFÖ, Gloria Gaynor-Enbe Orkestrası’nın yer alacağı “Temmuz Yaz Konserleri 2011” yerli ve yabancı birçok sanatçıyı bir araya getirerek yazın sıcak akşamlarında müzik şöleni yaşatacak.

Bu muhteşem müzik şölenini kaçırmak istemeyenler için biletler Biletix’te.

6 muhteşem konserden oluşan program:

Harbiye Açıkhava
08 Temmuz 2011     Hadise
09 Temmuz 2011     Feridun Düzağaç
10 Temmuz 2011     Zuhal Olcay -Bülent Ortaçgil
29 Temmuz 2011     Sertap Erener -Demir Demirkıran
30 Temmuz 2011     MFÖ
31 Temmuz 2011     Gloria Gaynor Enbe Orkestrası

‘Baba’ olmanın dayanılmaz ağırlığı

Bugün, 19 Haziran, yani Babalar Günü. Herkesin bu gibi günlere yüklediği anlam farklı. Kimine göre tüketimin körüklendiği bir gün, kimine göre sevgiyi ifade için yeni bir fırsat.

Zuhal Aytolun

Gazetelerde, sayfalarca haberler, etkinlikler, baba-kız ya da baba-oğul röportajları olur bugün. Ancak bu yazıda durum farklı. Biyolojik babalık kavramından yola çıkmadık, çevresi ya da toplum tarafından “baba” olarak anılan isimler konumuz. İçlerinde müziğin “Orhan Babası” Orhan Gencebay, “Süper Baba” ile akıllardan hiç çıkmayan Şevket Altuğ, kimi zaman “erozyon dede” kimi zaman “Toprak Baba” olarak bilinen Hayrettin Karaca ve siyasetin babası Süleyman Demirel’i göreceksiniz. Diğer yandan sinemanın unutulmayan babaları, sporun baba olarak anılanlarını da ekledik yazımıza. Elbette eksik isimler var, sanmayın ki unuttuk. Bir sayfaya sığdırması zor isimlerden bir eleme yapmak zorunda kaldık sadece. Yıllardır unutulmayan isimler, baba ünvanlarıyla nasıl yaşadıklarını anlatıyor.

Süleyman Demirel

Siyasetin babası…

1970’lerde bir miting sırasında vatandaşın biri “Kurtar bizi baba” diye bağırınca siyaset dünyasının da bir “baba”sı oluvermişti. Demirel, 1924 yılında Isparta’da doğdu, içinden geldiği koşullar göz önüne alındığında, Çoban Sülü dendi. Tabii bu, siyaset adamının aslında halktan geldiğini de vurgulayan bir lakaptı. Bir bütünlük sağlamaktı amaç halkla. 30’larında genel müdür olmuş, 40’larında önce parti genel başkanlığı sonra da başbakanlık yapmış, 12 yıl bu görevini sürdürmüş bir isimdi. Halkın içinden gelmiş, halka hizmet vermişti sonuçta. Baba lakabını cumhurbaşkanlığı yapmadan önce almayı başarmıştı bile. Artık iyiden iyiye aile içine girmiş, baba figürüyle özdeşleşmişti. O noktadan sonra çocukluk yıllarında çobanlık yaptığı için kullanılan “Çoban Sülü”, 50’li yıllarda Devlet Su İşleri’ndeki çalışmaları için “Barajlar Kralı”, 60’ların başlarında çalıştığı ABD’li Morrison Knudsen adlı mühendislik firması nedeniyle “Morrison Süleyman”, 12 Eylül darbesi sonrası siyasi yasaklı olduğu dönemde aldığı “Bir Bilen” gibi lakapları tarihte kalmıştı. Yıllar geçti. Ama yine de unutulmayan onun “Baba” lakabı oldu, siyasetin her daim babası olarak anılacak bir isimdir Süleyman Demirel.

Orhan Gencebay

Önce mahallenin Baba Orhan’ıydım

Hepimiz Orhan Gencebay’ı Orhan Baba olarak biliriz. Yıllardır böyle gelmiş, böyle gidecek. Ancak kaçımız onun önce Baba Orhan olarak anıldığını biliyor? O zaman önce hikâyesini anlatalım “Baba” oluşunun… Gencebay, Samsun doğumlu. Kalabalık bir mahallenin çocuğuymuş. “100-150 kadar çocuktuk belki de. Sevilirdim, aralarında en kuvvetlileri de bendim. Bir şey olduğunda korurdum herkesi. O yüzden zaten bana Baba Orhan demeye başlamışlardı. Aynı yaştaki arkadaşlarımı çok kez kavgadan kurtarmışımdır. Paylaşmayı da severdim, dostluğu da, korumayı da. İşin Baba Orhan kısmı bu.” Sonra yıllar geçiyor, Gencebay, müzik sektörüne atılıyor. İsmi ve başarısı duyuluyor, yayılıyor. “Bestelerimin çoğu bir felsefe içeriyordu, öğüt gibiydi. İşte o dönemde de Orhan Abi oldum” diyor. Ha bu arada, bir lakabı daha var Gencebay’ın bu yüzden: Koca Yürek. Çünkü iyilikleri de çok dokunmuş. Sektörde kimlere babalık yaptınız, babalığın hakkını verebildiniz mi diye soruyorum. Anlatıyor: “Belki de yüzlerce kişiye babalık yaptım. Ama bunu söylemeye gerek yok. İnsana yakışan paylaşmaktır zaten. Sağ elin yaptığını sol el bilmemeli.”

Babalık kavramının Orhan Baba’daki yeri mi? “Kendisiyle barışık olmayan baba ünvanını alamaz” diyor. Tabii yıllar içinde yorulduğu da olmuş Orhan Baba’nın: “Camianın Orhan babasıydım. 53 yıldır bu sektörün içindeyim, pek çok alanında emek verdim. Babalıktan dolayı zorlu görevler de üstlendim, altından kalkmaya çalıştım. Örnekse son dönemde yine böyle bir his içindeyim. Müzik sektörü çöktü. Yeniden dirilmesi için baba olarak üzerimde görev hissediyorum. Bunun için de derhal çalışmalara başlayıp, başı çekeceğim.”

Orhan Baba, aynı zamanda gerçek anlamda da baba. Oğlu Altan Gencebay, 41 yaşında. Mesafeli bir ilişkileri olmadığını, ancak birbirlerine saygıyla yaklaştıklarını söylüyor Orhan Baba. “Sevgimi göstermesini de bilirim” diyerek devam ediyor, “Ancak şöhret olduğum için her baba gibi onunla her şeyi yapamamış, her yere gidememiş olabilirim. Bunun eksikliğini de kimi zaman hissettiğim oldu. Ancak oğlum da anlayış gösterdi bana.” Orhan Baba’nın dedesi 14.5 yılını cephede savaşarak geçirmiş. O yüzden oğluna, yani Gencebay’ın babasına sevgisini gösterememiş. Babadan oğula geçmiş, sevip belli edememe hali. Taa ki Orhan Baba’ya dek: “Bizde kırıldı bu süreç. Oğluma sevgimi ne mutlu ki gösterebildim.” Oğlu Altan Gencebay da müzik sektöründe, hatta o da kimi zaman Altan Baba olarak anılıyormuş ancak Gencebay, “Altan çok seviliyor ancak yine de baba ünvanın halk verir” diyor. Artık Altan Gencebay, babasından alır mı bu ünvanı miras olarak zaman gösterir.

Şevket Altuğ

Fikret’ten daha manyak bir babayım

Şevket Altuğ, namı diğer Süper Baba… 90’lı yılların çok sevilen, hafızalardan çıkmayan dizisi Süper Baba’nın Fikret’i olarak girdi evlerimize. Oynadığı rollerin bu kadar etkili olması ve unutulmamasının nedeninin sahicilik olduğunu söylemek yanlış olmaz. Özendiğimiz, sevdiğimiz, özlediğimiz bir baba figürüydü. Süper Baba mı Şevket Altuğ’du, Şevket Altuğ mu Süper Baba’yı oynuyordu, tam olarak söylemesi zor. Bunu ona sormak en doğrusu. Yanıtlıyor: “Değerli bir diziydi Süper Baba. Benim şansım bu işi çok iyi kotaran Yavuz Turgul oldu. Çünkü benim nasıl bir baba olduğumu biliyordu. Fikret’le bu anlamda aramda çok da büyük bir fark olduğunu söyleyemem. Tek farkımız ben eşimle ayrılmadım, kırk yıldır beraberiz, çok da mutluyuz.” Şevket Altuğ, biri 39, diğeri 34 yaşlarında iki de çocuk sahibi. Söz iyi babalığın sırrına geldiğinde anlatmaya başlıyor: “Anne, kutsaldır. Karnında taşıyan, doğuran, besleyen, büyüten, şefkat verendir. Ama babanın da yeri aynı derece de önemli. Hatta daha önemli diyebiliriz.” Tam da bunları söylerken arkadan eşinin sesi geliyor: “Yuh artık, o kadar da değil.” Bu kez, Altuğ biraz ödün veriyor: “Tamam canım, daha önemli demeyelim, at başı giderler.” Anne şefkati kadar babanın da koruyuculuğundan söz ediyor Altuğ. Ayrıca Süper Baba’nın Fikret’inden daha manyak bir baba olduğunu da ekliyor sözlerine. Örnekse, bir meyvenin sezonu başladıysa, çocukları yemeden asla yiyemezmiş. Tabii, çocukları da aynı derecede ona bağlı. Bir dönem, yaşadığı maddi sıkıntılarda çocukları küçük olmasına rağmen hep destek vermişler. “Bu karşılıklı bir iletişim”diyor, “Biz arkadaşız derler ya. Hayır, biz onlarla dostuz.” Babalar Günü mesajı mı? “Saldım çayıra mevlam kayıra babası olmayın lütfen.”

Hayrettin Karaca

Toprak Baba olarak anlatmaya devam edeceğim

Tema Vakfı’nın Kurucu Başkanı Hayrettin Karaca, daha çok “Erozyon Dede” olarak tanınıyor. Ancak yine de ona “Toprak Baba” diyenlerin sayısı az değil. Karaca, Toprak Baba tanımlamasından da oldukça memnun: “Sağ olsunlar, beni gençleştiriyorlar. Gençleşmek işime gelir” diyor. Erozyon Dede lakabının hikâyesi ilginç. Yıllar önce, yabancı bilim adamlarıyla birlikte, Karadeniz’de çalışmadalar. İstedikleri nadir bulunan bir bitkinin fotoğrafını çekebilmek. Rakım yükseliyor, araştırma sürüyor. Yayla evlerinin bulunduğu bölgeye gittiklerinde, dere boyu olarak belirliyorlar yollarını. Rakım yükseleceği için Karaca’nın, yayla evlerinin bulunduğu bölgede kalmasının daha doğru olacağını düşünüyorlar. Karaca’nın elinde iki fotoğraf makinesi, çevreyi çekiyor, ekibin dönüşünü bekliyor. O sırada yabancı olduğunu düşündükleri Karaca’nın etrafını sarıyor çocuklar. En son yanına gelen kızıl saçlı bir erkek çocuğu, “Ben seni tanıyorum. Televizyonda çıkıyorsun” diyor. Karaca’da soruyor, “Çıkıyor ve ne diyorum?” diye. Çocuk yanıtlıyor; “Kesme diyorsun, ağaçları kesme”. Sonra dönüyor arkadaşlarına sesleniyor kızıl saçlı çocuk: “Koşun koşun Erozyon Dede gelmiş” Sonra da Erozyon Dede olarak kalıyor ismi. Toprak Baba olarak da anılıyor. İki türlü de hitap edeni var. Karaca, çok da hoşuna gittiğini söylüyor bu tanımlamanın. “Toprak huzurludur. Oksijen ve hayat doludur. O yüzden büyük bir onur ve mutluluk bu benim için” diyor. Ayrıca 30 yıldan fazla zamandır da toprağı anlatıyor Karaca, önemini ve yapılması gerekenleri. Büyük bir mücadele onunki. “Giden topraktır. 1970’lerden bu yana çabam hep bunun önemini anlatmak yönünde oldu. Toprak Baba olarak anlatmaya da devam edeceğim.”


Sinemanın babaları hep akıllarda

Sinemanın babaları dendiğinde, elbette pek çok isim düşüyor akla. Bu kısa yazıda bütün babaları anmak mümkün değil. O yüzden hafızalara kazınmış en belirginlerini hatırlatmakta yarar var. Sinemanın babası dediğinizde, dünya sinemasından bir isim geliyor ilk olarak akla: Godfather. Dünya sinemasının tartışılmasız “en iyi” babasıdır bu filmdeki rolüyle Marlon Brando. Mario Puzo’nun yazdığı, aynı adlı romandan uyarlanan filmde, güçlü bir İtalyan mafya ailesinin hikâyesi anlatılıyor. Diğer yandan Hayat Güzeldir’le Roberto Benigni’yi anmadan geçmek olmaz. Canlandırdığı baba karakteri ile özveri dolu bir hikâye anlatılır. Robert de Niro’nun Zor Baba’sı da, farklı bir baba tanımlamasıyla akıllarda.

Dünya sinemasında hal böyleyken Türk sinemasında da babacan roller üstlenen karakterleri de unutmamak gerek. İlk olarak Münir Özkul’u hatırlayalım. Hababam Sınıfı’ndaki tatlı sert baba kıvamındaki Mahmut Hoca’yı kim unutabilir. Neşeli Günler, Bizim Aile, Gülen Gözler…

Merhametli, iyi kalpli babayı oynayan Kadir Savun, sevimli, tonton görüntüsü ve babacan tavrıyla Hulusi Kentmen, Ahmet Mekin ve Ekrem Bora’yı da unutmamak gerek. Babam ve Oğlum’daki rolüyle Çetin Tekindor, dizi dünyasından altı sezon süren Yaprak Dökümü’nün babası Halil Ergün de günümüze en yakın isimlerden. Tabii Kabadayı filmindeki Şener Şen’in rolü de unutulmaz.

Sporun babaları

Henüz sportif direktörlük müessesinin anlamının bilinmediği yıllarda, antrenmanlar toz toprak içindeki statlarda yapılırken futbol camiasının içine düşen bir lakaptı “baba”.

Aslan Nihat’lar, Zeki Rıza’lar derken ikinci kuşak futbolcular içinden çıktı babalar. Hakkı Yeten, Beşiktaş’ın her şeyiydi. Tabii futbol yetenekleri, “zıpkın” gibi şutları ve inanılmaz gücüyle ama bundan da önemlisi liderlik özellikleriyle. Direnci kırılan arkadaşını yerden o kaldırırdı. Kimi zaman şefkatle kimi zaman hiddetle “kalk ayağa sen Beşiktaş’ın topçususun” dercesine. Rivayet o dur ki bir keresinde Beşiktaş Ankara’daki bir maçta ilkyarıyı 3 farkla geride kapatınca soyunma odasında “ya ikinci yarı adam gibi oynarsınız ya da dönüş biletlerinizi yırtarım İstanbul’a yaya dönersiniz demiştir.” Sonuç mu? Beşiktaş şahlanır maçı da kazanır. Baba Hakkı efsane olur.

Aslında Gündüz Kılıç’ın da hikâyesi farklı değil. O da futbolcu olarak sarı – kırmızı renklerle özdeşleşir. Galatasaray’ın gerçek anlamda Mektebi Sultani takımı olduğu, henüz Anadolu’ya yayılacak sarı -kırmızı sevgi selinin öncesinde Galatasaray’ın santraforu, büyük maçların büyük golcüsüdür. Ustalıkla oynar futbolu. Futbolculuğu sırasında bile oyun görüşü dikkat çeker. Baba Gündüz lakabını ustalığı sayesinde üstüne geçirir. Antrenör olduktan sonra Türk futbolunun da babası olur. Kariyerinin sonunda bir yıl Beşiktaş‘ı çalıştırır. Galatasaray’dan kimse çıkıp “Gündüz Kılıç yanlış yapmıştır” demez. Baba Gündüz’dür o, ne yapsa doğrudur.

Yeraltının babaları

İlk olarak “babaların babası” lakabını alan Vito Ferro ile başlamak gerek söze. Doğduğu Palermo’dan New York’a göç ettikten sonra mafya içinde hızlıca yükseldi. Hatta Pizzu olarak bilinen haraç alma tekniğini geliştirerek ün kazandı. Ancak sonu pek acıydı. Boşaltılan hapishanede terk edilen Vito Ferro, susuzluktan öldü. Al Capone da en ünlü Amerikan gangsterlerinden biri olarak anılıyor. Pek çok kirli işe ve cinayete bulaşan bu “baba” da Alcatraz Hapishanesi’nde yaşamını yitirdi. Charles Luciano, Michele Navarra, Salvatore Greco, Bernardo Provazzano… Peki bu topraklarda mı? Aslına bakarsanız Türkiye’de “baba” denilince karşımıza mafya ile mahalle kabadayısı kavramı çıkıveriyor. “İlk akla gelenler kimler?” sorusuna çoğu kez Kürt İdris ve Dündar Kılıç isimleriyle yanıt verildi. 1968’de ölen Oflu Hasan’ın cenaze töreni bize o âlemde racona uyan mafya babalarının itibarının ne denli büyük olduğunu gösterir. Cenazeye 20’ye yakın emniyet müdürünün katılması; devrin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın oğlu Kaya Sunay’ın çelenk göndermesi deyim yerindeyse “bir kabadayının güç gösterisidir.” Sonrası Dündar Kılıç. Her ne kadar, Kılıç için son kabadayı dense de “yeraltı dünyası” kamuoyunun önüne çok sayıda baba çıkardı. Hem de ne babalar!.. Bu babalar hiç kitaplarda yazdığı gibi değildi. “Robin Hood”vari kabadayıların yerini; Alaattin Çakıcı ile Nuri-Vedat Ergin kardeşlerin cezaevinden basına yansıyan “Ben daha büyük babayım” atışmaları bile aldı.

Anadolu Halk Bilimleri Kültür Derneği tarafından düzenlenen ”Kültür Sanat Festivali” kapsamındaki ”Özgür İnsan” ödülü heykeltıraş Mehmet Aksoy’a verildi.

Dernek Başkanı İbrahim Çenet, Belediye Çamlık Sosyal Tesisleri’ndeki ödül törende yaptığı konuşmada, ”Özgür İnsan” ödülünü hayatında zikzak çizmemiş özgür insanlara verdiklerini kaydetti. Heykeltıraş Mehmet Aksoy ise heykellerin zamanın ışığı olduğunu belirterek, heykeller üzerinden duyguları anlattığını söyledi. Sanatın insanları birbirine yapıştıran bir harç olduğunu ifade eden Aksoy, ödüle layık görüldüğü için mutlu olduğunu belirtti. Törende Sümerolog Dr. Muazzez İlmiye Çığ, ”Özgür İnsan” ödülünü Mehmet Aksoy’a verdi.

Etkinlik kapsamında düzenlenen belgesel film yarışmalarında da dereceye girenlere ödülleri verildi. Törenin ardından KKTC, Avusturya, İsveç ve Norveç’ten etkinliğe katılan sanatçılar ile bilim adamları ve dernek yöneticileri, kent merkezinde ”sanat yürüyüşü” yaptı. Etkinliğin yarın da devam edeceği bildirildi.

Dünya ‘DELİ’riyor…

Şimdi siz bu satırları okurken belki de biri intihar ediyor olabilir! Çünkü dünya ruh sağlığı ciddi bir tehlike altında. Öylesine edilmiş, abartılı bir cümle değil bu, Dünya Sağlık Örgütü (WHO) Ruh Sağlığı Bölüm’ünden Profesör M. Taghi Yasamy’nin uyarısı.

Şu anda dünyada 500 milyon kişi ruh sağlığı problemi yaşıyor. Biraz daha detaylı söylemek gerekirse; her yedi kişiden biri her yıl, her dört kişiden biri yaşamı boyunca ruh sağlığı problemiyle karşı karşıya kalıyor. Bu insanların yaşadığı en büyük sorunsa, damgalanma! Önyargılar onları hastalıkları kadar yoruyor.

Dünya Psikiyatri Birliği tarafından, Türkiye Psikiyatri Derneği ve Türk Nöropsikiyatri Derneği işbirliğiyle, geçen hafta gerçekleştirilen Dünya Psikiyatri Birliği Tematik Konferansı’nda 60 ülkeden 1000 bilim insanı dünya ruh sağlığının gidişatını konuştular. Yeme bozuklukları da vardı konuları arasında, antidepresan ilaçlar da, toplumsal eşitsizlik ve ruh sağlığı ilişkileri, savaş ve çatışma ortamında ruh sağlığı konusu da. Biz de Dünya Sağlık Örgütü Ruh Sağlığı Bölümü’nden Profesör M. Taghi Yasamy ile konuştuk.

– Dünya ruh sağlığını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Felaket… Söylenecek öyle çok şey var ki, nereden başlasam… Ruhsal sağlık problemleri her insan için pek çok soruna yol açıyor. Günlük hayatlarını etkiliyor, acı çekiyorlar. WHO’un araştırmasına göre, dünya nüfusunun yüzde 12 ile 40’ı hayatı boyunca bir ruh hastalığından acı çekiyor. Ne yazık ki, ruh sağlığı hastalarıyla ilgili çok fazla genelleme yapıldığı, önyargılar olduğu için bu insanlar çok fazla sorun yaşıyorlar, özellikle de iş bulma konusunda.

Daha korkutucu olanıysa, WHO’nun gelecek tahminlerine göre dünyada ruhsal sağlık bozuklukları artacak.

– En çok hangi hastalıklarla boğuşuyoruz?

İlk başta depresyon geliyor, şizofreni, madde ve alkol bağımlılığı onu takip ediyor… Epilepsi gibi ruhsal sağlığını etkileyen hastalıklar da yükselişte. İntihar da önemli ruh sağlığı problemlerinden. Her 40 saniyede bir, dünyada bir kişi intihar ediyor. Biz bu konuşmaya başladığımızdan itibaren kaç kişinin intihar ettiğini siz hesap edin. İntihar edenlerin sayısı, her sene ortalama bir milyonu buluyor. Anlayacağınız, ruh sağlığı problemlerinin önemli olmadığını söylemek çok yanlış, çünkü ruh sağlığı bozukluğu öldürüyor!

– Dünya ruh sağlığı bu kadar büyük tehlike altında ancak niyeyse biz hep Dünya Sağlık Örgütü’nü virüsler, aşılar konuşurken duyuyoruz. Ruh sağlığı Dünya Sağlık Örgütü çalışmalarında nasıl bir yer kaplıyor?

Önemli bir yere sahip. Ayrı bir departmanımız var. Farklı bölgelerde çalışmalar yapıyoruz. Ruhsal bozukluklar neye bağlı, neler sebep oluyor, ülkelerin neye ihtiyacı var, talepler nasıl karşılanıyor, ülkenin kaynakları neler, ülkeye nasıl yardımcı olabiliriz gibi konularda çalışmalar yapıyoruz.

– Peki en çok risk altındaki ülkelere dair bir şey söylemek mümkün mü?

Yüksek gelirli ülkelerde ya da düşük gelirli ülkelerde bu sorunlar var, gibi bir ayrım söz konusu değil. Herkesi, her ülkeyi etkiliyor ruhsal sorunlar. Ancak fakir ülkeler için durum daha zor. Çünkü orada tedavi açığı çok fazla oluyor. Yüksek gelirli ülkelerde, insanların üçte birinin tedavi almadığı tespit edildi. Ancak fakir ülkelerde bu oran yüzde 80’e kadar çıkabiliyor. Hatta bazı çok fakir ülkelerde nüfusun yüzde 1’i bile herhangi bir bakım, tedavi, hizmet alamıyor. Bir ülke ne kadar fakirse o kadar az ruh sağlığı üzerine çalışma yapıyor. Zaten sağlığa ayıracağı bütçesi düşük olduğundan, ruhsal sağlık için ayırdığı yüzdelik de daha küçülüyor. Düşük ve orta gelirli ülkelerde toplam sağlık bütçesinin sadece yüzde 2’si ruhsal sağlığa harcanıyor.

– Toplumsal eşitsizlikle ruh sağlığı arasındaki bağ, yüksek ve düşük gelirli ülkeler karşılaştırmasından ibaret değil. Hak ve imkânlardan yararlanma oranı aynı ülkenin şehirleri arasında da farklılık gösteriyor. Şehir-köy arasında adaletsizlikler var, hatta evden eve bile fark ediyor bu durum. Bunun önüne geçmek mümkün mü?

İşin kötüsü, fakirlikle ruh hastalıkları arasında bir denklem var. Ruhsal sorunlar fakir kesimlerde daha fazla ilerliyor. Ruhsal sağlık fakirliği, fakirlik de ruhsal sağlık bozukluklarını tetikliyor, bu bir kısır döngü…

Diğer yandan ruhsal sorunlarla ilgili yeterli ve kaliteli tedavinin sağlanması o ülkenin insan haklarındaki gelişmişliğiyle de bağlantılı. Mesela bazı ülkelerde, zincirle bağlanarak tedavi ediliyor hastalar. WHO, her ülkede ruh sağlığı hizmeti olmasını söylemiyor, her ülkede kaliteli hizmet istiyoruz biz. Bunu derken, pahalı teknoloji ve ilaçtan bahsetmiyoruz. Ruhsal sağlık problemi olanlara saygılı davranmak ve onların insan haklarını tanımakla işe başlanmalı, eşit yaklaşılmalı onlara, ayrımcılık olmamalı. Her vatandaşın hakkı neyse, ruhsal sorunu olan insan da aynı haklara sahip olmalı.

Bir ülkenin sağlık sisteminin iyi olup olmadığını, ruhsal sağlığa ne kadar değer ve vakit ayırdığını sorgulayarak görebiliriz. Ruhsal sağlık olmadan, sağlık olmaz.

– WHO bu konuda ne gibi çalışmalar yapıyor?

2008’de Ruhsal Sağlık Eksikliği Aksiyon Planı diye bir program başlattık. Özellikle Afrika gibi düşük ve orta gelirli ülkelerde başlatıldı proje, genişletmeye çalışıyoruz. Düşük ve orta gelirli ülkelerde, genel bakım hizmetlerini sunan hemşirelerin belli standartta eğitilmesini planlıyoruz. Ruh sağlığı, genel sağlık sistemine bağlı olmalı, normal doktorların, hemşirelerin de bir teşhis, hizmet sunabilmesi lazım. Hastanın, temel bakımda da tedavisinin yapılabilmesi lazım. Ancak vaka karışıksa, zorluysa o zaman uzmana yönlendirilmeli. Ruh sağlığında yeterli ve kaliteli tedavi için insan hakları örgütlerinden sağlık çalışanlarına kadar herkes birlikte çalışmalı.

WHO’nun akıl sağlığı raporu

Dünya Sağlık Örgütü’nün hazırladığı rapora göre, dünyada fiziksel olmayan rahatsızlıklardan ötürü acil servislere başvurular son on yılda yüzde 5 artarak, yüzde 6’dan yüzde 11’e yükseldi.

– Ruh ve akıl sağlığına ilişkin sorunların yarısından fazlası 14 yaşından önce ortaya çıkıyor. Orta gelirli ülkelerde dört milyon çocuğa bir çocuk psikiyatristi düşüyor.

– Şizofreni hastalarının üçte biri, depresyon hastalarının yarısı ve alkole bağımlılığına bağlı hastalıklardan muzdarip olanların dörtte üçü basit tedavilere erişemiyor.

– Önyargılar ruhsal rahatsızlıklarla boğuşan insanların tedavi almasını engelliyor ya da geciktiriyor. Genel kanının aksine, eğitim düzeyi yüksek kişilerde ve kentsel alanlarda önyargı daha yüksek.

– Dünyada psikiyatri hastalarına yönelik insan hakları ihlalleri çok yaygın. İhlallerin başında fiziksel şiddet, ayrımcılık, temel ihtiyaçların ve mahremiyetin görmezden gelinmesi var. Çok az ülkede akıl hastalarının haklarını net biçimde garanti altına alan yasal düzenlemeler bulunuyor.

– Ruh sağlığı alanında donanımlı personel son derece adaletsiz bir dağılım gösteriyor.

Abant her mevsim güzel

Bolu’ya yaklaşık 30 kilometre uzaklıkta bulunan Abant Tabiat Parkı ve gölü, her mevsim ayrı güzel.

Bolu – Kentlerin kalabalığından ve gürültüsünden kaçarak dinlenmek isteyen doğa severlerin uğrak mekanlarından olan Abant Gölü’nün etrafını çevreleyen ormanlar, görenleri adeta büyülüyor.
Kış aylarında tatilcilerin şambrellerle kayak yaptığı, faytonla donan göl kenarında dolaştığı Abant, uzun kış mevsiminin ardından bol yağmurlu geçen ilkbaharla canlanarak rengarenk bir görüntüye kavuştu.

ABANT HER MEVSİM GÜZEL-FOTO GALERİ

Baharla birlikte bir başka güzelliğe bürünen Abant’a gelen vatandaşlar, göl kenarında ve ormanlık alanlarda doğa yürüyüşleri yapıp, faytonlarla gezintiye çıkarak, doğayla iç içe zaman geçirmenin keyfini çıkarıyorlar.

Özellikle haftasonları büyük yoğunluğun yaşandığı Abant ve çevresindeki alanlar, hafta içi ise tenhalaşıyor. Şehrin stresini atmak isteyen tatilciler, daha çok bu vakitleri tercih ediyor.
Tatilcileri gölün kenarında faytonla gezinti keyfi yaşatan atlar ise hafta içi yoğunluğun azalmasıyla, yeşil çayırların keyfini çıkartıyor.

Akbank Oda Orkestrası’nın şefi Cem Mansur çoksesli müziğin insanlara birbirini dinlemeyi öğrettiğini söylüyor…

İstanbul Müzik Festivali’nin bu yıl gerçekleştirdiği çok sayıda yenilikten bir tanesi olan eser siparişi, günümüzün yaşayan en önemli bestecilerinden İlhan Usmanbaş’a verildi.

Eserin dünya prömiyeri, Cem Mansur yönetimindeki Akbank Oda Orkestrası tarafından, 16 Haziran’da saat 20.00’de Aya İrini Müzesi’nde verilecek “Yola Çıkanlar & Yoldan Çıkanlar” başlıklı konserde gerçekleştirilecek. Konserde Beethoven, Corigliano ve bu yıl 200. doğum yılını kutladığımız, döneminin en yenilikçi ve “protest” bestecilerinden Liszt’in eserlerine de yer verilecek. Bu kapsamda konuştuğumuz Cem Mansur, festivalden yola çıkarak çoksesli evrensel müziğin onun için ne ifade ettiğinden, önümüzdeki dönem plan ve projelerine kadar bir dizi sorumuzu yanıtladı.

– “Yola Çıkanlar, Yoldan Çıkanlar” başlıklı konserin dünya prömiyerini, sizin yönetiminizdeki Akbank Oda Orkestrası yapacak. Nasıl bir konser olacak?

Bu yıl, festival direktörü Yeşim Gürer, bazı konserlerde yolculuk diye bir tema birliği olacağını söyledi. Bir de Liszt’in doğumunun 200’üncü yılı olunca ikisini birleştirmek istedim. Hatta program içinde Liszt’in kendisini ve sonra eserlerini tarih içinde bir yolculuğa çıkmışken de görüyoruz. Beethoven, ‘Atina Harabeleri’ uvertürünün ardından, günümüzün büyük piyanisterinden Stephen Kovacevich’in çalacağı 4’üncü konçertoyla programda. “Amatör papaz” Liszt’in ne sıklıkla yoldan çıktığı bilinir. Yalnız kendi yolculukları ve Wagner’in ölümü konusunda iki eseriyle değil, John Adams’ın düzenlemesiyle de ortaya çıkıyor. Adams’la birlikte diğer önemli Amerikalı çağdaş besteci Coriligano da yollarda, “Voyage” ile. Programdaki en büyük yenilik tabii ki İlhan Usmanbaş’ın “Konçerto”su. Yeni eser üretilmesi ve çalınması, bir ülkenin müzik yaşamının bir müzeye dönüşmemesi için ilk yapılması gereken. Eseri keşfetme süreci her zaman çok keyifli. Bu defa da yaratıcılığın ve ustalığından, 90’ıncı yaşında hiçbir şey yitirmemiş bir bestecinin hayat dolu ve derin düşüncelerinin mühiş bir çeşitlilik içinde ifadesiyle karşı karşıyayız.

– 2004’te, Türkiye’nin ilk Uluslararası Çocuk Senfoni Orkestrası’nın sanat direktörlüğü ile şefliğini üstlendiniz, sonra da Ulusal Gençlik Senfoni Orkestrası’nı kurdunuz. Çocuklar ve gençlerle çalışmak sizin için nasıl bir deneyimdi?

Ulusal Gençlik Senfoni Orkestrası bu yıl kabuk ve çatı değiştirdi ve Türkiye Gençlik Filarmoni Orkestrası adıyla yeniden yapılandı. Müzisyen ve insan olarak yaptıklarım arasında bana en anlamlı, en heyecan verici ve en vazgeçilmez olarak gördüğüm; çoksesli evrensel müzik, insanlara birbirini dinlemeyi, “öteki”nin sesine saygı duymayı, gerektiğinde lider gerektiğinde takipçi olmayı, sorumluluk almayı, duygularını ifade etmeyi, bedensel varlığının en üst düzeyde koordinasyonunu, orantı kavramını ve daha birçok şeyi öğretiyor.

– Akbank Oda Orkestrası için tasarladığınız programlardan, şu ana kadar, en çok ilgi çekenler hangileri oldu?

Akl-ı Selim’in Müziği”, “İstanbul’da Erguvan Zamanı”, “Atnağmeler”. Tek konser programlarından “Montaj Sanayi”, “Beraber ve Solo Yaylılar”, “Çek Sanat Mafyası”, “Dört Vakit Haydn”, “Mevsim Salatası”, “Taklitlerinden Sakınmayınız” , “Uygarlık ve Soykırım” keyifle hatırladıklarım.

-Bugün, sanat eserlerine ve sanatçılara olan baskı ortamının arttığı bir dönemden geçerken, siz kendi adınıza, eskisine göre daha karamsar mısınız?

Karamsar olduğumu söyleyemem. Bu sığlıkla mücadelenin en etkili yolu da, belli bir derinliği paylaşmanın en kestirme yolu olan müzik eğitimi..