Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

Türkiye’deki çocuklar günde ortalama dört saat televizyon izliyor. Uzmanlar televizyonun avutma aracı olarak görülmemesi, yemek yedirmek veya ağlamasını kesmek için kesinlikle kullanılmamasını söylüyor.

Televizyon saldırgan yapıyor

Televizyonun içerik ve süre açısından kontrolü anne-babada olmalı. Haftalık olarak program yapılabilir; yaşına uygun çizgi filmler, çocuk programları, CD’ler seçilebilir. Özellikle televizyonun birlikte seyredilmesi, anne-babanın televizyonda karşılaşılan olaylar üzerine yorumları ile çocuğuna rehberlik etmesi, televizyon sonrasında izlenenler üzerine konuşulması yararlı olur.

Çocuklar, sabahtan akşama kadar televizyon izliyorlar. Anneler ve bakıcılar da böylece çok rahat ediyorlar! Çünkü televizyonu kapatırsanız, çocuğunuzla ilgilenmeniz, birlikte parka, tiyatroya, sinemaya gitmeniz, oyun oynamanız, kitap okumanız gerekiyor. Saatleri televizyon karşısında geçen çocukların, bundan olumsuz etkilenmemesi mümkün değil. Bu konuda yapılan çok sayıda araştırma da bu görüşü doğruluyor. Şiddet içerikli programlar, çocuklarda saldırgan davranışlara neden olabiliyor. Uzun süre televizyon izlemek, zihinsel ve dil gelişimini de olumsuz yönde etkileyebiliyor.

Özel Alev Anaokulu rehberlik uzmanları, televizyon ile saldırgan davranışlar arasındaki ilişkiyi şöyle anlatıyorlar:

“Araştırmalar, şiddet içerikli televizyon programlarının; toplumsal şiddete karşı duyarsızlaşma, şiddete karşı olumlu tutumların gelişmesi, suç oranının artması, çocukların saldırgan davranışları öğrenmesi gibi olası etkileri üzerine yoğunlaşmıştır. Çocukların şiddet ve cinsellik içeren televizyon programlarını ve çizgi filmleri izlemeleri, ruh sağlıkları açısından son derece sakıncalıdır. Çünkü bilindiği gibi çocuk, kişiliğini oluştururken en çok model alma yöntemini kullanmaktadır. Ancak aldığı modelin iyi ya da kötü olduğu ayrımına varamadığından, biz engellemediğimiz sürece televizyondaki yanlış modellerin özeliklerini benimsemesi muhtemeldir. Günümüzde çocuklar uzun saatler boyunca televizyon başında kalmaktadırlar. Türkiye’de çocukların, günde ortalama dört saat televizyon izlediğini söyleyen araştırma bulguları mevcuttur. Televizyon izlenen süre arttıkça, şiddet içeren görüntülerle karşılaşma ihtimali de artmaktadır.”

Zihinsel gelişim

Rehberlik uzmanları, doğru bir zaman ve içerik sınırlaması ile televizyonun çok verimli bir eğitim, eğlence ve iletişim aracı olabileceğine dikkat çekerek televizyonun çocuğun kelime dağarcığını arttırdığını, ilgi alanlarını genişlettiğini ve özellikle okul öncesi dönem için hazırlanmış özel programlarla; müzik, belgesel vb. programların olumlu etkileri bulunduğunu vurguluyorlar.

Ancak, televizyon izlemek, çocukların diğer faaliyetlerini engellediği, onları hareketsiz bıraktığı ve diğer çocuklar ile iletişimden uzaklaştırdığı için zihinsel gelişimlerini olumsuz yönde etkiliyor. Sonuç olarak, çocukların yaşlarına uygun ve özel hazırlanmış televizyon programlarını izledikleri ve televizyona ayırdıkları sürenin diğer faaliyetlerini engellemediği durumlarda, televizyon çocukların zihinsel ve dil gelişimleri üzerinde olumlu etkilere sahip.

TV’yi avutma aracı olarak kullanmayın

• Çocuğun televizyon izleme süresi ile ilgili olarak; yaşı, yapması gereken diğer faaliyetler ve uyku ihtiyacı göz önüne alınarak onunla birlikte bir kural belirlemek.

• Çocukların hangi televizyon programlarını, filmleri izledikleri hakkında bilgi sahibi olmak.

• Televizyon programlarında ve sinemalarda izledikleri şiddet hakkında onlarla konuşmak.

• Şiddet davranışlarının gerçek hayatta ne kadar acı verici olduklarını ve ne tür ciddi sorunlara yol açabileceklerini anlamalarını sağlamak.

• Sorunların şiddet kullanmadan nasıl çözülebileceğini onlarla tartışmak.

• Şiddete karşı davranışlar sergiledikleri her ortamda çocukları desteklemek ve takdir etmek.

• Çocuğa; arkadaşlarından birinin diğerine vurduğu, küfrettiği, tehdit ettiği durumlarda sakin ama kesin sözcüklerle nasıl tepki gösterebileceklerini öğretmek; şiddete karşı durmanın ve direnç göstermenin daha fazla cesaret gerektirdiğini anlatmak.

• Anne-babanın, kendi tavır ve tutumları ile çocuğa olumlu modeller olması.

• Televizyonu asla çocuğu avutma aracı (yemek yedirmek, ağlamasını kesmek için vs.) olarak kullanmamak.

• Çocuklar tam olarak anlamadıkları haberler ile ilgili olarak kendi hayal güçlerini kullanmaya başladıkları için, ona izlediği ve anlamadığı şeylerle ilgili anlayabileceği şekilde açıklama yapmak.

Devlet Opera ve Balesi (DOB), 2009-2010 sanat sezonuna ”merhaba” demeye hazırlanıyor. DOB, yeni sanat sezonunda 11’i yerli olmak üzere 50’ye yakın eserle izleyici karşısına çıkacak.

Devlet Opera ve Balesi (DOB) Genel Müdürü Rengim Gökmen, genel müdür yardımcıları Şadi Erdoğan ile Şenol Tiryaki ve bölge müdürleriyle düzenlediği basın toplantısında yeni sezonun repertuvarını açıkladı.

Yaz aylarında da festivaller ve sanat etkinlikleriyle sanatçıların dinlenme sürecini kısıtlamadan seyirciyle buluştuklarını ve böylece 12 ay etkinlik sergileme anlayışını benimsediklerini anlatan Gökmen, sezon içerisinde yeniliklerle izleyici karşısına çıkacaklarını ifade etti.

Bu sezon 3 yeni Türk operasının seyirciyle buluşacağını bildiren Gökmen, Ankara’da Sabahattin Kalender’in ”Cem Sultan”, İstanbul’da Cemal Reşit Rey’in ”Çelebi” operasının konser versiyonu ile Antalya’da Yalçın Tura’nın ”Karacaoğlan” operasının ilk kez seyirciyle buluşacağını belirtti. Gökmen, Yaşar Kemal’in aynı adlı romanından Cem İdiz’in müzikleriyle sahneye uyarlanan ”Çakırcalı Efe” adlı balenin de Birim Dans Tiyatrosu tarafından dünya prömiyerinin gerçekleştirileceğini söyledi.
 

Dönüşümlü repertuvar sistemi

DOB’un yeni sanat sezonunda ”dönüşümlü repertuvar sistemini” uygulamaya devam edeceğini dile getiren Gökmen, bu uygulamanın amacının kısıtlı kaynaklarla gerçekleştirilen ve büyük bir emekle ortaya çıkan prodüksiyonların etkin bir şekilde kullanılması olduğunu belirtti.

Mersin Devlet Opera ve Balesi’nin ”Arşın Malalan” adlı eserinin tüm dekor ve kostümünün bu sezon Samsun Devlet Opera ve Balesi’ne iletildiğini, bu kostüm ve dekorlarla aynı yapıtın sahneye getirileceğini ifade eden Gökmen, bu uygulamanın amacının tasarruflu bir biçimde yapıtların sahnelenmesi olduğunu söyledi.

DOB’un 81 ile turne yapmayı hedeflediğini anlatan Gökmen, turne haritasının çıkarıldığını, özellikle doğu illerinde seyirciyle buluşmaya önem verdiklerini kaydetti.

AKM’deki son durum

Gökmen, İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nin Atatürk Kültür Merkezi’nin (AKM) tadilat sürecinde bulunması nedeniyle temsillerini Süreyya Operası’nda verdiğini anımsattı.
Atatürk Kültür Merkezi’nin yenilenme projesi için Kültür ve Turizm Bakanlığı ile İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı arasında protokol imzalandığını hatırlatan Gökmen, ”AKM’nin tadilat sürecinin 2010-2011 sanat sezonuna yetişmesini sanatçılar olarak bütün kalbimizle umut ediyoruz” dedi.

İstanbul Devlet Opera ve Balesi Müdürü Suat Arıkan da İstanbul’da opera ve bale sanatlarına büyük ilgi gösteren seyirci kitlesinin bulunduğunu ancak şu anda koltuk sayısının kısıtlı olması nedeniyle bu talebe yetişemediklerini söyledi. Arıkan, bu nedenle değişik mekanlarda temsiller düzenlemeyi planladıklarını ve üstün bir gayretle bunları gerçekleştirmeyi hedeflediklerini ifade etti.

İzmir’e yeni salon

İzmir Devlet Opera ve Balesi Müdürü Aytül Büyüksaraç da kendilerinin de bina sorunlarının bulunduğunu, özellikle çalışma salonları konusunda sıkıntılar yaşadıklarını belirtti.

Salon konusunda İzmir Büyükşehir Belediyesinden yeni bir müjde aldıklarını anlatan Büyüksaraç, 3-4 yıl içinde yeni bir binaya kavuşacaklarını açıkladı.
“Yeni sezonda neler var?”

Yeni sanat sezonunda seyirciyle buluşacak yapıtlar ve illeri ise şöyle:
”-Ankara Devlet Opera ve Balesi: Aida (Verdi), Macbeth (Verdi), Seslerle Anadolu (A.Aykaç), Idomeneo (Mozart), Notre Dame’ın Kamburu (Petit), Cem Sultan (S. Kalender), Harem (M. Çimenciler), Romeo ve Juliet (Prokofiev), Seyahatname (B.Murphy), Viva La Mamma (Donizetti), Far From Now (Modern Dans Topluluğu), Çakırcalı Efe (C.İdiz),

-İstanbul Devlet Opera ve Balesi: La Boheme (Puccini), Figaro’nun Düğünü (Mozart), Çelebi (Cemal Reşit Rey), Rossini Menüsü (Rossini), Don Kişot (Minkus), Hoffmann’ın Masalları (Offenbach),

-İzmir Devlet Opera ve Balesi: Bir Tenor Aranıyor (Ludwig), Aşk-ı Memnu (S.Ada), Adriana Lecouvreur (F.Cilea), Bir Yaz Gecesi Rüyası (Mendelssohn), Ariadne Auf Naxos (Strauss), Carmina Burana (Carl Orff),

-Mersin Devlet Opera ve Balesi: Tosca (Puccini), Yarasa (Strauss), Güldestan (B.Murphy), Don Kişot (Minkus), Dudaktan Kalbe (Ç. Işıközlü),

-Antalya Devlet Opera ve Balesi: Tosca (Puccini), Rusalka (Dvorak), Don Kişot (Minkus), Eva (North), İstanbulname (T. Erdener), Karacaoğlan (Y.Tura), Zaide (Mozart), Iolanta (Çaykovski),

-Samsun Devlet Opera ve Balesi: Kamelyalı Kadın (Verdi), Arşın Malalan (Hacıbeyov), Kontes Mariza (E. Kalman), Binbir Gece Masalları, Üç Bale (Korsakof), Bach Oryantal (Bach).”

Yapay tatlandırıcılar üzerine tartışmalardan biri bitmeden diğeri başlıyor. Son bir araştırma, bağırsakların yapay tadlandırıcıları tıpkı şeker gibi algıladığını ve zayıflatıcı etkisi olmadığını ileri sürdü. Ancak bilim insanları, bunun kesinlik kazanması için daha çok araştırma yapılması gerektiğine işaret ediyor. Yapay tatlandırıcıları hekimler genellikle tavsiye etmiyor. Bellek kaybı ve kemik erimesine yol açtığı şüpheleri de var.

Reyhan Oskay

Bilim Teknik / Cumhuriyet– Bilim insanları daha önce yiyeceklerin içerdiği şekerin incebağırsaktaki emiliminin bir protein –şeker taşıyıcı- aracılığı ile yapıldığını ortaya çıkartmıştı. Bu proteinin miktarı yiyecekteki şeker içeriğine bağlı olarak değişir. İncebağırsak, glikozu hisseden bir sistemden yararlanarak bu değişikliği kontrol altında tutar. İşte bugüne dek bu sistemin nasıl çalıştığı bilinmiyordu. Şimdi Liverpool Üniversitesi Veterinerlik Fakültesi’nden Soraya Shirazi-Beechey’in öncülüğünde yürütülen bir çalışma, bu sistemin çalışma mekanizmasını açığa çıkarttı. “Şekerin tadını algılayan reseptör (algılayıcı) ve tat taşıyıcı protein –gustducin- bağırsaktaki tat hücrelerinde de mevcuttur” diye konuşan Shirazi-Beechey, “İşte şekerin tadını algılayan bu proteinler, insanların ve hayvanların bağırsaklarında glikoz olup olmadığını tespit edebiliyor” diyor. Shirazi-Beechey farelerde tespit edilen bu mekanizmayı şöyle açıklıyor:

“Bu proteinlerden sorumlu genlere sahip olmayan fareler, incebağırsaklarında şeker taşıyıcılarını üretemez. Bunun sonucunda bağırsaklarındaki şekeri emme kapasitesini düzenleyemezler. İlginç olan bu reseptörün yiyecek ve içeceklerin içindeki yapay tatlandırıcıları tespit etme becerisine de sahip olması. Ve bu, incebağırsakların yiyecekle vücuda giren şekeri emme kapasitesini arttırır. Sonuçta yapay tatlandırıcı kullanan insanların niçin kilo veremediğini daha ileri çalışmalarla çözebiliriz.”

Liverpool Üniversitesi’nin bu buluşu, kan şekeri anormal düzeylerde seyreden şeker hastaları gibi beslenme şekline bağlı belirli hastalıklara sahip olan insanlara büyük yarar sağlayacak. Shirazi-Beechey bu çalışmanın gelecekte ne gibi yararlar sağlayabileceğini şöyle açıklıyor:

“Bu tat reseptörlerini kullanmanın bir yolunu bulursak, ışığı kısmaya yarayan elektrik anahtarları gibi, vücudun uygun miktarda şekeri emmesinin yolu açılacak. Şimdi ekibimiz büyük bir heyecanla bu hedefe ulaşmak için çabalıyor.”

Bu buluşun yarış atları üzerinde de büyük etkisi olacağını belirten Shirazi-Beechey, “Atların, uzun yarışlarda performanslarını sürdürebilmeleri için glikoz düzeylerinin hep yükseklerde seyretmesi gerekir. Yarıştan önce ve sonra yiyecekler aracılığı ile bu reseptörleri faal hale getirebilirsek bağırsaklarının glikozu emme kapasitesini arttırabiliriz” diyor.

 

Türk bilim insanları temkinli

Bu araştırma ile ilgili görüşlerine başvurduğumuz bilim insanları, bu çalışmanın henüz bir hayvan araştırması olduğunu ve ilk bulguları ileri taşıyacak daha ayrıntılı çalışmaların henüz yapılmamış olmasından dolayı sonuçlara temkinli yaklaşıyor.

Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Gastroentroloji Bilim Dalı’ndan Prof. Dr. Neşe İmeryüz, ilk sonuçlara bakıp yapay tatlandırıcıların kilo kaybına yol açmadığı gibi kilo aldırdığı varsayımını doğru kabul emenin tehlikeli bir yaklaşım olduğunu savunuyor.

Dr. İmeryüz’ün görüşleri şöyle: “Araştırmayı inceyince gördüm ki yapay tatlandırıcılar şeker emen pompanın yapımını ve dolayısıyla şeker emilimini arttırıyorlar ama aynı zamanda kanda insülin salgısını artıran ve kanda dolaşan şekerin kas ve karaciğer hücrelerine girmesini sağlayan peptid hormonların yapımını da uyarıyorlar. Dolayısıyla insanda nihai etki şişmanlığın ve kan şekerinin artması mı, azalması mı yoksa değişmemesi mi olur belli değil. Bu buluş kan şekerini kontrol etmek için kullanılabilecek yeni bir mekanizmayı ortaya koyduğu için önemli.”

Marmara Üniversitesi Gastroentroloji Bilim Dalı’ndan Doç. Dr. Osman Özdoğan da aynı görüşte. Bu ilk bulguların ileri çalışmalarla desteklenmedikçe hemen kabul edilmemesi gerektiğini söylüyor. Kaldı ki Özdoğan diyet ürünlerinin tüketilmesine sıcak bakmadığını şu sözleriye açıklıyor:

“Nasılsa kilo aldırmaz düşüncesi ile bu ürünler gereğinden fazla tüketiliyor ve sonuçta vücuda giren kalori azalmıyor. En ideali hiçbirini kullanmamak. Diğer taraftan sürekli tatlandırıcı kullanan birinin kan şekeri düzeyini arttırıyor olabilirler.”

Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Derneği Başkanı Prof. Dr. Sema Akalın, Shirazi-Beechey’in araştırmasıyla ilgili ileri çalışmaların yapılmasının gerekli olduğuna inanıyor. Bugüne dek yapay tatlandırıcılara temkinli yaklaştığına dikkat çeken Akalın, tatlandırıcı içeren yiyecek ve içeceklerin yalnızca içindeki tatlandırıcı nedeniyle değil, diğer katkı maddelerine bağlı olarak da şeker hastalarına zarar verdiğini belirtiyor.

Diyet kola başta olmak üzere tatlandırıcılı meşrubatların sağlık açısından tüketilmesini doğru bulmadığını açıklayan Akalın, “Aslında diyabet hastalarıma tatlandırıcıları hiçbir koşulda önermiyorum. Atadan, dededen kalma ayran en ideal içecek” diyor.

 

Yaşama geçiş süresi uzun

Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Uzmanı Doç. Dr. Oğuzhan Deyneli, yapay tatlandırıcıları temel işlevinin kanda şekeri yükseltmeden şeker tadı vermesi olduğuna dikkat çekiyor. “Bunların kalori vermemesinden yararlanarak kilo kaybına yol açabileceğini de düşünüyoruz” diye konuşan Dr. Deyneli, Shirazi-Beechey’in araştırmasından elde edilen sonuçların, şeker emilimi mekanizmasının yalnızca tek bir basamağında etkin olduğunu, bütün mekanizmayı nasıl etkileyeceği konusunda henüz yeterli bilginin bulunmadığını söylüyor.

“Şekerle veya tatlandırıcılar ile uyarılarak artan glikoz emiliminin sonuçları ile ilgili henüz bir yorumda bulunabilmek mümkün değil” diye konuşan Dr. Deyneli, ancak bağırsaklardan glikoz emilmesinde rol oynayan bu sistemin, diyabet tedavisinde kan şekeri kontrolü için yeni çıkışlar arayan bilim adamları için yeni bir umut gibi göründüğüne dikkat çekiyor. Dr. Deyneli bu alandaki öncü çalışmalara da değiniyor:

“Daha önce böbreklerden glikozun geri emilmesini önleyerek, glikozun (şekerin) böbrek aracılığı ile daha fazla atılmasını sağlayarak kan şekeri kontrolüne katkıda bulunan ilaçlar diyabet tedavisi için yeni bir seçenek olacabileceğini diyabetli bireylerde yapılan ilk çalışmalarda göstermişlerdi. Bu yeni grup ilaçlarla ilgili araştırmalar faz 3 aşamasında halen sürüyor (SGLT2 inhibitörleri,http://cme.medscape.com/viewarticle/578176 ). Benzer şekilde bağırsaklarda yoğun olarak bulunan ve glikozun emilmesinde rol alan SGLT1 üzerinden çalışacak ilaçlar da yeni bir antidiyabetik ilaç grubunun ortaya çıkmasına olanak sağlayabilirler. Şimdilik bu sadece bir öngörü, bilim dünyasında düşündüklerinizin hayata geçmesi çok uzun sürmediği de unutulmamalı.” Kaynak::(www.pnas.org/cgi/doi/10.1073/pnas.0706678104)

 

Diyabetik gıdalar zayıflatmaz

Endokrinoloji ve Metabolizma Uzmanı Prof.Dr. Metin Özata ise söz konusu araştırmanın henüz hayvan çalışması olduğunu, insanlar üzerinde yapılacak ileri çalışmalardan sonuç alınmadan tatlandırıcıların vücutta yapacağı tahribat konusunda kesin bir şey söylemenin doğru olmayacağını vurguluyor. Bugüne dek yapay tatlandırıcılar konusunda sürdürülen çalışmalarda bu ürünlerin kalsiyum atılımını artırdığı ve unutkanlığa yol açtığı yolunda bulguların elde edildiğini söylüyor.

Dr. Özata’nın diyabetik ürünlerle ilgili görüşleri şöyle: “Üzerinde veya etiketinde “diyet’’, “light’’ veya “diyabetik’’ yazan gıdaların esas özelliği düşük kalorili olmaları. Diyabetik olanlar tatlandırıcı ile yapılır. Bunların da kalorisi var. Bu nedenle yiyeceklere ilave etmek yerine yiyeceğiniz bir gıda yerine yenmesi gerekir. Diyabetik reçelin 100 gramında 208 kalori, diyabetik çikolatanın 100 gramında 569 kalori ve diyabetik bisküvinin 100 gramında 538 kalori olduğunu unutmayınız.”

 

Zayıflamak için Gİ diyeti yapınız

Zayıflamak için tatlandırıcı veya diyet gıda yerine glisemik indeks (Gİ) diyeti denilen beslenme tarzının seçilmesinin daha doğru olacağını belirtiyor Özata:

“Gİ karbonhidratların kan şekerini yükseltme gücünü gösteren bir kavram. Gİ’ye dayalı beslenme kilo kontrolü sağlıyor ve kronik hastalıklardan bizi koruyor. Özellikle kilo vermek isteyenler, atıştırma atakları, kan şekeri düşüklüğü, şeker hastaları ve metabolik sendromu olanların mutlaka bu şekilde beslenmesi gerekir. Düşük Gİ’li gıdalar yemek gerekir. Örneğin beyaz ekmek yerine tam buğday ekmeği, pirinç pilavı yerine bulgur pilavı, patates yerine kuru fasulye yenmeli. Bal, pekmez, reçel yerine ise meyve yenmeli.”

 

Tatlandırıcı nedir?

Şeker hastalarının tatlandırıcı ihtiyacını sağlamak üzere kullanılan kimyasal maddelere tatlandırıcı denir. Bunların kalorisi yoktur, şeker tadı verirler. Gebeyken tatlandırıcı kullanılmamalıdır. Mecbur değilseniz tatlandırıcı kullanmayınız. Ancak kullanmak istiyorsanız daha çok tercih edilmesi gerekenler aspartam içeren tatlandırıcılardır. Ancak yukarıda verilen yeni bilimsel gelişmeler bize yapay tatlandırıcıların kullanılmaması gerektiğini önermektedir. Sorbitol, mannitol ve fruktoz sofra şekeri kadar olmasa da kaloriye sahiptir. Piyasada satılan diyabetik gıdalara katılırlar. Fazla yenirse kilo aldırır ve ishal yapabilirler.

Aspartam: Sofra şekerinin 200 katı kadar tat verir. Isıtıldığında tat verme özelliğini kaybeder.

Sakkarin: Şekerden 200 -300 kat daha tatlıdır.

Siklamat: Şekerden 30 kat daha tatlıdır. Isıya dayanıklıdır.

 

Kaynaklar:

Robert F. Margolskee ve arkadaşları, T1R3 and gustducin in gut sense sugars to regulate expression of Na_-glucose cotransporter 1. PNAS, PNAS September 18, 2007 vol. 104, no. 38, 15075–15080

Prof. Dr. Metin Özata, Diyabetle Kaliteli Yaşam Rehberi, Gürer Yayınları, 2008

Prof. Dr. Metin Özata, Gİ Diyeti, Erko Yayıncılık, 2008

Eğitimin erdemini hiçbir meslekte bulamadım

Zamanı Durduran Saat, bir nehir söyleşi kitabı. Eskişehir’e bir masal kent görünümü kazandıran, çalışmalarıyla şehri geliştirip kalkındıran Yılmaz Büyükerşen, Cemalettin N. Taşçı’nın sorularını içtenlikle yanıtlamış.

Mehmet Çakır

Cumhuriyet / KitapYılmaz Büyükerşen‘in çocukluğu, ilkgençliği, öğrenim yaşamı, rektörlüğü, belediye başkanlığı… Cemalettin N. Taşçı’nın deyimiyle, ‘devasa hayalleri birer birer hayata geçiren yılmaz bir adamın, kendi ağzından hikâyesi’. Büyükerşen’le Zamanı Durduran Saat’i konuştuk.

-Bir nehir söyleşi kitabı hazırlamak sizin fikriniz miydi, size bir öneri mi geldi?

– Aslında bütün dostlarım, öğrenciler, öğretim üyesi arkadaşlarım yıllardır anılarımı yazmamı ister benden. Ama ne yazık ki ben o zamanı bulamayacak şekilde bir kamu hizmetinin peşinde koşturdum durdum ve hiç zamanım olmadı. Ancak Doğan Kitap’tan böyle bir nehir söyleşi teklifi geldi. Teklif de tam seçimlerin arifesinde, daha doğrusu geçtiğimiz yılbaşı yapılmıştı. Seçimlere girmeden yetiştirebilir miyiz diye tereddütlerim vardı nitekim korktuğum başıma geldi, seçim çalışmaları başlayınca sıkıştık. Yoksa daha seçim atmosferine girmeden söyleşiler yapılacak ve kitap hazırlanacaktı. Doğan Kitap arkadaşım Cemaletin Taşçı’ya bu görevi verdi, Cemalettin de peşimi bırakmadı. Seçim propagandaları içerisinde bazen sabahtan öğlene kadar, bazen öğleden sonra, bazen parti programını anlatmak için katıldığımız toplantı dönüşlerinde bir kahvede veya evde Cemalettin’in sorularını cevaplandırmaya çalıştım. Bazen yorgun, bazen dinlenmiş vaziyette, bazen siyasi çalışmaların arasında soluk alabilmek için konuları dağıtmak üzere bir araya geliyorduk. Sonunda bu kitap ortaya çıktı.

 

Edebiyat ve siyaset

– Dostlarınızın anılarınızı yazmanıza ilişkin önerisi rafa mı kalktı nehir söyleşiden sonra?

– Konuşma diliyle yazı dili çok farklı. Anılarımı yazacak olsaydım daha edebi olurdu. Ben liseden edebiyat şubesi mezunuyum. Edebiyattan çok başarılı notlar alan bir öğrenciydim. Yıllarca gazetecilik yaptım. Dolayısıyla kaleme alacağım anılarım, eğer öyle bir vakti bulursam, biraz daha farklı bir üslupta olacak kuşkusuz. Teybe aktarılan, kaydedilen anılar konuşma dilinin özellikleri içerisinde oluyor. Cümleler yazı dilinde olduğu gibi çok ölçülerek, biçilerek çıkmıyor kalemden. Yalnız nehir söyleşilerin de ilginç bir yanı var. Şimdi okuduktan sonra fark ediyorum: Söyleşinin yapıldığı süreçler içerisindeki haleti ruhiyem de konuşmalara yansımış. Mesela çocukluk yıllarımı anlatırken çocukluğumun mutluluğu gözümün önüne gelmiş. Son derece rahat, daha sevecen bir dil kullanıyorum. Yorgun olduğum ya da siyasete ilişkin konular konuştuğumuz zamanlarda kurduğum cümleler çok daha farklı. Daha sıkılgan, sıkıcı, sert hatta biraz daha kuru oluyor.

– Gençliğinizde siyasete atılmayı düşünmüş müydünüz?

– Siyasete atılmak gibi bir düşüncem hiç olmadı. İnsanın yaşam çizgisi, kendisi ne kadar planlarsa planlasın, bazen planladığı noktadan çok uzaklara düşüyor. Siyasete davet hep oldu, akademik hayata atıldıktan sonra özellikle. Siyaset, kuşkusuz özünde erdemli bir uğraş alanıdır ama eğitimin erdemini hiçbir meslekte hiçbir uğraş alanında bulamadım. Eğitim kutsal benim için.

– Söz eğitime gelmişken… Anadolu Üniversitesi’ne büyük katkılar sağladınız. Çağdaş bir düzeye kavuşturdunuz üniversiteyi. İmkânınız olsa bunu Türkiye’nin eğitim sistemi için de yapar mıydınız, nasıl yapardınız?

– Kuşkusuz yapardım. Anadolu Üniversitesi ki kuruculuğu bana nasip oldu üniversite olarak. Benden evvelki kurum İktisadi Ticari İlimler Akademisi’dir biliyorsunuz. 1982’de YÖK düzenlemesinden sonra yeni üniversiteler kurulurken de akademi üniversiteye dönüştürüldü. Kurucusu olmak benim için bir şanstı. Orada idealim olan yükseköğretim kurumunu meydana getirmek için elime geçen fırsatı değerlendirdim. O modeli -ki rektörlükten ayrıldığımda yarım kalan projelerim vardır, kitapta anlatıyorum o projeleri- Türkiye’deki bütün üniversiteler için yaygınlaştırmak isterdim.

Üniversitelerin yöneticileri, rektörleri, dekanları akademisyenlerden olacaksa ki kanun öyle öngörüyor, kurumda kendi modellerini kurabilme yönünde son derece güçlü kişiler olarak ortaya çıkıyorlar. Ama idareci olabilecek bir akademisyenin, rektör olacak bir akademisyenin eğitim ve öğretim hizmetlerinden kendini çıkarıp bunlarla meşgul olan kadrolara işlerini iyi yapabilmeleri için bütün olanakları sağlaması gerekir. Üniversitelerin kendine has yapıları vardır. Üniversitelerde herkes generaldir, asker yoktur. Onların yetkili kurullarından kararlar çıkartabilmek, projeleri kabul ettirebilmek; onları en verimli hizmeti alabileceğiniz atmosfere sokabilmek, yönlendirebilmek, teşvik edebilmek, bir akademik idealin peşinde koşturabilmek her öğretim üyesinin kolay kolay kabul etmeyeceği bürokratik sınırlarla çizilmemiş bir anlayışı gerekli kılıyor. Rektörün hedeflerini çok iyi çizmesi, kadrosunu ona göre kurması, öğretim üyelerini o hedefe doğru koşturacak güce, itibara ve saygınlığa sahip olması lazım. Sadece koşmaları yetmiyor; kendi dallarında kendi görevlerini yapabilmeleri için onlara bütün imkânı sağlamanız gerekiyor. Akademik hayatta akademisyenlerin özgürlüğü kadar, onları o özgürlüğe halel getirmeyecek şekilde belli bir hedefe doğru cesaretlendirmek, teşvik etmek ve yanlarında daima destekçi olmak durumundasınız. Bir yandan hocalık yapayım, derse girip çıkayım, tıpçıysan ameliyatlara gireyim çıkayım, onun yanı sıra rektörlük yapayım, dekanlık yapayım’ Böyle bir yöneticilik söz konusu olamaz. Olur da başarılı olamaz. Üniversitede iyi bir yönetici olabilmek için akademisyenlikten vazgeçmek gerek.

Eskişehir

– Hangisi daha kolay, bir kenti yönetmek mi bir üniversiteyi yönetmek mi?

– İkisi ayrı ayrı konular olmakla beraber, yöneticilik türü olarak bakarsanız belediye başkanlığı çok daha zor. Çünkü akademik hayatta öğretim üyeleri ve yardımcıları belli seviyede, belli kültürde, belli donanıma sahip insanlardır. Onlarla doğruları ve en iyiyi daha kolay bulma şansınız var. Ama şehirlerde öyle değil. Şehirlerde yüz binlerce insan yaşar. Yüz bin insanda, çocukları bir yana bırakalım -kaldı ki onların da dertleri vardır-, yetişkin nüfusun her birinin zevki ayrıdır, ihtiyaçları ayrıdır, değer yargıları, sizden beklentileri ayrıdır. Bütün bu çeşitlilik karşısında bunların ortalamasını bulup yöneticilik yapmak durumundasınız. Çok daha önemli bir nokta, üniversitelerde bütün ödeneği merkezi hükümet verir. 1 Ocak’tan itibaren o yılın tüm ödenekleri bankada hazırdır. Rektör olarak size onu harcamak düşer. Oysa belediyelerde öyle değildir. Belediyelerde de belli kaynaklar merkezi hükümet tarafından şehre aktarılır ama onun yanı sıra kendi öz kaynaklarını da belediyeler bulup kullanmak zorundadır. Bir de şehirler, üniversitelerden çok daha hızlı büyürler. Daha hızlı büyüyünce, nüfusunuz da artınca ihtiyaçlar da artar. Altyapı, ulaşım, su, kanalizasyon’ Üniversitelerde öyle değildir: Sınırlıdır ve kampuslar ya da eğitim verilen nüfus daha yavaş çoğalır. Şehirde artan nüfusun ihtiyaçlarını karşılamak hatta önüne geçmek zorundasınız. Geçemezseniz şehir çarpık gelişir.

– Eskişehir’de edebiyat ortamını hareketlendirecek projeleriniz var mı?

– Eskişehir’de edebiyat ve sanata ait pek çok fakülte ve bölüm var kurduğum. Onlar Eskişehir’i hem bir sanat hem de bir bilim kenti haline getirdiler. Belediye olarak o ektiğimiz tohumların başaklarını bütün şehre yaymakla meşgulüz.

– Bir kent için sanayi mi yoksa sanat mı ön planda olmalı?

– Büyükşehir olarak Eskişehir’in 2010 yılı stratejisini bilim, kültür, sanat ve endüstri ile kalkınma diye tasarlamış bulunuyoruz. Belediye meclisinden geçtikten sonra da bu, 2010 ve onu takip eden yılların ana strateji unsurlarından bir tanesi olacak. Biliyorsunuz İstanbul, Türkiye’nin sanat başkenti ilan edilecek, onun için uğraşıyor. Biz de Eskişehir’i Anadolu’nun kültür-sanat başkenti ilan etmenin gayreti içerisindeyiz. Kültür ve sanatın ön plana çıktığı ama onun yanında sanayinin de gözden ırak tutulmadığı bir gelişme çizgisi takip etmek hedefimiz. Eskişehir, sanayi açısından da şanslı bir şehir. Gerek kuruluş yeri itibarıyla gerekse Marmara Bölgesi gibi artık taşan, şehre büyük sorunlar yaratan bir sanayi yerine planlı sanayisiyle. Bundan sonra sanayiler, Türkiye’nin neresinde olursa olsun, ekonomiye katkı sağlasalar da istihdama yardımcı olacak durumda değiller. Çünkü teknoloji giderek hızla emek yoğun üretimin yerini alıyor ve yetişen vasıflı işgücü mecburen hizmet sektörüne açılıyor. Biz, sanatı da hizmet sektörünün içinde görüyoruz. Dolayısıyla bilim, kültür ve sanatın ekonomik kaynaklar haline dönüşmesinin Eskişehir’in geleceği açısından önem taşıdığını düşünüyoruz ve ona göre bir strateji geliştiriyoruz.

Zamanı Durduran Saat/ Yılmaz Büyükerşen/ Doğan Kitap/ 516 s.

 

Sıcak, nemli, ağır, sarı bir hava. Yaşam yavaş, sokaklar boş öğle vaktinde, ismi nar olan bu güney şehrinde. Evet, evet Granada nar demek…

Gördüğüm en tuhaf şehirlerden birindeyim, hemen fark ediyorum, yeni kısmı bildiğimiz Antalya iken; esas görülmesi gereken tarihi Arap mahallesi Albaicin ve dağa oyulmuş evlerinde zamanın hiç değmediği bir biçimde yaşayan İspanyol çingenelerinin muhiti Sacramonte birbiriyle iç içe geçmiş; yeni tarafla hiç alakası olmayan bir hal ve eda içindeler çünkü. Andalucia bölgesinin en önemli, Arap ve İslami etkilerin eski Endulüs devletinin başkenti Cordoba’dan sonra en bariz görüldüğü Granada; Kuzey Afrikalı Müslümanların en son kaybettikleri yer, İberya yarımadasındaki egemenlikler 1492’de biterken. Dalından son düşen nar Granada yani, o zamanların efsane kral ve kraliçesi İsabel ve Ferdinand’ın askerleri Müslümanları yollarlarken topraklarından.

İki kişinin yan yana yürüyemeyeceği daracık sokakları, çaktırmadan tepeye doğru tırmanıp durduğunuz eski Arap mahallesi Albaicin, bana sorarsanız bir film seti. Gerçeklik duygumun yittiği ve karşıma bir anda bir uzaylı inse “peki” diyeceğim, gizemli bir boyuta geçtiğim mahalle. Ne pencerelerde bir insan, ne sokaklarda bir ses. Bembeyaz evler, öylesine korunmuş… Sarı balkonlar, yıllardır açılmamış… Devamlı keçi gibi tırmanıyorum yukarıya, sıcaktan aklım şaşmış… Ve geliyorum Elhambra Sarayı’nı tam karşıdan, bütün “nar”ı tam yukardan gören, ünlü tepe Aziz Nicholas’a. Yeşilin içinde kırmızı kırmızı yanıp sönüyor Elhambra, hem kalesi hem de sarayın kendisi… İspanya’da en çok ziyaret edilen turistik yer burası, boşuna girmiyor insanlar sabahın altısında sıraya, öğlen bir gibi girebilmek umuduyla bu saraya.

Devam ediyorum tırmanmaya, o hüzünlü-asi-seksi ve sert dans Flamenko’nun doğduğu dağa, Sacramonte’ye doğru. Zaten koruma altında bu bölge, mağaralarında hâlâ aynı biçimde yaşıyor İspanyol çingeneleri, bundan yüzyıllar önce nasıl yaşıyordularsa. Flamenkonun hasının izlenebileceği birkaç ünlü yer dışında öyle turistik bir yer de değil, hatta oldukça yabani. Düşünmeden edemiyor insan, üzerine hiçbir şey eklenmese bile, sadece var olan yapıları, değerleri, özgün kültürleri korumak, onları kendi doğal yaşam alanlarında bırakmak ne kadar unutulmaz manzaralar yaratıyor bir şehirde diye. Hatırda kalmanın yolu elde avuçta olana gözü gibi bakmak diye…

Granada işte bu yüzden bu kadar acayip bir yer bana sorarsanız. Çok modern bir İspanyol şehrine İslamın elini dokundursak ne olurdu, el değmemiş Çingeneleri dağlara salsak neye benzerdi sorularının cevabı narın tepelerinde gizli. Elhambra Sarayı’nın kırmızısında, Granada’nın dayanılmaz sıcağında, İspanya’nın en prestijli üniversitelerinden Granada Üniversitesi’nin banklarında, şehirdeki öğrencilerin terleyen ama mutlu yüzlerinde saklı. İnanmayan gidip narı görebilir, yetmiyorsa bir lokma da ağzına atabilir…

 

İsrail’den Türkiye’ye yapılan uçuşların, Ağustos ayında yüzde 13.7 azaldığı belirtilirken Türkiye, “en favori tatil yeri” unvanını Yunanistan’a kaptırdı.

 Türkiye ile İsrail arasında Gazze operasyonu nedeniyle yaşanan gerginliklerin, Türkiye’ye yönelik İsrailli turizmi olumsuz etkilediği gibi görünüyor. İsrail’in en büyük havaalanı olan Ben Gurion Havaalanı, Ağustos ayında tüm rekorları kırarken oradan Türkiye’ye yapılan uçuşların sayısının geçen yılın eş ayına göre yüzde 13.7 azaldığı bildirildi. Bunun sonucunda da Türkiye’ninİsrailler için “en favori tatil yeri” unvanını Yunanistan’a kaptırdığına dikkat çekildi.

İsrail Havaalanı Kurumu (IAA), geçen yıl 11.5 milyon yolcuya hizmet veren, İsrail’in en büyük havaalanı Ben Gurion’da Ağustos ayında dış uçuşlarının yüzde 7 arttığını, bu uçuşlardan yararlanan yolcuların sayısının da 1 milyon 462 bin 225’e çıktığını bildirdi.

Bu arada, İAA, Türkiye’nin hala “en popüler destinasyonlar”ın arasında yer aldığına, Ben Gurion’daki uluslararası uçuşlarında yüzde 12.6’sı bir payı bulunuduğuna ancak Türkiye’ye yönelik uçuşların geçen yılın eş ayına göre, yüzde 13.7 azaldığına işaret etti.

Bunun sonucunda Türkiye’nin, İsraillilerin “en favori tatil yeri” unvanını Yunanistan’a kaptırdığı belirtiliyor.

İsrail’in önde gelen gazetelerinden Yedioth, bu konudaki haberinde anketlerin, İsraillilerin yüzde 57’sinin, düşman bir ülke üzerinden uçmamak için uçak biletine daha para ödemeye hazır olduklarını gösterdiğini de bildirdi.

 

Sinema dergisi Empire’ın belirlediği ‘Sinema Tarihinin En İyi 50 Devam Filmi’ listesinin başında 1986 yapımı “Yaratıklar-Aliens” filmi yer alıyor.

James Cameron‘ın yönettiği ”Yaratıklar-Aliens” adlı film, sinema tarihinin en iyi devam filmi seçildi. Başrolünü Sigourney Weaver’ın üstlendiği yapım, ilk filmin başarısını çok iyi bir kurguyla sürdürmesi nedeniyle bu unvana sahip oldu.

Sinema dergisi Empire, ”Sinema Tarihinin En İyi 50 Devam Filmi”ni seçerek duyurdu. İlk ve daha sonraki yapımların başarısını en iyi sürdüren devam filmlerinin yer aldığı listede ipi ”Yaratıklar” adlı yapım göğüsledi. İkinci sırada efsane film serisi ”Baba-The Godfather”ın ikinci halkasının bulunduğu listede, üçüncülüğü ”Terminator II: Mahşer Günü” adlı film elde etti. Sinema tarihinin ünlü serilerinin yer aldığı listedeki 50 yapımın isimleri ve yapım yılları şöyle:

1- Yaratıklar-Aliens (1986): Ünlü yönetmen Ridley Scott‘ın 1979 yılında çektiği ”Yaratık-Alien” adlı filmden tam 7 yıl sonra yapımı sürdürmek için yönetmen koltuğuna oturan James Cameron çok başarılı oldu. Sigourney Weaver’ın canlandırdığı Teğmen Ellen Ripley‘nin yarım yüzyıl süren derin uykusundan uyandırılarak bir gezgin gemi tarafından kurtarılarak Dünya’ya dönüşünden sonra yaşananları işleyen film, aksiyon sahneleri ve başarılı akışıyla dikkatleri üzerinde toplayarak listenin zirvesine yerleşti.

2- Baba-The Godfather II (1974): Mario Puzo‘nun aynı adlı romanından beyazperdeye uyarlanan film, sinema izleyicisiyle 1972 yılında tanıştı. ”Baba’nın koltuğunda” efsane oyuncu Marlon Brando‘nun oturduğu filmde kamera arkasına da Francis Ford Coppola geçti. Ünlü yönetmen, 2 yıl sonra filmin ikincisiyle yeniden seyirci karşısına çıktı. Bu kez Don Vito Corleone‘yi canlandıran Marlon Brando yoktu, ancak ilk filmde de Michael Corleone rolüyle seyirciyle buluşan Al Pacino yine vardı. Pacino’nun büyük oyunculuğuyla Michael Corleone‘nin aile babası ile soğuk kanlı korkunç bir canavar arasında gidip gelen mafya babasına getirdiği yorum hafızalara kazındı.

3- Terminator II: Mahşer Günü/Terminator II: Judgement Day (1991): Avusturyalı tanınmış oyuncu ve bugünün California Valisi Arnold Schwarzenegger, ”Terminator” filmi için kamera karşısına geçtiğinde 37 yaşındaydı. James Cameron, 1984 yapımı filmin ardından 7 yıl sonra yeniden filmi izleyici karşısına çıkarmak için kolları sıvadı. Aksiyon filmlerinin tanınmış yönetmeni, bu filmde artık 44 yaşında olan Schwarzenegger ile bir kez daha iş birliği yaparak başarı kazandı. Özel efektlerin en iyi biçimde kullanıldığı ilk aksiyon yapımlarından olan film, artık efektlerin teknolojik açıdan en üst düzeyde olduğu bugünün sinema dünyasında alanındaki en iyi yapımlar arasındaki yerini hala koruyor.
 

Bu da sevimli devam filmi

4- Oyuncak Hikayesi-Toy Story 2 (1999): Sevimli oyuncakların öyküsü, 1995 yılında başladı. Türündeki animasyonların öncüsü olan yapımın devamı, 1999’da ”Oyuncak Hikayesi 2” ile geldi. Oyuncakların gizli yaşamını konu alan filmin devamı çekildiği gibi yapım, ”Arabalar”, ”Monsters Inc.” gibi aynı türdeki filmlerin de önünü açtı.

5- Kara Şövalye-The Dark Knight (2008): ”Batman” serisi tema alınarak sinemaya aktarılan film, ilkinden 37 ay sonra vizyona girdi. Aksiyon sahnelerindeki başarısıyla ilk filmin önüne geçen yapım, hafızalardaki asıl yerini, genç yaşta yaşamını yitiren bir sinema efsanesi kazandırarak aldı. Filmde ”Joker” rolünü üstlenen Ledger, ”En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” dalında da Oscar ödülüne değer bulundu, ama genç efsane ödülü kazandığını ne yazık ki göremedi.

6- Yıldız Savaşları: İmparator-Star Wars (1980): The Empire Strikes Back: İlk olarak 1977 yılında çevrilen destansı sinema filmi ”Yıldız Savaşları-Star Wars”, 1980 yılında bu filmle devam etti. Irvin Kershner‘ın yönetmenliğini üstlendiği film, 30 yıl sürecek bir serinin ikinci halkasıydı.

7- Medusa Darbesi-The Bourne Supremacy (2004): Yönetmenliğini Paul Greengrass‘ın üstlendiği yapımın başrolünde ünlü aktör Matt Damon vardı. İlkinden 25 ay sonra sinema seyircisinin karşısına çıkan film, üç yapımlık serinin ikincisiydi. Seri, CIA tarafından kusursuz olarak yetiştirilmiş suikastçı Jason Bourne‘un gerilim dolu maceralarını işliyor.
 

Romantik devam filmi

8- Gün Batmadan-Before Sunset (2004): ”Gün Doğmadan-Before Sunrise” adlı filmde tanışan genç aşıklar Julie Delpy ile Ethan Hawke‘u 9 yıl aradan sonra yeniden buluşturan yönetmen Richard Linklater, bu filmde aynı romantik aşka başka bir boyut getiriyor. İlk filmde, genç, tutkulu ve gözü kara olan sevgililer, bu defa daha yaşlı, daha bilge, ancak hala aşık olarak seyirci karşısına çıktı.

9- Superman II (1980): ”Çelik adamın” öyküsü, sinema dünyasının hiç kuşkusuz en ünlü serilerindendi. 1978 yılında ilki çevrilen seri, ünlü aktör Christopher Reeves ile devam etti. 1980 yılında ikincisi çevrilen filmde yönetmenliği Richard Lester üstlendi.

10- Şeytanın Ölüsü-Evil Dead (1987): Listede ilk ona giren tek korku filmi olan yapım, korku ile mizahı bir potada eriten farklı bir filmdi.

Listede yer alan diğer başarılı devam filmleri ise şöyle sıralandı:

11- X2

12- Uzay Yolu 2, Han’ın Gazabı

13- Batman Dönüyor

14- Indiana Jones ve Lanetli Tapınak

15- Harry Potter, Zümrüdüanka Yoldaşlığı

16- Kanunun Kuvveti 2

17- Elm Sokağı’nda Kabus, Freddy’nin Dönüşü

18- Son Ultimatom

19- Ölülerin Günü

20- Desperado

21- Yıldız Savaşları Bölüm VI – Jedi’ın Dönüşü

22- Örümcek Adam 2

23- Geleceğe Dönüş 2

24- Harry Potter, Azkaban Tutsağı

25- Indiana Jones, Son Macera

26- Paranın Rengi

27- Adams Ailesi 2

28- Manon Des Sources

29- Ölülerin Şafağı

30- Cehennem Silahı 2

31- Return of Oz

32- Çığlık 2

33- Gremlins 2

34- Jurassic Park, Kayıp Dünya

35- Geleceğe Dönüş 3

36- Görevimiz Tehlike 3

37- Halloween 3

38- Zor Ölüm 3

39- Çılgın Aile Yılbaşı Tatilinde

40- Dört Silahşörler

41- Elm Sokağı Kabusu 3

42- Blade 2

43- 28 Hafta Sonra

44- Hellboy 2

45- Çıplak Silah 2,5

46- Uzay Yolu, İlk Temas

47- Uçak 2

48- Kirli İşler 2

49- Bill ve Ted’in Maceraları

50- Shrek 2.

 

 

Arabanın lastiği tam akıl hastanesinin önünde patlar.
Adam arabayı kenara zor yanaştırır.
Sonraki işlem malum…

Kriko, stepne, bijon anahtarı ve tekeri söker.
Ama söktüğü 4 adet bijon, yuvarlanıp yağmur mazgalına düşer.
Mazgal açılır gibi değil,
Bijonlar görünmüyor bile.
Adam bir sağına bakar, bir soluna bakar,
çaresiz kaldırıma çöker.
Olayı en başından beri akıl hastanesinin demir parmaklıklı penceresinden izleyen bir hasta, seslenir;

– Ula salaaak! Sen ne yapıyorsun orda öyle?
– Sorma birader,lastik patladı ve değiştirirken bijonları maz! gala düşürdüm.
– Düşündüğün şeye bak! Diğer lastiklerden birer tane bijon çıkar. Hepsi 3 bijonlu olsun.

Seni, lastikçiye kadar idare eder. 
  
 Adam hemen denileni yapar.
Ve akıl hastanesindeki deliye seslenir:

– Senin ne işin var tımarhanede?
Cevap müthiştir….

– Biz burada delilik’ten yatıyoruz kardeşim, salaklık’tan değil…!


Aylin Kotil, Cumhuriyet Gazetesi

Arkadaşımın kızı bir yaşına gelmişti, ‘Sen eğitimcisin, neler öğretmem gerekiyor, bazen kendimi çok çaresiz hissediyorum’ dedi. Sorusu kolaydı ama yanıtı zordu, akıl vermesi basitti ama uygulaması karmaşıktı, anlatmaya başladım:
Annelik uzun zaman alan ve günün yirmi dört saati devam eden adı ‘insan yetiştirmek’ olan bir iş. Bir kere bilmelisin ki, zaman alacak. Neye zaman harcarsan onun karşılığını alırsın. İşine zaman harcarsan işinden, eşine zaman harcarsan eşinden, çocuğuna zaman ayırırsan da ondan karşılığını alırsın.Yapabiliyorsa n gözyaşlarını tutmamasını öğret, acı çekmeden olgunlaşamayacağını…

Kıskanmamayı öğret ona, arkadaşının başarısından mutlu olmayı, birlikte sevinçleri paylaşmayı, içinden ‘neden ben değil de o?’ demeden…

Kazanmaktan mutluluk duyup içine sindirmeyi, ama aynı zamanda kaybetmeyi öğrenmesini. Çünkü bir adım sonrasında görünüşte galip olanları gösterecek hayat ona. Her şeyin bir sonu olduğunu öğret. Sahip olduğu bütün değerlerin bir gün keyif vermeyebileceğini, kazanılan ve harcananın bir sonu olduğunu.

Gidilen yerlerin zamanla bıkkınlık verebileceğini, her şeyi tüketebileceğini, tüketemeyeceği tek şeyin bilgi olduğunu öğret.
Kitaplardan keyif almasını.
Ders çalışmak istemiyorsa zorlanmamasını , ama okumayı sevmesini öğret ona. Elbet er ya da geç alacaksın biliyorum, ama mümkün olduğunca geç al ona bilgisayarı.Ona kendisi ile kalacağı sakin zamanlar ver, sıkılmayı öğret ona,sıkılıp ta kendini yönlendirmeyi bulmasını.

Doğaya götür onu, hayvanlardan korkmaması gerektiğini öğret. Arıların bizi sokmasından çok, nasıl bal yaptığını anlat. Doğanın kendi içindeki gizemini bulmasına yardımcı ol, yağmurdan sonraki toprak kokusundan keyif almasını sağla.
Soğuk kış gecesinde ateş yakmayı öğret, belki büyüdüğünde bir gece sevgilisine ateş yakar ve belki binlerce yıldızın altında birbirlerine sarılırlar,bunu öğretmemiş diğer sevgililerin aksine…

Şartlar çok zor olsa da yalan söylememesi gerektiğini öğret ona.Kazandığı elli milyonun piyangodan çıkan beş yüz milyardan çok daha keyifli olduğunu öğret.Alın terine saygıyı öğret ona.

Aşk acısı çekmenin hiç âşık olmamaktan daha güzel bir duygu olduğunu öğret.Kendi doğruları üzerinden kimsenin onu yargılamasına izin vermemesi gerektiğini öğret,başkalarını da kendi doğruları üzerinden yargılamamayı. …

Bunun başkalarını dinlememek olduğunu değil, söylenenleri kendi eleğinden geçirmesi gerektiğini öğret.
Kendi fikirlerine inanmanın güzelliklerini anlat.Hayatı sorgulamayı öğret ona…

Bilginin en büyük güç olduğunu öğret.Yapabilirse bunu en büyük fiyata satmasını, ama kalbini ve ruhunu kendisine saklaması gerektiğini öğret. Haklı olduğu konuda sonuna kadar diretmesini öğret ve haklıyken dik durmasını.

Günün birinde yaptıkları değil yapmadıkları için pişmanlık duyabileceğini öğret.

Basit yaşaması gerektiğini öğret ona, çay içmekten keyif almayı…
‘İstemiyorum’ ,’hayır’ demeyi öğret ona, istediğinde ise ‘istiyorum’ demeyi.

Sevdiğinde ise’seni seviyorum’ diyebilmeyi öğret ona. Bir kot pantolon ve tişörtle üniversiteyi bitirmeyi öğret ona. Temiz kokmasını…

Sorgusuz sevmeyi… El yazısı ile notlar yazmayı… Lafı dolandırmamayı ….Sevdiklerinin hiçbir zaman çantada keklik olmadığını, dostluğa yatırım yapması gerektiğini, kıymetini bilmeyenlerden uzaklaşmasını öğret ona. Müziği sevmesini, sporla barışık yaşamasını.

İşlerin hiçbir zaman bitmediğini söyle ona, en yoğun zamanda bile kendine vakit ayırması gerektiğini öğret… Ama en çok da kendini sevmesini öğret… Kendini sevmezse kimsenin onu sevmeyeceğini. ..Kendine çiçek almazsa kimseden çiçek beklememesi gerektiğini.. . Kendine özenli yemekler yapıp sofralar kurmazsa kimsenin onun için yemek hazırlamayacağını…Hayatta her şeyden çok kendisinin önemli olduğunu öğret ona…


ABD’de yapılan bir araştırmada, sağlık açısından egzersizin her zaman önerilmesine karşın, aşırı egzersiz yapmanın fiziksel bağımlılığa yol açabildiği bulundu.

Tufts Üniversitesi’nde fareler üzerinde yapılan araştırmada, aşırı koşunun, ilaç alma alışkanlığıyla benzer yanları bulunduğu ortaya çıktı.

44 erkek ve 40 dişi farenin egzersiz tekerinde koşarken veya haraketsizlerken yapılan araştırmanın başında yer alan Robin Kanarek, beslenme gibi yaşamın diğer unsurlarında da ölçülü olmak gerektiğini belirterek, “Egzersiz, bir insanın yaşamının diğer unsurlarıyla karışmadığı sürece, hem fiziksel, hem de akıl sağlığı açısından iyi bir şey” dedi.

Araştırmacılar, “anorexia athletica” adı verilen egzersiz bağımlılığını canlandırmak için, hareketli ve hareketsiz fareleri, günde bir saat ve saat yönünde yemek verilenler şeklinde gruplara ayırdılar. Tüm dört gruptaki farelere aşırı doz eroinin belirtilerini derhal yok eden naloxone isimli bir ilaç verildi.

Behavioral Neuroscience dergisinde yayımlanan araştırmada, hareketli farelerde narkotik bağımlılarındaki gibi belirtilerin azaldığı görülürken, günde sadece bir saat yemek verilen aktif farelerin daha fazla koştuğu ve daha fazla belirtinin azaldığı gözlendi.