Eğitimin erdemini hiçbir meslekte bulamadım
Zamanı Durduran Saat, bir nehir söyleşi kitabı. Eskişehir’e bir masal kent görünümü kazandıran, çalışmalarıyla şehri geliştirip kalkındıran Yılmaz Büyükerşen, Cemalettin N. Taşçı’nın sorularını içtenlikle yanıtlamış.
Cumhuriyet / Kitap– Yılmaz Büyükerşen‘in çocukluğu, ilkgençliği, öğrenim yaşamı, rektörlüğü, belediye başkanlığı… Cemalettin N. Taşçı’nın deyimiyle, ‘devasa hayalleri birer birer hayata geçiren yılmaz bir adamın, kendi ağzından hikâyesi’. Büyükerşen’le Zamanı Durduran Saat’i konuştuk.
-Bir nehir söyleşi kitabı hazırlamak sizin fikriniz miydi, size bir öneri mi geldi?
– Aslında bütün dostlarım, öğrenciler, öğretim üyesi arkadaşlarım yıllardır anılarımı yazmamı ister benden. Ama ne yazık ki ben o zamanı bulamayacak şekilde bir kamu hizmetinin peşinde koşturdum durdum ve hiç zamanım olmadı. Ancak Doğan Kitap’tan böyle bir nehir söyleşi teklifi geldi. Teklif de tam seçimlerin arifesinde, daha doğrusu geçtiğimiz yılbaşı yapılmıştı. Seçimlere girmeden yetiştirebilir miyiz diye tereddütlerim vardı nitekim korktuğum başıma geldi, seçim çalışmaları başlayınca sıkıştık. Yoksa daha seçim atmosferine girmeden söyleşiler yapılacak ve kitap hazırlanacaktı. Doğan Kitap arkadaşım Cemaletin Taşçı’ya bu görevi verdi, Cemalettin de peşimi bırakmadı. Seçim propagandaları içerisinde bazen sabahtan öğlene kadar, bazen öğleden sonra, bazen parti programını anlatmak için katıldığımız toplantı dönüşlerinde bir kahvede veya evde Cemalettin’in sorularını cevaplandırmaya çalıştım. Bazen yorgun, bazen dinlenmiş vaziyette, bazen siyasi çalışmaların arasında soluk alabilmek için konuları dağıtmak üzere bir araya geliyorduk. Sonunda bu kitap ortaya çıktı.
Edebiyat ve siyaset
– Dostlarınızın anılarınızı yazmanıza ilişkin önerisi rafa mı kalktı nehir söyleşiden sonra?
– Konuşma diliyle yazı dili çok farklı. Anılarımı yazacak olsaydım daha edebi olurdu. Ben liseden edebiyat şubesi mezunuyum. Edebiyattan çok başarılı notlar alan bir öğrenciydim. Yıllarca gazetecilik yaptım. Dolayısıyla kaleme alacağım anılarım, eğer öyle bir vakti bulursam, biraz daha farklı bir üslupta olacak kuşkusuz. Teybe aktarılan, kaydedilen anılar konuşma dilinin özellikleri içerisinde oluyor. Cümleler yazı dilinde olduğu gibi çok ölçülerek, biçilerek çıkmıyor kalemden. Yalnız nehir söyleşilerin de ilginç bir yanı var. Şimdi okuduktan sonra fark ediyorum: Söyleşinin yapıldığı süreçler içerisindeki haleti ruhiyem de konuşmalara yansımış. Mesela çocukluk yıllarımı anlatırken çocukluğumun mutluluğu gözümün önüne gelmiş. Son derece rahat, daha sevecen bir dil kullanıyorum. Yorgun olduğum ya da siyasete ilişkin konular konuştuğumuz zamanlarda kurduğum cümleler çok daha farklı. Daha sıkılgan, sıkıcı, sert hatta biraz daha kuru oluyor.
– Gençliğinizde siyasete atılmayı düşünmüş müydünüz?
– Siyasete atılmak gibi bir düşüncem hiç olmadı. İnsanın yaşam çizgisi, kendisi ne kadar planlarsa planlasın, bazen planladığı noktadan çok uzaklara düşüyor. Siyasete davet hep oldu, akademik hayata atıldıktan sonra özellikle. Siyaset, kuşkusuz özünde erdemli bir uğraş alanıdır ama eğitimin erdemini hiçbir meslekte hiçbir uğraş alanında bulamadım. Eğitim kutsal benim için.
– Söz eğitime gelmişken… Anadolu Üniversitesi’ne büyük katkılar sağladınız. Çağdaş bir düzeye kavuşturdunuz üniversiteyi. İmkânınız olsa bunu Türkiye’nin eğitim sistemi için de yapar mıydınız, nasıl yapardınız?
– Kuşkusuz yapardım. Anadolu Üniversitesi ki kuruculuğu bana nasip oldu üniversite olarak. Benden evvelki kurum İktisadi Ticari İlimler Akademisi’dir biliyorsunuz. 1982’de YÖK düzenlemesinden sonra yeni üniversiteler kurulurken de akademi üniversiteye dönüştürüldü. Kurucusu olmak benim için bir şanstı. Orada idealim olan yükseköğretim kurumunu meydana getirmek için elime geçen fırsatı değerlendirdim. O modeli -ki rektörlükten ayrıldığımda yarım kalan projelerim vardır, kitapta anlatıyorum o projeleri- Türkiye’deki bütün üniversiteler için yaygınlaştırmak isterdim.
Üniversitelerin yöneticileri, rektörleri, dekanları akademisyenlerden olacaksa ki kanun öyle öngörüyor, kurumda kendi modellerini kurabilme yönünde son derece güçlü kişiler olarak ortaya çıkıyorlar. Ama idareci olabilecek bir akademisyenin, rektör olacak bir akademisyenin eğitim ve öğretim hizmetlerinden kendini çıkarıp bunlarla meşgul olan kadrolara işlerini iyi yapabilmeleri için bütün olanakları sağlaması gerekir. Üniversitelerin kendine has yapıları vardır. Üniversitelerde herkes generaldir, asker yoktur. Onların yetkili kurullarından kararlar çıkartabilmek, projeleri kabul ettirebilmek; onları en verimli hizmeti alabileceğiniz atmosfere sokabilmek, yönlendirebilmek, teşvik edebilmek, bir akademik idealin peşinde koşturabilmek her öğretim üyesinin kolay kolay kabul etmeyeceği bürokratik sınırlarla çizilmemiş bir anlayışı gerekli kılıyor. Rektörün hedeflerini çok iyi çizmesi, kadrosunu ona göre kurması, öğretim üyelerini o hedefe doğru koşturacak güce, itibara ve saygınlığa sahip olması lazım. Sadece koşmaları yetmiyor; kendi dallarında kendi görevlerini yapabilmeleri için onlara bütün imkânı sağlamanız gerekiyor. Akademik hayatta akademisyenlerin özgürlüğü kadar, onları o özgürlüğe halel getirmeyecek şekilde belli bir hedefe doğru cesaretlendirmek, teşvik etmek ve yanlarında daima destekçi olmak durumundasınız. Bir yandan hocalık yapayım, derse girip çıkayım, tıpçıysan ameliyatlara gireyim çıkayım, onun yanı sıra rektörlük yapayım, dekanlık yapayım’ Böyle bir yöneticilik söz konusu olamaz. Olur da başarılı olamaz. Üniversitede iyi bir yönetici olabilmek için akademisyenlikten vazgeçmek gerek.
Eskişehir
– Hangisi daha kolay, bir kenti yönetmek mi bir üniversiteyi yönetmek mi?
– İkisi ayrı ayrı konular olmakla beraber, yöneticilik türü olarak bakarsanız belediye başkanlığı çok daha zor. Çünkü akademik hayatta öğretim üyeleri ve yardımcıları belli seviyede, belli kültürde, belli donanıma sahip insanlardır. Onlarla doğruları ve en iyiyi daha kolay bulma şansınız var. Ama şehirlerde öyle değil. Şehirlerde yüz binlerce insan yaşar. Yüz bin insanda, çocukları bir yana bırakalım -kaldı ki onların da dertleri vardır-, yetişkin nüfusun her birinin zevki ayrıdır, ihtiyaçları ayrıdır, değer yargıları, sizden beklentileri ayrıdır. Bütün bu çeşitlilik karşısında bunların ortalamasını bulup yöneticilik yapmak durumundasınız. Çok daha önemli bir nokta, üniversitelerde bütün ödeneği merkezi hükümet verir. 1 Ocak’tan itibaren o yılın tüm ödenekleri bankada hazırdır. Rektör olarak size onu harcamak düşer. Oysa belediyelerde öyle değildir. Belediyelerde de belli kaynaklar merkezi hükümet tarafından şehre aktarılır ama onun yanı sıra kendi öz kaynaklarını da belediyeler bulup kullanmak zorundadır. Bir de şehirler, üniversitelerden çok daha hızlı büyürler. Daha hızlı büyüyünce, nüfusunuz da artınca ihtiyaçlar da artar. Altyapı, ulaşım, su, kanalizasyon’ Üniversitelerde öyle değildir: Sınırlıdır ve kampuslar ya da eğitim verilen nüfus daha yavaş çoğalır. Şehirde artan nüfusun ihtiyaçlarını karşılamak hatta önüne geçmek zorundasınız. Geçemezseniz şehir çarpık gelişir.
– Eskişehir’de edebiyat ortamını hareketlendirecek projeleriniz var mı?
– Eskişehir’de edebiyat ve sanata ait pek çok fakülte ve bölüm var kurduğum. Onlar Eskişehir’i hem bir sanat hem de bir bilim kenti haline getirdiler. Belediye olarak o ektiğimiz tohumların başaklarını bütün şehre yaymakla meşgulüz.
– Bir kent için sanayi mi yoksa sanat mı ön planda olmalı?
– Büyükşehir olarak Eskişehir’in 2010 yılı stratejisini bilim, kültür, sanat ve endüstri ile kalkınma diye tasarlamış bulunuyoruz. Belediye meclisinden geçtikten sonra da bu, 2010 ve onu takip eden yılların ana strateji unsurlarından bir tanesi olacak. Biliyorsunuz İstanbul, Türkiye’nin sanat başkenti ilan edilecek, onun için uğraşıyor. Biz de Eskişehir’i Anadolu’nun kültür-sanat başkenti ilan etmenin gayreti içerisindeyiz. Kültür ve sanatın ön plana çıktığı ama onun yanında sanayinin de gözden ırak tutulmadığı bir gelişme çizgisi takip etmek hedefimiz. Eskişehir, sanayi açısından da şanslı bir şehir. Gerek kuruluş yeri itibarıyla gerekse Marmara Bölgesi gibi artık taşan, şehre büyük sorunlar yaratan bir sanayi yerine planlı sanayisiyle. Bundan sonra sanayiler, Türkiye’nin neresinde olursa olsun, ekonomiye katkı sağlasalar da istihdama yardımcı olacak durumda değiller. Çünkü teknoloji giderek hızla emek yoğun üretimin yerini alıyor ve yetişen vasıflı işgücü mecburen hizmet sektörüne açılıyor. Biz, sanatı da hizmet sektörünün içinde görüyoruz. Dolayısıyla bilim, kültür ve sanatın ekonomik kaynaklar haline dönüşmesinin Eskişehir’in geleceği açısından önem taşıdığını düşünüyoruz ve ona göre bir strateji geliştiriyoruz.
Zamanı Durduran Saat/ Yılmaz Büyükerşen/ Doğan Kitap/ 516 s.