Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

Amerikalı oyuncu Dustin Hoffman’ın canlandırdığı “Yağmur Adam” filmine esin kaynağı olan Kim Peek hayatını kaybetti.

Washington– Salt Lake City Tribune gazetesi, hafızasıyla şaşırtan dahi Kim Peek‘in cumartesi günü Salt Lake City’de kalp durması sonucu 58 yaşında hayata veda ettiğini duyurdu.

Peek’in babası Fran Peek, gazeteye yaptığı açıklamada, 16 ayda Shakespeare’in tüm eserlerini, İncil ve Tevrat’ın tamamını okuyan oğlunun haftalardır solunum yollarından rahatsız olduğunu belirtti. Utah Üniversitesi’nden nöropsikiyatr Daniel Christensen de gazetedeki açıklamasında, “O, benzersizdi. Hafızası ve bilgisi inanılmazdı” ifadesini kullandı.

Alışılmadık ezber yeteneğine sahip Peek, senarist Barry Morrow ile 1984’de bir toplantıda karşılaşmış ve Morrow’a ilham kaynağı olmuştu. 1988’deki “Yağmur Adam” filmi “en iyi erkek oyuncu” da dahil olmak üzere 4 Oscar ödülü kazanmıştı.

Beyin kökünde bulunan beyinciği tam gelişmemiş, iki beyin lobunu birbirine bağlayan köprücükler olmadan doğan Peek, 4 yaşına kadar konuşamamış, doktorlar Peek’in zeka geriliği olduğunu düşünerek, ailesine oğullarının özel eğitim almasını önermişti. Ancak Peek daha sonra yetenekleriyle herkesi şaşırtmaya başlamıştı. IQ testlerinde vasat sayılacak 87 puana ulaşabilen, tek başına giyinemeyen Peek’in hafızasında 9 bin kitap bulunduğu sanılıyor.

Peek, herhangi bir tarihin haftanın hangi gününe denk geldiğini söyleyebiliyordu. ABD’deki bazı kentlerin haritalarını hafızasına kaydetmiş olan Peek, dünya tarihindeki büyük olayları, tarihlerini hatırlıyordu. Filmleri, konuları ve oyuncularıyla hatırlayan Peek, telefon kodlarını ve posta kodlarını da ezbere biliyordu.

İnsan beyninin sırlarına ermeye çalışan Amerikan Uzay ve Havacılık Dairesi NASA’nın da dikkatini çeken Peek, yakınlarına göre münzevi hayat sürüyor, gittiği kütüphanelerde sürekli kitap okuyordu

Psikiyatrik Eğitim Danışma Araştırma ve Tedavi Merkezi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Uzmanı Prof. Dr. Mücahit Öztürk, Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) olan ergenlerde, ders dinleyememeleri, ödev yapma sorunları ve sorumluluk almamaları nedeniyle akademik başarılarında belirgin düşüş gözlendiğini bildirdi.

Öztürk,  yaptığı açıklamada, DEHB’nun, ”Aşırı hareketlilik, dikkat sorunları, sonunu düşünmeden eyleme geçme ve kendini kontrol edememeyle belirgin olan gelişimsel bir bozukluk” olduğuna dikkati çekerek, dikkat eksikliği bozukluğunda özellikle dikkat süresi ve kalitesiyle ilgili sorunların ön planda olduğunu söyledi.

Hiperaktivite belirtilerinin hemen dikkat çektiğini ve erken dönemde ele alındığını, ancak dikkat eksikliğinin akademik alanda sorun olarak kendini gösterdiği için gözden kaçabildiğini ifade eden Öztürk, dikkat eksikliği bozukluğu belirtilerinin, aileler ya da eğitimcilerce ”tembellik, dersleri sevmeme, sorumsuzluk, yanlış tanımlamalar” nedeniyle anlaşılmasının engellendiğini dile getirdi.

Öztürk, dikkat eksikliğinin, çocuğun dikkat süresinin yaşına göre az olması ve özellikle ”okuma, yazma, matematik gibi akademik alanlarda dikkatinin kolay ve çabuk dağılması” anlamına geldiğini de kaydederek, bu tür çocukların ödev yapmayı sevmediklerini, ders çalışırken sürekli yanlarında birini istediklerini, üstlerine aldıkları işi bitirmekte zorlandıklarını veya bir işi bitirmeden başka bir işe geçebildiklerini anlattı.

Dikkat eksikliği olan çocukların dersleri dinleyemediklerini, sıkılmaları nedeniyle de konuşma, arkadaşlarına laf atma gibi davranışlar sergileyebildiklerini vurgulayan Öztürk, bu çocukların sabırsızlıkları ve çabuk sıkılmaları, sorulan soruları yanlış okumaları nedeniyle sınavlarda başarısız olabildiklerini de kaydetti.

Öztürk, dikkat eksikliği olan çocukların çabuk sıkıldıkları için derslerle ilgilenmediklerine ve unutkanlıklarının var olduğuna da dikkati çekerek, dalgınlık ve hayal kurmanın da bu bozukluğun önemli belirtileri arasında yer aldığını dile getirdi.

Hayal dünyası çok geniş olan bu çocukların yaratıcı becerilerinin oldukça fazla olduğuna da vurgu yapan Öztürk, dikkat eksikliği olan çocukların test sınavlarında klasik sınavlara göre daha başarılı olabildiklerini de söyledi.

Öztürk, bu çocukların sınav performanslarının düşük olduğu, var olan bilgi ve kapasitelerini sınavlara yansıtamadıkları için öz güven sorunu yaşadıklarını ve ders çalışmaya karşı da isteksiz olduklarının altını çizdi.

Ergenlik dönemi vedikkat eksikliği

”Ergenlik döneminde DEHB’nun hiperaktivite belirtilerinde genellikle azalma gözlenirken, dikkat eksikliği belirtileri daha ön plana çıkar” diyen Öztürk, ergenlik döneminin etkileri ve DEHB’ye bağlı sorunlar nedeniyle ergenlerin aileleriyle de sık sık sorunlar yaşadıklarını kaydetti.

Öztürk, ”DEHB olan ergenlerde, ders dinleyememeleri, ödev yapma sorunları ve sorumluluk almamaları nedeniyle akademik başarılarında belirgin düşüş gözleniyor” diyerek, dikkat eksikliği bozukluğu olan ergenlerde sabah uyanmakta güçlük, ders dinlerken ve ders çalışırken uykulu olma halinin de gözlemlendiğini bildirdi.

Derslerine ilgisiz, yaşına uygun sorumluluk almayan, dağınık, unutkan ve yaşından daha küçük davranan bir ergenin ailesiyle de sürekli çatışma halinde olduğunu anlatan Öztürk, bu durumdaki ergenlerin arkadaşlarıyla da sorunlar yaşayabildiğini, kendisini sosyal çevreden izole ederek içine kapanabildiğini, farklı sosyal çevrelere kayarak da kendini var etmeye çalışabildiğini anlattı.

Dikkat eksikliği bozukluğunun zeka seviyesiyle ilgisinin bulunmadığına da işaret eden Öztürk, ancak dikkat eksikliği nedeniyle öğrenmede güçlükler yaşanabildiğini söyledi.
DEHB’nun teşhisinin klinik görüşmeyle konulduğuna da işaret eden Öztürk, erken tanı ve tedavi sayesinde bu çocuk ve ergenlerin akademik altyapılarının eksik olmasının engellenebileceğini ve özgüven kazanmalarının sağlanabileceğini sözlerine ekledi.

Ayçekirdeği kemiklerinize, Antep fıstığı kan oluşumuna, fındık kalbinize iyi geliyor. Başka hangi kuruyemişler, size nasıl faydalar sağlıyor merak ediyor musunuz?

Herkesin sevdiği bir kuruyemiş vardır. Kimisi leblebiyi, kimisi bademi sever. Aslında bunları yiyerek vücudunuza iyilik ettiğinizi biliyor muydunuz?

e-kolay’ın haberine göre kuruyemişlerin yararları şöyle:

Leblebinin yararları

• Anne sütünü artırır.
• Asit fazlasını alır, mideyi rahatlatır.
• Neredeyse yok denecek kadar az yağ içerir ve içinde bulunan yağlar vücuda yararlıdır.
• Tokluk hissi verir. Bu sebeple diyet yapanlar için kilo kaybına yardımcıdır.

Ayçekirdeğin yararları

• İçerdiği fosfor ve çinko kemik ve dişlerin oluşumu için gereklidir. Ayrıca fosfor, kalp kasının kasılması ve böbrek fonksiyonlarının düzenlenmesine yardımcıdır.
• İçerdiği çinko ise yaraların iyileşmesi, aknenin önlenmesi, bağışıklık sisteminin güçlenmesi, tekrarlayan enfeksiyonların ortadan kalkması, tat ve koku duyarlılığının güçlenmesi, sperm hareketlerinin artması açısından önem taşır.
• İçerdiği B6 vitamini bağışıklık sistemini güçlü tutmaya yarar, kan şekeri düşüklüğüne faydalıdır.
• Ayçiçek yağındaki E vitamini kalp, damar, beyin ve sinir fonksiyonlarını düzenler; yaraların iyileşmesine yararlı olur; prostat kanserine karşı korur; cilt yaşlılığını geciktirir.
• Posalı bir besindir. Posalı besinler kanser yapıcı zararlı maddelerin bağırsakta kalma süresini kısalttığı ve bağırsak duvarı ile temasını azalttığı için kanserden korunmada faydalı olurlar.

Kabak çekirdeğinini yararları

• İçindeki fosfor; kemik ve dişlerin oluşumu, kalp kasının kasılması ve böbrek fonksiyonlarının düzenlenmesi için gereklidir.
• İçeriğinde bulunan B15 vitamininin kolesterolü düşürdüğü ve protein yapımına yardımcı olduğu bilinmektedir.
• Lifli bir besindir. Lifli besinlerin kan şekerinin daha dengeli yükselmesini sağladığı, kabızlık ve bazı kanser türlerinin önlenmesinde yararlı olduğu saptanmıştır. Alınan posa miktarı arttıkça koroner kalp hastalığı ve buna bağlı oluşulabilecek risklerde azalma olduğu görülmüştür. Posa uzun süre doygunluk hissi yaratıp besin alımını azalttığı için kandaki kolesterol yağlarını düşürücü etki yapar, kanser yapıcı zararlı maddelerin bağırsakta kalma süresini kısaltır ve bağırsak duvarı ile temasını azaltır. Bu sayede de kanserden korunmada faydalı olur.
• Her gün belirli miktarda tüketilirse, prostat kanserinin önlenmesine yardımcıdır.

Kavrulmuş antep fıstığının yararları

• İçerdiği B1 vitamini kan oluşumuna yardımcıdır, kandaki kolesterolü düşürür, kavrama yeteneği ve öğrenme gibi beyin fonksiyonlarını optimize eder.
• B1 vitamininin enerji, büyüme ve iştah üzerinde olumlu etkileri vardır. Mide, bağırsak, kalp, kalp kasları için gereklidir.
• Yaşlanmaya karşı korur, sigara ve alkolün zararlı etkilerini azaltır.
• Lifli bir besindir. Lifli besinlerin kan şekerinin daha dengeli yükselmesini sağladığı, kabızlık ve bazı kanser türlerinin önlenmesinde yararlı olduğu saptanmıştır. Alınan posa miktarı arttıkça koroner kalp hastalığı ve buna bağlı oluşabilecek risklerde azalma olduğu saptanmıştır. Posa uzun süre doygunluk hissi yaratıp besin alımını azalttığı için kandaki kolesterol yağlarını düşürücü etki yapar. Posalı besinler kanser yapıcı zararlı maddelerin bağırsakta kalma süresini kısalttığı ve bağırsak duvarı ile temasını azalttığı için kanserden korunmada faydalı olurlar.

Yer fıstığının yararları

• İçinde bulunan B1 vitamini kan şekerinin yakılması, kalp sağlığının korunması ve öğrenme gibi beyin fonksiyonları için gerekli olan bir vitamindir. Yaşlanmaya karşı vücudu koruduğu gibi alkol ve sigaranın zararlı etkilerini de azaltır.
• İçerdiği B3 vitamini kolesterolü düşürür, dolaşımı arttırır, zihni açar.
• Kanın pıhtılaşması, kas gücü ve sinir iletimi için gerekli olan kalsiyum minerali içerir.
• Posalı bir besindir. Posalı besinler kanser yapıcı zararlı maddelerin bağırsakta kalma süresini kısalttığı ve bağırsak duvarı ile temasını azalttığı için kanserden korunmada faydalı olurlar.

Fındığın yararları

• Omega 3 kaynağı olarak kalp ve damar dostu bir besindir.
• İçinde bulunan Omega 3 kan pıhtılaşmasını ve damar sertliğini önler; tansiyonu düşürür, şeker hastalarında kalp hastalığı riskini azaltır.
• E vitamini bakımından zengin olması nedeniyle antioksidan ve yaşlılık engelleyici bir gıdadır, adet döneminde kan şekeri düşüklüğüne iyi gelir.
• İçerdiği E vitamini şeker hastalığının gelişimini engeller; kalp, damar, beyin ve sinir fonksiyonlarını düzenler, yaraların iyileşmesine faydalı olur, prostat kanserinden korur. • Fındıkta bulunan B5 vitamini stresi giderici özelliği olan bir vitamindir.
• İçerdiği B6 vitamini bağışıklık sistemini güçlü tutmaya yarar, kan şekeri düşüklüğüne faydalıdır.
• Gebelikte mutlaka takviyesi gereken B9 vitamini içerir. B9 vitamini damar sertliği yapıcı maddeyi azalttığı gibi kalp krizi, felç ve bunama riskini de azaltır.
• İçerdiği D vitamini kırmızı kan hücrelerinin yapımında rol alır, cilt yaralarının iyileşmesini hızlandırır.
• İçerdiği krom, kan şekerindeki oynamaları engellemek için gereklidir.
• Bor bakımından zengindir; kemikleri güçlendirir.

Bademin yararları

• Omega 3 kaynağı olarak kalp ve damar dostu bir besindir.
• İçinde bulunan Omega 3 kan pıhtılaşmasını ve damar sertliğini önler; tansiyonu düşürür, şeker hastalarında kalp hastalığı riskini azaltır.
• E vitamini bakımından zengin olması nedeniyle antioksidan ve yaşlılık engelleyici bir gıdadır, adet döneminde kan şekeri düşüklüğünü engeller.
• İçerdiği E vitamini şeker hastalığının gelişimini engeller; kalp, damar, beyin ve sinir fonksiyonlarını düzenler, yaraların iyileşmesine faydalı olur, prostat kanserinden korur.
• Bor bakımından zengindir; kemikleri güçlendirir.
• İçinde bulunan kalsiyum kandaki kolesterol düzeyini düşürür, kemik erimesini önler.
• İçinde bulunan magnezyum adet dönemi gerginlikleri ile adet öncesinde karında gaz, ruhsal durum değişiklikleri, baş ağrısı, şekerli ve tatlı besinlere istek, uykusuzluk, yorgunluk, baş dönmesi gibi belirtilerin azalmasına yardımcı olur.
• Alınan posa miktarı arttıkça koroner kalp hastalığı ve buna bağlı gerçekleşebilecek risklerde azalma olduğu saptanmıştır. Haftada en az 5 adet badem yiyenlerde koroner kalp rahatsızlığının daha az ortaya çıktığı belirtilmektedir.
• Bademde bulunan yağlar kötü kolesterolü azaltır.
• Bademde bulunan arginin isimli aminoasit kan damarlarını gevşeterek tıkanmalarını önler.
• Vücut direncinin artmasında, yaraların iyileşmesinde, tat ve koku duyusunun oluşumunda faydalı; sperm hareketlerini arttıran, büyüme, gelişme ve gebelik dönemlerinde ihtiyaç duyulan çinko minerali içerir.

Mısırın yararları

• Mısırda protein, kalsiyum, demir, fosfor, A ve B2 vitaminleri bulunur.
• Mısır lifli bir besindir. Bu yüzden kan şekerinin daha dengeli yükselmesini sağlar ve kabızlığı önler, alınan posa miktarı artıkça koroner kalp hastalığı riski de azalır.
• İçerdiği yüksek karbonhidrat miktarı sayesinde enerjinize enerji katar.

Kuru kayısının yararları

• İçerdiği A vitamini akne gibi bazı cilt bozukluklarını önler, büyümeye yardımcıdır, görme fonksiyonlarını güçlendirir, şeker hastalığının gelişimini engeller, bağışıklık sistemini korur.
• Gebelikte mutlaka takviyesi gereken demir mineralini içerir. Demir, oksijenin vücutta tüm dokulara taşınmasına yardımcı olur, kan yapımını sağlar.
• Kayısıda bulunan potasyum kasların kasılmasını, kalp kasları ve sinirlerin iyi çalışmasını sağlar.
• Kayısı lifli bir meyvedir. Lifli besinlerin kan şekerinin daha dengeli yükselmesini sağladığı, kabızlık ve bazı kanser türlerinin önlenmesinde yararlı olduğu saptanmıştır. Alınan posa miktarı arttıkça koroner kalp hastalığı ve buna bağlı gerçekleşen ölüm oranında azalma olduğu görülmüştür. Posalı besinler; kanser yapıcı zararlı maddelerin bağırsakta kalma süresini kısalttığı ve bağırsak duvarı ile temasını azalttığı için kanserden korunmada faydalı olurlar.

Kuru üzümün yararları

• İçinde bulunan bor minerali beyin fonksiyonlarını arttırmaya yarar.
• Vücudumuzdaki kemik ve sinir dokusunu, kasların çalışmasını ve kalp atışlarını düzenleyen magnezyum, içeriğinde bol miktarda bulunur.
• Kan oluşumu için büyük önem taşıyan ve özellikle gebelerde takviyesi gereken demir mineralini içerir.
• İçinde bulunan potasyum sinir sistemi ve düzenli kalp ritmi için önemli bir mineraldir.
• İçinde bulunan inositol, kolesterol düzeyini azaltmaya yardımcıdır. Ayrıca inositol, saçların büyümesi için hayati bir vitamindir.
• İçinde bulunan B1 vitamini kan şekerinin yakılması, kalp sağlığının korunması ve öğrenme gibi beyin fonksiyonları için gerekli olan bir vitamindir. Yaşlanmaya karşı koruduğu gibi alkol ve sigaranın zararlı etkilerini de azaltır.
• Üzüm lifli bir meyvedir. Lifli besinlerin kan şekerinin daha dengeli yükselmesini sağladığı, kabızlık ve bazı kanser türlerinin önlenmesinde yararlı olduğu saptanmıştır.

“Acını hissediyorum” diyen birçok kişinin fiziksel olarak gerçekten de böyle hissettikleri ortaya çıktı.

İngiliz bilim adamlarının yaptığı araştırma çerçevesinde, başkalarının acısını hissettiklerini söyleyen kişilerin bunu söylerken beyinlerinde acı hissiyle bağlı bölgelerde hareketliliğin arttığı gözlendi.

Araştırma kapsamında 108 üniversite öğrencisi, yaralı atletler ve iğne yapılan hastalar gibi acı veren durumların görüntülerine maruz bırakılırken, öğrencilerden üçte ikisi, en az bir görüntüde sadece duygusal bir tepki göstermekle kalmayıp acıyı hissettiklerini söyledi.

Bilim adamları, acı veren görüntüler karşısında acı hissettiklerini söyleyen ve söylemeyen her iki gruptan öğrencilerin beyinlerinde duygu merkezlerinde hareketlilik görürken, acıyı hissettiklerini söyleyenlerin beyinlerinin acıyla bağlantılı bölgelerinde daha fazla hareketlilik dikkati çekti.

Sonuçları Pain dergisinin aralık sayısında yayımlanan araştırmayı yapan bilim adamlarından, Birmingham Üniversitesi öğretim görevlisi Stuart Derbyshire, bulgunun, en azından bazılarının, yaralanan veya acı çektiklerini söyleyen kişileri gözlemlerken gerçek bir fiziksel tepki gösterdiklerini doğruladığını söyledi.

Derbyshire, acıyı hissettiklerini söyleyen kişilerin korku filmleri ve televizyonda rahatsız edici görüntüleri izlemekten kaçınma eğiliminde olduklarını da kaydetti.

Çömelmek, Medeniyet artışı ile ters yönde, gerileyen ve unutulan bir DURUŞ. Spor hayatımla beraber, insanların çömelme konusundaki yeteneklerinde olan kaybı ve bunun sonucu olduğuna İnandığım Sağlık Sorunlarının artışını izlerken, bir yandan da araştırmaya başladım. Sonuç, çömelmeyi unuttukça artan sağlık Sorunlarının bilimsel açıklamalarına dair pek çok araştırma oldu.

Bu konuda ne zaman derslerimde veya ders dışı zamanlarda konuşmaya kalksam, ilkel buldukları bu yöntem hakkında çoğunun konuşmak istememesi veya konuya müstehzi yaklaşması beni şaşırttı, konuyla ilgilenip hak verenlerin olduğunu da söylemeliyim tabii.

Özellikle üç tanesi fazlasıyla öne çıkıyordu beni araştırmaya zorlayan konular arasında, bunlar;

1 – Doğum yapamayan kadınlar
2 – Kolon kanserindeki artış
3 – Omurga Problemleri

Ama araştırdıkça konunun sadece bu 3 başlıktan çok daha öte olduğuna dair sonuçlara ulaştım. Bunları mutlaka paylaşmam gerektiğine karar verdim. Artık sadece konuşarak değil, websitede DOĞAL YAŞAM bölümünde bu konuya özel bir bölüm açarak çalışmalar hakkında bilgilerimi sizlerle Paylaşmaya karar verdim. okumaya devam edin…

Titanik, Yaratıklar ve Terminator filmlerinin efsanevi yönetmeni James Cameron sinema tarihinde çığır açacak filmi Avatar ile bir kez daha seyircileri büyülemeye hazırlanıyor… Aylardır beklenen film Avatar vizyonda… – Sungu Çapan

Titanik’in yönetmeni James Cameron’ın 2.5 saati aşkın görkemli dönüş filmi ‘Avatar’ bugün başlıyor.

“Terminator 1-2”, “The Abyss”, “Yaratık 2”, “Gerçek Yalanlar” ve 11 Oscar’lı “Titanic” gibi filmleriyle Hollywood sinemasının son çeyrek yüzyıldaki çığır açıcı, önemli yönetmenlerinden biri sayılagelen Kanadalı James Cameron’ın, dünya çapındaki büyük “Titanik” (1997) başarısından 12 yıl sonraki dönüş filmi olan “Avatar”, baştan belirtmek gerekirse, gözalıcı teknik altyapısı, üç boyutlu, soluk kesici görselliği, dur durak tanımayan aksiyon sahneleri, yeşille mavinin birbirine karıştığı, egzotik, romantik, ekolojik atmosferi (ve dev bütçesiyle) kuşkusuz bu yıl sonunun sinema olayı niteliğindeki bilimkurgusal bir macera seyirliği. Ya da beylik deyişle tam bir görsel şölen.

Görsel efekt becerisi

Bildik kahramanları ve temaları içeren, klasik bir hikâyenin, günümüzde teknolojinin vardığı son aşamaların ürünü olan birtakım dijital müdahaleler ve adeta büyüleyici bir görsel efekt becerisiyle perdeye yansıtıldığı “Avatar”, sinemaseverlere 2.5 saati aşkın bir süreye yayılmış, yorucu ama kesinlikle kaçırılmayacak, benzersiz bir seyir deneyimi yaşatıyor.

Kahramanlarımızla birlikte havada uçtuğumuz, şelalelerden yuvarlandığımız, zümrüdüanka kuşlarının kanatlarına bindiğimiz, yeşilin her türünü barındıran, göğe uzanan kocaman ağaçlardan geçilmeyen, unutulmaz orman manzaralarının eşlik ettiği sahnelerde çevreciliğin dalağını yaran film, 2.5 saatlik, renkten renge bürünen bir asit tribi gibi seyrediliyor.

1.5 saatinin ardından biraz yoran ama sürükleyiciliğini hiç yitirmeden, sıkı bir fantastik ve romantik serüvenler sarmalına doladığı seyirciyi uzaydaki meçhul bir Pandora gezegeninin derinliklerine çeken “Avatar”, hikâyesi bir yana biçemiyle son derece şık ambalajlanmış, üç boyutlu muhteşem bir bilimkurgu destanı.

Cameron’ın, çocukluğunda okuduğu bilimkurgu romanlarından esinlenerek senaryosunu da yazdığı bu fantastik epik, doğal kaynaklarını tüketerek kuruttuğu dünyanın dışına çıkıp uzayda sömüreceği yeni gezegenler arayan habis insanoğluyla, havasını soluyamasa da işgal ettiği, tuhaf bitki ve hayvanlarla dolu, yüksek, sarp dağların gökte asılı durduğu, bakir ve yemyeşil bir Pandora gezegeninin, kendi sakin dünyalarında yaşayan, 2-3 metre boyundaki kediyle insan arası, kuyruklu, mavi tenli, kocaman gözlü, Na’vi denen (ve Kızılderilileri anımsatan), son derece çevik, atletik, enerjik ve upuzun yaratıkları arasındaki 22. yüzyılda geçen ölümüne mücadeleyi konu ediniyor.

Filmde zihniyle bağlı olduğu Avatar sayesinde casusluk etmek için aralarına sokulduğu, ancak Na’vi ırkını tanıdıkça onlardan yana tavır alıp filmin kötü adamı olan komutanına (Stephen Lang) karşı çıkan ve Amazondan farksız Na’vi prensesi Neytiri’ye (Zoe Saldana) de sevdalanan dünyalı, yarı felçli askerle (Sam Worthington) Neytiri’nin büyük aşk hikâyesi ön planda tabii ki. Cameron’ın “Yaratık 2”den eski gözdesi Sigourney Weaver’ın da boy gösterdiği film görsellik bakımından gerçekten olağanüstü. Zaten aslında hikâyesi bahane, dijital görselliği şahane diyerek de özetlenebilir “Avatar”.

Teknik ustalık

İnsana gerekli, değerli bir maden uğruna yurtlarından edilmek istenen gariban Na’vi ırkının ok ve yayına karşı uçak, roket ve bombalarını harekete geçiren, bencil ve istilacı insanoğlunun sömürgeci zihniyetine kendiliğinden tavır alan seyirci olarak tabii ki doğayla etkileşim içindeki duyarlı, özgür Na’vi’lerin yanında saf tuttuğumuz film, “Pocahontas”ı (1995) ya da “Kurtlarla Dans Eden Adam”ı (1991) çağrıştıran bildik bir hikâyeye dayansa da, teknik ustalığı, dijital efektleri, ayrıntılı görselliği ve gözalıcı biçemiyle malı götürüyor sonuçta.

22. yüzyılda, işgalci uygar insanoğlunun, ilkel ama masum bir dünyadışı ırkı ve gezegenini mahvetmeye giriştiği “Avatar”ı, gerçek çekimlerle sentez görüntüleri harmanlayıp normal oyuncularla dijital oyuncuları kaynaştırarak ve özel üç boyutlu kameralarla çalışarak meydana getiren Cameron’ın bu son eseri, vaktiyle 1930’larda sesin, sonra 1940-50’lerde de rengin girmesiyle temelden değişen Yedinci Sanat’ın evriminde belki de yeni bir dönüm noktası sayılabilir şimdiden, üç boyutlu teknolojinin katkısıyla.

Kilometre taşı

Üç boyut tekniği sayesinde kendini bu yabancı ama çekici gezegenin (ve hikâyenin) içinde buluverip perdede gördüğünün tam da göbeğinde hisseden seyircinin yer yer ağzını açıkta bırakan “Avatar”da, perdenin sınırlarını kaldırıp derinlik algısı arttırdığı seyirciyi muhteşem bir spectacle’ın içine çekmeyi başarıyor, belki de yarının sinemasının yollarını şimdiden döşeyen Cameron. Özel efekt bombardımanı halinde ve sıkı aksiyon sahneleri içeren, büyük bütçeli üstünyapımların, mükemmeliyetçi, uzlaşmaz ve megaloman yönetmeninin yine ustalığını, zanaatkârlığını konuşturduğu, yer yer şapka çıkarılası bu görkemli seyirliği, Yedinci Sanatı ve anaakım sinemasını farklı bir çağa atlatabilecek, yeni bir kilometre taşı sayılabilir.

Ayşe Kulin’in Şişli’deki evine Türkan-Tek ve Tek Başına adlı kitabı üzerine söyleşi yapmaya giderken Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Başkanı Prof. Dr. Türkan Saylan ile daha önce yaptığım söyleşileri, paylaştığım unutulmaz anları anımsıyordum.

Gamze Akdemir

Cumhuriyet– Söyleşimiz sırasında bir sorum üzerine ‘özellikle ajanların sivil toplum örgütlerinin peşinde olduğunu’ söylediği sıradaki kararlı, gözleri hafif bulutlu halini de hiç unutamıyorum. ‘Kızlarımız okuyacak, mutlaka okuyacak, başka yolu yok, okuyacaklar, okutacağız’ deyişini de. Kitaplarını bana ‘Atatürk kızı’ diyerek imzalayışını da… Kocaman sarılışını da… Yarı tiz, şen kahkahasını da… Daha pek çok anı… Ama onları, bir gün hakkında kaleme alacağım yazıya saklıyorum. Türkan-Tek ve Tek Başına adlı kitabında, Türkan Saylan’ın iç dünyasını, yakın arkadaşı Gökşin Sanal ile günlük, günce biçeminde mektuplaşmaları üzerinden anlatıyor Ayşe Kulin. Koşutunda cüzam ile olağanüstü mücadelesi kronolojik sırada yerini alarak çerçeveliyor kitabı ‘Satırlarda büyüyor Türkan Saylan’ Genç kız oluyor, sonra eş, anne, can dost, idealist, hoca Türkan’a geliyor sıra. Kuşkusuz en çok da insan Türkan’ı okuyoruz ‘Mehtabı seviyor, günbatımını seviyor, ay ışığına tutkun’ Aşkın hallerine âşık bir kadın okuduğumuz… Tüm mücadelesi aşk ile içselleşmiş yüreğinde. Sonra iki kez evlenmiş, çocuk sahibi olduktan sonra ise ısrarla ev kadını olması istenmiş. Tabii ya, evde ol, çocuk büyüt, pilaki pişir! Kadın başına bunca sürünmeye ne gerek var? Evliliklerinde de epey çekmiş bu nedenle. Gayret etmiş yine de ‘Ama sonunda tokat yediği de olmuş, kıskançlıktan bezdiği de. Tek ve tek başınaydı bu nedenle’ Öte yandan ise tam bir toplum piriydi ‘Titri öyle olmasa da kimliği, kişiliği, çalışmalarıyla sıkı bir sosyologdu’ İnsan hayatına ve ruhuna koşulsuz adalı bir yaşamdı onunki. Neler demediler ki hakkında? Misyonermiş, komünistmiş, dinsizmiş ‘Kız çocukları Allahsızlaştırıyormuş? Muş, muş, muş’ Bugün din adına mangalda kül bırakmayanları, kendine o gâvur diyenleri cebinden çıkaracak denli bilgili bir Müslüman kızı, inançlı bir ailenin ferdiydi. Sayısız hayır duası aldı ‘Hayatlar kurtardı, aydınlık gelecekler kurdu, ümit verdi. Belki de onu en çok Müslümanlar sevdi. Ta bilmem ne zaman bu kez din üzerinden bölündüğümüzü öngördüğünde ne kadar da haklı çıkmıştı’ Ölümüne yakın Ümraniye’de bulunan silahlarla ilgili arama deyip evini basanlar, cenazesine gelmeyen devlet erkânı, hükümetin bir bakanının çirkin sözleri, karalamalar, burs alan çocukları fişlemeler, göz korkutmalar kitlelere işlemedi ‘Türk halkı Türkan Saylan’ını aslanlar gibi uğurladı. Hep koştu ‘Hiç durmadı’ Yılmadı ‘İyi ki vardı’ Ayşe Kulin ile Türkan-Tek ve Tek Başına adlı kitabını konuştuk.

Türkan Saylan ile nasıl tanıştığınızı ve aranızdaki yakınlığın filizlenişini sorarak başlayalım…

– 2003’te, onun hayata geçirdiği ve benim sonradan adını ‘Kardelenler’ olarak değiştirdiğim, ‘Çağdaş Türkiye’nin Çağdaş Kızları’ adlı projenin kitabını yazmak için doğu illerine doğru yolculuğa çıkmadan önce tanıştık. Kardelenler’i yazma teklifi bana Turkcell’den geldi.

Hiç böyle para karşılığı iş yapmadığım için kesinlikle reddettim ama telefondaki hanım inanılmaz bir ısrarla projeyi anlattı. ‘Hayatta sadece iki saatinizi istiyorum, sizi bu çocukların burs aldığı okula götüreceğim, onlarla konuşturacağım, hâlâ hayır diyorsanız artık ısrar etmeyeceğim’ dedi.

Buluşmayı kabul ettim. Karşıda Acarkent’te bir TED okulu var, beni orada bu bursu alan çocuklarla görüştürdüler. O gün hakikaten vuruldum, hiç böyle bir şey beklemiyordum. Bu çocuklar İstanbul’a geleli aşağı yukarı 15-20 gün olmuştu ve inanılmaz bir gelişim geçirmişlerdi. Hayatlarında ilk defa deniz, otobüs, şehir, diş fırçası gören çocuklar vardı düşünün ve nasıl bir ümitle ileri bakıyorlar yani doktor olacaklar, hemşire olacaklar, öğretmen olacaklar ‘Böyle bir coşku hiçbirimizin çocuğunda yok… Gözlerim yaşardı ve teklifi hemen kabul ettim. Bu kapsamda Doğu’ya doğru bir yolculuğa çıkılacaktı, ben, fotoğrafçı arkadaşımız Manuel Çıtak, ve onun asistanı gideceğiz ‘Gitmeden Türkan Hoca ile görüşün’ dediler. Türkan Hoca’yı yaşlı başlı, beyaz saçlı, tayyörlü böyle daha resmi duruşlu bir hanımefendi olarak bekliyordum. Odasının dışında beklerken bir ses duyuyordum, nasıl genç bir ses, şen şakrak, cıvıl cıvıl… Sonra beni içeri aldılar, girdim aa o ses onunmuş. Kemoterapi geçirmişti, saçları yeni yeni çıkıyordu ve o saçlar kırmızı. Al onu canına sok, öyle şirin, sevimli bir kadın karşımdaki. Rengârenk bir giysi üstünde, gözleri pırıl pırıl. İlk gördüğüm o anda bayıldım Türkan Hoca’ya. Uzun uzun konuştuk, bana Doğu hakkında bilgiler verdi. Doğu’ya gitmemiş, hiç bilmiyor değildim ama nelerle karşılaşacağım, neler yapmam gerektiği, her eve giderken yanımda mutlaka bir il müdürü ya da Milli Eğitim’den birinin bulunması gerektiği gibi anahtar bilgilerle aydınlattı beni. Arada gene karşılaştık çünkü çocuklarla görüşmek için Doğu’ya birkaç kez daha gittim. Bir gidişimde de kendisiyle Erzurum’da tesadüf ettik. Burs dağıtıyorlardı, yılda bir kere törenleri oluyordu, çocukların aileleri de geliyordu. Çocuklarla ve ailelerle kurduğu sıcacık bağı somut olarak ilk orada gördüm. Çırpınıyordu onlar için. Birkaç tane de genç kadın kaymakam vardı, biri de o yöredendi, Vanlıydı. Türkan Hoca çocuklara o genç kadın kaymakam kadınları örnek gösteriyordu, ümit veriyordu. Türkiye buna müsait yeter ki okuyun diyordu. Bir kere daha hayran oldum.

Bu kitabın yazılmasını o istedi, anlatır mısınız o süreci?

Şöyle, yakın arkadaşı Gökşin Hanım (Sanal) o mektuplarla bana dönmeseydi bu kitabı yazamazdım. Türkan Hanım bir buluşmamızda bana böyle bir kitap yazmamı istediğini belli etti yani ifade etti ve bana yardımcı olur düşüncesiyle kitaplarını yolladı. Ben yaşayan insanların yaşamlarını yazmak istemiyorum ve yazmıyorum. Böyle bir duygum vardır.

Bir de Türkan Saylan ile ilgili yazılacak her şey fazlasıyla yazılmıştı gibi bir düşünceniz olduğunu biliyoruz’

Evet, mesela Güneş Umuttan Önce Doğar’da her şey var ben daha ne yazabilirdim. At Kız mesela harika bir biyografi. O nedenle Türkan Hanım’a ‘yazamayacağım çünkü her şey yazılmış hocam, yeni bir şey çıkaramayacağım’ dedim. Türkan Hoca da ‘ama mektuplar var’ dedi. Bana gelen okur mektupları gibi ona gelen hasta mektupları zannettim. Tabii o mektuplar da çok değerlidir ama birbirinin benzeri, tekrarı gibi.
 

‘Müslümanların anasıydı’

Oysa bu mektupları okuyunca anlıyoruz ki günce gibi ve hayli hareketli, dolu dolu’

Kesinlikle. Ben başka isteksiz davranınca biliyorsunuz son derecede nazik bir insandı, sustu, bir şey söylemedi, ısrarcı olmadı. Sonra kanserinin tekrar nüksetmesi sonucu çok hastalandı. Bu beni büyük bir vicdan azabına sürükledi, istediğini yapamıyorum diye. Ziyaretine gittiğimde ikimizde de bir kırıklık olduğunu hissettim. Dedim ki ‘Hocam isterseniz ben cüzamlıları sizin üstünüzden anlatayım, Köprü romanımdaki gibi’. Sonra ‘Köprü’yü okudunuz mu?’ diye sordum. ‘Okudum’ dedi. ‘Orada nasıl olay Valinin hayatı değildir ama Vali hep vardır, işte bir yöre, bir olay anlatılır. O şekilde bir roman yapmaya çalışayım’ dedim. ‘Peki’ dedi. ‘Bana birkaç tane cüzamlı hikâyesi nakledebilir misiniz veya beni yönlendirebilir misiniz’ diye sordum. Hemen birkaç tane cüzam hikâyesi anlattı. Sonra öyle hale geldi ki bu durum telefon açıyordu, yine anlatıyordu, telefon başında çala kalem notlar alıyordum. Bu arada omzumda bir problem çıktı, üç ay kolumu kaldıramadım, fizik tedavi, ilaç falan… Ocak, şubat böyle geçti, mart ortalarında biraz düzelir gibi oldum ve hemen yazmaya başladım. İlk metni Türkan Hanım’a yolladım. Bir iki düzeltme yaptı, isim yanlışlarını falan düzeltti. Derken son şeklini verdiğim metni oğlunun e-postasına yolladım. Tam o sıralarda da evi basıldı. Metinden eğer çıkış aldılarsa, tahmin ediyorum baskın sırasında onları da bulup aldılar. Sonrasında artık çok hasta ve güçsüzdü, yormamak adına katiyen bir şey sormak istemiyordum. Kısa süre sonra ise vefat etti. Bir süre geçtikten sonra bir gün beni Gökşin Hanım (Sanal) aradı. ‘Elimde mektuplar var’ dedi ve şimdi ikimiz de anlıyoruz ki, Türkan Hoca o mektupların bana iletilmesini istiyordu. Ama Gökşin Hanım kendi açısından çok doğru hareket ederek bana mektupları teslim etmedi, çünkü mektupların içinde özel kalmasını istedikleri anılar da var. Gökşin Hanım bana o inci gibi el yazısıyla hiç üşenmeden 150 sayfalık koca bir defter hazırlamış. Alıntılar yapmış, tarihler koymuş. Onları verdi, o zaman yol haritamı daha doğru ve emin oluşturabildim.

Nasıl bir Türkan çıktı karşınıza mektupları ilk okuduğunuzda?

Bilmediğim bir Türkan çıktı. Nasıl romantik, heyecanlı, nasıl genç bir Türkan! Tanıdığımız ya da bildiğimizden çok daha derin yönleriyle bir Türkan’dı bu. Çok muhafazakâr yetiştirilmiş, dünyaya biraz sağdan bakan bir kızdı karşıma çıkan. Sonra ne değişimler geçirmiş.

Sıkı bir dini eğitim almış, dinin sağlam bir yeri var yetiştiği evde…

Hem de nasıl. Koyu dindar bir babaanne, muhafazakâr bir baba ve sonradan Müslüman olmuş ve Kuran’ı hatmetmiş İsveçli bir anneyle büyüyor. ‘Üst insan’dan bahseden Nietzsche’ye kızıyor mesela. Politik fikirleri de sağda. Allah’ı inkâr edenlere sinirleniyor falan.

Mektuplarda büyüyor Türkan Saylan’

Ve gelişiyor. Yani çok muhafazakâr bir kadın olarak kalabilirdi. Sonrasında biliyorsunuz Türkiye’de yaşayan hatta Dünya’da yaşayan herhalde bütün marjinal insanlara elini uzatmış, hiç kimseyi ayırmamıştır. Hayatta öğrendiklerini kendine artı olarak koyabilmiş bir insan.

Tam bir toplum piri değil mi? Titri öyle olmasa da kimliği, kişiliğiyle sıkı bir sosyolog’

Aynen öyle ve anlıyoruz ki hiçbir zaman armut dibine düşmüyor eğer armutta iş varsa. O kendi ağacını büyütüyor.

Müslümanlar Türkan Saylan’ı sevmiyormuş Ayşe Hanım!

Sevmeyenlerin kimler olduğu çok bellidir. Geçenlerde Vakit gazetesinde belden aşağı yazar Ayşe Kulin, Müslümanların nefret ettiği Türkan Saylan’ı yazdı diye haber gördüm. İnanılır gibi değil. Onlar sevmezse sevmesin, ama bunu halka mal edip genelleyemezler. Bunun doğru olmadığını kendileri de gayet iyi biliyor. Bir kere Müslümanlar Türkan Saylan’dan nefret etmiyorlar. Onun iyileştirdiği, el uzattığı, okula yolladığı, burs sağladığı insanların hepsi Müslüman. Hele ki gittiği bölgelerde insanlar çok da dindar. Çok seviyorlar onu. Bütün o Müslümanlar Türkan Saylan’ı anaları gibi görüyor.

Kurgu olsa da o genç polisle müthiş sıcak iletişimi mesela herhalde gerçekte de ancak böyle olabilirdi…

Evine baskın yapıldığında polisler oturuyor yanında gerçekten ama böyle bir şey var mı, adam Vanlı mı bilmiyorum ama orada o kurgu durumu net şekilde bağlıyordu, ibret duygusunu yerleştirebiliyordu. O nedenle genç polis kimliğinde hem cüzam önyargılarına ilişkin toplumsal korkuyu hem de Türkan hocanın o kimseyi ayırmaksızın herkesle kurduğu sıcak iletişimini imlemiş olduğumu düşünüyorum. Bu arada mesela baskın günü sonunda çok arkadaşça bir hava oluşuyor, oğulları polislere sivilceleri için ilaçlar veriyorlar… Hiç gergin bir hava yok. Bunlar gerçektir, kurgu değildir. Tabii ki o, ayakları donduğu için ayakları ne yapıp edip kurtararak sadece parmaklarını kestiği Halime’nin yaşadıkları kurgu değildir sadece romanda eve gelmesi kurgudur.

İki kez evleniyor Türkan Saylan ve her iki eşi de bir süre sonra onun mücadele azmini, mesleğine ve insanlığa adanışını taşıyamıyor sanki değil mi?

Ev kadını değil de ondan. Elinden geleni de yapıyor ama memnun edemiyor bir türlü. Okumuş birçok erkek de özellikle çocuk sahibi olduktan sonra kadının yeri evidir anlayışına teslim oluyor. Kadını üzmeye, kırmaya, hatta ezmeye başlıyor. Fazlasıyla uysal, anlayışlı, gayretli bir eş Türkan Saylan. Yuvasını kolay kolay yıkmıyor.

Ve bir gün tokat yiyor ilk eşinden’

Zaten ondan sonra ipler kopuyor ya ‘Nedeni de boşanmak istediğini söylemesi’ İkinci eşiyle de aşırı kıskançlıktan dolayı boşanıyorlar.

Hastaları hayatlarının tüm alanlarıyla hayatına giriyorlar Türkan Hoca’nın. Yani tedavi et, bırak gitsin değil. Bu kadarla bitmiyor’ Millet bahçe içindeki evine arkadaşlarını çağırırken o cüzamlıları topluyor’ Sıra dışı bir doktor!

Ki cüzamlılar hayatın dışına atılmış, kimse onlara iş vermiyor, görmek istemiyor, çocuklarını okula almak istemiyor. ‘Ahmet Efendi sen iyileştin, köyüne döneceksin, nasıl geçineceksin’ diye soruyor mesela. Çünkü bu onun da derdi. Ahmet Efendi diyor ki ‘benim bir öküzüm, iki de tavuğum olursa ben geçinirim.’ Bu bir öküzle, iki tavuğu alabileceği kaynağı yaratıyor ona Türkan Hoca. Ona o parayı veriyor, sonra da Ahmet Efendi o parayı zaman içinde geri ödüyor. Bir nevi döner sermaye kurduruyor Türkan Hoca. Bu yola o kadar baş koyuyor ve o kadar sağduyulu yaklaşıyor ki cüzam tedavisi biten işşiz hastalarını da pansumancı olarak yetiştiriyor ve hastanede iş veriyor.

İmam’a gidiyor bir de Türkan Hoca… Cüzam vaazına ikna ediyor…

Bakırköy’de tımarhanenin cüzamlılar bölümü var. Bakırköy’de imama gidiyor, imam ‘Ölünüz mü var?’ diye soruyor. ‘Hayır, dirim var ama konuşmamız lazım’ diyor. İmamı hastaneye getiriyor, cüzamlılar arasında dolaştırıyor. Cüzamlıları öpüyor, sarılıyor, imam hayretler içinde kalıyor.

İmama ‘Bakın ben doktorum, gördünüz her gün onlarlayım, hiçbir şey olmuyor korkmayın, bu hastalık sandığınız gibi kolay kolay bulaşmıyor. Cuma günü onlarla ilgili vaaz verin, halkı doğru bilgilendirelim. Bunlar da Allahın kulu, yazık değil mi bunlara’ diyor, ısrar ediyor ve imama o vaazı ne yapıp edip verdirtiyor.

Çok faydalı da oluyor o vaaz…

Tabi, para, kıyafet, erzak gibi bir sürü bağış gelmeye başlıyor.

Cüzam hakkında daha önce siz neler düşünürdünüz?

Hayatımda hiç cüzamlı görmedim ama çekinirdim, Türkan Hoca olmasaydı çoğumuz gibi ben de durumun bu kadar farkında olmazdım sanırım.

Türkan Hoca iki aylık hamileyken görüyor cüzamlıları ilk…

Evet ve çok üzülüyor. Ardından nedir bu cüzam, nasıl bulaşır, tedavisi nedir diye sıkı bir araştırmaya girişiyor. Onun mücadelesi olmasaydı Türkiye’de cüzam hâlâ tabuydu.
 

Farah Diba ve cüzam!

Farah Diba’nın da Türkan Saylan’ın cüzamla mücadelesine olumlu bir katkısı olduğunu okuyoruz, hatta bir milat gibi..

Evet, çok ilginçtir o da, Cüzam Hastanesi’nde çalışmaya başladıktan sonra daha geniş kitleleri cüzam konusunda doğru bilgilendirmek adına Uğur Dündar‘a gidiyor ve otuz beş dakikalık bir program yapıyorlar. Görüntüler eşliğinde halka cüzam hastalarını sunuyorlar. O gün Farah Diba tesadüfen Türkiye’de ve haberlerde çıkıyor. Bir gazeteci Farah Diba’ya ‘boş zamanlarınızda ne yaparsınız’ diye soruyor. O da ‘vaktimi cüzamlılara ayırırım, onlar için proje üretirim’ diyor. Farah Diba’nın haberi bitiyor, reklamlar giriyor ardından da Uğur Dündar ile Türkan Saylan’ın cüzam programı yayımlanıyor. O zaman tek kanal var, Farah Diba da işin içine girince program daha çok dikkat çekiyor, ses getiriyor. Hastaneye birçok yardım yağıyor.

‘Hep koştum ben’ diyor, onu en iyi anlatan cümlelerden biri…

Yaptığı şeylere şöyle bir bakınca ki hepsini kronolojik sırada yazdım romanda. Listesi upuzun… İşte Sağlık Bakanlığı ile uzun mücadelelerden sonra imzalanan protokol ve 1976’da Cüzamla Savaş Derneği’nin kurulması… Unkapanı’nda bulunan Veremle Savaş Derneği’ne ait bir dispanseri, Cüzamla Savaş Dispanseri’ne dönüştürmeleri… Hiç hastasız kalmamaları… 1977’de İstanbul Tıp Fakültesi’nde Lepra Araştırma ve Uygulama Merkezini kurması… Elazığ’da Cüzam Hastanesi… 1981’de Dermatoloji Anabilim Dalı Başkanı oldu… Darbe geliyor ardındar, 1980 darbesi… Bu kısacık bir özeti… Erzurum’da o burs töreninde tesadüf ettiğimizde de Türkan Hoca kemoterapiden kalkıp gelmişti düşünün.

Çok teşekkür ederim Türkan Hanım.

Ayşe! (gülümsüyoruz, aaa diyoruz)

(‘) Düşünün ne kadar özdeşleştik kitapla Ayşe Hanım…

Ben bir ara Aylindim öyle seslenenler çoğunluktaydı. Şimdi de Türkan devrim başlıyor. Ama tabi nerede o günler ben Türkan Hanım’ın yüzde biri olamam.

Türkan-Tek ve Tek Başına/ Ayşe Kulin/ Everest Yayınları/ 332 s.

Denize ve İstanbul’a tutkun bir kadın Binnur Kaya. Oyunculuk hiç aklında yokken peşinden geldiği deniz ve İstanbul onu sahneye taşımış. Son filmi Vavien’e kadar da daha çok komedi oyuncusu olarak tanınıyordu. Bu kez kızdığı, gıcık olduğu, hatta kavgalı olduğu bir karakterle karşımızda. Üstelik o karakter, Kaya’nın kendinden bile sakladığı bir tarafını da gün yüzüne çıkarmış.

Şirin Güven

Dergi / Cumhuriyet– Komedilerin başarılı oyuncusu Binnur Kaya, bu kez farklı bir rolle karşımızda. Engin Günaydın’la başrolleri paylaştığı Vavien’de iletişimsiz bir ailede, her şeye boyun eğen ve kocasını yaptığı onlarca şeye rağmen körü körüne sevmekten geri duramayan Sevilay’ı canlandırıyor. Hiç kolay olmamış aslında bu rol onun için. Çünkü Sevilay’la birlikte içinde sevdiklerine “gitme” diye yalvaran bir kadın olduğunu fark etmiş ilk kez. En mutlu anda bile içinden “N’olur gitme” diye yalvaran… Yine çok başarılı bir oyunculuk sergilemiş Kaya Vavien’de. Belki de her rolün altından kalkmasına yardım edecek eski bir alışkanlığı sayesinde: Kılık değiştirip, kimi zaman dilenci, kimi zaman otel görevlisi olarak insanları şaşırtıp, tepkilerini incelemesi…

– Vavien sizce ne anlatıyor?

– Hayatta her zaman kötüler cezalandırılmıyor maalesef. Mutluluk, mutsuzluk, “her şey yolunda” kavramlarını sorguluyor film. Acaba gerçekten her şey yolunda mı? İstediğimiz bu mu, yoksa yetindiğimiz mi bu? Ve bunun beraberinde gelen aciz durumları, kişinin zavallılıklarını, gelgitlerini… Bir hayat akarken yaşanan tıkanıklıklar.

– Siz de, Engin Bey de komedi oyuncususunuz aslında. Oysa bu film de dram ve gerilim var. Zorlandınız mı?

– Çok zorlandım. Gerilim aslında günlük hayatta sık yaşadığım bir şey. Karşıdan karşıya geçmekle başlıyor, yaralı bir hayvan görme korkusuyla devam ediyor. Yani sık sık yaşıyoruz bu duyguyu, sürekli olarak “kendimizi güvende hissetme-hissetmeme” durumu var. Bu yüzden kazaya ne kadar açık olduğumuzu bilerek yaşıyoruz ve bunun içinde hep gerilim var. Bu anlamda gerilim kendi içimde çok da uzak olduğum bir şey değildi. Ama tabii filmdeki gibi bir gerilim bildiğim bir şey değildi ve çok zorlandım.

– Sevilay’ı oynarken kendinizle neleri bağdaştırdınız? Yaşamınızla örtüştürdüğünüz duygular, olaylar var mı?

– Beni en çok zorlayan şey, çok göstermediğim bir tarafımı bu filmle keşfetmek oldu. Vavien’le benim içimde de sevdiklerine karşı “gitme” diye yalvaran bir kadın olduğunu itiraf ettim kendime. Bu kendimden de sakladığım bir şeymiş… En mutlu anda bile içim “N’olur gitme, n’olur gitme” diye yalvarırmış. Yani mahremimi çok açık etmiş oldum ve bu anlamda çok zorlandım. Kadının genel hali de benim için çok üzücüydü… İlk başta ben Sevilay karakteriyle çok kavga ettim içimde. Benim tasvip etmediğim bir yaşayış biçimindeler. Hiç hoşlanmadığım ve çok yazık bulduğum… “Niye bir şey yapmıyorsun? Niye bu kadar tepkisiz, sessizsin?” diye sorup duruyordum. Tabii bu durumdan hoşlanmadığım için karakterle uzlaşmam da çok zor oldu.

– Tepkisizliği mi sizi kızdırıyordu? Onca şeye rağmen kocasını sevmesi mi?

– Evet, o boyun eğişi ben de yerimden kalkıp koşma hissi uyandırıyor ama kadın hiç böyle şeyler yapmıyor. O yüzden Sevilay benim için kavgalı olduğum, uzun süre anlaşamadığım bir karakter oldu. Hatta ilk başta gıcık oldum, sinirlendim. Oyunculuğun zor tarafı da bu ya, size ters gelen şeyi de benimsemelisiniz.

Hayalim İstanbul’du

– Önceleri oyunculuk aklınızda yokmuş. Hatta okyanusları çok seviyormuşsunuz, öyle bir bölüm okumak istiyormuşsunuz…

– Evet ama edebiyat bölümü mezunu olduğum ve o bölümler fizikle aldığı için olmadı. Aklımda oyunculuk yoktu. İlhan İrem, Sakıp Sabancı taklitleri yapıyordum. Komşumuz Gülay Belül beni tiyatroya teşvik eden ilk kişi oldu. Lisedeyken gazetede amatör tiyatro ilanı gördüm ve böylece adım attım. Sonra da çok büyük bir tutku olmadı aslında. Hatta ben tiyatro sınavlarını da hemen kazanamadım. Sonra işin içine girdikçe, emek harcadıkça, üstünde düşündükçe sevmeye başladım. Okul bitti, işler başladı. İlk işlerde yapamıyorsun zaten. Yapamadığını çok büyük dert ediyorsun ve sonra uğraşmaya başlıyorsun. Bir gün “Ucundan kıyısından oldu bugün galiba. Bu sefer yapabildim” diyorsun ve sonra “Oyunculuk çok zor bir şey ve o zorluk içinde debelenmek beni bağladı bu mesleğe” dediğin bir yere geliyorsun. Çok zor olduğu için, “oldu mu, olmadı mı, yaptım mı, yapamadım mı” ile uğraşmak beni kendine bağladı.

– Zor şeylerle uğraşmayı sever misiniz?

– Evet. Şundan da bahsetmeliyim… Ben İstanbul’a herhangi bir şey için gelmedim. Buraya gelirkenki tek amacım denizle doğru orantılı olarak içimde başlayan İstanbul tutkusuydu. Aklımda tiyatro yapmak yoktu. Televizyon zaten olamazdı. “Tiyatro mezununun televizyonda işi ne” gibi bir durum vardı bizim zamanımızda. İstanbul’u çok hırpalanan, hoyrat davranılan ama aslında harika olan birine benzetirdim. Herkesin bir beklentisi vardı İstanbul’dan. Oysa benim tek amacım İstanbul’a gelmekti, onu uzaktan sevmek yerine onunla tanışmak istemiştim. İçimde İstanbul’a karşı karşılıksız bir sevgi vardı, İstanbul’u ve denizi hiç yalnız bırakmak istemedim. Sanırım İstanbul benim en yakın arkadaşım, sırdaşım. Beni hayata bağlayan şeylerden biri. Oyunculuk da İstanbul’la beraber yürüdü yaşamımda. Bir animasyon grubumuz vardı. O zaman böyle değildim, daha sosyaldim. Çok severek 3 yıl yaptım. O ekiple beraber İstanbul’a geldik. Sonra ilk işim Hülya Avşar Show’da oldu. Sonuçta gerçekleşen hayallerim, hayatımdaki bütün güzellikler İstanbul’un bir hediyesidir bana.

Binnur Kaya: Kılığımı değiştirir, tepkilere bakardım

– Çok abartılı karakteri çok doğal oynuyorsunuz. Belki de o yüzden komedilerde çok güldürüyorsunuz… Sırrınız nedir?

– Oyunculuğun empati ve hafızayla doğru orantılı gittiğine inanıyorum. Ben insanları gözlemler, onlara dikkat ederdim hep. Ortaokulda kendi kendime dışarıya çıkmaya başladığım zamanlarda evde kılık değiştirirdim ve tek başıma otobüse binip, insanların tepkilerine bakardım. Onları rahatsız olacakları kılıklarla “Bana nasıl bakıyorlar” diye gözlemlerdim.

Arkadaşlarımla buluşmaya da tanınmayacak şekilde giderdim. Mesela buluşacağımız yere önceden gidip dilenci gibi beklerdim. Sadece tepkilerini merak ettiğim için… Çok ilgimi çekiyordu bu. Sonra ben olduğumu anladıklarında nasıl şaşırdıklarına bakıyordum. Şimdi öyle şeyler yapamıyorum tabii çünkü tanınır olunca özgürlüğünüz kısıtlanıyor. Ama hâlâ buna benzerler şeyler yapıyorum.

– En son ne yaptınız mesela?

– Hatırladığım iki şey var. Çok sevdiğim bir oyuncu arkadaşım Eskişehir’e gidecekti çekim için. Trenle onu uğurladım. Sonra başka bir yakın arkadaşımla arabayla ondan önce onun kalacağı otele gittim. Oteli temizleyen kadınların kıyafetlerinden rica ettim ve onu giyip onun kalacağı odanın tuvaletine girdim temizliğe. O geldiğinde tuvalette temizlik yapıyordum, daha işim bitmemişti ve arkam dönüktü. Öyle bir haldeydim ki, “Bacım yeter, tamam yorma kendini artık” dedi. Sonra ben birden dönüp, aramızda kullandığımız esprili bir şey dedim. Çok şaşırdı, muhteşem bir andı. Bir de bunu bir yandan kaydetmiştim. İkinci olay Engin’le… Engin ve arkadaşlarımız yurtdışına gitmişlerdi. Ben ekipteki arkadaşlarımızdan biriyle telefonlaştım. Buradan kalktım gecenin bir yarısı yurtdışına gittim. Arkadaşımız bana sessizce kapıyı açtı, ben de onlar otururken lavabodan çıkmışım gibi içeri girip yanlarına oturdum. Engin o kadar şaşırdı ki sevindi mi, üzüldü mü anlayamadım. Çünkü tam ben girmeden 15 saniye önce yüksek sesle “Keşke Binnur da burada olsa” demiş. Bunlar çok güzel gerçekten. Dilerim hayat sağlık ve imkân verir de, hep böyle şeyler yaşayabilirim.

Suriye’nin kadın Devlet Bakanı Bouthaina’dan:
Son zamanlarda duyduğum en doğru söz bu…
“Kadınları türban değil, gözündeki ifade korur. ”
Alt tarafı bir çift organla bu kadar çok iş başarıldığı görülmemiştir.  Yeryüzündeki bütün canlıların gözleri sadece, bakıp görmeye yaradığı halde kadın kısmı, neredeyse bir tek ortalığı süpüremez gözleriyle…
Sever, sevişir, beğenir…
Döver, küser, barışır…
Nefret eder, hesap sorar, azarlar…
Kovar, bağırır, çağırır, alay eder…
Erkek de bir insanoğlu, o da yapar demeyin!
Erkekler her durumda öyle bön bön bakarlar.
Asla, ne demek istediklerini anlamazsınız.
Gözlerini konuşturan sadece kadınlardır.
Çocukluğunuzu düşünün…
Annenizin bin türlü bakışı gelece ktir aklınıza.
Misafirler gitsin, ben sana gösteririm bakışı…
Hadi artık odana git, yat bakışı…
Ağzını şapırdatma! bakışı…
Kıçım tutulsaydı da seni doğurmasaydım bakışı…
Aynı babası bakışı…
Babanızdan bir bakış var mı, aklınızda?
Hiç zannetmiyorum olduğunu.
Babayla göz göze bile gelinmez öyle zırt pırt.

Şimdi de büyüklüğünüzü düşünün…
Kaç kadın bir bakışın peşinden gitmiştir?
Hiç..
Peki, kaç erkek bir bakış uğruna odu ocağı terk etmiştir?
Çookk..

Onlar bir gün çekip gittiklerinde, peşlerinde “yetim-öksüz” kalan çok olur.
Mutfaktaki dolap, perdeler, kavanozun içindeki eski düğmeler, özenle saklanmış küçülmüş giysiler, dolap diplerindeki kurdeleler…
Sabah karanlığında mutfaktan gelen tıkırtılar susar,  yetim kalmıştır tabaklar.
Bir kadın gittiğinde hep suyu unutulur saksıların.
Sık sık boynunu büker “sarıkız”.
O teki kalmış eski bardağın anlamını bilen olmaz
Değerini kimse anlayamaz krom hac tasının.
Balkon artık sessizdir
Koridor kimsesiz, bir kadın gittiğinde…
Bir kadın gittiğinde ne çok kişi gider aslında;
Bir ağır işçi, bir temizlikçi, bir bakıcı, bir bahçıvan, bir muhasebeci…
Bir anne gider…
Bir dost…
Bir arkadaş…
Bir sevgili…
Ne çok kişi yok olur bir kadın gittiğinde…
Hep böyle olur; bir kadın gittiğinde; övgüler, uyarılar, yakınmalar, dualar  yetim kalır.
Kapı eşiğindeki “Dikkat et…” duyulmaz,
Annesi gitmiştir “geç kalma!”nın.
Kadınlar, arkalarında büyük boşluklar bırakarak giderler.
Bir kadın gittiğinde pek çok kişi gitmiştir aslında.
Ve bir kadın gittiğinde pek çok “yetim” bırakmıştır arkasında.
Hayatınızdaki kadını yitirmemeniz dileğiyle…