Ayşe Kulin’in Şişli’deki evine Türkan-Tek ve Tek Başına adlı kitabı üzerine söyleşi yapmaya giderken Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Başkanı Prof. Dr. Türkan Saylan ile daha önce yaptığım söyleşileri, paylaştığım unutulmaz anları anımsıyordum.
Gamze Akdemir
Cumhuriyet– Söyleşimiz sırasında bir sorum üzerine ‘özellikle ajanların sivil toplum örgütlerinin peşinde olduğunu’ söylediği sıradaki kararlı, gözleri hafif bulutlu halini de hiç unutamıyorum. ‘Kızlarımız okuyacak, mutlaka okuyacak, başka yolu yok, okuyacaklar, okutacağız’ deyişini de. Kitaplarını bana ‘Atatürk kızı’ diyerek imzalayışını da… Kocaman sarılışını da… Yarı tiz, şen kahkahasını da… Daha pek çok anı… Ama onları, bir gün hakkında kaleme alacağım yazıya saklıyorum. Türkan-Tek ve Tek Başına adlı kitabında, Türkan Saylan’ın iç dünyasını, yakın arkadaşı Gökşin Sanal ile günlük, günce biçeminde mektuplaşmaları üzerinden anlatıyor Ayşe Kulin. Koşutunda cüzam ile olağanüstü mücadelesi kronolojik sırada yerini alarak çerçeveliyor kitabı ‘Satırlarda büyüyor Türkan Saylan’ Genç kız oluyor, sonra eş, anne, can dost, idealist, hoca Türkan’a geliyor sıra. Kuşkusuz en çok da insan Türkan’ı okuyoruz ‘Mehtabı seviyor, günbatımını seviyor, ay ışığına tutkun’ Aşkın hallerine âşık bir kadın okuduğumuz… Tüm mücadelesi aşk ile içselleşmiş yüreğinde. Sonra iki kez evlenmiş, çocuk sahibi olduktan sonra ise ısrarla ev kadını olması istenmiş. Tabii ya, evde ol, çocuk büyüt, pilaki pişir! Kadın başına bunca sürünmeye ne gerek var? Evliliklerinde de epey çekmiş bu nedenle. Gayret etmiş yine de ‘Ama sonunda tokat yediği de olmuş, kıskançlıktan bezdiği de. Tek ve tek başınaydı bu nedenle’ Öte yandan ise tam bir toplum piriydi ‘Titri öyle olmasa da kimliği, kişiliği, çalışmalarıyla sıkı bir sosyologdu’ İnsan hayatına ve ruhuna koşulsuz adalı bir yaşamdı onunki. Neler demediler ki hakkında? Misyonermiş, komünistmiş, dinsizmiş ‘Kız çocukları Allahsızlaştırıyormuş? Muş, muş, muş’ Bugün din adına mangalda kül bırakmayanları, kendine o gâvur diyenleri cebinden çıkaracak denli bilgili bir Müslüman kızı, inançlı bir ailenin ferdiydi. Sayısız hayır duası aldı ‘Hayatlar kurtardı, aydınlık gelecekler kurdu, ümit verdi. Belki de onu en çok Müslümanlar sevdi. Ta bilmem ne zaman bu kez din üzerinden bölündüğümüzü öngördüğünde ne kadar da haklı çıkmıştı’ Ölümüne yakın Ümraniye’de bulunan silahlarla ilgili arama deyip evini basanlar, cenazesine gelmeyen devlet erkânı, hükümetin bir bakanının çirkin sözleri, karalamalar, burs alan çocukları fişlemeler, göz korkutmalar kitlelere işlemedi ‘Türk halkı Türkan Saylan’ını aslanlar gibi uğurladı. Hep koştu ‘Hiç durmadı’ Yılmadı ‘İyi ki vardı’ Ayşe Kulin ile Türkan-Tek ve Tek Başına adlı kitabını konuştuk.
Türkan Saylan ile nasıl tanıştığınızı ve aranızdaki yakınlığın filizlenişini sorarak başlayalım…
– 2003’te, onun hayata geçirdiği ve benim sonradan adını ‘Kardelenler’ olarak değiştirdiğim, ‘Çağdaş Türkiye’nin Çağdaş Kızları’ adlı projenin kitabını yazmak için doğu illerine doğru yolculuğa çıkmadan önce tanıştık. Kardelenler’i yazma teklifi bana Turkcell’den geldi.
Hiç böyle para karşılığı iş yapmadığım için kesinlikle reddettim ama telefondaki hanım inanılmaz bir ısrarla projeyi anlattı. ‘Hayatta sadece iki saatinizi istiyorum, sizi bu çocukların burs aldığı okula götüreceğim, onlarla konuşturacağım, hâlâ hayır diyorsanız artık ısrar etmeyeceğim’ dedi.
Buluşmayı kabul ettim. Karşıda Acarkent’te bir TED okulu var, beni orada bu bursu alan çocuklarla görüştürdüler. O gün hakikaten vuruldum, hiç böyle bir şey beklemiyordum. Bu çocuklar İstanbul’a geleli aşağı yukarı 15-20 gün olmuştu ve inanılmaz bir gelişim geçirmişlerdi. Hayatlarında ilk defa deniz, otobüs, şehir, diş fırçası gören çocuklar vardı düşünün ve nasıl bir ümitle ileri bakıyorlar yani doktor olacaklar, hemşire olacaklar, öğretmen olacaklar ‘Böyle bir coşku hiçbirimizin çocuğunda yok… Gözlerim yaşardı ve teklifi hemen kabul ettim. Bu kapsamda Doğu’ya doğru bir yolculuğa çıkılacaktı, ben, fotoğrafçı arkadaşımız Manuel Çıtak, ve onun asistanı gideceğiz ‘Gitmeden Türkan Hoca ile görüşün’ dediler. Türkan Hoca’yı yaşlı başlı, beyaz saçlı, tayyörlü böyle daha resmi duruşlu bir hanımefendi olarak bekliyordum. Odasının dışında beklerken bir ses duyuyordum, nasıl genç bir ses, şen şakrak, cıvıl cıvıl… Sonra beni içeri aldılar, girdim aa o ses onunmuş. Kemoterapi geçirmişti, saçları yeni yeni çıkıyordu ve o saçlar kırmızı. Al onu canına sok, öyle şirin, sevimli bir kadın karşımdaki. Rengârenk bir giysi üstünde, gözleri pırıl pırıl. İlk gördüğüm o anda bayıldım Türkan Hoca’ya. Uzun uzun konuştuk, bana Doğu hakkında bilgiler verdi. Doğu’ya gitmemiş, hiç bilmiyor değildim ama nelerle karşılaşacağım, neler yapmam gerektiği, her eve giderken yanımda mutlaka bir il müdürü ya da Milli Eğitim’den birinin bulunması gerektiği gibi anahtar bilgilerle aydınlattı beni. Arada gene karşılaştık çünkü çocuklarla görüşmek için Doğu’ya birkaç kez daha gittim. Bir gidişimde de kendisiyle Erzurum’da tesadüf ettik. Burs dağıtıyorlardı, yılda bir kere törenleri oluyordu, çocukların aileleri de geliyordu. Çocuklarla ve ailelerle kurduğu sıcacık bağı somut olarak ilk orada gördüm. Çırpınıyordu onlar için. Birkaç tane de genç kadın kaymakam vardı, biri de o yöredendi, Vanlıydı. Türkan Hoca çocuklara o genç kadın kaymakam kadınları örnek gösteriyordu, ümit veriyordu. Türkiye buna müsait yeter ki okuyun diyordu. Bir kere daha hayran oldum.
Bu kitabın yazılmasını o istedi, anlatır mısınız o süreci?
Şöyle, yakın arkadaşı Gökşin Hanım (Sanal) o mektuplarla bana dönmeseydi bu kitabı yazamazdım. Türkan Hanım bir buluşmamızda bana böyle bir kitap yazmamı istediğini belli etti yani ifade etti ve bana yardımcı olur düşüncesiyle kitaplarını yolladı. Ben yaşayan insanların yaşamlarını yazmak istemiyorum ve yazmıyorum. Böyle bir duygum vardır.
Bir de Türkan Saylan ile ilgili yazılacak her şey fazlasıyla yazılmıştı gibi bir düşünceniz olduğunu biliyoruz’
Evet, mesela Güneş Umuttan Önce Doğar’da her şey var ben daha ne yazabilirdim. At Kız mesela harika bir biyografi. O nedenle Türkan Hanım’a ‘yazamayacağım çünkü her şey yazılmış hocam, yeni bir şey çıkaramayacağım’ dedim. Türkan Hoca da ‘ama mektuplar var’ dedi. Bana gelen okur mektupları gibi ona gelen hasta mektupları zannettim. Tabii o mektuplar da çok değerlidir ama birbirinin benzeri, tekrarı gibi.
‘Müslümanların anasıydı’
Oysa bu mektupları okuyunca anlıyoruz ki günce gibi ve hayli hareketli, dolu dolu’
Kesinlikle. Ben başka isteksiz davranınca biliyorsunuz son derecede nazik bir insandı, sustu, bir şey söylemedi, ısrarcı olmadı. Sonra kanserinin tekrar nüksetmesi sonucu çok hastalandı. Bu beni büyük bir vicdan azabına sürükledi, istediğini yapamıyorum diye. Ziyaretine gittiğimde ikimizde de bir kırıklık olduğunu hissettim. Dedim ki ‘Hocam isterseniz ben cüzamlıları sizin üstünüzden anlatayım, Köprü romanımdaki gibi’. Sonra ‘Köprü’yü okudunuz mu?’ diye sordum. ‘Okudum’ dedi. ‘Orada nasıl olay Valinin hayatı değildir ama Vali hep vardır, işte bir yöre, bir olay anlatılır. O şekilde bir roman yapmaya çalışayım’ dedim. ‘Peki’ dedi. ‘Bana birkaç tane cüzamlı hikâyesi nakledebilir misiniz veya beni yönlendirebilir misiniz’ diye sordum. Hemen birkaç tane cüzam hikâyesi anlattı. Sonra öyle hale geldi ki bu durum telefon açıyordu, yine anlatıyordu, telefon başında çala kalem notlar alıyordum. Bu arada omzumda bir problem çıktı, üç ay kolumu kaldıramadım, fizik tedavi, ilaç falan… Ocak, şubat böyle geçti, mart ortalarında biraz düzelir gibi oldum ve hemen yazmaya başladım. İlk metni Türkan Hanım’a yolladım. Bir iki düzeltme yaptı, isim yanlışlarını falan düzeltti. Derken son şeklini verdiğim metni oğlunun e-postasına yolladım. Tam o sıralarda da evi basıldı. Metinden eğer çıkış aldılarsa, tahmin ediyorum baskın sırasında onları da bulup aldılar. Sonrasında artık çok hasta ve güçsüzdü, yormamak adına katiyen bir şey sormak istemiyordum. Kısa süre sonra ise vefat etti. Bir süre geçtikten sonra bir gün beni Gökşin Hanım (Sanal) aradı. ‘Elimde mektuplar var’ dedi ve şimdi ikimiz de anlıyoruz ki, Türkan Hoca o mektupların bana iletilmesini istiyordu. Ama Gökşin Hanım kendi açısından çok doğru hareket ederek bana mektupları teslim etmedi, çünkü mektupların içinde özel kalmasını istedikleri anılar da var. Gökşin Hanım bana o inci gibi el yazısıyla hiç üşenmeden 150 sayfalık koca bir defter hazırlamış. Alıntılar yapmış, tarihler koymuş. Onları verdi, o zaman yol haritamı daha doğru ve emin oluşturabildim.
Nasıl bir Türkan çıktı karşınıza mektupları ilk okuduğunuzda?
Bilmediğim bir Türkan çıktı. Nasıl romantik, heyecanlı, nasıl genç bir Türkan! Tanıdığımız ya da bildiğimizden çok daha derin yönleriyle bir Türkan’dı bu. Çok muhafazakâr yetiştirilmiş, dünyaya biraz sağdan bakan bir kızdı karşıma çıkan. Sonra ne değişimler geçirmiş.
Sıkı bir dini eğitim almış, dinin sağlam bir yeri var yetiştiği evde…
Hem de nasıl. Koyu dindar bir babaanne, muhafazakâr bir baba ve sonradan Müslüman olmuş ve Kuran’ı hatmetmiş İsveçli bir anneyle büyüyor. ‘Üst insan’dan bahseden Nietzsche’ye kızıyor mesela. Politik fikirleri de sağda. Allah’ı inkâr edenlere sinirleniyor falan.
Mektuplarda büyüyor Türkan Saylan’
Ve gelişiyor. Yani çok muhafazakâr bir kadın olarak kalabilirdi. Sonrasında biliyorsunuz Türkiye’de yaşayan hatta Dünya’da yaşayan herhalde bütün marjinal insanlara elini uzatmış, hiç kimseyi ayırmamıştır. Hayatta öğrendiklerini kendine artı olarak koyabilmiş bir insan.
Tam bir toplum piri değil mi? Titri öyle olmasa da kimliği, kişiliğiyle sıkı bir sosyolog’
Aynen öyle ve anlıyoruz ki hiçbir zaman armut dibine düşmüyor eğer armutta iş varsa. O kendi ağacını büyütüyor.
Müslümanlar Türkan Saylan’ı sevmiyormuş Ayşe Hanım!
Sevmeyenlerin kimler olduğu çok bellidir. Geçenlerde Vakit gazetesinde belden aşağı yazar Ayşe Kulin, Müslümanların nefret ettiği Türkan Saylan’ı yazdı diye haber gördüm. İnanılır gibi değil. Onlar sevmezse sevmesin, ama bunu halka mal edip genelleyemezler. Bunun doğru olmadığını kendileri de gayet iyi biliyor. Bir kere Müslümanlar Türkan Saylan’dan nefret etmiyorlar. Onun iyileştirdiği, el uzattığı, okula yolladığı, burs sağladığı insanların hepsi Müslüman. Hele ki gittiği bölgelerde insanlar çok da dindar. Çok seviyorlar onu. Bütün o Müslümanlar Türkan Saylan’ı anaları gibi görüyor.
Kurgu olsa da o genç polisle müthiş sıcak iletişimi mesela herhalde gerçekte de ancak böyle olabilirdi…
Evine baskın yapıldığında polisler oturuyor yanında gerçekten ama böyle bir şey var mı, adam Vanlı mı bilmiyorum ama orada o kurgu durumu net şekilde bağlıyordu, ibret duygusunu yerleştirebiliyordu. O nedenle genç polis kimliğinde hem cüzam önyargılarına ilişkin toplumsal korkuyu hem de Türkan hocanın o kimseyi ayırmaksızın herkesle kurduğu sıcak iletişimini imlemiş olduğumu düşünüyorum. Bu arada mesela baskın günü sonunda çok arkadaşça bir hava oluşuyor, oğulları polislere sivilceleri için ilaçlar veriyorlar… Hiç gergin bir hava yok. Bunlar gerçektir, kurgu değildir. Tabii ki o, ayakları donduğu için ayakları ne yapıp edip kurtararak sadece parmaklarını kestiği Halime’nin yaşadıkları kurgu değildir sadece romanda eve gelmesi kurgudur.
İki kez evleniyor Türkan Saylan ve her iki eşi de bir süre sonra onun mücadele azmini, mesleğine ve insanlığa adanışını taşıyamıyor sanki değil mi?
Ev kadını değil de ondan. Elinden geleni de yapıyor ama memnun edemiyor bir türlü. Okumuş birçok erkek de özellikle çocuk sahibi olduktan sonra kadının yeri evidir anlayışına teslim oluyor. Kadını üzmeye, kırmaya, hatta ezmeye başlıyor. Fazlasıyla uysal, anlayışlı, gayretli bir eş Türkan Saylan. Yuvasını kolay kolay yıkmıyor.
Ve bir gün tokat yiyor ilk eşinden’
Zaten ondan sonra ipler kopuyor ya ‘Nedeni de boşanmak istediğini söylemesi’ İkinci eşiyle de aşırı kıskançlıktan dolayı boşanıyorlar.
Hastaları hayatlarının tüm alanlarıyla hayatına giriyorlar Türkan Hoca’nın. Yani tedavi et, bırak gitsin değil. Bu kadarla bitmiyor’ Millet bahçe içindeki evine arkadaşlarını çağırırken o cüzamlıları topluyor’ Sıra dışı bir doktor!
Ki cüzamlılar hayatın dışına atılmış, kimse onlara iş vermiyor, görmek istemiyor, çocuklarını okula almak istemiyor. ‘Ahmet Efendi sen iyileştin, köyüne döneceksin, nasıl geçineceksin’ diye soruyor mesela. Çünkü bu onun da derdi. Ahmet Efendi diyor ki ‘benim bir öküzüm, iki de tavuğum olursa ben geçinirim.’ Bu bir öküzle, iki tavuğu alabileceği kaynağı yaratıyor ona Türkan Hoca. Ona o parayı veriyor, sonra da Ahmet Efendi o parayı zaman içinde geri ödüyor. Bir nevi döner sermaye kurduruyor Türkan Hoca. Bu yola o kadar baş koyuyor ve o kadar sağduyulu yaklaşıyor ki cüzam tedavisi biten işşiz hastalarını da pansumancı olarak yetiştiriyor ve hastanede iş veriyor.
İmam’a gidiyor bir de Türkan Hoca… Cüzam vaazına ikna ediyor…
Bakırköy’de tımarhanenin cüzamlılar bölümü var. Bakırköy’de imama gidiyor, imam ‘Ölünüz mü var?’ diye soruyor. ‘Hayır, dirim var ama konuşmamız lazım’ diyor. İmamı hastaneye getiriyor, cüzamlılar arasında dolaştırıyor. Cüzamlıları öpüyor, sarılıyor, imam hayretler içinde kalıyor.
İmama ‘Bakın ben doktorum, gördünüz her gün onlarlayım, hiçbir şey olmuyor korkmayın, bu hastalık sandığınız gibi kolay kolay bulaşmıyor. Cuma günü onlarla ilgili vaaz verin, halkı doğru bilgilendirelim. Bunlar da Allahın kulu, yazık değil mi bunlara’ diyor, ısrar ediyor ve imama o vaazı ne yapıp edip verdirtiyor.
Çok faydalı da oluyor o vaaz…
Tabi, para, kıyafet, erzak gibi bir sürü bağış gelmeye başlıyor.
Cüzam hakkında daha önce siz neler düşünürdünüz?
Hayatımda hiç cüzamlı görmedim ama çekinirdim, Türkan Hoca olmasaydı çoğumuz gibi ben de durumun bu kadar farkında olmazdım sanırım.
Türkan Hoca iki aylık hamileyken görüyor cüzamlıları ilk…
Evet ve çok üzülüyor. Ardından nedir bu cüzam, nasıl bulaşır, tedavisi nedir diye sıkı bir araştırmaya girişiyor. Onun mücadelesi olmasaydı Türkiye’de cüzam hâlâ tabuydu.
Farah Diba ve cüzam!
Farah Diba’nın da Türkan Saylan’ın cüzamla mücadelesine olumlu bir katkısı olduğunu okuyoruz, hatta bir milat gibi..
Evet, çok ilginçtir o da, Cüzam Hastanesi’nde çalışmaya başladıktan sonra daha geniş kitleleri cüzam konusunda doğru bilgilendirmek adına Uğur Dündar‘a gidiyor ve otuz beş dakikalık bir program yapıyorlar. Görüntüler eşliğinde halka cüzam hastalarını sunuyorlar. O gün Farah Diba tesadüfen Türkiye’de ve haberlerde çıkıyor. Bir gazeteci Farah Diba’ya ‘boş zamanlarınızda ne yaparsınız’ diye soruyor. O da ‘vaktimi cüzamlılara ayırırım, onlar için proje üretirim’ diyor. Farah Diba’nın haberi bitiyor, reklamlar giriyor ardından da Uğur Dündar ile Türkan Saylan’ın cüzam programı yayımlanıyor. O zaman tek kanal var, Farah Diba da işin içine girince program daha çok dikkat çekiyor, ses getiriyor. Hastaneye birçok yardım yağıyor.
‘Hep koştum ben’ diyor, onu en iyi anlatan cümlelerden biri…
Yaptığı şeylere şöyle bir bakınca ki hepsini kronolojik sırada yazdım romanda. Listesi upuzun… İşte Sağlık Bakanlığı ile uzun mücadelelerden sonra imzalanan protokol ve 1976’da Cüzamla Savaş Derneği’nin kurulması… Unkapanı’nda bulunan Veremle Savaş Derneği’ne ait bir dispanseri, Cüzamla Savaş Dispanseri’ne dönüştürmeleri… Hiç hastasız kalmamaları… 1977’de İstanbul Tıp Fakültesi’nde Lepra Araştırma ve Uygulama Merkezini kurması… Elazığ’da Cüzam Hastanesi… 1981’de Dermatoloji Anabilim Dalı Başkanı oldu… Darbe geliyor ardındar, 1980 darbesi… Bu kısacık bir özeti… Erzurum’da o burs töreninde tesadüf ettiğimizde de Türkan Hoca kemoterapiden kalkıp gelmişti düşünün.
Çok teşekkür ederim Türkan Hanım.
Ayşe! (gülümsüyoruz, aaa diyoruz)
(‘) Düşünün ne kadar özdeşleştik kitapla Ayşe Hanım…
Ben bir ara Aylindim öyle seslenenler çoğunluktaydı. Şimdi de Türkan devrim başlıyor. Ama tabi nerede o günler ben Türkan Hanım’ın yüzde biri olamam.
Türkan-Tek ve Tek Başına/ Ayşe Kulin/ Everest Yayınları/ 332 s.