Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

Ercan Çitlioğlu “Başbuğ-Org. İlker Başbuğ ile Tarih ve Gelecek” adlı kitabını ve koşutunda askeri kanattaki son gelişmeleri değerlendirdi.

Gamze Akdemir-Cumhuriyet

Terör uzmanı  Ercan Çitlioğlu ile “Başbuğ-Org. İlker Başbuğ ile Tarih ve Gelecek” (Destek Yayınları) adlı kitabını konuştuk. Kitapta Orgeneral İlker Başbuğ’un yanı sıra, sosyoloji ve felsefeye olan ilgisi öne çıkan ve her fırsatta eğitimin önemine değinen “yurttaş İlker Başbuğ kim?” sorusuna da odaklanıyor Çitlioğlu. Kitabın hazırlanmasında temel amaç TSK’nin en etkili ağızlardan vurguladığı ülkenin birincil sorunları karşısındaki duruş ve görüşlerinin neler olduğunu bir bütünlük içinde sunmak. Ercan Çitlioğlu, “Başbuğ-Org. İlker Başbuğ ile Tarih ve Gelecek” (Destek Yayınları) adlı kitabının koşutunda askeri kanattaki son gelişmeleri de değerlendirdi.

“Orduyu imha etmek için, mutlaka subayları mahvetmek, aşağılamak lazımdır. Buna da tebeşşüs ettiler.” (Temmuz 1920) Mustafa Kemal Atatürk


– Son günlerde verdiği demeçlerde, Ergenekon’un Erzincan yapılanmasının yöneticisi olmakla suçlanan, 3. Ordu Komutanı Orgeneral Saldıray Berk’e ilişkin iddianamedeki suçlamalara tepki gösteren Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, suçlamaların bütünüyle gizli tanık ifadelerine dayandırıldığını, askeri yetkililere bilgi verilmediğini, bilgi de istenmediğini söyledi. Özellikle kitabınızın koşutunda sorarsak bu konudaki rahatsızlığını ilk kez dile getirmiyor Orgeneral Başbuğ?

– Orduda hiç kimse böyle şeylere tevessül etmez demiyor Sayın Başbuğ. Kişisel hataların kurumun da kurumsal bir hata içerisinde olduğunu göstermediğini ifade ediyor. Bu nüansı çok iyi anlamamız lazım. Ayrıca hata yapan varsa kendi kurumsal kimliğimiz ve prosedürümüz içerisinde cezasını mutlaka veririz, müsaade etmeyiz diyor. Bir basın açıklamasında “Bunları kim söylüyor, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin başı olan ben Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ olarak söylüyorum” diyor. Bu kadar açık ve net biçimde illegal yapılanmalara tavır alan ve bu tavrını da Genelkurmay Askeri Savcılığının açtığı soruşturmalarla belli eden bir tutum söz konusu iken bu kişiyi, ihbarlarla ilgili olarak bilgilendirmeme ve işbirliği istememenin bir üzüntü, bir haksızlığa uğramışlık duygusu yaratması son derece doğaldır.

– Asker-sivil ilişkileriyle ilgili herhangi bir sorun görmüyorum açıklamasında da bulundu öte yandan…

– Siyasi iktidarla Genelkurmay arasında “sivil erk” durumu anlamında herhangi bir görüş ayrılığı olduğunu düşünmüyorum. Ama usuller şaşıyor… Sayın Başbuğ “Bir soruşturma açmak gerekliyse, yargı organlarınca bu gerekli görülüyorsa en azından bizimle işbirliği yapabilirler, bunu bekliyoruz” demesine rağmen bunun olmadığını görüyoruz.

Mesela Erzincan’da bu işbirliği  çok gerekli. Bunun olmaması, bunu siyasi iktidar da yalanlasa, Genelkurmay da yalanlasa kurumlar arasında sanki bir ayrışma, bir çatışma varmış görüntüsünün ortaya çıkmasına neden oluyor. Yargı ile TSK arasında, polis ile TSK arasında bir güvensizlik, ayrışma, rekabet varmış görüntüsünün, böyle bir kanaatin hem yurt içinde hem de özellikle yurt dışında uyanmış olmasının Türkiye’ye hiçbir faydası yoktur.

“Subay ve astsubaylarımız Kara Kuvvetlerinin iki ana direğidir. Birisinde sallanma olursa bu bina sağlam kalmaz arkadaşlar.” Ocak 2008 / Orgeneral Başbuğ

‘TSK’nin kirli silahı yoktur’

Son yaşanan kamyon olayı… Görevlinin belgeyi göstermesine rağmen polisi ikna edememesi… Türkiye’nin doğu sınırlarını emanet ettiğiniz, emrinde 150 bin asker olan bir ordu komutanı hakkında soruşturma açıyorsunuz… Bu komutanın doğrudan bağlı olduğu Kara Kuvvetleri Komutanının ve Kara Kuvvetleri Komutanının bağlı olduğu Genelkurmay Başkanı’nın haberi yok. İnsaf! Uygulamada görülmüş şey midir? Ciddi bir aksama var ve bu askeri kanattan ileri gelmiyor.

Orada önemli olan kamyonun durdurulması, merkez komutanlığına haber verilmemesi, kamyonu durduran polis ekiplerinin ikna olmaması değildir, vahim olan gelen ihbarın ciddiye alınmış olmasıdır. Bir ordu komutanının, bir başçavuşla darbe teşebbüsüne girişeceğine inanıyorsanız vahim olan o komutanın savcılığa gidip gitmemesi değildir.

İhbarda “TSK’nin kirli silahları taşınıyor” deniyor. TSK’nin kirli silahı yoktur, buna inanıyorsanız zaten teslim olmuşsunuz demektir. Bu kirli silahların Nevruz’da Doğu ve Güneydoğu’da sivil halka karşı karışıklık çıkartmak için kullanılacağı iddiasını ciddiye alıyor, bir soruşturma, operasyon yapma ihtiyacını hissediyorsanız zaten olay bitmiştir. Bu algının ortadan kaldırılması lazım.

– Çok sık dile getirilen “Asker istese bile darbe yapamaz, Amerika buna izin vermez” kanısı… Sokaktaki neredeyse üç kişiden ikisinde algı bu ve temelsiz de değil yakın tarih düşünülürse…

– 2010 dünyasında, 2010 Türkiye’sinde bir darbenin gerçekleşebilmesi mümkün değildir. Böyle bir konunun düşünce temelinden eylem temeline geçebilmesi mümkün değildir. Ordunun darbe yapma düşüncesi olduğuna asla inanmıyorum, böyle bir şeyin gerçekleşebileceğine de asla ihtimal vermiyorum. Öncelikle konjonktür buna artık müsaade etmiyor. Bunu Türkiye’de sivil, asker hiç kimse düşünmez ve kabul edemez. Darbe halkın iradesine saygısızlıktır, Türk insanına hakarettir.

Yakın tarih dediniz.. Çok doğru… 12 Eylül darbesinin, Amerika’nın yeşil ışık yakmasıyla, icazetiyle yapıldığı gerçeği göz önünde bulundurulduğunda, Türk halkı böyle düşünmekte çok haksız değildir ama umut yitirilmemelidir. Türkiye’de herkesi bağışlayabilirim ama Kenan Evren’i asla bağışlamam. Bugün Türkiye’de her ne yaşanıyorsa 12 Eylül’de yapılanların faturası ödeniyor ve bunun suçlusu da Kenan Evren’dir.

– Bugün ordu dönüştürülmeye çalışılıyor mu?

– Ordu dönüşmez, dönüştürülemez.

– Ordu dinci olmaz mı, sağcı olmaz mı, solcu olmaz mı? Nasıl?

– Ordu sadece Atatürkçü olur. Ordu değişmez ama şu var, ordunun da kendini kendi içerisinde bir transformasyona tabi tutması lazım. Yapılanmasını, konumunu Türkiye’nin sosyal ve siyasal yelpazesi içerisindeki konumunu çağın gereklerine göre transforme etmesi lazım ve ediyor da. Bunu zihinsel anlamda söylüyorum. Türkiye’de askeri vesayet denilen eleştirilere kaynaklık eden her ne varsa ortadan kaldırıcı bir yapılanma içerisine girmesi lazım. Bunu yapmaya başladı. Ama bırakın bunu kendileri yapsın, döverek yaptırmak isterseniz reaksiyon yaratır. Her etki kendi tepkisini karnında taşır. Devamlı döverseniz bu bir tepki yaratır.

– Ordu dönüşmez, dönüştürülemez dediniz, 12 Eylül’deki ordu malum…

– Biraz önce Kenan Evren’i asla affetmeyeceğimi söyledim.

– TSK’nin insan kaynağını  ve yapısını iyi bilen biri olarak o dönemki askerle bu dönemki asker arasında da dünya kadar fark var mı, yok mu?

– Çok fark var. Niçin farklı? Mesela TSK’de artık akılcılığa dayalı bir dönem söz konusu. Orduda itaat kültürü tabiî ki değişmez bir kültür ama o eski katı, sert tutum yerini akılcılığa terk etmiş  durumda. Türkiye’nin insan kaynağı da değişti. Eskiden çoğunluğu ilkokul mezunu hatta okuma yazma bilmeyenlerden oluşan bir TSK söz konusuydu. Bugün er rütbesinde olanların çoğu lise, üniversite mezunu. Okuma yazma bilmeyen birisine komuta etmekle, lise, üniversite mezunu birisine komuta etmek arasında çok ciddi bir fark var. Onun için diyorum ki bıraksınlar bu transformasyon sürecini asker kendi doğal akışı içinde yaşasın.

– “Asker niçin konuşuyor?”  veya “Asker niçin susuyor?”… Bu konuya da yer veriyorsunuz kitabınızda. Hatta yazma gerekçelerinizden biri de bu. Anlatır mısınız?

– Öncelikle bu kitabın hazırlanmasına egemen olan düşünce, son dönemlerde Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un seslendirmesi ile ’TSK’ye karşı yürütüldüğü açıklanan planlı, sistematik ve organize asimetrik psikolojik harekatın’ irdelenmesi ve nedenlerine varılması gereksiniminden kaynaklanmıyor. Hiç kimseyi ve kurumu; aklama, savunma ya da karalama ve suçlama gibi bir amacı yok. Ancak eleştirilerimiz var… Hem asker üzerinden mesaj iletme alışkanlığında olanlara hem de TSK’yi eleştirmeyi, hatta eleştiri düzeyini aşarak suçlamayı demokrat olmanın ya da demokratikleşmenin ön koşulu gibi algılayanlara…

Demokrasiyi özümsemiş  bir toplumda askerin konuşması veya susması ise tartışma konusu değildir, dikkat çeken, üzerinde konuşulan, gazetelerin manşetlerine ve televizyonların birinci haberlerine taşınan bir olgu da değildir. Onun için ordunun siyasetin dışında olmasını arzu ediyorsak, orduyu siyasetin içine çalışma çabalarından önce bizim vazgeçmemiz lazım.

Bu açıdan susmakla konuşmak arasında tutsak ettiğimiz bir Silahlı Kuvvetler görüyoruz. Konuştuğu zaman eleştiren bir kesim var, sustuğu zaman yine eleştiren ayrı bir kesim var. Ve konuştuğunda söylediklerini kendi zihinsel dünyasına göre yorumlayarak bunu seslendirme alışkanlığında olan yine iki ayrı kesim var.

Mesela “asker konuştu, masaya yumruğunu vurdu” yorumları… Konuştuklarına bakıyorsunuz, ne masaya yumruğunu vurmak var, ne de herhangi bir sert ifade ve eleştiri var. Şunu da görüyoruz ki, aslında TSK’ye en fazla zarar veren kesim, TSK’nin arkasına saklanarak siyaset yapmak isteyen veya yaptığı siyasete orduyu kendi istek ve iradesi dışında alet etmek isteyen kesimdir. Bunlar üstelik kendilerini orduyla çok yakın, çok özdeş gösteren bir kesim.

Orduya verdikleri zararın ya asla farkında değiller ya da farkında olmalarına rağmen Makyevelist bir tutumla bunu devam ettiriyorlar. Kendi zihinsel dünyasına göre bir elbise dikiyor ve TSK’nin üzerine biçiyorlar. Oysa onların bir üniforması var yani bu alışkanlıktan vazgeçmek lazım. Bu  orduyu gıyabında yüz göz etmektir, bir kısırdöngünün, tartışma sarmalının içine çekmektir.

Kitapta TSK’nin içine çekildiği bu kısırdöngünün temel nedenlerini, yapılan haksızlığı ve bir anlamda da Türk halkının henüz demokrasiyi yeterince özümsememiş ve içselleştirmemiş olduğunu tarihe not düşebilmeyi de amaçladım.

Söylenenler ile kamuoyuna aktarılanlar ve yaratılan algılamalar arasında bir karşılaştırma yaparak TSK’nin en etkili ağızlardan kamuoyu önünde defaatle vurguladığı ülkenin birincil önemdeki sorunlarını nasıl tanımladığını, bu sorunlar karşısındaki duruş ve görüşlerinin neler olduğunu bütünlüklü hale dönüştürerek bir referans kimliği yüklemek istedim.

Başbuğ’un farkı ne?

– Orgeneral Başbuğ’un diğer Genelkurmay Başkanlarından farkı  nedir sizce?

– İlker Başbuğ sadece bir asker değil bir entelektüel de. Askerlerin entelektüel olması  bir ayrıcalıktır çünkü inanılmaz yoğun yaşamları  içerisinde entelektüel birikim elde edebilmeleri son derece güçtür. Aylarca, yıllarca dağ başındasınız, terörle mücadeleden, çatışmalardan başınızı kaldırıp da neye, nasıl zaman ayıracaksınız.

İlker Başbuğ terörle mücadelede Jandarma Asayiş Kolordu Komutan Yardımcısıyken ve fiili görev almış bir komutanken çatışma arasında çadırında kitap okumayı da ihmal etmeyen biri. Aynı anda her gün iki ya da üç tane kitap okuyan biri. Sosyolojiye, felsefeye ve eğitime büyük ilgisi var.

Kitapta da yer verdim, eğitimin önemine birçok konuşmasında özellikle değiniyor. 75-81 yılları ararında Kara Harp Akademisi’nde 6 yıl öğretmenlik yapmış. Harp Akademileri Komutanı Org. Hamza Günalp bile “Yüzbaşım, öğrenciniz olmayı arzu ederdim” diyor.

Başbuğ, sürekli akılcılığı  ve mantığı önceleyip duygusallığı öteleyen bir kişilik yapısına sahip. Demokrasiye inancı tam, demokrasiyi özümsemiş bir kişilik. 12 Eylül’den bahsederken ‘darbe’ bile demiyor. ‘12 Eylül durumu oldu, 12 Eylül olayı’ gibi tanımlamalar kullanıyor. Çünkü bırakınız darbeyi, darbe sözcüğünü dahi sevmiyor, telaffuz dahi etmek istemiyor.

TSK’nin bu kadar haksız saldırılara maruz kaldığı şu dönemde duygusal davranmama becerisine sahip olmanın gerektirdiği irade gücünü bir düşünelim. Her gün medyasından, siyasilerinden dayak yiyen bir kurumun başındasınız, Türkiye’nin iç ve dış onlarca, yıllardır birikerek gelen ve hepsi yavaş yavaş sahneye çıkmaya başlayan sorunlar demetiyle boğuşuyorsunuz. Emrinizde 700 ila 800 bin silahlı insan var ve her gün dayak yiyorsunuz. Buna rağmen illegal hiçbir şey yapmıyorsunuz, yapmak isteyen birileri olursa onları da bastırıyorsunuz, “Ben böyle bir şeye asla müsaade etmem” diyorsunuz. Başbuğ, özellikle bu dönemde rejim adına ve uzlaşma adına çok büyük bir şanstır ve Türkiye Başbuğ’u yeteri kadar değerlendiremiyor.

JULİE&JULİA….


Film, birbirinden elli seneden fazla zamanda ayrı olarak, iki bireyin hemen hemen benzer koşullar içinde zorlukların nasıl hakkından gelerek, başarıya ulaştıklarını sergilemektedir.

Filmin birinci kahramanı, gelmiş-geçmiş büyük şeflerden Julia Child olarak sunulmaktadır.

İkinci Dünya Savaşı bitmiş, Paul (Stanley Tucci) ve Julia Child (Meryl Streep) çifti 1948 Fransa’sının, Paris’indedirler. Paul, Amerikan Konsolosluğuna atanmış ve çalışmaya başlamıştır. Eşi Julia ise dilini bilmediği bir memlekette etrafında ilgisini çekecek bir uğraşı bulamamaktadır. Julia o zamana kadar meslek sahibi olmamış, bütün yaşamını kocasına odaklamış, çocuk sahibi olmak istemesine rağmen de annelik zevkini yaşayamamıştır. Paul ve Julia birbirlerini çok sevmektedirler.

Filmin ikinci kahramanı ise Julie Powell (Amy Adams) olarak sergilenmektedir.

Julie ufak bir kasabada kocası Eric (Chris Messina) ile mütevazı bir yaşamı sürdürürken, eşinin New York’un en ünlü dergilerinden birine editör olarak atanması ile 2002 yılının “Büyük Elma” sına göç etmiştir (Amerikalılar, New York’a Büyük Elma takma adını vermişlerdir). Pizzacı’nın üstündeki çok küçük dairelerinde ite-kaka-sıkışık bir şekilde idare etmektedirler. Julie geçirdikleri senede olan uçak kaçırma ve Dünya Ticaret Merkezi’nin uğradığı terörist hücumundan sonra mağdur olanların sağlık, sigorta ve yasal gereksinimlerini gözden geçiren bir acentada çalışmakta ama yarı kalan kitabını bastıramamanın-yayınlayamamanın kaygısını sürdürmektedir. Paralel hikayedeki Paul ve Julia gibi, Eric ve Julie’de birbirlerini çok sevmektedirler.

Julia bir zaman değişik konularda ders almaya bile yönelir. Bununla beraber hepsinden sıkılır; boş kalmadan dolayı mutlu değildir. Bir şeyler yapmak, üretmek, kocasının da, konsolosluk çevresinin de kendisiyle iftihar etmesini umutlamaktadır. Oradaki birkaç Amerikalı arkadaşının da önerisiyle yemek yapma-pişirme-kotarma derslerine başlar. Birden aradığını bulduğunu izler. O zamana kadar “bir yumurta bile pişirme” konusuna odaklanmamış olan Julia, düşe-kalka işlere girişir ve başarılı olmaya yönelir.

Bu tarafta Julie’de, New York’ta kendini çok boş hissetmektedir. Taşınmaları esnasında teyzesinin kütüphanesinden ödünç olarak aldığı ve Julia Child tarafından yazılan meşhur yemek kitabına bir göz atar. Hoşuna gitmiştir ve İnternet’te hemen bir “blog” açar ve yemek yapım bilgilerini yayınlamaya girişir. Umulmadık bir şekilde popüler olmaya başlar. Bunun üzerine “Julia & Julie Projesi” isimli bir uğraşıda, kitaptaki 500 küsur tarife verilmiş yemeği bir seneye kadar, 365 gün içinde evde pişirmeye yönelir.

Paris’te, Julia yaptığı yemek tarifelerinin kitap halinde bastırma girişimleri arka arkaya düş kırıklığına uğratır. Basım-yayın evleri her seferinde bir yanlış bulmada ve şurasını-burasını düzeltirse basıp yayınlayabileceklerini bildirmektedirler. Mamafih, Julia hiç sendelememekte ve bilhassa kocasının büyük desteğiyle atılımlarına devam etmektedir.

New York’ta ise, Julie, aynı zorluklardan geçmekte, zaten dar ve ilkel olan mutfaklarında çok defa dökerek-saçarak-yakarak-kavurarak başarısızlıkları ardı-ardına yaşamakta ama o da bilhassa kocasının desteğiyle cesaretini kaybetmemektedir.

Bu arada, birazda politik olarak, Paul yine Fransa’da kalmasına rağmen Paris’ten Marsilya’ya tayin olunur. Bu, Julia için diğer bir gerileme kaynağı olur. Zaten, güç-bela alıştığı Paris’ten ayrılmak zor gelmektedir. Bu arada kitabı bir kere daha reddedilir. Bunun üzerine kocası, o zaman daha yeni yeni popüler olan televizyon’da şov’a çıkmasını önerir. Julia önce kabul etmezse de, çıkar ve programı çok tutulur.

Bütün zorluklara rağmen, Julie, New York’ta artık senenin sonuna gelmektedir. İnternet’teki blog’u almış-yürümüş, şimdi değişik dergiler kendisiyle söyleşi için sıraya girmeye başlamışlardır.

Nihayet Marsilya’da iken, Julia, bir basım-yayın evinden, paralel hikayede Julie’nin elindeki rehber kitabının kabul edildiğine dair haber alır. O da, kocası da, sevinçlerinden havalara zıplamaktadırlar.

New York’ta Julie’de, son yemek tarifini kendine tanıdığı bir senelik zaman zarfında bitirmiş, başarısını kocası ve arkadaşları ile kutlamaktadır. Onun da konu üzerine yazdığı kitap kabul edilmiştir.

Filmin terapide kullanımı:

İçimizde neye meyilli olduğumuzu her zaman pek anlayamayız. Bazıları, küçük yaşlardan yeteneklerini keşfedip, olasılıklarında müsaade ettiği şekilde, hangi dallarda kuvvetli iseler o alanlarda erken başarılı olurlar. Bazıları da, içlerindeki yetenekleri ileri yaşlarda tesadüfler sayesinde öğrenir ve yine olasalıkların kolaylık açılımları müsaadesinde sevdikleri alanlarda gelişebilir ve ilerleyebilirler. Hem Julia’nın ve hem de Julie’nin içlerinde sevdiklerini hakikat haline dönüştürmelerinde öyle varlıklı veya zengin olmaları yol göstermemiştir. Bilakis, her ikisi de kocalarının mütevazı maaşlarında bu güzel düşlerini hakikat haline onların desteği ve kendi atılımlarının devamı sonucunda dönüştürmüşlerdir.

Yaptığımız olumlu ve yapıcı işler, çok seneler sonra, ummadık bir zaman ve yerde, başkasına model olarak o kişinin veya kişilerin yaşamlarında başarı göstermesinde rol oynayabilir. Julia’nın o kadar zaman içinde devamlı reddedilmesinden yılmayıp, eninde-sonunda kitabını basıp-yayınlaması, yarım asır kadar bir zaman sonra Julie’nin kitap yazarını model olarak almasına ve kendi yolunda başarıya yönelmesine sebep olmuştur.

Evlilikte, eşlerin birbirine yardımcı olarak onları arzuladıkları başarı düzeyine gelmede rol oynamaları çok mühimdir. Paul’ün de, Eric’in de işlerinin yoğunluğuna rağmen bencilliğe veya klasik erkek stereotipine kaçmadan hanımlarına yapmış oldukları yardım, onları desteklemeleri, cesaret vermeleri bu filmde dikkatle izlenmesi gereken durumlardan biridir. Gönül, bütün kocaların bu şekilde “hakiki maço” olmalarını diler.

Filme, komedi düzeyinde karşılıklı Fransız-Amerikan iğnelemeleri de renk katmaktadır. Fransızların, Amerikalıları klas ve zevkten uzak görmeleri ve Amerikalıların, Fransızların aksine, davete erken bile gelmeleri komik bir şekilde sergilenmiştir. Ailece görüldüğünde keyif alınacak bu filmin kaçırılmaması önerilir

Dr. FUAT ULUS

Sağlık Bakanlığı’na bağlı hastanelerde özel odalara hasta yatırmak belirli kriterlere bağlandı.

 Tıbbi gerekçesi müdavi tabip tarafından düzenlenecek bir raporla önerilen ve baştabiplikçe de uygun görülen hastalara öncelik verilecek, bunun dışındakiler için işlemler başvuru sırasına göre hakkaniyet ve eşitlik ilkesine uygun olarak yapılacak, bu hastalardan ilave yatak ücreti talep edilmeyecek.

Sağlık Bakanlığı Müsteşarı Prof. Dr. Nihat Tosun, yayımladığı genelgede, Bakanlığa bağlı yataklı tedavi kurumlarında hasta odalarının sınıflandırılması ve sınıflarına göre taşıması gereken fiziki ve donanım şartlarının Yataklı Tedavi Kurumları İşletme Yönetmeliği’nde düzenlendiğini hatırlattı.

Tosun, buna göre, tek yataklı, buzdolabı, televizyon, telefon ve refakatçinin dinlenmesi için gerekli bölümü ve donanımı bulunan, banyolu, lavabolu ve tuvaletli hasta odalarının ”özel oda” olduğuna işaret etti.

Sağlık Uygulama Tebliği’nde ise Sosyal Güvenlik Kurumunca belirlenen standartların üzerinde sunulan otelcilik hizmetleri için, ilgili listedeki ücretlerin üç katını geçmemek üzere kişilerden ilave ücret alınabileceğinin belirtildiğini, ancak bunun için bir zorunluluk getirilmediğini vurgulayan Tosun, şunlara dikkati çekti:
”Hal böyle iken hastane yönetimlerince özel oda olarak ayrılan hasta odaları çoğunlukla yönetmelikte tanımlanan fiziki ve donanım şartlarını taşımadığı gibi, bu odalara hasta yatırma iş ve işlemlerinde herhangi bir tıbbi ve sosyal kriter belirlenmediği, yatışların tamamen hasta veya yakınlarının talebi üzerine veya hastane yönetiminin tercihleri doğrultusunda yürütüldüğü ve bu odalardan faydalandırılan hastaların kendisinden önemli tutarlarda ilave gündelik yatak ücretleri tahsil edildiği Bakanlığımıza yapılan resmi ve şifahi başvurulardan anlaşılmaktadır. Bu durum Bakanlığımızca yürütülen Sağlıkta Dönüşüm Programı’nda yer verilen; sağlık hizmet sunumunun herkese eşit, hakkaniyetli ve ulaşılabilir şekilde verilmesi hedef ve ilkelerimizle bağdaşmamaktadır”

Tosun, bu nedenle Sağlık Bakanlığı hastanelerindeki özel odalara hasta yatırılırken şunların göz önüne alınmasını istedi:
-Öncelikle özel oda olarak ayrılan hasta odaları, yönetmelikte öngörülen nitelikleri taşımalı, bu niteliklere haiz olmayanlar özel oda uygulamasından çıkarılmalıdır.
-Özel odalara hasta yatırma iş ve işlemleri belirli kriterlere bağlanarak tıbbi gerekçesi müdavi tabip tarafından düzenlenecek bir raporla önerilen ve baştabiplikçe de uygun görülen hastalara öncelik verilmeli, bunun dışında kalan durumlar için ise başvuru sırasına göre yatış işlemleri hakkaniyet ve eşitlik ilkesine uygun olarak gerçekleştirilmelidir.
-Özel odalara bu şekilde yatışı sağlanan hastalardan ilave yatak ücreti talep edilmemelidir

Çok şişman bir adam, cok şöhretli bir doktorun muayehanesine gidiyor, konu zayiflama istemesi…

Doktor,bir hafta kullanmak üzere, isimsiz bir hap veriyor kendisine. ilk kullandığı gece, uyur uyumaz rüya görmeye başlıyor adam.
Bir saray icinde, etrafinda onlarca cariye, sabaha kadar bir onla, bir bunla sabah uyandiginda, kan ter icinde.
Her gece ayni sey, bir haftanin sonunda bütün fazla kilolar atilmis durumda.

Günler sonra yolda sisman bir arkadasina  rastliyor ve nasil kilo verdigi soruluyor. Arkadasi anlatiyor, o da doğru doktorun çalistigi hastaneye gidiyor ve ona da ayni tedavi.Ilk gece, adam rüyasında bir sarayda.Etrafında  onlarca adam, Bizim şişman önde , onlarca adam peşinde…. Başlıyor saray içinde bir koşuşturma. Üçüncü gün sonunda adam zayıflıyor ama dayanamıyor ve telefon ediyor doktora.
“Neden arkadaşımla benim rüyalarım farklı…” diyor
Doktor biraz düşündükten sonra soruyor:
‘Siz hastaneye mi gelmiştiniz,  muayenehaneye mi?”

Bekir Coşkun-Gazete HaberTÜRK
 

 

BİLİYORUM; size gurur verecek, 50-60 yılda yaptığınız bir şey arıyorsunuz, ama
bulamıyorsunuzdur…
Bir ender metro mesela…
Hani dünya ülkelerinde bilinen bir Türk markası otomobil…
Mesela bir görkemli ekonomi…
Bir tarım, bir ulaşım, bir eğitim, bir sağlık
Bilim adamları…
Buluş…
İcat…

Diyelim ki dünyaya gururla gösterebileceğiniz; bir sanat, bir moda, bir akım, bir ünlü yapıt, bir marka…
Yok…
Dün Çanakkale‘deki törenleri izlerken bunları düşündüm…
Tek gururumuzdur; dünyanın her yerinde bilinen, Mustafa Kemal’in o eşsiz ve şanlı özgürlük savaşı… Ve arkasından bir harabenin üzerine kurduğu, çağdaşlığa yüzü dönük laik cumhuriyet…
Göğsümüzü gere gere, dünyayla gösterebileceğimiz ve dün de Çanakkale’de bağıra çağıra göstermeye çalıştığınız tek gururumuz…

Ama ne yapacaksınız?..
Ne zamandır yerlere çalınan, horlanan, azarlanan, itilen, kakılan, tekmelenin bu ülkenin işte o tek gururu…
Altında savaştığı bayrağının üzerindeki kalpaklı fotoğrafının dahi göze battığı… Maddi mirası çiftliğinden, manevi mirası çağdaş kavramlara kadar, bıraktığı her
şeyin paramparça edilip yağmalandığı….
Her gece televizyonlarda aşağılanan-horlanan…
Gazete köşelerinde küfredilen…
Eserlerinin üzerine oturanların hışmına uğrayan…
İşte; o tek gururu bu ulusun…

Dün Çanakkale‘deki törenlere baktım uzun uzun…
Söylenecek çok söz yok…
Sadece…
Tırnağına kurban olun Atatürk’ün…

Yarınlar Güzel Olacak-Uzm.Dr.Dilek YEŞİLBAŞ,Hakkari…

Bir dostum geçenlerde bu aralar Hakkari’ de herkesin yüzünde gergin bir hava  ve mutsuzluk gördüğünü ve bununla ilgili bir yazı yazıp yazamayacağımı sordu.  Seve seve dedim. Dedim demesine ama ne yazacaktım. Sonra Mahatma Gandhi’ nin aşağıdaki sözleri geldi aklıma:

Düşüncelerinize dikkat edin, duygularınıza dönüşür.

Duygularınıza dikkat edin, davranışlarınıza dönüşür.

Davranışlarınıza dikkat edin, alışkanlıklarınıza dönüşür.

Alışkanlıklarınıza dikkat edin, değerlerinize dönüşür.

Değerlerinize dikkat edin, karakterinize dönüşür.

Karakterinize dikkat edin, kaderinize dönüşür. 

Düşünceler duyguları, duygular davranışları, davranışlar ise yaşamımızı hatta kaderimizi belirliyorsa demek ki yaşamımızı değiştirmek istiyorsak işe düşüncelerimizi değiştirmekten başlamalıyız. Çoğu zaman kararlarımızı alırken duygularımızın nasıl da işin içerisinde olduğunun farkına bile varamayız. Bana Hakkari insanının genel karakteristiği ile ilgili bir soru yöneltseler söyleyebileceğim en net bilgi çok duygusal olduklarıdır. O halde duygularımızı olumlu düşüncelerimizle etkilememiz ve sıkıntılardan kurtulmamız mümkün görünmektedir. Düşüncelerin bu etkisinden dolayı insanlar birbirlerinden etkilenirler.

Fakat Hakkari’ de tam tersi bir durum var benim gözlemlediğim kadarıyla. Genelde gerçeklik üzerinden somut bilgilerle değil, dedikodular üzerinden ve yorumlarla yaşanan bir gündelik hayat var. Ve genel olarak hakim olan durum şikayet ve hep suçu başkasında arama, sorumlu olarak başkalarını ve birilerini görme hali. Oysa bu durumun bize vakit ve enerji kaybı dışında bir getirisi olmadığını yıllardır öğrenmiş olmamız gerekirdi. Sorumlu biz olmayınca da sorumluluk ve çözüm hiçbir zaman bizde olamıyor dolayısıyla. Örneğin; Yürüdüğüm sokak kirli, öyleyse ben sokağa çöp atmamalıyım düşüncesi yerine -sokağı temizlemek belediyenin görevi, bana ne onlar temizlesin- dersek bu çok doğru bir düşünce tarzı olmamakta ve sokağın temizlenmesine hiç katkısı da olmamaktadır. Oysa o sokakta ben, benim çocuğum, benim eşim dostum yürümekte, sokağın kirliliği gerek görüntü gerekse hijyen ve sağlık açısından herkes kadar beni de ilgilendirmekte demek ki bu sokağın temiz tutulmasında bir vatandaş olarak bana da görevler düşmekte dememiz gerekmez mi? Geçtiğimiz yaz toplum gönüllüleri vakfı çok güzel bir etkinlikle kaldırımları boyama eylemi yapmışlardı. Bazıları “bu belediyenin işi değil mi? Biz neden boyayalım ?”diyenler olmuş. Oysa elimizden gelen her şey aynı zamanda da bizim işimiz sayılmaz mı? Biz komşusu açken tok uyumayı kendisine ayıp sayan bir kültürün çocukları değil miyiz? Bizim hizmetimize sunulmuş olan kaldırımı, yolu, trafik ışığını, hastaneyi vs. herkesten önce biz korumalı değil miyiz?  Geçen zaman içerisinde sadece laf ve dedikodu dışında bir şey de üretilemiyor. Bu, durum değerlendirmesi yapmayalım, gerçeğin peşine düşmeyelim demek değildir asla. Gerçekleri görelim fakat bu olumlu adımlar atmamıza sebep olsun,  engel olmasın. Mevcut şartlar içerisinde en iyisini nasıl yaparız? Kendimiz için, Hakkari için, çocuklarımız için yapabileceğimizin en iyisini nasıl yaparız? Ben bu depresif ve sıkıntılı ruh halinin oluşmasında  bu gelenekselleşmiş şikayet kültürünün çok önemli olduğunu düşünüyorum. “ Burası Hakkari, buradan bir şey çıkmaz, zaten bizim şunumuz eksik, bunumuz da yok, şartlarımız şöyle kötü vs. vs…” Laf ve şikayet yerine çözüm ve çaba üreten bir hale geldikçe, herkes kendi evinin önünü süpürdükçe, iğneyi kendimize çuvaldızı ele batırmak mantığı hakim oldukça aynı şartlar içerisinde daha üretken ve mutlu bir hayat yaşamak mümkün olacaktır. Bu şüphesiz ki zaman içerisinde eksikliklerimiz tamamlamaya, herkesin sahi  olduğu standartlara sahip olmamıza engel bir tutum değildir.

Tarihte önemli, bir şeyler başarmış pek çok insana baktığımızda onların aslında hiç te mükemmel şartlardan gelmediklerini, hatta son derece olumsuz yaşam koşullarının onlar için hep ileriye gitmelerinde bir motivasyon aracı olduğunu görürüz. Belki Hakkari’ de olmak, adeta bir çukurun içerisinde bulunuyor olmak hissi bizi bu çukurdan çıkma çarelerini aramakta, başarıya giden yolda en önemli motivasyonumuz olabilir. Dağların arkasında bir güneşin varlığını bilmek , kafamızı kaldırmadan ufuk çizgisini görememek güneşe erişme idealimi ve ufuk çizgisine ulaşma azmimi neden artırmasın? Oturup halimden şikayet etmemin bana ne faydası olacak? Sorularının cevaplarını objektif bir vicdana sorduğumuzda alacağımız cevaplar geleceğimize yön verecektir.

Umut dağların ardında ise senin vazifen “neden bu dağlar var, ben neden buradayım?” gibi hiçbir zaman cevabını bilemeyeceğin, bilsen de pratikte işine yaramayacak soruların peşinde umutsuzluğa düşmek yerine “bu dağları nasıl aşarım?” gibi soruların cevabını bulmaktır.

Karınca hacca gitmek üzere yola çıkmış. Görenler gülmüşler. “Sen küçücük bir karıncasın. Bu kadar küçük adımlarla çölleri aşıp oralara varamazsın” demişler. Karınca hiç hızını kesmeden şöyle cevap vermiş: “Gidemezsem de bu yolda ölürüm.”

Sizi bilmem ama ben Hakkari’ nin gençliğine çok güveniyorum. Ve şikayetlere değil kendine güvenen, çabalayan ve başaran pek çok genci gördükçe geleceğe dair umutlanıyorum. Çok değil az bir zamanda pırıl pırıl bir geleceği hayal ediyorum

Sokaklarında tanklar gezen şehirden…Uzm.Dr.Dilek YEŞİLBAŞ

Biliyor musunuz çok üşüyorum bu akşam?

Soğuktan mı yalnızlıktan mı bilmem?

Bir bilgisayar ekranından almaya çalıştığım nefesin boğazıma tıkanmasından mı, sokaklarında tanklar gezen bu şehirden korkumdan mı bilmem? Korkum kendim adına mı yoksa bu sokaklarda büyümek zorunda olan çocukların zihinlerinin nasıl şekilleneceği endişesinden mi bilmem? Uzun namlulu tüfek taşıyan, kocaman ayaklarında kocaman botlar giyen küçük adamların görüntüsü mü beni ürküten, yoksa bu adamların üzdüğü insanların ezikliği mi bilmem?

Karşıma gelip potansiyel suçlu olmadıklarını izah etmeye çalışan, bir dolu açıklamayı yapmak zorunluluğunu boyunlarında bir kambur gibi taşıyan bu insanların sönük bakışlarındaki çaresizlikten mi bilmem?

“Düşündüğünüz gibi değil doktor hanım, zannettiğiniz gibi değil.” Ne zannediyor olduğumu kastettiklerini anlamamın bile bir zaman almasına hayıflandığımdan mı bilmem? Bu kadarını idrak edecek kadar bile onların acılarından bihaber oluşumdan mı, bu vesileyle tekrar tekrar çıkardığım mahkemede insanlığımı her seferinde daha suçlu buluşumdan mı? Horlanmışlıklarından mı ya da Leyla’ ya çok yakıştırdığım bir ifadenin buralara çok uymasından mı bilmem? “Ötekileştirdiklerimiz” ve biz arasındaki derin uçurumun, derinliğini hissedişimdeki dehşetten mi bilmem?

Yoksa kadınların derin bakışlarındaki umutsuzluk mu?

İstanbul da hiç aklıma gelmeyen bir sorunun burada rutin muayenemin bir parçası haline gelmesi mi yoksa beni üşüten? “Kocanızın kaç eşi var ve siz kaçıncısınız?”  Sönük bakışları taşıyan omuzların çökkünlüğü mü, 16 yaşında 8 çocuklu bir ailenin en büyük kızı olmak dışında okuyamama mesnedi gösteremeyen Zeliha’nın yere bakan gözleri mi beni üşüten?

Aileleri köyde ya da orada burada olan çocukların okuma gayretlerinin bende uyandırdığı hayranlık hissinden mi, yaşlarının çok daha üzerinde bir olgunlukta olmak zorunda oluşlarından mı? 7 yaşındaki kardeşini doktora getiren 9 yaşındaki abinin “bu söylediklerimi kim yapacak, bu çocukla kim ilgileniyor” sorusuna verdiği “ben ilgileniyorum, ben yapabilirim dediklerinizi” yanıtının içime saplanan bir ok oluşundan mı, kardeşinin minik elini tutarken gösterdiği kahramanlığın farkında olmayışından mı bilmem? Kalbimin günde kaç kere cız ettiğini, burnumun direklerinin sızladığı hengâme de gözlerime hücum eden yaşları geri göndermenin verdiği zorluktan mı bilmem?

Dostları çok özlediğimden mi, bütün bunlara şahit olduktan sonra oraya gelmek istemeyi bile insanlığımı sorgulamak için yeterli bir sebep görmemden mi bilmem?  Akif’ in bir dizesinin ruhumda uyandırdığı heyecana burada başka bir boyut eklenmesinden mi, işte şimdi ne demek istediğini anladım dememden mi bilmem?

“Ey sıkılmaz!

 Ağlamazsın, bari gülmekten utan.”

… Bu yazı Hakkari’ ye gelişimin birinci ayında kaleme alınmıştır. Sizlerle paylaşmak istedim. Sevgiyle.

İngiliz The Times Gazetesi tarafından Türkiye’de gidilmesi gereken gizli kalmış bölgelere olarak gösterilen 6 yerden 5’i, Muğla il sınırları içinde yer alıyor.

Ankara– The Times Gazetesi’nin ”Gizli Türkiye: 6 gizli tatil yeri” başlıklı haberinde Fethiye’deki Şövalye Adası, Fethiye Ölüdeniz’deki Faralya köyü, Marmaris’in Selimiye ve Söğüt, Ula’nın Akyaka köyü Bodrum’daki Ortakent ve Kaş’taki Bezirgan köyüne yer verildi.

Bu tür haberlerin Marmaris’in değerini daha da artırdığını Marmaris Belediye Başkanı Ali Acar, ”Söğüt ve Selimiye, doğal güzelliği ve bozulmamış doğası ile ön plana çıkmış yerler. Bu değerlerimizi çok hassas bir şekilde korumamız ve kullanmamız lazım. Doğal güzelliklerimizin korunması ve Marmaris’in değerini bir kat daha artırmak için üzerimize düşün her şeyi yapıyoruz’‘ dedi.

Acar, Türkiye’ye tatile gelen insanların çarpık yapılaşma, betonlaşma ve kentlerin yoğun trafiğinden kaçtığına işaret ederek, ”Turistler Marmaris’e sadece konaklamaya gelmiyor. Bu çevreyi geziyor dolaşıyor. Bölgemize çevre bilinci olan turistler geliyor. Turist tatil yaptığı yerde doğanın korunmasını istiyor” diye konuştu.
 

Ortakent

Bodrum’un Ortakent-Yahşi Belediye Başkanı Mehmet Onur Şahbaz ise beldenin, Bodrum’un en bakir kalmış ve korunmuş bölgelerinden biri olduğunu söyledi.
Beldenin yaklaşık 5 kilometre uzunluğunda bir sahil şeridi ile çok temiz bir denize sahip olduğunu belirten Şahbaz, şöyle konuştu:
”Beldede mandalina ve zeytin bahçelerinin yanı sıra köy yaşantısı da var. Bu nedenle hem tatil hem de yaşamak için ideal bir yer. Beldemizde yaklaşık 5 bin yatak kapasitesi var. Bunun yarısı yurt içi yarısı ise yurt dışı ağırlıklı çalışıyor. Yabancılar arasında en fazla İngiliz ve Fransız turistler yoğunlukta. Ortakent’in korunmuş halini ileri ki yıllarda da koruyarak ilginin artmasını sağlayacağız.”

Beldeye gelen turistlerin doğa ile baş başa kalabilme imkanı bulduğunu anlatan Şahbaz, ”Bu çok önemli bir özellik, belde binaya boğulmamış. Bu nedenle herkesin gelmek istediği bir yer. Beldeye yılda ikinci konutlar hariç, konaklama tesislerine yaklaşık 10 bin yerli, 10 bin kadar da yabancı turist geliyor. Beldemizi tanıtmak amacıyla broşür ve CD yaptırmak için çalışmalarımız var” diye konuştu.

Belediye başkanı ve belde halkı olarak ne kadar farklı bir yerde yaşadıklarının farkında olduklarını belirten Şahbaz, amaçlarının, ”beldenin güzelliklerini uzun yıllar korumak” olduğunu söyledi.
 

Akyaka ve Faralya

Ula’nın Akyaka Beldesi Belediye Başkanı Ahmet Çalca ise Akyaka’nın ”Sakin şehir” başvurusu yapmak için beldede 17 Nisan’da referandum yapacaklarını belirterek, ”Akyaka kent konseyi tarafından belediye çalışanları ile birlikte vatandaşlarımıza, sakin kent olduğumuzda neler yapabileceğimizi anlatacağız” diye bildirdi.

Fethiye’nin Ölüdeniz beldesindeki Faralya Köyü’nün muhtarı Bilal Semerci de, AA muhabirine, Faralya’yı Türkiye’deki en sakin tatil köyü olarak gördüklerini anlatarak, ”Buraya gelen turistler küçük pansiyonlarda kalabiliyor sabahları da köy kahvaltısı yapabiliyorlar. Burada her şey doğal. Turistler Kelebekler Vadisi’ni de ziyaret edebiliyorlar. Kelebekler Vadisi’nin müthiş bir doğası var. Ayrıca burada kamp yerleri de var. Gelen misafirler kamp yapma imkanı da buluyor. Buraya bir kez gelen, memleketine döndüğü zaman eşini, dostunu tanıdığını buraya gönderiyor. Biz de buraya gelen misafirlerin memnun ayrılması için elimizden gelen çalışmayı yapıyoruz” diye konuştu.

The Times gazetesinin haberinde, bu yerlerin az sayıda insan tarafından bilindiği, trafik gürültüsünden uzak olduğu, doğal güzellikleriyle öne çıktığı anlatılmıştı.

Bilim adamları, bol şekerli ve kalorili abur cubur yiyeceklerin de uyuşturucu gibi bağımlılık yaptığı konusunda uyarıda bulundu.

Roma – ABD’nin Florida eyaletindeki Scripps Araştırma Enstitüsünde görev yapan bilim adamları, fareler üzerinde yaptıkları testlerde, hamburger, kızarmış patates ve kek gibi çok kalorili abur cubur yiyeceklerin de uyuşturucu kadar bağımlılık yaptığını ortaya koydu.

Fareleri üç gruba ayıran bilim adamları, ilk gruptaki hayvanları sağlıklı gıdalarla beslerken, ikinci gruba sınırlı miktarda abur cubur yiyecek, son gruba ise sınırsız miktarda peynirli kek ile jambon gibi et ürünleri ve çikolatalı yiyecekler verdi.

İlk iki grupta herhangi olumsuz bir tepki hissetmeyen bilim adamları, istedikleri kadar abur cubur yiyecek tüketen farelerin hızla kilo aldıklarını gözlemledi. Son gruptaki farelerin beyin devrelerinin de sigara ve uyuşturucu bağımlılarında olduğu gibi zayıfladığı gözlemlenirken, abur cubur kesilince fareler iki hafta süresince normal gıda yemeyi reddetti.

Diğer bir testte de abur cubur yiyecekler verilen farelerin ayakları arasında ışık yakarak acı hissetmelerini sağlayan bilim adamları, normal farelerin ışık yanar yanmaz bu gıdaları yemeyi bırakarak kaçtıklarını, obez farelerin ise acıya rağmen yemeye devam ettiğini gördü.
Bilim adamları, araştırmanın, bu tür çok kalorili gıdalar tüketme alışkanlığından kurtulmanın bağımlılık yapan maddelerden kurtulmak gibi zor olduğunu gösterdiğine işaret etti.

Evlerde adeta bir ”fanus” içinde büyütülen çocukların, bağışıklık sistemleri tam anlamıyla gelişmediği için anaokuluna veya ilköğretime başladıklarında sık sık hasta oldukları bildirildi.

Bursa – Uludağ Üniversitesi (UÜ) Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Nihat Sapan, şehirleşmenin artmasıyla birlikte son yıllarda çocukların evlerde, kapalı ortamlarda, dışarıyla çok fazla irtibatı olmadan büyütüldüklerini söyledi.

Aşırı koruyucu olan anne-babaların, ”hasta olmasın” diye çocuklarını evden bile çıkarmadıklarını ifade eden Sapan, akranlarıyla da temas etmeyen bu çocukların bağışıklık sistemlerinin tam anlamıyla gelişemediğini vurguladı.

”Mikroplara da ihityaç var”

Çocukların sokağa çıkmayıp evde televizyon veya bilgisayar başında zaman harcamalarının, geçirilen rahatsızlık sayısını azalttığına işaret eden Sapan, şöyle konuştu:

”Evet, bu dönemde hasta olmuyorlar. Ama bu durum, okulun ilk yılında görülen hastalıkların sayısının artmasına neden oluyor. Kapalı ortamda, diğer çocuklarla temas etmeden büyüyen çocuklarda, anaokuluna ya da ilkokula başlamayla birlikte hastalık sıklığında bir artış oluyor. Çocukların bağışıklık sistemlerinin gelişebilmesi için mikroplara da ihtiyacı olduğu unutulmamalı.”

”Obeziteye neden oluyor”

Prof. Dr. Sapan, öte yandan bu çocuklarda evde, fazla enerji harcamadıkları için kilo problemi ve obezitenin de ortaya çıkabildiğini dile getirerek, şunları kaydetti:

”Çocukların çok sıkı koruma önlemleriyle büyütülmeleri onlara yarardan çok zarar verebilir. Mikroplarla zamanında tanışmayan çocuklar, bağışıklık sistemlerini geliştiremiyor. Diğer çocuklarla daha sık bir arada olmaları, onların gelişimleri ve sağlıkları açısından önemli. Doğuştan bağışıklık problemi olmayan çocukların, sıkı bir denetimle her açıdan dezenfekte edilmiş kontrollü ortamlarda büyütülmeleri sonraki yıllarda alerjik hastalıkların gelişmesine de neden olabilmektedir. Aileler çocuklarına karşı aşırı koruyucu olmamalı. Çocukların bir kış sezonunda 6-8 defa ateşli hastalık geçirmesi normaldir. Bu, onun bağışıklık sisteminin gelişmesini destekler.”