– Öncelikle yeni çalışmalarından söz eder misin?
-Bu yıl dört eser var. “Hayyam Klarinet Konçertosu” biliyorsun gündemde. Klarinet Ömer Hayyam’ı temsil ediyor. Orkestra içinde Hayyam’ın karısı da viyolonselle temsil ediliyor. Eser Hayyam’ın çocukluğundan başlayarak yaşamını anlatıyor. Neden Hayyam? Çünkü benim için 13-14 yaşından beri önemi olan bir şair. Dörtlüklerinin bana yol göstericiliği var. Neredeyse bütün dörtlüklerini ezbere bilirim. Büyük bir sevgi ve bağlılık var yani. Hayyam’cı insanlar öyledir. Kendilerini Hayyam gibi hissederler biraz… Bu eser benim de bir sürü şey öğrendiğim, yazmayı geliştirdiğim bir eser oldu.
O bittiğinde bahar aylarında yazdığım dört şarkım var. Piyano eşlikli ve klasik bir ses için yazıldılar. Yani caz ve pop sesleri için de uyarlanabilecek şarkılar değil. İlla ki söyleyen klasik olacak. Virtüöz bir notasyonu var. İkisi Almanca şarkılar. İlk şarkı Nâzım’dan “Masalların Masalı”. İkinci şarkı Avusturyalı şair Ingeborg Bachmann’ın. Biliyorsun onun trajik bir ölümü de var. Sigarayla yatakta uyuyakalıyor ve yanarak ölüyor. “Büyük Yük” diye Almanca bir şarkı. Üçüncü şarkı Turgut Uyar’dan: “Göğe Bakma Durağı”. Muhteşem bir ilişki şiiridir. Dert, özlem, hınç ve iyisi kötüsü, karanlığı aydınlığı bir arada çok güzel bir şiirdir. Son şarkı ise Rilke’nin “Panter” şiiri. Rilke’nin de Alman edebiyatında önemli bir yer tutan şair olduğunu düşünüyorum.
‘Müzik kendimi ifade yöntemim’
– Bu eserler sana siparişle mi geliyor? Nasıl belirliyorsun bir sonraki çalışmanın ne olacağını?
-Siparişler çoğunlukla iki-üç yıl önceden veriliyor ve tema olarak da tamamen serbest bırakılıyorum. Ben anlatmak istediklerini müzikle anlatan biriyim. 5 yaşından beri kendini piyanoyla doğaçlama içgüdüsü ile anlatan biriyim. “İstanbul Senfonisi”nde olsun, “Hayyam”da olsun ben hep provalarda orkestranın içinde gezdim. Çalgıların yanında oturdum, bir sonraki eser için enstrümanların orkestra içindeki ruhlarını daha iyi öğrenmek istedim. Eşlikte ya da ana fikirde enstrümanları nasıl kullanacağın önemlidir. Enstrümanların sınırlarını iyi bilmek gerek. Besteci için orkestrayı öğrenmek, anlamak mühimdir, bu zenginleşme demek.
Savaşın anlamsızlığı
– Peki, az önce söz ettiğin eserler tamamlandı, hatta icra edildi. Bu yılın çalışmaları devam ediyor, biliyorum. Heyecanla beklediğim “Mezopotamya Senfonisi”nden söz edelim mi?
Az önce anlattığım benim öznel gelişimim içinde “Mezopotamya”da anlatacak şeyim çoktu. Bir kere Mezopotamya ismi tarihi bir isim. Güneydoğu ya da Ortadoğu değil eserin ismi. İçinde tarih de var. 10 bölümlük bir eser, 55 dakika. “İstanbul Senfonisi” 45 dakikaydı; o bile fazla provalı, büyük ve masraflı bir eserdi. Bu artık iyice fil, mamut durumunda yani. Ay ve Güneş diye iki bölüm var. Eski Mezopotamya uygarlıklarının inançlarıydı, korkularıydı, taptıkları şeylerdi Ay ve Güneş. Bunların bugünün insanı için de yansımaları var. Dicle ve Fırat üzerine iki bölüm var. Nehir bölümleri güzel.
Eserde hem Mezopotamya tarihi boyunca hem de günümüzde yoğun yaşanan trajik olaylar var. Terör, savaş, acı çok var. Biliyorsun, günümüz filozoflarının özellikle Ortadoğu için “ölüm kültürü” gibi bir tanımları var. Bölge kültürü olarak görüyorlar bunu. Kürt, Arap, Yahudi olarak değil, bir bölgenin kültürü olarak tanımlıyorlar ölümü onlar. Bu sadece terörle ilgili bir durum da değil. Eserde yoğunlukla savaş teması var. Savaşın anlamsızlığını anlatan uzun bölümler var. Bana göre dünyanın en anlamsız şeyi savaş ve bu ölüm kültürü.
-Ben özellikle Avrupa’da seni cesur yorumların ile bir icracı olarak özgün bulduklarını düşünüyorum, biliyorum. “İstanbul Senfonisi” Almanya’dan siparişti ve yurt dışında tanınmayan enstrümanlar ile bestelenmişti. “Mezopotamya”da enstrümanlar nasıl? Neler şaşırtacak?
-“Mezopotamya”da Güneydoğu Anadolu’nun ya da Ortadoğu’nun etnik enstrümanlarını kullanmadım. Ama onlara çok yakın olan ve çok imkânları olan bazı sazlar var. Blok flüt ailesinden fagot büyüklüğünde bas blok flüt ve trombon büyüklüğünde bas flüt var. Teremin diye elektromanyetik dalgalarla çalınan bir enstrüman var. Meleği sembolize ediyor. Bu kadar savaşın olduğu bir bölgeye bir de melek lazım. Tasviri bir melek figürü. Ben meleklere şeytanlara inanan bir insan değilim, ama o bir iyilik sembolü.
-Peki, şu an üzerinde en yoğun olarak çalıştığın “Hezarfen” galiba?
-“Hezarfen” bir ney konçertosu. Ney çok enteresan bir enstrüman. Bana göre olması gereken bir iş. Tamamen dini bir sembol aslında. İyi bir neyzen sanki bir tek sesin içine bütün bir evreni sığdırmak ister gibidir. Huzurla birlikte büyük bir doluluk gelir. O doluluk sanırım huzur. Boş bir şey huzursuzluk yaratır. Neyin karakteri uzun notalardır. Hızlı şeyler çalan, virtüöz şeyler yapan bir enstrüman değil. Ney konçertosu Hezarfen’in uçtuğu günü anlatan bir eser. Benim kafamdaki Hezarfen oldukça muhalif de biri. Ney, Hezarfen’in kendisini ve iç sesini simgeliyor. Biraz da o muhaliflik, evrensellik, doluluk simgeleniyor.
3. bölümden itibaren Hezarfen kendini boşluğa atıyor. Uçuştaki hisleri, teknik zorluk, heyecanları, yalnızlığı, yorgunluğu. Ben onun peşine martı sürüleri de takıyorum. Üsküdar’a indikten sonra kendisini karanlık bir gelecek beklediğinin de bilincinde. İnişten sonra biliyorsun onu hemen Cezayir’e sürdüler. Yani konçerto mutlu sonla bitmeyecek.
-Bir başka büyük projen var beni de özel olarak ilgilendiren. “Sivas 93” bir opera eseri olacak. Librettonun yazıldığını biliyorum. Biraz da heyecan içindeyim açıkçası. Daha çok yeni ve çalışmanın çok başındasın, ama ben söz etmeni istiyorum.
-Librettonun birinci yazımı yapıldı. Daha çok çalışacağız üzerinde. Genco Erkal’la çalışıyoruz. Genco’nun yaptığı tiyatro eserinden farklı biraz. O eser kişiye odaklanmayan, tiyatrocuların her an herkes olabildiği bir eser. Biraz bizim olayları bilmemize dayanan bir durum bu. Oysa operada tema Avrupa’da bilinmeyen olaylar ve insanları içerdiği için kişilerin anlatılması gerekli. Libretto biraz o kaygıyla yazıldı.
-Yurtdışında senin özgün bir yerin var dedik. Bence “Metin Altıok Ağıtı” da çağdaş bir eser. Belki “Nâzım Hikmet Oratoryosu” gibi yurtdışında da ilgi çekebilirdi. Ancak yaşadığımız sansür yüzünden sadece bir kez çalınabildi. Sansürlenmenin yıkıcılığının yanında bunun arkasındaki uzun çalışma süreci ve büyük bir emek de var. Bu esere ilişkin duyguların neler?
-Nâzım daha oral bir şair, Metin Altıok ise daha içsel bir şair bana göre. Nâzım’ın daha halka inmiş bir tarafı var. Altıok daha zor okunan bir şair değil, ama Nâzım’cılık popülistliğinde de değil. Hele ben oratoryoyu yazdığımda hiç değildi. Madımak olayları da hâlâ tartışılıyor. Ve mühimdir. Ben oratoryomda Metin Altıok’u anlattım. Bir Ankaralı şair anlatılıyordu. 9. bölümünde onun hayallerini, dünya görüşünü, yaşamını anlatıyordum. 10. bölümde ölümü ve Sivas vardı. Madımak konusu bir popülist yaklaşım da içerebilir belli bir yerden bakıldığında. Benim en büyük endişem Sivas’ın arkasına sığınıp bundan faydalanıp ortaya çıkıyor denmesiydi. “Altıok Ağıtı” bundan sıyrılmış bir eserdir. Popülist dalganın değemeyeceği bir yerde duran bu dalgayı reddetmiş bir eser. Keşke her yıl bir iki yerde “Altıok Ağıtı”nı çalabilsek. Türkiye’de yeri daha önemli bu eserin.
“Nâzım Oratoryosu” da ve “Altıok Ağıtı” da Türkçe olmaları nedeniyle yurtdışında sıkıntılı aslında. Böyle olunca müzik-edebiyat buluşması ifade edilemiyor. Oysa bu ülkede bu buluşma hâlâ çok önemli ve çok şey kazandırır. “Sivas 93 Operası”nı bu gibi kaygılarla Almanca hazırlıyoruz. Hem Metin Altıok hem de Nâzım Hikmet benim hayatımda kilometretaşı niteliğinde. Bu ülkenin kültür hayatı içinde müzikle, edebiyatla buluşulmasının önemli olduğuna inanıyorum. Bundan sonraki kuşak -inşallah olursa böyle sanatla ilgili bir kuşak- bu eserleri dinleyecek ve üzerine bir şeyler koyacak. Bu buluşmalar onlara yol açacak. Ben ne yazık ki yeni kuşak adına çok karamsarım. Bu ülke nereye gidiyor onu bile bilmiyorum. Sanatta yeni kuşak olabilecek mi diye endişelenecek kadar karamsarım. Bunu söyleyince de tonla düşman kazanıyorum.
Yalnızlığı yaşamak
– Ülkende olup bitene duyarlığın var. Sanatçının taşıması gereken aydın sorumluluğu ile meselen var. Bunun yanı sıra yurtdışında kırmızı halılarda yürüyerek bayağı rahat ve kolay bir yaşamın olabilecekken bunca zamansızlıkta duyarsız kalmıyor, hırpalanıyorsun, üzülüyorsun, isyan ediyorsun. Etrafın kalabalık, yaşamın dolu, ama büyük bir yalnızlık duygusu var. Ancak sen bu duygularla çıkışlar yaptığında sürekli bir sataşmayla karşılaşıyorsun. Hem de senin temelde en karşı olduğun magazinleştirme ve yozlaşma tonunda!
-Zeynep’çiğim, beni gerçek anlamda en fazla mutlu eden şey müziği iyi yapmak. İyi bir konser vermiş olmak. İyi bir eser yapmak. Zaten bütün enerjimi ve dertlerimi anlatmak, yalnızlığımı paylaşmak müziğimden geçiyor. Gizli bir dehliz gibi. Bunu beni birazcık dinlemiş olan herkes bilir. Çünkü onlara ulaşır. En kötü günümde bile bu hissedilir. Eserlerime de isyanlarım, memleketle ilgili dertlerim yansır. Benim İstanbul’da çok daha geniş bir çevrem, daha yakın dostluklarım olabilecekken zamansızlığımdan bu mümkün değil.
Benim hayatım kızım ve yakın dostlarımla sınırlıdır. Kurmak istediğin ilişkileri kuramadığın bir hayat içsel bir yorgunluk da getiriyor elbette. Bazen de o yalnızlığı yaşamak istiyorsun. Kendinle de hesaplaşarak. Yeni evimde kendime iyi gelen zamanı yaratıyorum. Boğaz’da uzun yürüyüşler yapıyorum. Birikmiş dertler akmaya başlıyor. Yıllardır tuttukların, sıktıkların akmaya başlıyor. Ama sanatçıların, müzisyenlerin, şairlerin hayatları böyle bir şey. Düzen olsa yapamazdık. Duyarsız olamayız.
İnternet ortamı
-Senin eserlerinde Türkiye var. Sürgün Nâzım’ı anlatıyorsun. Sivas’ta yaşanan acıyı hissediyorsun. Metin Altıok’u, Turgut Uyar’ı, Cemal Süreya’yı bilip anlatıyorsun. Mezopotamya’nın acılarıyla buluşuyor, Âşık Veysel’in topraklarının müziğini eserine taşıyorsun. Saz var, türkü var. Yine de elitist olmakla, uzaklıkla itham ediliyorsun.
-Şuna biraz üzüldüğümü söylemeliyim. Hoş internet herkesin her şeyi söylediği, insanların fevri olduğu, hatta kimliksiz bile olduğu bir ortam. Buna rağmen, Fazıl Say Türkiye’nin sanatçısı değil; gâvur, Batılı gibi genellemelere üzülüyorum. Şöyle düşün. “İstanbul Senfonisi” değil Münih Senfonisi yazarsın, “Mezopotamya” değil de Westphalia yazarsın. Nâzım’ı değil Aragon’u, Altıok’u değil Neruda’yı, Hayyam’ı değil Shakespeare’i yazarsın. Alevi dedeleri, Âşık Veysel’i, Dede Efendi’yi değil, yabancıları ele alırsın. Buna hakkın da vardır aslında. Bütün bunlara rağmen bu eserlerin dünyaya yayılmışlığına, Türkiye’de de çok bilinmesine, internette yaygın olmasına rağmen genellenmeye başladı bu tavır. Bu beni üzüyor tabii, bunun önüne geçmek için de kendimden zaman ve çaba koyuyorum. Ama bu bir rüzgâr. Yalan bir şey bu, bakalım neresinden dönecek…
Yozluğa karşı tepki
-Sosyal mecrada insanların tek bir konuya takılmasına basının senin dünya başarılarına hiç yer vermeyip sadece bu mecralarda magazinel konulara çekmesine içerliyorum ben. Eminim sen de hissediyorsun bunu. Bu tek taraflılık niye?
-Ben yozluğa karşı bir tepki koyuyorum. Etik olarak buna hakkım var. Yozluğa karşı kendini temiz hissederek söylediklerimi söylemeye hakkım var. Fevri olabilirim kimi zaman, ama bu vatan haini olarak tanımlanmayı gerektirmez. Ben dediğin gibi sadece yurtdışına odaklansam, bu tartışmalara hiç girmesem bile değişmeyecek bakışlar var. Ben konserlerin dışında aydınlanma için festivaller kurma amacı gütmeyen biri olsaydım, bunları adeta harekât gibi algılamasaydım düşmanım hemen hemen hiç olmazdı. Ama o zaman ben olmazdım. Bu besteler böyle çıkmazdı. Bu besteler bir şekilde kendini geliştirme hıncı. Tepki. Olan bitenin intikamı.
Şu basit bir şey: Biraz bile kariyer ve para kaygısı taşıyan bir insan bu hükümetle ters düşmez. Bir kişiyi yok edebilecek, susturacak her türlü kaynağı kullanıyorlar. Her şey ellerinde. Para ve kariyer benim için hiç mühim olmadı. Müziği yapabilmek önemli oldu. Yanığı söndürmek ve tedavi edebilmek önemliydi. Magazinlere gelince bunlar boş. Gerici medyada, 2. Cumhuriyetçi medyada ve yandaş medyada bir Fazıl Say hesaplaşması zaten var. Bizim artık ne medyamız kaldı? Artık sadece kendi medyamız, internetimizde konuşabiliyoruz. O da varsa. Bu böyle. Medya oldum olası kültür-sanata mesafelidir. Ana akım gazetelerde kültür-sanat sayfası yoktu. Hep belli gazetelerdir buna yer veren.
-Son olarak Fazıl Say’ın dünyada ya da Türkiye’de yeni akımlara baktığında beğendiği, heyecanlandığı ne gelişmeler var?
-Benim jenerasyonum kendini geliştirmek zorunda daha iyi olmak için. Bizden sonra gelen jenerasyon biraz farklı. Fevkalade enteresan bulduklarım var. Örneğin Antalya Piyano Festivali’ne çağırdığımız kör Japon piyanist Nobuyiki Tsujii var. Gürcü piyanist Khatia Buniatishvili var. Lang Lang’ı beğenirim. Beste nereye gidiyor diye baktığımızda ise bizim jenerasyonumuz tam bir bilinmezlik dönemine denk geliyor. Avantgarde akımından hemen sonra geliyor. O akım insanları o kadar sanattan koparttı ki, insanlar dışlanmış hissettiler, anlamadan dinlediler. Bizim jenerasyonumuz o eksikliği hırsla kapatmaya çalışan, halka dokunmaya çalışan bir jenerasyon. Çağdaşlığı kaybetmeden bu dokunmayı arıyor yeni besteciler.