Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

Kurt Cobain ve ADHD

Dikkat eksikliği bozukluğunun, ünlü ressam Pablo Picasso, şair Lord Byron ve müzisyen Kurt Cobain gibi ünlü kişiliklerin yaratıcı güçlerinin ardındaki ateşleyici “kıvılcım” olabileceği ileri sürülüyor.

“Dikkat eksikliği ve hiperaktivite” bozukluğu, İngilizce’deki isminin (Attention Disorder and Hyperactivity) kısaltması ile genel olarak ADHD (ya da bazen ADD) olarak bilinir. Ben de yazıda kısaltma ismiyle kullanmak kolayıma geldiği için bu şekilde bahsedeceğim.

BBC‘nin sitesinde son günlerde yayınlanan bir habere göre, Dublin’deki Tirinity College akademisyenlerinden Prof. Michael Fitzgerald, akademik bir toplantıda yaptığı sunumda, ADHD’den muzdarip kişilerin ilgilerini çeken konulara aşırı derecede konsantre olabilme yetenekleri olduğunu ve bu sayede o alanlarda üstün başarılara ulaşabildiklerini iddia etmiş. Fitzgerald’a göre, Jules Verne ve Mark Twain gibi birçok ünlü tarihi kişiliğin hayat hikayeleri incelendiğinde de, ADHD semptomlarını görmek mümkünmüş.

Michael Fitzgerald’ın yaratıcılık, nöroloji ve bozukluklar ile ilgili yaklaşımı konusunda görüşlerimi şimdilik kendime saklayacak, öncelikle son derece saygın bir bilimsel topluluğun yıllık toplantısında gündeme getirilen bu teori hakkındaki detayları özetleyeceğim.

Michael Fitzgerald, ADHD durumunun, bu özelliğe sahip kişilerde belirli bir konuya çok fazla odaklanma yeteneği sağladığını ileri sürüyor. Dolayısıyla, ADHD’li kişiler odaklandıkları bu alanlarda diğer insanlara göre çok daha fazla çalışıp, üzerinde daha fazla zaman harcayabiliyor ve bu sayede o alanda yeni, özgün ve yaratıcı eserlere imza atabiliyorlar. Bu görüşe karşı çıkan psikologlar ise, ancak ılımlı ve hastanın hayat kalitesini etkilemeyen düşük yoğunlukta ADHD bozukluğu o kişi için bazı alanlarda bir avantaj oluşturabileceğini söylüyor.

ADHD’nin genel olarak toplum tarafından kavranış biçimi

ADHD, yani dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu, bazı ebeveynlerin en büyük sıkıntılarının başında geliyor ve doktor doktor çocuklarının bu “sorunlarına” bir çözüm bulmak için uğraşıp duruyorlar. Günümüzde geçerli olan genel anlayışaadhd illustrasyon göre, konsantrasyon ve dikkat toplamadaki eksiklik gibi tipik davranış özellikleri nedeniyle, ADHD‘li kişilerin eğitim, iş ve özel hayatlarında onlar için önemli problemler oluşturma potansiyeli yüksek bir bozukluk. Özellikle hiperaktif teşhisi konulan çocuklar, çok çeşitli, uzun süreli ve bazıları farklı komplikasyonlara neden olan tedavi yöntemleri ile “yola getirilmeye” çalışılıyorlar.

(Bu arada, kimsenin sorununu küçümsediğim sanılmasın, bu tür şeyleri ancak yaşayanın bildiğini, bazı ana babaların karşı karşıya kaldıkları ailevi ve toplumsal sorunların zorluğunu biliyor, ve asla küçümsemiyor ya da göz ardı etmiyorum).

Michael Fitzgerald’ın görüş ve iddiaları

Che Guevara ADHD miydi?Fitzgerald ise, Royal College of Psychiatrists‘in yıllık toplantısında bu durumun aslında avantaj oluşturabileceğini öne sürmüş. Ona göre, geçmişte yaşamış pek çok ünlü kişide ADHD‘ye özgü davranış özelliklerini görebilmek mümkün; bu kişiler arasında (yukarıda sayılanların yanısıra) Sir Walter Raleigh, Thomas Edison, Oscar Wilde, James Dean, Clark Gable ve hatta Che Guevara gibi tarihe geçmiş kişilikleri saymak mümkün.

Fitzgerald yaptığı sunumda, “İnsanların risk alma davranışları ile bağlantısı olduğunu bildiğimiz genler, aynı zamanda ADHD ile de yakından ilişkili” demiş, ve tezini şu şekilde sürdürmüş:

“Bu tür dürtülerin çoğunlukla problemli ve hatta kendine zarar verici davranışlara sebep olduğu doğrudur. Bu davranışlar arasında görevlerini sürekli olarak ihmal etme, madde bağımlılığı, hatta bazı suçlar işleme gibi durumlar bile yer alabiliyor, fakat bazen aynı dürtülerin sanat, bilim ya da keşifler gibi alanlarda çığır açan büyük başarılara yol açtığı da görülebiliyor.”

Cumhuriyet Gazetesi yazarı Hikmet Çetinkaya, kuruluşunun 86. yıldönümünde Cumhuriyet’i kaleme aldı.

Hikmet Çetinkaya

 Yıllar bir ırmak gibi akıp gidiyor…
Cumhuriyet’te çalışmaya başlayalı 44 yıl olmuş.
Her şey daha dün gibi…
Aynaya bakmasam, geçen yılları saymasam, diyorum içimden.
Ne sevinçler, ne acılar, ne hüzünler yaşadım 44 yıl içinde…
Cumhuriyet bugün 86. yaşına giriyor…
Cumhuriyet Vakfı’nın resmi senedinin girişini okudum yeniden…
Cumhuriyet’in 7 Mayıs 1924’te yayımladığı ilk sayısında kurucusu Yunus Nadi’nin yazdığı yazı var bu bölümde:
“Cumhuriyet yalnız Cumhuriyet’in bilimsel ve yaygın anlatımıyla demokrasinin savunucusudur. Ülkemizde her anlamıyla gerçek bir demokrasi kurulması için bütün varlığıyla çalışacaktır.”

Cumhuriyet 86 yıldır Atatürk devrim ve ilkelerinin açtığı “aydınlanma yolunda”, aklın bağnazlıktan, bilimin dinden bağımsızlaşması, laiklik ilkesinin toplumda benimsenmesi için çaba gösterdi…

Yunus Nadi, Nadir Nadi, Berin Nadi ve İlhan Selçuk
Saydığım bu dört ad, Aydınlanma Devrimi’ne sahip çıkarken İnsan Hakları ve Temel Özgürlükler Bildirgesi’ni demokrasinin evrensel anayasası olarak benimsediler.
Cumhuriyet dün olduğu gibi bugün de, yarın da aynı yolda yayın yaşamını sürdürecek!
Cumhuriyet’te bireyselik değil, çoğulculuk vardır… Tüm siyasal partilere eşit uzaklıktadır…
Cumhuriyet bugüne değin tüm güçlüklere karşın yayın çizgisinden ödün vermemiş, çoğulcu demokrasiyi savunmuştur.

***

Cumhuriyet amaçlarına Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarının canlarıyla kanlarıyla kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlığı ve tümlüğü kapsamında ulaşılacağını temel ilke sayar.

İlhan Selçuk bir yazısında şöyle yazar:
“Cumhuriyet okurunun yaşı yoktur…
Muhabirinin, yöneticisinin, yazarının, çizerinin de nüfus kâğıdı yok.
Doğmadan önce başlayan, öldükten sonra da sürecek olan tarihsel zamanın bilincinde yaşamak, insanın tükenmeyen gençliğidir.”

Kimliğini, ilkelerini ve amaçlarını, bu uzun süre içinde belirleyen Cumhuriyet’i aynı yörüngede yaşatmak, topluma, okurlarına karşı bir ödev niteliğine dönüşmüştür.
Cumhuriyet laik demokratik Cumhuriyetin yanındadır!
Darbelere, darbecilere karşıdır!
Cumhuriyet yurtseverdir, ulusalcıdır!
Cumhuriyet demokrasiyi ve özgürlükleri bir yaşam biçimi olarak görür, din, dil, ırk, renk, mezhep ayrılığı gözetmez!
Cumhuriyet ezenden değil ezilenden yanadır!
Düşünceyi ifade özgürlüğünü savunur!

***

Mayıs ayların en güzelidir…
Göğün mavisi, doğanın yeşili, kır çiçekleri Mayıs’ta gösterir kendini.
Şiirler Mayıs’ta yazılır, aşklar Mayıs’ta başlar:
“Belkide bugünkü kadar hiç / duyumsamadık avuçlarımızda / bize özgürlük getiren / kızarmış ellerin sıcaklığını.”

Cumhuriyet’in öldürülen yazarları, işkenceden geçen, zindanlarda çürüyen çalışanları saymakla bitmez!

Cumhuriyet’in geçmişi geleceğinin güvencesidir!

Ben ne zaman İlhan Selçuk’u hastanede ziyaret etsem şöyle demiştir:
“Cumhuriyet Vakfı gazetenin sahibidir.
Yayın Kurulu, gazetenin yayınlarının vakıf senedinde belirlenen temel ilkelere uygun olması için genel yayın yönetmenine destek olan, önerilerde bulunan bir danışma kuruludur. Kesinlikle icra kurulu değildir. Yayında tek yetkili genel yayın yönetmedir. Sorumlu odur.

Genel yayın yönetmeninin yaptığı gazete eleştirilebilir. Ancak uygulamaya ve alınan kararlara kimsenin karışma hakkı ve yetkisi yoktur. Sadece Vakıf yönetim kurulunun atadığı şirket yönetim kurulu, icradan yetkili ve sorumludur. 
Senden ricam, yazarıyla çizeriyle tüm yazıişleriyle, tüm çalışanlarıyla  İbrahim Yıldız’a destek verin ve onun yanında olun.”

Cumhuriyet, laik demokratik cumhuriyetten, bağımsızlıktan, temel hak ve özgürlüklerden yana olan çizgisini ödün vermeden sürdürecektir…

Bugün Hıdırellez Bayramı…

Hıdırellez ya da Hıdrellez (Azerice: Xıdır Ilyas ya da Xıdır Nəbi), Türk dünyasında kutlanan mevsimlik bayramlardan biridir. Ruz-ı Hızır (Hızır günü) olarak adlandırılan Hıdırellez günü, Hızır ve İlyas’ın yeryüzünde buluştukları gün olduğu sayılarak kutlanmaktadır.

Hıdırellez günüBugün Hıdırellez Bayramı Hıdırellez ya da Hıdrellez (Azerice: Xıdır Ilyas ya da Xıdır Nəbi), Türk dünyasında kutlanan mevsimlik bayramlardan biridir.

Ruz-ı Hızır (Hızır günü) olarak adlandırılan Hıdırellez günü, Hızır ve İlyas’ın yeryüzünde buluştukları gün olduğu sayılarak kutlanmaktadır.

Hıdırellez günü, Gregoryen takvimi (Miladi takvimi)ne göre 6 Mayıs, eskiden kullanılan Rumi takvim olarak da bilinen Jülyen takvimine göre 23 Nisan günü olmaktadır. 6 Mayıs’tan başlayıp 4 Kasım’a kadar olan süre Hızır Günleri adıyla yaz mevsimini, 8 Kasım’dan 5 Mayıs’a kadar olan süre ise Kasım Günleri adıyla kış mevsimini oluşturmaktadır. Bu yüzden 5 Mayıs günü gecesi kış mevsiminin bitip sıcak yaz günlerinin başladığı anlamına gelmektedir.

Hıdırellez’in UNESCO’nun ‘İnsanlığın Somut Olmayan Kültür Mirası Listesi’ne alınması amacıyla 2010 yılında çalışmalar başlatılmıştır.

 Kökeni

Hızır ve Hıdırellezin kökeni hakkında çeşitli fikirler ortaya atılmıştır. Bunlardan bazıları Hıdırellezin Mezopotamya ile Anadolu kültürlerine ait olduğu; bazıları ise İslamiyet öncesi Orta Asya Türk kültür ve inançlarına ait olduğu yolundadır. Hıdırellez Bayramı’nı ve Hızır düşünüşünü tek bir kültüre mal etmek olanaksızdır. İlk çağlardan itibaren Mezopotamya, Anadolu, İran, Balkanlar ve hatta bütün Doğu Akdeniz ülkelerinde bahar ya da yazın gelişiyle belli başlı doğasal döngüler için sevinç duyulduğu görülmektedir. hıdrellez 2 mayıstan 4 mayısa kadar olan süreçte kullanılır… Hızır Hızır; yaşam suyu (ab-ı hayat) içerek ölümsüzlüğe ulaşmış; özellikle de baharda aramızda dolanarak, bolluk ve sağlık dağıtır. Hızır bir kişiye verilen addan çok aslında bir doğasal durumu, baharla vücut bulan yaşamın tazelenmesini imgeler. Türkiye’de Hızır’a atfedilen özelliklerin bazıları: Kalbi temiz, Allah’a inanan insanlara yardım eder. Uğradığı yerlere bolluk, bereket, zenginlik sunar. Dertlilere derman, hastalara şifa verir. Bitkilerin yeşermesini, hayvanların üremesini, insanların kuvvetlenmesini sağlar. İnsanların şanslarının açılmasına yardım eder. Uğur ve kısmet sembolüdür. Mucize ve keramet sahibidir. Türkiye’de Hıdrellez Bayramı 6 Mayıs (5 Mayıs Gecesi) tarihinde kutlanır. Bugün Hıristiyanlarca da baharın ve doğanın uyanmasının ilk günü olarak kabul edilir; bu günü Ortodokslar Aya Yorgi, Katolikler St.Georges Günü olarak kutlamaktadırlar. Hızır ve Kur’an Kur’an’da Kehf suresi’nde Musa ve bir gencin kıssası anlatılmaktadı r. Kehf Suresi’de dahil olmak üzere hiçbir yerde Hızır ismi geçmemektedir ancak çeşitli hadislerde bu şekilde anılmaktadır. Olayın yaşandığı yer için “iki denizin birleştiği yer” denilmektedir. Uzun bir yolculuk yapan Musa ile yanındaki gencin beraberlerinde, yemek için getirdikleri balığın kaçması ile başlayan olay sonrasında, 65. ayette Derken kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş, kendisine tarafımızdan bir ilim öğretmiştik. denilerek Hızır olarak atfedilenden bahsedilir. Kutlama mekanı Hıdrellez kutlamaları genel olarak yeşillik, ağaçlık alanlarda, su kenarlarında, bir türbe ya da yatırın yanında yapılmaktadır. Bu gibi yerlere bu nedenle Hıdırlık denildiği de olur. Hıdrellezde baharın taze bitkilerini ve taze kuzu eti ya da kuzu ciğeri yeme adeti vardır. Baharın ilk kuzusu yenildiği zaman sağlık ve şifa bulunacağına inanılır. Bugünde kırlardan çiçek veya ot toplayıp onları kaynattıktan sonra suyu içilirse bütün hastalıklara iyi geleceğine, bu su ile kırk gün yıkanılırsa gençleşip güzelleşileceğine inanılır.

Gecesi

Hıdrellez gecesi Hızır’ın uğradığı yerlere ve dokunduğu şeylere feyiz ve bereket vereceği inancıyla çeşitli uygulamalar yapılır. Yiyecek kaplarının, ambarların ve para keselerinin ağızları aç%

   

İstanbul’da Bakanlığa bağlı eğitim ve araştırma hastanelerinde,
dâhili ve cerrahi branşlarda çalışan asistanların baktığı hasta sayısı arttıkça performansları düşüyor. Nöbet süresinin uzunluğuna rağmen
izin kullanamamaktan şikâyet eden asistanların klinikte hastaya ayırdığı süre de 10 dakikanın altında

FATMA ERGÜZELOĞLU-ANKARA

Eğitim ve araştırma hastanelerinde klinik iş yükleri ve bu iş yüklerinin performans ölçütlerine nasıl yansıdığı araştırıldı. Dâhili ve cerrahi kliniklerdeki asistan doktorlarla yapılan bir anketin sonucuna göre, asistanlar fazla sayıda hasta bakıyor ve nöbet tutuyor, nöbet izni kullanamıyor ve üstelik nöbet ücreti az. Yeterli eğitim verilmediğini de belirten asistanlara göre çalışma ortamı uygunsuz, eğitimli sağlık personeli yeterli sayıda değil.

Dâhili ve cerrahi kliniklerde görev yapan asistanların şikâyet nedenleri değişmedi. Araştırmaya göre, cerrahi kliniklerin girişimsel işlemlerden dolayı performans puanı daha fazla; dolayısıyla kazançları da daha fazla.

Anketin evrenini, İstanbul’daki hastanelerde çalışan asistan doktorlarla, Haseki Eğitim ve Araştırma Hastanesinde çalışan asistanlar oluşturdu. Katılımcılara 25 soru soruldu. Araştırmaya 40’ı dâhili, 40’ı cerrahi branşlardan olmak üzere toplam 80 asistan doktor katıldı. Araştırmaya göre, katılımcıların sadece yüzde 25’i çalışma süresinden memnun; yüzde 75’i memnun değil. Asistanların yaklaşık yüzde 75’i nöbet sayısını fazla buluyor. Grubun yüzde 27’si nöbet izni kullanıyor, oysa yüzde 73’ü kullanamıyor.

Sağlık Bakanlığı Tedavi Hizmetleri Genel Müdürlüğü, Performans Yönetimi ve Kalite Geliştirme Daire Başkanlığınca yayınlanan Sağlıkta Performans ve Kalite Dergisi, yılda iki kez, ocak ve temmuz aylarında yayınlanan bilimsel hakemli bir dergi. Asistan hekimlerin iş yükleri ve bunun performans ölçütlerine yansımasını araştıran makale ise Derginin Ocak 2010 tarihli ilk sayısında yayınlandı. “Eğitim hastanelerinde asistan doktorların klinik iş yükleri bakımından performans ölçütlerinin karşılaştırılması” isimli makale, Sakarya Üniversitesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Haluk Tanrıverdi ve Aile Hekimliği Uzmanı Dr. Çiğdem Teker tarafından yapıldı.

Cerrahlar daha çok kazanıyor
Asistanların yaklaşık yüzde 75’i eğitim olanaklarını yetersiz buluyor. Yine yüzde 55’lik kesim ortalama 2001 ile 2500 TL arası ücret alıyor. Araştırmada cerrahi kliniklerinde alınan ücretlerin dâhili kliniklerden daha fazla olduğu tespit edildi.
Çalışma sürelerinden memnuniyetlerin kliniklere göre dağılımı incelendiğinde, cerrahi kliniklerinde çalışanların çalışma süresinden memnun olmadıkları, dâhili kliniklerde çalışanların ise yarısından çoğunun çalışma süresinden memnun olmadığı görüldü.

performans

Araştırmada aynı zamanda dâhiliye kliniğinde çalışanların yarısına yakını çalışma süresinden memnun. Cerrahi ve dâhili kliniklerinde doktor başına düşen hasta sayısı eşit.

Kişi başına düşen hasta sayısının performansa etkilerinin kliniklere göre dağılımı incelendiğinde; dâhili ve cerrahi kliniklerde çalışanların kişi başına düşen hasta sayısının fazla olmasının performanslarını düşürdüğü görüldü. Ancak cerrahi kliniklerde çalışanların kişi başına düşen hasta sayısının performansı etkilemediğini düşünen çok az bir kısım da mevcut.

performans

Tüm grupta yatan hasta sayısının performansı etkilediği, cerrahi kliniklerde bu etkinin biraz fazla olduğu gözlendi.

Nöbet de performansı düşürüyor
Nöbet sayısının fazla olmasının performansa etkisinin kliniklere göre dağılımı incelendiğinde, cerrahi ve dâhili kliniklerde çalışanların nöbet sayılarının fazla olması performanslarını azaltıyor. Yine nöbet sonrası izin kullanmama, cerrahi ve dâhili kliniklerde çalışanların performanslarını azaltıyor. Katılımcıların üstleri tarafından geri bildirilerin performansa etkilerinin kliniklere göre dağılımları incelendiğinde, cerrahi ve dâhili kliniğinde çalışanlarının üstleri tarafından geri bildirilerin performanslarını olumlu etkiledikleri görüldü. Ayrıca, cerrahi kliniğinde çalışanların üstleri tarafından geri bildirilerin performanslarını olumsuz etkilediklerini düşünen çok az sayıda kişi de mevcut.

Eğitimin performansa etkisi incelendiğinde, çalışanların iyi eğitim almaları performanslarını olumlu yönde arttırıyor. Düzenli tek hekimli muayene odası ve eşyaları tam poliklinik ortamında çalışmanın performansa etkilerinin kliniklere göre dağılımı incelendiğinde, cerrahi ve dâhili kliniklerde çalışanların, tek hekimli muayene odası ve eşyaları tam olan polikliniklerde çalışmaları performanslarını olumlu yönde arttırıyor.

performans

Tedavi süresi 10 dakika
Cevaplayıcıların hasta memnuniyetinin performansa etkilerinin kliniklere göre dağılımları incelendiğinde; cerrahi ve dâhili kliniklerde çalışanların hasta memnuniyeti performanslarını olumlu etkiliyor. Anket sonuçlarına göre, yardımcı sağlık personelinin bulunması asistanların performanslarını olumlu yönde arttırıyor. Ayrıca, yardımcı sağlık personelinin bulunması girdi kalitesini olumlu yönde arttırıyor.

Randevulu sistemin performansa etkileri incelendiğinde, cerrahi kliniklerde daha fazla, dâhili kliniklerde daha az oranda performanslarını olumlu yönde arttırıyor.

Araştırmada, bir hastaya ayrılan sürenin kliniklere göre dağılımı incelendi ve cerrahi kliniklerde ve dâhili kliniklerde hastaya ayrılan ortalama sürenin 10 dakikanın altında olduğu görüldü. Eğitim hastanelerine başvuran hastaların ciddi ve araştırılması gereken hasta sayısının yüzde olarak kliniklere göre dağılımları incelendiğinde, cerrahi bölümlere başvuran hastaların yüzde 10’unun ciddi ve araştırılması gereken hasta, dâhili bölümlere baş vuran hastaların ise yüzde 10‘undan da azının ciddi ve araştırılması gereken hasta olduğu tespit edildi.

Asistanın iş yükü azaltılmalı
Ankete katılan asistan doktorların maruz kaldığı iş yükleri; poliklinik ortamının yetersiz olması, yeterli yardımcı sağlık personelinin bulunmaması, çok sayıda hasta bakmak zorunda kalmak, hastalarla iletişimin zor olması, eğitim hastaneleri yerine birinci basamakta tedavi görebilecek birçok hastanın da eğitim hastanelerine başvurması, nöbet sayısının fazla olması şeklinde sıralandı. Bu sorunlara çözüm önerisi getiren anket çalışmasında, “Eğitim ve araştırma hastanelerinde asistanların rutin yükleri azaltılmalı, işleri yaptırmak için değil, eğitim için asistan alınmalıdır. Büyük kliniklerin rutin işleri için pratisyen hekimleri veya eğitim görevi olmayan uzmanları çalıştırmak düşünülebilir. Evrak doldurmak, radyolojiden filmleri almak gibi işler diğer sağlık personeli ve sekreterler ile görülmelidir. Sekreter ve hemşire eksikliğini asistanlar tamamlamamalıdır. Asistanların araştırma-tez hazırlama için rutinden ayrılabildiği bir eğitim programı geliştirilmelidir” denildi.

performans

Çok hasta bakmak puan getirmez
Eğitim ve araştırma hastanelerinde iş yüklerinin fazla olduğu, birçok klinikte nöbet izninin bulunmadığı belirtilen anket sonuçlarında şu ifadelere yer verildi:
“Maddi açıdan ele geçen para miktarı eğitim süreleriyle kıyaslanınca birçok meslek grubundan düşük görünmektedir. İş yüklerine göre cerrahi ve dâhili kliniklerdeki performans ölçüleri de karşılaştırıldı. Bu karşılaştırma sonucunda hem dâhili hem cerrahi kliniklerde benzer iş yükü olduğu tespit edildi. Yaptığımız ankette doktorlar tarafından tespit edilen sorunlar; poliklinik ortamının yetersiz olması, yardımcı sağlık personeli olmamasından dolayı hastayla ilgili bilgilerin bilgisayar ortamına taşınmasında, tanıların bilgisayar ortamında bulunmasında güçlük çekilmesi, bazen de tamamen teknik nedenlerden ötürü bu işlemlerin uzun sürmesi olarak sıralanabilir.

Ancak bu ankette de görüldüğü üzere, eğitim ve araştırma hastanelerine gelen hastalardan ciddi ve araştırılması gerekli olanların oranı yüzde 10, hekim başına düşen hasta sayısı ise 40’ın üzerindedir. Bu durum üniversite hastanelerinde de çok farklı değildir. Üniversite hastaneleri de sevk zincirinin ortadan kalkmasıyla birer hizmet hastanesi olma yolundadır. Dolayısıyla gerek eğitim ve araştırma hastanelerinde gerekse üniversite hastanelerinde asistan ile eğitici kadrolar arasında usta-çırak ilişkisine dayanan, genç hekimlere mesleki bilgi ve birikimin aktarılabilmesi için uygun koşullar sağlanamamaktadır. Anketimizde de yardımcı sağlık personelinin iş yükünü yüzde 20-30 azalttığı görülmektedir. Çok hasta bakmak performans puanı olarak değerlendirilmemelidir.

Çünkü bu durumda hastaya ayrılan süre kısalmakta ve dolaylı olarak dikkatli değerlendirilip doğru teşhis konulmasında ve hastaların bilgilerinin işlenmesinde sıkıntılar ortaya çıkabilmektedir

İngiliz araştırmacılar, park gibi yeşil alanlarda sadece beş dakika yapılan hafif egzersizin bile zihne ve akıl sağlığına iyi geldiğini belirledi.

 İngiliz bilim adamlarının 1250 kişi üzerinde yaptığı 10 ayrı araştırmadan, doğada yürüyüş veya bisiklete binme gibi faaliyetlerin vücut ve zihin sağlığına iyi geldiği sonucu alındı.

Park, bahçe veya doğa ortamında yürüyüş, bahçe işleri, bisiklet, balık avı, tekne, at binme ve çiftçilik gibi değişik faaliyetlerin etkilerinin incelendiği araştırmada, “yeşil egzersiz”in en çok gençlerde etkili olduğunu ortaya koydu.

Environmental Science and Technology dergisinde yayımlanan araştırmaya göre, en büyük etki sadece ilk beş dakikada görülüyor. Araştırmada, yeşil alanda uzun süreli egzersizin olumlu etkileri açıkça ortaya çıkarken, ilk beş dakikadan sonra etkinin daha az olduğu görüldü.

Essex Üniversitesinden bilim adamlarının bu araştırmasında, en büyük fayda göl ya da nehir gibi su bulunan yerlerde yapılan egzersizlerde ortaya çıktı.

Genelde aktif olmayan veya stresli kişilerin ya da akıl hastalığı olanların büyük olasılıkla bu “yeşil egzersiz“den en çok yarar sağlayanlar olacağının altını çizen araştırmacılar, makalelerinde, “Örneğin müdürler, stresli iş yerlerindeki çalışanlarını zihinlerinin açılması için öğle tatilinde yakındaki parkta kısa bir yürüyüş yapmalarına özendirebilirler” ifadesini kullandılar.

Araştırmacılar, dışarıda egzersiz programlarının genç suçlular için de yararlı olabileceğinin altını çizdiler.

18 farklı mekâna 90 gösteri sığdıracak “17. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali”, Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda gerçekleştirilecek Açılış Töreni ile 10 Mayıs’ta başlıyor.

 “17. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali”, yurtdışından 9 tiyatro ve dans topluluğu ile Türkiye’den seyirciyle ilk kez buluşacak 30’a yakın oyun, dans, performans ve özel gösterilerle bir ay boyunca tiyatroseverlerle birlikte olacak. Festival kapsamında, 18 farklı mekânda sahnelenecek 90 gösterinin yanı sıra ünlü konukların katılacağı söyleşi ve atölye çalışmaları da gerçekleşecek.

“Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali Onur Ödülleri” ise bu yıl, Türk tiyatrosuna yıllardır oyuncu, yönetmen, eğitimci olarak yaptığı değerli katkılardan dolayı Erol Keskin ve dünya tiyatrosunun yakından tanıdığı Japon yönetmen, eğitimci, yazar Tadashı Suzuki olmak üzere iki önemli sanatçıya verilecek. Erol Keskin’e ödülü, İstanbul Tiyatro Festivali’nin 10 Mayıs Pazartesi akşamı Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda gerçekleşecek Açılış Töreni’nde takdim edilecek. Japon yönetmen Tadashi Suzuki ise ödülünü 26 Mayıs Çarşamba günü saat 20.30’da Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde sahneleyeceği “Elektra” adlı oyunundan önce alacak.

Festival, Açılış Töreni’nin ardından Krater Yapım’ın Hekate’nin Şarkısı başlıklı oyunu ile start alacak. Selim Atakan’ın Shakespeare’in metin ve şiirleri üzerine yaptığı bestelerden oluşan müzikli gösteriyi Engin Alkan yönetiyor ve üç kadın ‘şarkıcı-oyuncu’ ve bir erkek ‘dansçı oyuncu’ dizeleri yorumluyorlar. Talat S. Halman, Sabahattin Eyüboğlu ve Can Yücel çevirileriyle zenginleşen yapımda zamanlardan herhangi bir zamanda ve belirsiz bir yerde Selim Atakan’ın müzikleri aracılığıyla adaletsizlikler, haksızlıklar sorgulanıyor. Hekate’nin Şarkısı, 28 ve 29 Mayıs günleri saat 20.30’da Caddebostan Kültür Merkezi’nde tekrar seyirciyle buluşacak.


Festivalin sürprizi John Malkovich

Bu yıl sıkı bir programla izleyicisini selamlayan festivalin en önemli sürprizlerinden biri, ünlü oyuncu John Malkovich’in oynadığı “Şeytanı Komedya” adlı gösteri olacak.

John Malkovich’in başrolünü oynadığı, Avrupa sahnelerinde büyük ses getiren ‘barok orkestra için oyun’ olarak tanımlanan ‘Şeytani Komedya’, 14 Mayıs’ta tek temsil yapacak. Micheal Struminger, Martin Haselbock, Birgit Hutter gibi ünlü isimlerden oluşan Avusturyalı ekip Podiumartists yapımı olarak sahnelenen ‘Şeytani Komedya’ Lütfi Kırdar’da sahnelenecek.

Festival mekanları

17. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali’ne bu yıl 18 farklı mekân ev sahipliği yapacak. Festival izleyicilerini, Bayrampaşa Eski Cezaevi, Caddebostan Kültür Merkezi, Cemal Reşit Rey Konser Salonu, Çıplak Ayaklar Dans Stüdyosu, Garajistanbul, Haldun Taner Sahnesi, Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi, Kumbaracı50, Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı, Sabancı Üniversitesi Gösteri Merkezi, Salon, Semaver Kumpanya Çevre Tiyatrosu, Ses Tiyatrosu, Şişli Cevahir Sahnesi, Talimhane Tiyatrosu, Tiyatro Pera, Üsküdar Tekel Sahnesi ve Üsküdar Stüdyo Sahnesi’de ağırlayacak.

‘Hayat kitabı: Zamanımızın büyük bilimcileriyle söyleşiler’de birbirinden ilginç bilgiler yer alıyor

NTV Yayınları, zamanımızın büyük bilim adamlarıyla yapılan söyleşilerin yer aldığı yeni bir popüler bilim kitabını okurlarına sunuyor: “Hayat Kitabı : Zamanımızın Büyük Bilimcileriyle Söyleşiler”.

“Hayat Kitabı: Zamanımızın Büyük Bilimcileriyle Söyleşiler” kitabında Eduardo Punset’in yaşam, zihin ve evren hakkında yaptığı söyleşiler yer alıyor. İspanyol televizyonu TVE’de popüler bilim ile ilgili konuların işlendiği “Redes” adlı programı sunan Punset kitapta şu soruların cevabını arıyor:

• Evren gerçekten var mı?
• Kişisel bilinç evrim tarihinde nerede ve ne zaman ortaya çıktı?
• Atomlardan oluşan bu evren kökeni üzerine düşünmek, amacını irdelemek ya da sırf saçmalığına işaret etmek için beyne neden ihtiyaç duydu?
• Renkler gerçekten var mı, yoksa sadece beyinde yaratılan şeyler mi?
• Karar verirken kalp ve mide neden beyinden daha iyidir?
• Yaşam bazı kimyasal maddelerin karışımıyla yaratılabilir mi?
• Ekstra boyutlar var mı? CERN’deki çalışmalar bu soruyu cevaplayabilir mi?
• Fizikçiler niçin tüm zamanı –bugün, geçmiş veya gelecek olmaksızın– insandan önce kurulmuş gibi düşünürler?
• Zaman yolculuğu mümkün mü?
• İnsanoğlunun seçilim nedeni bir tür şizofreni geni olabilir mi?
• Kültürel evrim biyolojik evrimi tahtından indirdi mi?
• Ne tip insanlar, ne zaman, ne tip insanları daha çekici buluyor?Parmaklar bu konuda ne söylüyor?
• Ölmeye programlı mıyız?
• Merkezî yönetim mi, yoksa kendi kendini organize eden sistemler mi daha iyi çalışıyor?

Cumhuriyet Gazetesi yazarı Hikmet Çetinkaya, bir mektuptan yola çıkarak ne kadar özgür olduğumuzu sorguladı.

Hikmet Çetinkaya

Cumhuriyet– Ellerim ceplerimde Taksim gezi parkında dolaşırken banklarda oturan insanları, simit satanları, ellerinde boyacı sandıklarıyla dolaşan çocukları izliyordum.

Taksim’den İstiklal Caddesi’ne geçip kafelerden birisine oturdum.

Öğle saatleriydi, önce yemek yedim ardından kahvemi yudumlarken not defterimi çıkarıp baktım…

Dışarıda poyraz vardı.

Yedi aydır Silivri’de yatan Ulusal Kanal istihbarat şefi Ufuk Akkaya bir mektup göndermişti cumartesi günü çıkan yazım üzerine.

O yazımda özgürlükten söz etmiş, yaşamı anlatmış, tutukluluğun ne olduğunu,12 Mart ve 12 Eylül yıllarını, tutukluluk günlerimi anlatmıştım.

Ufuk mektubunda, “Hikmet Ağabey, sis ve pus altındaki yüreğinden geçmişim” deyip ekliyordu:

“Evet ağabey saat sekizden önce kalkıyoruz. Sekizde demir kapı açılır, elinde bir kâğıt olan başgardiyan bir, iki, üç diye sayar. Arkasından on kadar ‘özgür’ infaz koruma memuru.

Biz sütbeyaz güne böyle başlarız. Çok sessiz ve temiz bir hava. Şimdi Kadıköy-Karaköy vapurunda boğaza karşı durmak, deniz havasını içine doldurmak var. Ama ben aylardır neden Silivri’de tutuklu olduğumu bilmiyorum.

Bugün cumartesi, güneşin tadını çıkaracağım. Bir an aklıma evliliğimin birinci yıldönümüne bir ay kaldığı geldi. Evliliğim beşinci ayını doldurmadan bir sabah polis kapımı çaldı. Polisler ‘gidiyoruz’ dediler ve beni alıp götürdüler. Karıma sarıldım sıkı sıkı ve kokladım. Uzun süre göremeyecektim, öyle oldu. Yedi ayda ancak iddianame yazılabildi…”

***

Ufuk’un Silivri’den yazdığı mektubu birkaç kez okudum…

Franz Kafka’nın “Dava”sı (Can Yayınları-Çeviri Ahmet Cemal) geldi aklıma…

Dava, “Korku Çağı” olarak bilinen 20. yüzyılda insanoğlunun neredeyse kurtulması olanaksız bir yazgıya dönüşen kuşatılmış yaşamını anlatıyordu.

Bu çağa korku egemendi!

Kafka’nın ‘Dava’da betimlediği yargılama süreci, böyle bir çağın en güçlü simgelerinden biriydi…

Hesabı ödeyip kalktım gazeteye dönmek için!

Yalanla gerçeğin iç içe girdiği bir dünyada yaşıyorduk. Sevgisizdik, özlemlerimizi, tutkularımızı gizliyorduk.

Satılmışların egemen olduğu bir evrende, ikiyüzlülüğü, arkadan vurmayı, toplum olarak içimize sindiriyorduk.

Suskunduk, korkaktık, konuşmaktan çekiniyorduk!

Siirt’te ve Pervari’de yaşanan yüz kızartıcı olaylar, Güneydoğu’daki çocuk gelinler, okula “günah” olduğu gerekçesiyle gönderilmeyen kız çocukları.

Bir yıl önce Pervari’de sekiz çocuğun karıştığı tecavüz olayını saklamayı görev bilen savcılar.

İki ve üç yaşlarındaki bebelere tecavüz eden sekiz çocuk hakkında bir yıldır iddianame neden hazırlanmadı?

Savcıya baskı yapan kimdi?

Başımı pencereye dayayıp dışarıyı seyrederken düşünüyorum…

Kanlı 1977 1 Mayıs’ında öldürülen emekçiler.

Gaffar Okkan
cinayeti, Uğur Mumcu’nun katledilmesi.

Tüm faili meçhul cinayetler…

Tetikçiler bulunuyor ama “vur emrini verenler” ortada yok!

Giresun’da, Şemdinli’de, Mardin’de uzaktan kumandalı mayının patlamasıyla şehit düşen askerimiz, polisimiz.

Salt Güneydoğu’yu değil tüm Türkiye’yi saran yoksulluk, açlık, işsizlik.

Türkiye karanlık yollarda ikiye bölünerek uyuyan ağaçların kapkara örgüsü gibi…

Umursamaz ve yılgın!

***

Ufuk’un mektubu, Kafka’nın “Dava”sı masamın üzerinde duruyor…

Ufuk yedi aydır tutuklu… Karısını, arkadaşlarını, yakınlarını, denizin kokusunu özlüyor…

Ufuk hücresinin küçük cam penceresinden görüyor serçeleri, duvarın tel örgülerine tünediklerinde.

Toplum ise “korku tüneli”nden geçiyor!

Yaşamın dinginliği yok oluyor, düşlerimiz yitip gidiyor nisan ayının son günlerinde…

Odamın karşısındaki ağaçlardan kuşlar havalanıyor!..

hikmet.cetinkaya@cumhuriyet.com.tr

Faks numaramız: 0212 343 72 69

 

Van Gölü’ndeki adalardan en büyüğü olan Akdamar Adası, üzerindeki kilisesi ile ünlü. 900’lü yılların başında Kral Gagik tarafından yaptırılmış olan kilise, taş işçiliğinin en seçkin örneklerinden. Kutsal Haç adına Vaspurakan Kralı I. Gagik tarafından Keşiş Manuel’e yaptırılmış. Kilisenin figürlü repertuarı oldukça zengin.

İncil ve Tevrat’tan alınmış çeşitli sahnelerin bulunduğu kilise duvarlarında Yunus Peygamber’in denize atılması, Hz. Meryem ve kucağında İsa, Adem ile Havva’nın Cennet’ten kovulması, Hz. Davut ile Kral Goliat’ın mücadelesi Samson Filistinli ikilisi, ateşte üç İbrani genci, Aslan ininde Daniel sahneleri yer alıyor. Zengin hayvan, asma sarmaşıkları ve çeşitli figürler görmek mümkün. Akdamar Adası’na Gevaş iskelesinden motorlar çalışıyor.

Ah Tamara!
Eski çağlarda Akdamar Adası’nda yaşayan keşişler, adaya kimsenin çıkmasına izin vermez, kendi küçük kapalı topluluklarında bir arada yaşarlarmış. Adanın ahalisi arasında güzelliği dillere destan Tamara adında bir de kız yaşarmış. Ada çevresindeki köylerden bir genç, bir gün çok merak ettiği adaya yüzerek ulaşmış ulaşmasına ama Tamara’yı görünce yıldırım çarpmışa dönmüş. Tamara da aynı duyguları besleyince iki genç birbirine aşık olmuş. Tamara fenerle delikanlıya işaret verip, ışığa doğru yüzerek adaya ulaşmasına sağlıyor ve iki genç gizlice buluşuyorlarmış. Bu aşk böylece sürüp giderken Tamara’nın arkadaşı, baş keşişin kızı biraz da kıskançlıktan Tamara’nın sırrını babasına söyleyivermiş. O gece gölde tehlikeli bir fırtına çıkmış. Gölü tehlikeli gören Tamara sevgilisine fener yakıp, haber vermemiş. Baş keşiş de fırsatı kaçırmamış ve kıyıya yaklaşıp bir fener yakmış. İşareti gören genç atlamış suya. Genç fenere doğru kulaç atar, keşiş feneri adanın etrafında döndürür dururmuş. Sabaha kadar dönüp durmuşlar. Genç yorgunluktan bitap düşmüş, dalgalarla mücadele edemez olmuş ve dibe doğru giderken “Ah Tamara!” diye bağırmış. Çığlığı duyan Tamara koşmuş bakmış ki sevdiği yitip gidiyor dalgaların arasında. Durumu anlayınca o da kaldırıp atmış kendini sulara. İki sevgilinin cansız bedenleri Van Gölü’nün dalgalarında birbirine kavuşmuş. Adaya o günden sonra “Ah Tamara” denmeye başlanmış, zamanla Akdamar’a dönüşmüş.

Van’da yağan kar ile birlikte bir beyaz resitaline dönen kentten çıkıyor ve kendimi etrafta ki dağların göründüğü göl kıyısına atıyorum. Bembeyaz olmuş Süphan, Erek ve Artos dağını bu dağların ortasında duran masmavi bir göl ve bu gölün ortasında duran Tamara adası. Akdamar adası diyorlar şimdi. Kasabaların, köylerin, çocukların ismini değiştiren devlet Tamara adasının ismini de Akdamar adası yaptı. Oysa gerçek bu gölün dalgalarına yenik düşen hazin bir aşkın öyküsünde gizli. Güzeller güzeli Ermeni kızı Tamara ile karşı kıyıda oturan çoban birbirine aşık olurlar. Her gün batımında çoban adaya yüzerek gelir. Tamara’da fenerle sevgilisine yön gösterirmiş. Durumu fark eden keşiş fırtınalı bir akşamda kızının dışarı çıkmasını engeller ve eline bir fener alarak çobanı beklemeye başlar. Ancak bunu yaparken sinirden volta atmaya başlar. Fenerin ışığını gören çoban her zaman ki gibi hedefe doğru yüzmeye başlar, ancak fırtınayla boğuştuğu için yorulur ve dalgalara yenik düşer. Daha fazla yol katetmeye hali kalmamıştır ve başlar bağırmaya” Ah Tamara Ah Tamara…!” diye… Çobanın sesini duyan Tamara ona ulaşmak için kaçıp göle atar kendisini. Şöyle bir zirve bulabilseydim bugünlerde çıkıp oraya bu manzarayı Gözlerimi hiç ayırmadan bütün gün boyunca izlemek isterdim. Bilmiyorum bu kentte yaşayan bizler ne kadar farkındayız içinde bulunduğumuz güzelliğin. Ne kadarını hissedebiliyoruz. Tüm günümüzü günlük çıkarlarımız için heba ederken kaçımızın aklına geliyor bu müthiş görüntüye bakmak. Tüm yaşamımız betonlaşmış ve yeşilliği tamamen tahrip edilmiş kentin daracık sokaklarında geçerken, Van Gölü yalnız bırakılmış, terkedilmiş gibi hüzünlü bir biçimde yanı başımızda bekliyor. Düşünüyorum da bir Nazım Hikmet, bir Ahmet Arif bu güzelliği görse ne şiirler yazmıştı şimdi. Onlardan iyi herhalde kimse anlatamazdı bu manzarayı. Ömürlerinin büyük kısmını 4 duvar arasında ve sürgünde geçirmiş bu büyük şairlerin ömrü yetmedi bu güzellikleri yazmaya. Oysa Ahmet Arif imkansızlıklar içinde dahi ne güzel anlattı bu dağları. Bu dağ Mengene dağıdır Tanyeri atanda Van’da Bu dağ Nemrut yavrusudur Tanyeri atanda Nemruda karşı Bir yanın çığ tutar, Kafkas ufkudur Bir yanın seccade Acem mülküdür Doruklarda buzulların salkımı Firari güvercinler su başlarında Ve karaca sürüsü, Keklik takımı… Van Gölünün bu eşsiz manzarasına bakarken dilimde Ahmet Arif’in bu dizelerini mırıldanıyorum. Bugünkü yazarlarımız, şairlerimiz bunu neden yazmıyor diye isyan ediyor, Şiir yazma duygusundan ve yeteneğinden yoksun olan kendime sitem ediyor, kalbimi kırıyorum. Her gün ölüm ağıtlarının yükseldiği yükseldiği bu ülkenin güzelliklerini göremiyoruz. Bu müthiş güzellikler savaşın ve ölümlerin gölgesinde kalıyor maalesef. İnsanlar Artos’un, Süphanı’ın, Ağrı Dağı’nın müthiş güzelliklerini değil o dağlardan gelen ölümlerini konuşuyor. Bir hayat var oysa buralarda, Halaylarla bezenmiş bir hayat. Van Gölü’nün kıyısında duran herkes bu hayatı fark edecektir. Bu toprakların müthiş güzelliği ve yaşanılası coğrafyası daha keşfedilmemiş gibi ve keşfedilmeyi bekliyor.