Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

Çelik Gülersoy Atatürk’ü Anlatıyor

Yaşamını İstanbul’a ve Cumhuriyetin kazanımlarına adayan, bilge insan Çelik Gülersoy’un “Atatürk Atatürk” başlıklı kitabını bugünlerde yeniden okumaya başladım.

 Aydınlanma devriminin unutturulduğu, Mustafa Kemal’e yönelik acımasız saldırıların her geçen gün yoğunlaştığı bu duyarlı dönemde, başta gençlerimiz olmak üzere, vatan sevgisiyle yoğrulmuş gerçek yurtseverlerin okuması gereken bir yapıttır “Atatürk Atatürk”. 6 Temmuz 2003 günü yitirdiğimiz Kalpaksız Kuvacı Çelik Gülersoy -ölümünün yedinci yıldönümünde değerli bilgeyi saygıyla anıyorum- “Büyük Kurtarıcı”nın izinde yürüyen, Cumhuriyeti sahiplenmiş İstiklal Savaşı kahramanlarını, “Kuvayı Milliyeci”leri bakınız nasıl anlatıyor: “Vatanlarını savunmak için savaştılar. Bu uğurda sırtlarındaki tek elbiseyi, yıllarca giydiler. Cepleri para görmedi, pabuçlarındaki deliği, içine mukavva keserek örtmeye çalıştılar.”

Çelik Gülersoy, “Atatürk’ün Sevgilileri”ni de şöyle tanımlıyor:

“Temiz ahlaklı, barışçı, çalışkan, aydınlanmayı ve yükselmeyi hedef seçmiş, içi vatan sevgisi ile dolu, tutkulu gençlerdir, Atatürk’ün sevgilileri.” Çelik Gülersoy’un Atatürk ile ilgili şu sözlerine nasıl katılmazsınız?

“En ileri toplumların bile, ancak birkaç yüzyıl sonunda başarabildikleri bir düzeni, Atatürk, olağanüstü iradesi ile, Türkiye’ye birkaç yıl içinde sundu. Hangi ülkede, kanlı bir savaşın hemen ardından, ateşten çıkmış bir komutan, her biri bir barış, sanat ve güzellik bahçesi olan müziğin, tiyatronun, operanın, perdelerini açabilmiştir?”

Çelik Gülersoy, günümüzün kimi entellerini Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan 3 Nisan 1995 tarihli yazısında şöyle eleştirmişti:

“Bu genç adamın unuttuğu şey, 1920’lerde bu topraklarda bir holdingin değil, bir devletin kurulması savaşının verildiğidir. Kalpaklılar, o devletin tarihte ilk kez ‘ulusal’ ve uzun yıllar sonra ‘ilk kez bağımsız’ olması için ortaya canlarını koymuş idealistlerdir.”

 
Tarihçe
8 bin yıl önce Mezopotamyalıların arpayı ekmek yapmak için ilk ıslah etmesiyle bira yapımı başladı.
6 bin yıl önce Sümerler, Godin Tepelerinde (Batı İran ve Anadolu) bira ve şarap içiyorlardı. Paleolitik çağda fermente edilmiş meyve, tahıl ve baldan alkol yapılıyordu.
Metanol, Yunanca Methy ve Sanskritçe Madhu kelimelerinden gelir ve bal, sarhoş eden madde anlamına gelir.
Alkol kelimesi Arapçadan gelmektedir.
Distilasyon, İS 8. yy’da Arabistan’da başlamıştır.

Alkolizmin Kliniği

 
Alkolizm, davranışsal bir bozukluktur.
Tekrarlayıcı olarak fazla miktarlarda alınan alkole bağlı problemler gelişmesi anlamına gelir.
Alkolik, kötü sonuçlar doğurmasına rağmen, kompulsif bir biçimde alkol içmeye devam eder.
Alkolizmde, alkol alımının sınırlanması ile ilgili kontrol kaybolmuştur.

İnsanlar neden içiyorlar?

 
– Zevk almak
– Duygudurumu düzeltmek
– Stresle başa çıkmak
– Alkol içme arzusu (craving, aş erme)

Alkoliğin hayatı

 
İçenlerle arkadaşlık eder, evlenir
İçmek için her zaman neden vardır: mutluluk, neşesizlik, gerginlik vs
İçme fırsatları sonsuzdur: maç, av, parti, tatil, doğum günü vs
Alkolizm ilerledikçe problemler artar, yalnız içmeye başlar, gizlice içer, şişeleri saklar, durumun ciddiyetini saklamaya çalışır
Suçluluk duygusu gelişir, suçluluk ve pişmanlık duygularını bastırmak için daha çok içmeye ve sabahları kalkınca içmeye başlar.

Alkolizmde kısır döngü

 
Suçluluk ve anksiyete nedeniyle daha çok alkol alır, alkol aldıkça anksiyete ve depresyon derinleşir ve şu belirtiler ortaya çıkar: Uyku kalitesinde bozulma, gece uyanmalar, depresif duygudurumu, huzursuzluk ve sıkıntı hisleri, panik nöbetleri, göğüs ağrısı, çarpıntı, nefes almada zorluk

Alkolizmde fiziksel bulgular

– Arkus senilis: gözün kornea tabakasında yağ halkası
– Acne rosecea : kırmızı burun
– Palmar eritem: avuç içinde kırmızılık
– Asteriksis: Elde flapping tremor (büyük amplitüdlü titreme)
– Sigara yanıkları: parmak, göğüs vs’de
– Morarıklıklar (düşme ve çarpmalara bağlı)
– Hepatomegali (karaciğer büyümesi), karın ağrısı
– Spider anjioma
– Periferik nöropati (el ve ayaklarda his kusurları, uyuşma vs)
– Kan tetkiklerinde anormallikler: GGT, MCV, AST, ALT, ürik asit, trigliseritler, üre yükselir.

Doğal gidiş, cinsiyet farkı

 
Erkeklerde daha erken başlar (20 civarı), sinsi gidişlidir, 30 yaşından önce problemleri farketmek zordur. 45 yaşından sonra başlama nadirdir.
Kadınlarda başlangıç daha geç olur, depresyon daha sıktır.

Alkolizm tipleri

 
Gamma tipi alkolizm: Çok aşırı miktarda alkolün aralıksız biçimde alındığı epizotların yaşandığı, ama aralarda alkol alınmayan dönemlerin olduğu alkolizm tipi. Örneğin kişi günler boyunca sızıncaya kadar alkol alıp ayılır ayılmaz içmeye devam eder. Sağlık durumu nedeniyle içemez hale gelince birkaç gün hasta yatar, daha sonra 1-2 hafta alkol almaz ve sonra herşey yeniden başlar. Bu kişilerde temel problem alkol alımı ile ilgili kontrol kaybıdır, yasal ve sosyal problemler ön plandadır. Bunun tersine “Fransız tipi alkolizm”de kişi sürekli olarak fazla ama aşırı olmayan miktarlarda alkol alır, alkol kullanımı bir hayat tarzı haline gelmiştir. Herhangi bir nedenle alkol içmeyi durdururlarsa alkol yoksunluğuna girebilirler. Uzun vadede sağlık problemleri ortaya çıkar.

Tip A-B ya da 1-2: Erken yaşlarda başlayan, ailede alkolizm öyküsünün varolduğu, antisosyal kişilik bozukluğu ile birlikte sık görülen kötü gidişli alkolizm ve daha geç yaşta başlayan, aile öyküsünün olmadığı, daha çok depresyonun eşlik ettiği, daha iyi gidişli alkolizm tipi.

Komplikasyonlar (alkolizmin sonuçları)

 

Sosyal:
-Boşanma, terkedilme
-İş sorunları, devamsızlık
-Ev-iş-trafik kazaları
-Adli problemler

Tıbbi:

 1.Akut sorunlar  2.Kronik sorunlar  3.Yoksunluk belirtileri
Karaciğer harabiyeti, kardiyomiyopati (kalp büyümesi), anemi (kansızlık), yüksek tansiyon, trombositopeni (pıhtılaşma sağlayan hücrelerde azalma), miyopati (kas yıkımı), kanser, teratojenite (anne karnındaki bebekte anormallikler), pankreatit (pankreas iltahabı), pnömoni (zatüre), merkezi sinir sistemi bozuklukları (retrobulbar nörit,Wernike-Korsakoff Sendromu ve bunaması, serebeller atrofi)

Alkol Yoksunluğu belirtileri

 
Otonomik hiperaktivite (terleme, nabız 100’ün üstünde)
titreme
uykusuzluk
bulantı ve kusma
geçici halusinasyon ve ilüzyonlar: alkolü bıraktıktan sonra 1-2 gün içinde görülür.
psikomotor ajitasyon
anksiyete
grand mal konvülzyonlar (epileptik nöbetler): alkolü bıraktıktan sonra 2 gün içinde görülür.

Deliryum tremens:
Uzun süre fazla miktarda alkol alan kişilerde alkolü kestikten 2-3 gün sonra ortaya çıkabilen, ölüm riski taşıyan bir tablodur.
Bilinç ve konsantrasyon bozukluğu, görsel halusinasyonlar (gerçekte var olmayan şeylerin görülmesi), bulunduğu zamanı ve yeri karıştırma ile kendini belli eder, hızlı başlayıp dalgalı bir seyir gösterir.

En sık eşlik eden psikiyatrik bozukluklar

 
– Majör Depresyon: Alkol bağımlılarının %30-50’sinde görülür
– Anksiyete bozuklukları: %30 sıklıktadır. Erkeklerde sosyal fobi, Kadınlarda agorofobi sıktır.
– İki uçlu duygudurum bozukluğu (manik depresif b)
– Diğer madde bağımlılıkları: başta sigara olmak üzere esrar vs.
– Kişilik Bozuklukları: antisosyal ve sınırda kişilik bozuklukları.

Alkolizm tedavisi

Alkolikler tedavi için başvurduklarında genellikle ‘dibe vurmuşlardır’ yani sağlık, aile, meslek, sosyal yaşam vb yönlerden büyük kayıplara uğramış ve çaresiz duruma düşmüşlerdir. Bu hale düşmeden pek çok alkolik bu zevki terketmeye yanaşmaz, ya da buna karar verse de kolayca vaz geçer. Önemli olan bu denli kayba uğramadan bu kısır döngüyü durdurmaktır. Bu nedenle kişinin alkolik olduğu yani alkol karşısında zayıf, hatta alkolün esiri olduğunu farkedip kabullenmesi düzelmenin başlangıç noktasını oluşturur. Erken dönemdeki alkoliklerin bu gerçeği farketmeleri için “motive edici görüşmeler” yapılır.

* Alkolizm tedavisi yoksunluk belirtileri kalktıktan sonra başlar

* Hedef ayıklıktır (sobriety): Eşlik eden psikiyatrik bozuklukların ayırıcı tanısı ve tedavisi için de bu önemlidir.

* Ekip tedavisi gerekir

* Tedavi hastanın ihtiyaçlarına göre seçilmelidir.

* Tedaviden sonra uzun süreli izlem gereklidir. Kişi uzun süre hastanede kalsa bile daha sonra izlenmezse alkole dönmesi kolaydır. Düzenli aralıklarla görüşmelere ya da kendine yardım gruplarına katılmalıdır.

* Nüksler (tekrarlamalar) ilk 6 ayda en sıktır.

İlaç tedavileri

* Disulfiram (Antabus)

* Antidipsojenikler:

Naltraxone, Acomprasate

* Seratonerjik antidpresanlar

* Lityum

Psikoterapi

* Sıcak ama biraz otoriter bir yaklaşım gereklidir.

* Adsız Alkolikler gibi kendine yardım grupları tedaviye entegre edilmelidir.

* Davranışçı-kognitif tedaviler iyi sonuç verir.

* Eğitimsel faaliyetler tedavinin önemli bir parçasıdır.

* Psikoterapilerde iç görü üzerinde yoğunlaşılmamalıdır. Psikanaliz gibi bu türdeki terapiler alkol kullanımını daha da arttırabilir.

* Hastanın içinde bulunduğu aile ele alınmalıdır, çünkü alkolizm bir “Aile Hastalığı”dır.

ALKOLİZM ve Tedavisi

Alkol bağımlılığı, sigaradan sonra toplumda en yaygın görülen psikoaktif madde bağımlılığıdır.

Alkol tüketimi ve içme örüntüsü çok çeşitlilik göstermektedir. Sosyal kullanımdan, zararlı kullanım ve bağımlılığa kadar giden bir süreç izlenir. Kullanılan alkol miktarı ve sıklığı arttıkça, bununla ilişkili tıbbi ve psikolojik sorunlar da artmaktadır. Tüketilen alkol miktarı ile ilişkili olarak, kan alkol düzeyi yükselmektedir.

 Kan alkol düzeyi yükseldikçe ortaya çıkan tablo ağırlaşmakta, giderek koma ve ölüm görülebilmektedir. Bu nedenle alkol kullanım sorunu olmayan kişilerin de alkol tüketim miktarlarının kontrollü olması önemlidir.

Alkol kullanım bozukluklarında ülser gibi çeşitli mide barsak hastalıklarına; karaciğerde yağlanmadan, siroza kadar önemli karaciğer hasarına; gıda ile alınan birçok besinin emilimini bozarak, beslenme bozukluklarına; kalp ve damar hastalıklarına ve nörolojik hastalıklara rastlanmaktadır.

Aynı zamanda depresyon, kaygı bozuklukları, psikotik bozukluklar sık görülür. İntihar oranları daha yükselmektedir. Alkol bağımlılığında aynı zamanda aile içi sorunlar, çalışma hayatında ortaya çıkan problemler, çeşitli yasal sorunlar ve toplumsal yaşamın etkilenmesi görülür.

Tıbbi ve sosyal birçok sorunun yaşanmasına karşın, alkol kullanımının devam etmesi bağımlılığın tanınmasında önemli bir ipucudur. Alkol kullanım sorunu olan kişiler, böyle bir sorunları olduğunu kabul etmekte zorlanırlar. Aile içinde, işte, sağlıkları ile ilişkili ve toplumsal hayatta çeşitli sorunlar yaşansa dahi, bu sorunlarla alkol kullanımları arasında bir bağlantı kurmazlar.

Bu sorunların kaynağının alkol dışı nedenler olduğunu düşünürler. Alkol kullanımı ve ortaya çıkan olumsuz sonuçlar arasında bu bağlantıyı kurmadıkları için tedaviye başvurmak için de bir nedenleri bulunmaz. Bu noktada aile üyeleri ve çevrelerindeki kişiler sorunun kaynağı ile bağı kurmalarında önemli bir rol üstlenebilirler.

 Alkol kullanımının bir sorun olduğu farkedildiği zaman yapılacak en doğru işlem tedavi kurumları ile ilişki kurmaktır. Alkol bağımlılık yapan bir madde olduğu için, kesildiği zaman yoksunluk belirtileri ortaya çıkar. Çoğunlukla hafif yoksunluk belirtileri ortaya çıksa dahi, şiddetli yoksunluk bulguları da gözlenebilmektedir. Hatta bazı yoksunluk tabloları uygun tıbbi tedaviden yararlanılmazsa, ölümle sonuçlanabilir.

Tedavinin ilk aşaması alkolün vücuttan arınması olan detoksifikasyon tedavisidir. Bu tıbbi bir tedavidir. Detoksifikasyon, yoksunluk belirtilerinin şiddetine göre, ayaktan veya yatarak yapılabilir. Çoğunlukla bir hafta – 10 gün içinde detoksifikasyon tamamlanır.

Detoksifikasyon tamamlandıktan sonra, alkol bağımlısı için tedavinin uzun süreli bölümü olan psikososyal tedavi bölümü başlar. Burada yeniden kullanımın önlenmesi, riskli durumların tespiti, alkolsüz yaşamın inşası için değişimin sağlanması önemlidir. Ailenin tedaviye katılımı, tedavi başarısını artırmaktadır.

Bağımlılık düzelebilen bir hastalıktır. Bağımlı olan kişi, bu davranışını değiştirmeye hazır olduğu zaman uygun yaklaşımlarla başarılı bir şekilde tedavi edilebilir.

En önemli çağdaş tedavi yaklaşımı alkol ile ilişkili kendisinin ve çevresinin gördüğü zararı azaltmaktır. Bu nedenle alkol tüketimi ile ilişkili sorunu olduğunu düşünen kişilerin bir tedavi kurumuna başvurması, zararlı kullanım ve bağımlılık gibi sorunun tanımlanması ve uygun müdahalelerin yapılmasına olanak tanıyacaktır.

GENÇLİK: DEĞİŞİM VE SÜREKLİLİK

Yaşamın en önemli dönüm noktalarından biridir gençlik. En zorlu dönemlerinden olduğunu da söyleyebiliriz. Tüm çocukluk yaşantılarının yeniden gözden geçirildiği, doğa tarafından tüm eski yaşantılara ait yaraların onarımı, eksiklerin giderilebilmesi için yeni bir şansın sunulduğu, uygun olmayan yaşam koşullarında ise yeni yaralanmalara, kırılmalara en duyarlı olunan bir dönem.

Gençlik boyunca hızlı fizik, psikolojik, sosyal değişiklikler ortaya çıkar. Deneylerin yapıldığı, idealizm, çatışma ve belirsizliğin olduğu, kimlik duygusunun ve ayrılma ve bireyleşmenin gerçekleştirildiği dönemdir. Bu süreçte gencin başarmak zorunda olduğu birçok gelişimsel görev söz konusudur:

  • Ebeveynden ve diğer erişkinlerden belli ölçüde bağımsızlaşmanın başarılması gerekir.
  • Her iki cinsiyetten yaşıtlarıyla yeni ve daha olgun ilişkilerin başarılması gerekir.
  • Ergenlikle gelen değişikliklerin kabullenilmesi gerekir.
  • Temel eğitimsel süreçlerin tamamlanması gerekir.
  • Çeşitli hobilerin keşfedilmesi gerekir.
  • Sosyal olarak kabul görecek davranışların benimsenmesi gerekir.
  • Kişisel olarak önemli olan değer ve inançlarla özdeşimin gerçekleşmesi gerekir.
  • Belli ölçüde ekonomik bağımsızlığın kazanılması gerekir.

Toplumun araç-gereç dünyası ile iyi bir ilişkinin kurulması ve ergenlik çağının gelmesi ile çocukluk dönemi sona erer, gençlik çağı başlar.

Gençlik dönemi üç değişik bakış açısı ile değerlendirilebilir:

  • Psikoseksüel
  • Bilişsel 
  • Psikososyal

Psikoseksüel bakış açısıyla ergenlik;

  • Dürtüler yoğunlaşır.
  • Cinsellik ve sağlıklı agresyon erişkin olgunluğuna dönüşmede yaşamsal bir etki oluşturur.

Ergenlikte bilişsel gelişim;

  • Erişkinlik öncesindeki değişim açısından çok önemli bir güç oluşturur.
  • Ergenlik yıllarında soyut düşünme kapasitesi bakımından çok büyük bir genişleme, neden sonuç ilişkisi kurabilme, yargılama ve sentez yeteneği gelişir.
  • Erken ergenlik dönemiyle beraber genç, somut nesnelerin manipüle edilmesine bağlı olmadan düşünceleri manipüle edebilmekte olduğunu kavrıyor.
  • Soyut teorileri ve kavramları anlamaya başlıyor ve gelecekle ilgili ideal projeler oluşturabilme becerisine ulaşıyor.

Psikososyal bakış açısına göre ergenlik;

  • Gencin genetik olarak getirdikleri, toplumsal girdileri ve yaşam deneyimleri yeniden düzenlenir.
  • Bu yapıların tümü üzerinde tek, kişisel bir yapı oluşturmak üzere, yani ego kimliğini oluşturmak üzere yeniden çalışır genç.
  • Bu çalışma “kimlik bunalımı” (identity crisis) olarak adlandırılır.

Ergenlikte ruhsal-sosyal gelişim ve ergenin duygu ve davranışına yansımaları

Ergenliğin başlangıcı biyolojik bir olayla veya buna öncülük eden belirtilerle kendini gösterir. Ancak bitişini bu şekilde bir biyolojik karşılıkla belirleyemeyiz.  Buluğa erme fizik cinsel olgunlaşma ve eşlik eden fizik üreme yeteneğidir ve ergenlik boyunca sürecek bir dönemi harekete geçirir. Ergenlik deneyimleme-pratik yapma, böylece yeniden düzenleme dönemidir. Genç geçmiş psikolojik gelişimini bugün içinde bulunduğu fizik cinsel olgunluk düzleminde yeniden gözden geçirir, yeniden şekillendirir, geçmişi ve bugünkü deneyimlerini bütünleştirir ve böylece psikolojik yapısı erişkin yaşamda da kendine yetecek, kendi ayakları üzerinde durmasını sağlayacak yeni bir şekle kavuşmuş olur. Dönemin sonunda genç biyolojik ve toplumsal üreticilik yeteneğini kazanmış olur. Bu süreci yaşarken kimi zaman duraksamalar, sanki genç her şeyi askıya almış, durdurmuş gibi görüntüler karşımıza çıkabilir. Zaten bu nedenle dönem bir “moratoryum” dönemi olarak da adlandırılır. Yoğun sıkıntı ve çatışmaların eşlik etmediği günler-haftalarla sınırlı böyle durumlarda hemen endişeye kapılmak yersizdir. Bir çocuk veya gencin kişiliğinin şekillenmesinin hangi doğrultuda gittiğini tahmin etmek ve sürecin sağlıklı veya sorunlu olduğuna karar verebilmek için davranışlarının en az altı aylık bir zaman diliminde değerlendirilmesi gerekir. Gelip geçici dalgalanmalar henüz psikolojik olgunluğa erişmemiş, ruhsal yapılarını güçlendirme çalışmalarını tamamlamamış olan gençlerde dinlenme, ara verme, ilerleyici adımlardan önce mola alma dönemleri olarak ele alınabilir. Aslında zamanını boş geçiriyormuş gibi görünen genç, iç dünyasında geçmişini gözden geçirip, kendini tanıma, isteklerini anlama, kendini diğerlerinden ayırma, kendi olabilme, kendine özgü yollar bulma çalışması yapmaktadır. Birçok alanda kendini tanıma çabası, sonuçta kim olduğunu, neler yapmak istediğini, yetenek ve sınırlılıklarını, düşünce ve inançlarını, değer yargılarını belirlemesini ve hedeflerini oluşturmasını sağlar.

Kimlik duygusunun kazanılması

Kişinin toplumsal yerini, mesleksel konumunu ve cinsel kimliğini tanımaya, yerine oturtmaya çalıştığı bir dönemdir gençlik ve bu çabaya “kimlik bunalımı” denir. Dönem boyunca genç “ben kimim?” sorusunun yanıtını arar. Nasıl göründüğünü, nasıl bir insan olduğunu, başkalarının gözünde ve kendi gözünde nasıl algılandığını araştırır durur. Bedeninde ortaya çıkan hızlı büyüme ve değişiklikler ona artık bir erişkin görünümü kazandırmıştır. Başlangıçta vücudunda ortaya çıkan bu değişikliklere uyum sağlamak, ayak uydurmak zorundadır. Erkek çocuk kalınlaşan sesine, kız çocuk yeni büyüyen göğüslerine alışmaya çalışır. Hatta göğüslerini saklamak için kambur duran genç kızları hepimiz görmüşüzdür. Öyle enerjiktir ki genç, dürtüler öyle yoğunlaşmıştır ki, bir ilkokul çocuğunda alıştığımız hızlı uyum gösterme, boyun eğme özelliklerini onda görmemiz zorlaşır. Hızla öfkelenir. Yeni büyüyen bedeninde yeni ortaya çıkan duygularla tanışmakta, kendi cinselliğinin farkına varmaktadır. Böyle olunca önceki dönemdeki gibi kendi duygularının üstünü örtmesi artık mümkün değildir. Kendini keşfetme, kim olduğunu anlama ve bağımsızlaşabilme adımlarını hızla atmaya başlaması bu dönemin normal özelliklerinin başlamış olduğunu bize gösterir.

Dönemin başında ortaya çıkan fizyolojik değişiklikler, örneğin hormon salınımındaki hızlanma, gencin enerjisinin artması, kendi cinselliğini duyumsaması gibi yaşa özgü görüntülere neden olur ve aynı nedenle gençlerin öfkelenmeleri de kolaylaşmıştır. Bu artan enerji ve coşkusallık erişkin olgunluğuna dönüşmede yaşamsal bir etki oluşturur.

Ergenlik yıllarında zihinsel kapasitede de belirgin bir artış olur. Soyut kavramları anlayabilme neden sonuç ilişkisi kurabilme, yargılama ve sentez yeteneği gelişir. Düşünme yeteneğinin sınırları büyük ölçüde genişlemiştir. Bu yeni durum kimlik duygusunu geliştirebilmesi için uygun bir alt yapıyı gence sağlar. Kimlik duygusunun kazanılması sürecinde; geçmişte yaşanılmış olan çatışmalar yeniden yaşanır. Bu dönemde kendine göre ne olduğu ve ne olacağı ile, başkalarına göre kendisinin  ne olduğu sorularına yanıt arar. Kimlik duygusunun üç öğesi; cinsel, toplumsal, mesleksel kimliktir. Dönem boyunca dürtüler yoğunlaşır, genç  bir kız ya da erkek olarak nasıl göründüğünü, nasıl hissedip, nasıl davranması gerektiğini anlamaya, kısacası kendi cinselliğini tanımaya çalışır. Benzer şekilde toplum içindeki yerini, arkadaşlar arasında üstleneceği rolleri, sosyal becerilerini, başkaları tarafından nasıl görünüp toplum içinde nasıl bir yer bulabildiğini anlama çabasındadır. Belli bir mesleğe yönelme kimlik duygusunun önemli bir öğesidir. Kimlik duygusunun gelişimi, tüm ruhsal yapıların yeniden şekillenmesi, çocuğun zihninde bölük pörçük duran duyguların ve düşüncelerin bütünleştirilerek daha sağlam bir yapıya dönüştürülmesi anlamına gelir. Dönemin oldukça uzun bir çalışma gerektirdiğini unutmamak gerekir. Bu sağlam yapı oluşana dek genç oldukça kırılgan, hassas bir dönemden geçer. Kendisine olan ilgisi artmıştır, benmerkezcidir. Sürekli kendisi ile meşguldür. Aynanın karşısından ayrılmaz. Gözünü, kaşını, ağzını, burnunu, vücudunun nasıl göründüğünü inceler durur. Beğenmediği bir yanını gördüğünde telaşa kapılır. Tek tek saptadığı olumsuzlukları genelleştirir. Böyle anlarda olumlular geçerliliğini kaybeder. Bir anda yetersizlik duygusu ortaya çıkabilir. Yüzündeki bir tane sivilce nedeniyle dünyanın sonu gelmiş duygusuna kapılabilir. Beden görünümünü, beden sınırlarını keşfetmeye çalışmanın yanı sıra, genç düşünce ve duygularını da anlamaya çalışır. Beğenilerini, eğilimlerini, yetenek ve sınırlılıklarını anlayabilmesi için, arkadaşlarının olduğu ortamlarda kendini sınaması gerekir. Bu durum hem akademik alanda, hem de sosyal alanda kendi yeterliliğini anlamaya çalışması anlamına gelir. Nasıl konuştuğu, elini kolunu nasıl koyacağı, duygularını nasıl ifade edeceği, kendi düşüncelerini nasıl savunacağını düşünüp durur. Aynı zamanda nasıl göründüğünü de dert eder. Başkaları, özellikle arkadaşları onu nasıl görmektedir? Yeterince beğenilip onay görmekte midir,  sevilip aranmakta mıdır? Arkadaşlarının arasında grup içinde kendini göstermek, sesini duyurmak, önemsenmek gereksinimi vardır. Hangi rolde iyi ve yeterli, hangi rollerde sınırlı olduğunu belirleme çabaları içindedir. Bu saptamalar onu kimi zaman yüreklendirir, isteğini arttırır, kimi zaman da vazgeçmeye, geri durmaya iter. Böylece genç kendi sınırlarını keşfeder ve gerçekçi hedeflere yönelebilir. Bu hedefler mesleki olanları içerdiği kadar, yaşamın bütün diğer alanlarını da içermelidir. Okul yaşantısı boyunca başarısız olmuş, çalışma ve üretmenin tadını yakalayamamış, hiçbir mesleki amaç geliştirememiş bir gencin durumu ne kadar kaygı vericiyse, tüm gençliğini ders çalışarak geçirmiş, yaşıtları arasında az çok bir yer bulamamış, toplumsal sosyal alanlarda kendi rolünü ve yerini saptayamamış bir gencin durumu da, okulda çok başarılı olsa da kaygılanmamızı gerektirebilir.  “Kimlik bunalımı” her gencin değişik yoğunlukta yaşadığı doğal bir süreçtir. Bu süreç boyunca duygu ve davranışlarında değişiklikler göze çarpar, iç dünyasında yürütmekte olduğu çalışmaların dışa vurumudur bu değişiklikler. Eskisine göre daha hırçın, daha alıngandır. Arkadaşlarına yönelmiştir. Kendisiyle ve arkadaşlarıyla aşırı meşgul olması, dışardan bakıldığında bencilleştiği düşüncesini doğurabilir.  Anne babalar çocuklarını “bizden uzaklaştın, aklın hep başka yerlerde, evde yeterince sorumluluk almıyorsun,……” şeklindeki cümlelerle eleştirebilirler. Çocuklarının günün modasına uymaya çalışması, erişkinlerin hiç de beğenmeyeceği bir giyim tarzı ve saç stilini benimsemesi, gürültülü müzikler dinlemesini aileler yadırgayabilir. Hatta endişeye kapılabilirler. Oysa bu görüntüler dönemin normal özellikleridir. Dönem boyunca çocuğumuzun duygularında önceden kestiremeyeceğimiz hızlı dalgalanmaların olduğunu görebiliriz. Birkaç dakika önce neşeyle etrafta dolaşırken, bir arkadaşı ile yaşadığı ufak bir sorunun ardından tümüyle karamsar, üzüntülü, sinirli bir görüntü verebilir. Duyarlıdır. Bir öğretmeninin bir sözünden kendini aşağılanmış hissedebilir. Ani tepkiler verip öfkelenen gençlerin yanı sıra, hızla içine dönen, duygusallaşan, kendini geri çekenler de vardır. Duygulardaki bu dalgalanmalar, zaman zaman ortaya çıkan yetersizlik duyguları, eleştiriye duyarlılık, zaman zaman kendinden kuşkuya düşme dönemin normal sıkıntılarıdır. Dürüstlük, doğruluk, tutarlılık arayışı vardır. Bir yandan da çevreye uyum sağlama, arkadaşları arasında yer edinme, tanınma ve onaylanma gereksinimi vardır. Genç değişik ortamlarda kısmen değişik roller içinde bulunabileceğini, değişik tutumlar sergileyebileceğini kabul etmekte zorlanır. Düşünce ve inançlarına sıkı sıkıya bağlıdır, idealisttir. Sorunları nedeniyle izlediğim bir genç bir  keresinde “değişik arkadaş grupları içinde değişik düşüncelere katılmış gibi yapıyorum. Hangisinin benim düşüncem olduğunu bilmiyorum. Kendimi kimi zaman iki yüzlü gibi hissediyorum” demişti. Bu sözler, değişik zamanlarda değişik duyguları yaşamanın, veya farklı görüşlere esnek yaklaşabilmenin onda bir sadakatsizlik duygusuna neden olmasından kaynaklanıyordu. Gençlik dönemi bir alıştırma dönemidir. Düşünceler son şeklini alıp yerine oturana dek değişik görüşlere yaklaşma, onları tanıma çabaları olağan hatta sağlıklıdır. Aynı zamanda gençler değişik ortamlarda değişik biçimde davranmalarını da yadırgayabilirler. Oysa böyle davranmamız özünde aynı kişi olduğumuz, bizi biz yapan değişmez özelliklere sahip olduğumuz gerçeğini değiştirmez. Değişik ortamlarda değişik davranışlar sergileyebiliriz. Örneğin arkadaşlarımız arasında çok daha rahat olur, espriler yapar, her hareketimize dikkat etmek zorunda hissetmeyiz. Ama sınıf ortamında, büyüklerimizin yanında daha farklı, ciddi, dikkatli davranabiliriz. Bu bizim tutarsız, iki yüzlü olduğumuzu göstermez. Her iki durum da bize aittir. Hatta değişik durumlarda değişik rollere girebilme esnekliği uyum kapasitemizi de gösterir. Ama genç kimi zaman bunu böyle algılayamaz, birbirinden farklı duygu ve düşünceleri bir bütünün parçaları olarak göremez, kendini bölünmüş hisseder.

Kimlik oluşumu sürecinde çocukluk yaşantılarının etkileri

Sağlıklı bir kimlik oluşumu geçmiş çocukluk yaşantıları ile yakından ilişkilidir. Bebeklikte temel güven duygusu yeterince oluşmuş bir genç gelecekte iyi şeylerin olabileceği, zamanın iyi şeyler getirebileceği konusunda umut besleme yeteneğine sahiptir. Gencin kimliğini oluşturma sürecinde umut duygusuna gereksinimi vardır. Umudun yitirildiği durumda mücadele etme gücü de olmaz. Karşılaşılan tüm zorluklar yaygınlaştırılır, kötümser, karamsar yaklaşımlar, umutsuzluk ve vazgeçme ile birliktedir. Umut yitimi ilerlemenin önündeki en önemli engellerdendir. Özerklik-karar verebilme, girişimcilik-merak duygusu, çalışma ve yapıcılık-yeterlilik duygusu ile ilişkilidir. Ergenlik dönemi boyunca genç birçok rol seçeneği içinde denemeler yaparken, bu rollerden bazılarını seçip kendisine yön verebilecek bir karar verme becerisine sahip olmalıdır. Çocukluk yılları boyunca aşırı kontrol edilmiş, aşırı korunmuş, edilgen olmaya alışmış bir genç zamanı geldiğinde karar vermekte güçlük çeker ve attığı her adımda kendini bir ikilem içinde bulur. Utanma veya kendinden, yaptıklarından, kararlarından kuşkulanma işini büyük ölçüde zorlaştırır. Çocukluk yıllarında aşırı kurallarla büyütülmüş, soruları geri çevrilmiş, ayıplanmış, suçlanmış bir gençte de merak duygusu yetersiz kalır. Böyle gençler girişim yapması gereken durumlarda geliveren, hiç rahat vermeyen suçluluk duyguları nedeniyle etkinliklere dahil olmaktan kaçınabilirler. Gençlik boyunca zaten kendini sürekli göz altında tutup, zaman zaman da ağır biçimde eleştiren, yetersiz olduğunu hisseden genç, bir de çocukluktan bu tür miraslar getirmişse, ağır suçluluk duyguları baş edemeyeceği zorlukların nedeni olabilir.

İlkokul yıllarında her çocuğun becerilerini kullanmaktan tat almayı öğrenmesi, kendini işe yarar hissedebilmesi ve başkalarının takdir ettiği, onayladığı yeteneklerini keşfetmesine özellikle dikkat etmek gerekir. Bu yıllarda hep başarısız olmuş, bu nedenle çalışma ve sonuçta da yaptıklarından tat alma alışkanlığını kazanamamış bir çocuğu ergenlikte önemli tehlikeler bekler. İyiler arasında bir yeri olmadığı, hiçbir zaman başarılı olamayacağı, beğenilmeyeceği, hatta azarlanıp, dışlanacağını düşünen genç için tek seçenek kötüler arasında yer almak olur, çünkü kimse boşlukta kalmaya dayanamaz. Kendine benzer özellikler taşıyan gençlerle bir araya gelerek, onaylanmayacak, kendine zarar verebilecek etkinliklere katılması hiç şaşırtmamalıdır. Bu nedenle çocukluk yılları boyunca kazanılacak yeterlilik duygusunun önemi çok büyüktür. Tersine aşağılık duygusu geliştiyse risk altındaki bu çocukların geçmiş kırgınlıklarının onarımı için gençlik döneminde yeni bir şans sunulabilir.

Kimlik bocalaması

“Kimlik bocalaması” bunalımın ağırlaşması, geçici de olsa uyumun oldukça ağır biçimde bozulmasıdır. Çeşitli etmenler, kimlik oluşumu sürecinde gencin ruhsal dengesinde ciddi bozulmalara neden olabilir. Hepimiz hayata avantaj ve dezavantajlarla doğarız. Kendimizi iyi hissetmemiz olumlu ve olumsuz koşullarımız içinde sağlıklı bir dengeyi oluşturabilmemize bağlıdır. Kimi etmenler bu dengeyi oluşturmakta zorluk yaratır. Bunlar doğuştan gelen, mizaçla ilgili, yapısal ve bireyin kendine ait etmenler olabileceği gibi, sonradan oluşan yaşamla ilgili etmenler de olabilir. Çocukluk yaşantıları ve gelişim özellikleri, içinde yaşadığımız ailemize ait kimi özellikler, sorun ve çatışmalar, okul, arkadaşlar, sosyal çevre ve toplumsal sorunlar bu dengenin oluşturulmasında etkili olabilir. Kimlik bocalaması da bu tür sorunlar nedeniyle gencin kimlik duygusunun gelişmesinde ciddi sorunlar yaşandığının bir göstergesidir.

Kimlik bocalamasının belirtileri;

  • aşırı uçlara sapma
  • ağır cinsel kuşkular
  • yetersizlik duyguları
  • bunaltı ve panik durumları
  • anne-babaya, topluma aşırı karşı gelme
  • “ters kimlik” belirtileri şeklinde sıralanabilir.

Kimlik bocalaması ergenin dönemin gerektirdiği görevleri yerine getirmekte ciddi bir şekilde zorlandığının göstergesidir. Genç ve ailesi için profesyonel bir yardım alma gereksinimi doğar.

İkinci bireyleşme süreci olarak ergenlik

İnsanın biyolojik doğumu dünyaya gelmesiyle gerçekleşir. Psikolojik doğumun ise üçüncü yaşların sonunda annesi ile ikili ilişkiden kurtulması, kendini ayrı bir birey olarak duyumsaması, kendi sınırlarını diğerlerinden ayırması ile gerçekleştiği kabul edilir. Toplum içine ayrı bir birey olarak doğabilmek için ergenlik sonunu beklemek zorunda kalacaktır. Genç ancak, anne ve babasından ayrılıp kendi doğrularını yetenek ve sınırlılıklarını, değer yargılarını, düşünce ve inanışlarını belirleyerek ve kendisi için belli bir ülkü oluşturup bir amaca yönelerek toplumsal anlamda ayrı bir birey olmayı başarmış olur. Kimlik duygusunun sağlıklı oluşması için bireyleşme sürecinin tamamlanması gerekir. Gençlik dönemi ikinci bireyleşme dönemi olarak da adlandırılır (ilk bireyleşme üçüncü yaş sonunda tamamlanır). Bireyleşme süreci birbiriyle yakından ilişkili iki yaşantıyı içine alır;

  • ebeveynden ayrılma ve vazgeçme,
  • aile dışında ebeveynin başka karşılıklarını bulma.

Gelişimsel görev “bağımsızlaşma”dır. Bunun başarılabilmesi için gencin anne babasına eski bağımlılığını bırakması; onlardan belli ölçüde uzaklaşarak, kendini, onları, yaşamı şimdi daha büyümüş ve genişlemiş düşünme, yargılama, sentez yapabilme yeteneğini kullanarak yeniden gözden geçirmesi gerekir. Anne babadan bu uzaklaşma gereksinimi genci aynı zamanda aniden gelen bir boşluk içinde bırakır. Eskisi kadar bağımlı olma iznini zaten yaşam da vermez gence. Evde sık sık çocuklarımıza “sen artık büyüdün, çocuk gibi davranma” mesajını içeren sözler söylemez miyiz? Bu nedenle bağımsızlaşma hem bir gereksinim, hem de bir zorunluluk olarak gencin karşısına birdenbire çıkmıştır, ve genç bir anlamda bir yalnızlık içine düşürmüştür. Şimdi bu yalnızlık ve boşluğu dolduracak yeni ilişkilere gereksinim vardır. Genç ilişki gereksinimini doyurmak, boşluk duygusundan kurtulmak, öz saygısını destekleyebilmek için arkadaşlarına yönelir.

Bağımsızlaşma yakınları ile tüm bağlarını koparma anlamına gelmez. Tersine önceki yıllarda sağlıklı bağlanma yapabilmiş gençlerin bağımsızlaşma adımlarında daha az zorluk yaşadıkları, çok ağır çatışma ve sorunlara gerek olmadan sakin ve rahat bir şekilde kendi sınırlarını ebeveynlerinden ayırarak, ayakları üzerinde duracak duruma gelebildikleri kabul edilir. Ergenlik dönemi boyunca bağımsızlaşma yönünde çalışması gerekir gencin ve bu nedenle “sanki bağımsızmış gibi” davranır. Sağlıklı ilerleyen bir süreçte genç adam yerine konmak ister, sözünü geçirebilmek için kimi zaman biraz isyankar davranır, bunlar kendi düşüncelerini ayırma çabalarıdır. Ancak dönemin sonuna kadar gerçek bağımsızlık henüz söz konusu olmadığından, gencin ruhsal yapıları yeterli olgunluğa erişmediğinden zaman zaman anne babasına yeniden yaklaşıp onların desteğini almak ihtiyacı duyar. Bu bir nevi yakıt ikmalidir, bir süre dışarıda yeni rollerde kendini denemiş, kimi zaman başarılı hissedip, kimi zaman da engellenme ve hayal kırıklığı yaşamış ve bunları yaparken biraz da gücü tükenmiş olan genç, şimdi yeniden güven depolamak için en yakını olan kişilerin yardımına koşacaktır. Anne babaların gençle ilişkilerini, gencin gerektiğinde biraz uzaklaşmasına, ama sonra da kendilerine yeniden yaklaşmasına izin verecek bir sıcaklıkta tutmaları dönemin daha az sancılı ve daha sağlıklı geçirilebilmesi açısından çok önemlidir.

Bireyleşme süreci salınımlı bir süreçtir. Yani genç bir yönden diğer bir yöne, bir kutuptan diğerine gidip gelmeler gösterir, birbirine karşıt duygular yaşanır. Genç sevgi ile nefret duyguları arasında gider gelir. Bir yanda bağımsızlık çabaları, diğer yanda bağımlılık arayışı vardır. Erkeksi yönleriyle kadınsı yönlerini tanımaya çalışır. Uçlarda dalgalanmalar yaş için olağandır. Bireyleşme süreci boyunca, değer yargıları, ahlak kuralları, kısacası gencin vicdanı da önemli değişikliklere uğrar. Bireyleşme süreci tamamlanana kadar aşırı doğruculuk, yargılarında keskinlik, mutlak doğrulara inanma, yüceltme ve değersizleştirmeler, esnek olmayan kurallar söz konusudur. Dönem boyunca katı tutumlar esnetilir ve değer yargıları daha olgun, yumuşak bir biçim alır.

Bireyleşme süreci boyunca genç, geçmişteki ebeveynini şimdi daha gerçekçi bakış açısıyla yeniden değerlendirir. Çocukluk ideallerini geride bırakır. Böylece anne babasından onların mükemmel olmalarını beklemeyi de bırakır. Onları iyi yönleri ve kusurları ile kabullenebilecek bir olgunluğa erişir. Şimdi hem kendine ilişkin, hem de yakınlarına ilişkin ülkülerini dış gerçeğe uyacak şekilde değiştirir. Eğer kendi potansiyeline uygun gerçekçi ülküsel amaçlar içselleştirilirse “özgüven duygusu” sürdürülebilir. Olgunluk derecesi; “bireyleşme sürecinin” ne kadar ilerlediğine bağlıdır. Bireyleşme “büyüyen insanın ne yaptığı ne olduğu konusunda giderek artan sorumluluk alması” anlamına gelir. Tüm sorumluluğu ebeveyne ve diğer önemli kişilere yüklemek, bunları karşı konamaz olarak algılama, amaçsızlık ve yabancılaşma  ile sonuçlanır. Karşı koyabilme olgunlaşmanın göstergesidir. Ebeveynden sağlıklı ayrışmada yetersizlik olduğunda, bu durum gençlik döneminin bitimine kadar çözümlenemezse, yani insan ebeveyninden kendini biraz uzaklaştırıp, kendini ve onları olumlu ve olumsuz yönleriyle tanıyıp kabullenmeyi başaramazsa, çeşitli sorunlar kendini gösterir. Böyle bir kişi ya erişkin yaşamın gereklerini yerine getiremeyecek bir bağımlılık içinde kalır. Birçok erişkin rolünde aksamalar ortaya çıkar. Kendi doğruları, kendi kararları yoktur. Diğer bir olasılık da ebeveyni ve dolayısıyla kendisi ile çatışmalarını çözememiş, onları ve dolayısıyla kendisini olduğu gibi kabullenememiş ve değiştirme çabalarını bırakamamış, olumsuz duyguları olumlu olanlarla bütünleştirememiş bireylerde ortaya çıkar. Kendini içsel olarak onlardan ayırmadaki güçlük nedeniyle, fiziksel olarak uzaklaştırma, kaçma, değersizleştirme, itibardan düşürme, yaşadığı şehri, ülkesini bırakıp gitme gibi çözümler oluşturulur. Ancak bu şekildeki uzaklaşmalar da gerçek bir bütünlük duygusu, iç huzuru ve özgüven duygusunu içinde barındırmaz, tedirginlik ve sorunlar sürer gider.

Ebeveynin rolü

Gencin kimliğini oluşturma, ruhsal ve duygusal olarak farklı bir kişi olma çabasının başarılı olması için ebeveynin de desteği gerekir. Kendi bireyleşme sorununu çözümlememiş ve belli bir düzeyde duygusal olgunluğa ulaşmamış ebeveyn çocuğun bağımsız olarak düşünmesini bir tehdit olarak algılar. Ergenlik boyunca hem genç hem de ailesi neredeyse eşit güçte bir kriz yaşarlar. Genç yeni bastıran yoğun duyguların etkisi altındadır. Erişkin durumundaki ebeveyn yaşamını anlamlı, kendini ruhsal ve sosyal açıdan üretken ve değerli hissedebilmek için en değerli olan, kendini adadığı çocuklarının şimdiki durumları ve başarıları ile yoğun olarak ilgilenmektedir. Çocukların başarısı onların başarısı, çocukların sorunları ise onların sorunlarıdır adeta. Yaptıklarıyla övünür, yapamadıklarında başarısızlık, hatta suçluluk hissederler.

Ebeveyn de ergenle eşit güçteki bir krizi yaşamakta olduğundan, çocuğun bireyleşme ve özerklik yönündeki çabalarını sabote edebilir. Böylece duygusal anlamda bir kayıptan kaçınmış olur, kendisini yaşlanma ve rollerin yeniden değişmesi konusunda rahatlatabilir. Kendi bireyleşme sorununu çözümlememiş bir ebeveyn kontrolü ve gücü elinden bırakmak istemez. Çocuğun bağımsız olarak düşünmesini bir tehdit olarak algılar. Bilerek veya istemeden engeller koyar.

Yaşıt Grubu:

Yaşıt grupları erken çatışmalarını çözümlemeye çalışan gence yargılayıcı olmayan bir destek sağlar. Yaşıt ve grup ilişkilerinde “pratik yapma niteliği” vardır. Bu zaman için oluşturulur, sürekli bir bağlantıyı gerektirmez. Bu özellik bazen anne babalarda endişeye eden olur. Gencin sürekli arkadaş ya da sevgili değiştirmesi, sebatsızlık, tutarsızlık gibi değerlendirilebilir. Özellikle kız erkek arkadaşlığında ahlaki kaygılar ortaya çıkabilir. Oysa bu yaştaki arkadaşlıklarda gerçek bir cinsellikten çok karşı cinsle ilişkide kendini, karşı cinsi tanımak, duygularını ayrımlaştırmak, sınırlarını belirlemek gibi amaçlar ön plandadır. Ergenlerin yaşıt grubuna katılımları, arkadaş aramaları birçok nedenden dolayı bir gereksinimdir, bir zorunluluktur. Yaşıt grubunun ya da  arkadaşın  önemini artırarak  yavaş yavaş ebeveynlerin yerini alması ergenlik döneminin bir gereğidir. Bunu değerlendiremeyen anne babalar çocuklarının kendilerinden uzaklaşmalarını, sürekli yaşıtlarının yakınında oluşlarını, kaygı ve kuşku ile karşılayabilir. Hele kendi ayrışma sorunlarını çözememiş ebeveynlerde, çocuklarının uzaklaşma eğilimleri yoğun kaygıya  neden olabilir. Bir de üstelik gençler evdekilere yabancılaşmış gibi davranırlar. Anne babaya yönelik eleştirilerin dozu artar, bunlara katlanmak kimi zaman gerçekten zor olur. “Benim çocuğum böyle değildi arkadaşlarından etkilendi, kötü arkadaşları onun da huyunu bozdu” benzeri yakınmalar hiç de az değildir. Oysa arkadaşların genç için, gelişimi destekleyici, yeniden yapılanmayı kolaylaştırıcı işlevleri vardır.

Gençlik dönemi çok olumlu özellikleri içinde barındırır. Yaşam boyunca yaratıcılığın en yüksek olduğu, duyguların coşkuyla yaşandığı, idealizmin, doğruluk ve dürüstlük arayışının ve içtenliğin en belirgin olduğu bir dönemdir. Böyle bir süreçte arkadaş ortamı esprinin, yaratıcılığın, empati-eşduyum gibi olumlu özelliklerin bolca yaşandığı bir alan olma özelliği taşır. Anne babasından uzaklaşan genç bir ölçüde boşlukta kalmıştır. Birdenbire geliveren bir hüzün duygusu, nedenini bilmediği bir iç sıkıntısı gencin yakasına yapışıverir. Böyle bir kayıp ile başa çıkmaya çalıştığı bir sırada arkadaşları bir can simidi gibi imdadına koşarlar. Bir ayna gibi işlev görür adeta yaşıtlar. Onların arasında bir çok gözlem yapma, değişik tutum ve davranışları deneme olanağı bulur ve görgüsü artar. Arkadaşlar bir tür geçiş nesnesi işlevi de görürler. Ebeveyninden kendini ayırma gayreti içinde olan gence dış dünya ile bütünleşmede, topluma katılabilmede aracılık ederler, deneyim olanağı sağlarlar. Duygulardaki dalgalanmalar arkadaş ilişkilerinde de kendini gösterir. Genç bir an çok bağlandığı arkadaşından ertesi gün uzaklaşabilir. Hızla başlayıp, hızla biten aşklar yaşanabilir. Böyle değişik duyguların yaşanması, giderek gencin kırılganlığının, alınganlığının azalmasını, onun olgunlaşmasını, deneyim kazanmasını, kendi sınırlarını ve diğerlerininkini tanımasını ve ayırt etmesini mümkün kılar. Bir gruba ait olma duygusu da dönem boyunca çok önemlidir.

Ebeveynden bir ölçüde uzaklaşma, daha çok arkadaşları ile vakit geçirmeyi isteme dönemin normal özelliğidir ve kaygılanmayı gerektirmez. Ancak kimi gençlerin kendilerinden veya ailenin tutumundan kaynaklanan nedenlerle, dış dünyaya açılmada isteksiz davrandığı, anne babasının dizinin dibinden ayrılmadığı durumları da görürüz. Böyle durumların nedenlerini anlamaya çalışmakta yarar vardır. Çünkü karşı koyabilme olgunlaşmanın bir gereğidir. Böyle ergenler, bir ölçüde başkaldırma ve karşı koyma yoluyla kendi bireysel sınır ve eğilimlerini keşfetmek yerine, uyum ve boyun eğiciliğin ağırlıkta olduğu bir tutum sergilerler. Bu tür durumlarda kimlik duygusunun oluşum süreci erken tamamlanır. Genç yeterince sorgulamadan, kolaycı bir yöne gitmiş, erken bağlanma yapmıştır. Böyle oluşmuş bir kimlik duygusu kendi içinde çelişki ve uyumsuzlukları barındırabilir. Genç aslında kendisine ait olmayan kimi düşünceleri de benimsemiştir, ayrımlaşma, kendini tanıma yetersiz kalmıştır. Erişkin yaşamdaki mutsuzluklar, gerginlikler, ilişki sorunları, kendi kararlarını vermede yetersizlik, her alanda doyumsuzluk ve memnuniyetsizlik, işinden, eşinden, yaşamından sürekli yakınma gibi sorunlara neden olur.

Okul:

Okul ergenlik döneminde “geçiş nesnesi” işlevi görür. Gencin sadece dersleri öğrendiği akademik bir ortam değildir. Sosyal becerilerin kazanılması, topluma katılarak bir birey olmanın hissedilmesi öncelikle okul ortamı içinde olur. Genç arkadaşlarını en çok okul ortamı içinde bulur, yakınlaşır. Birçok yeni özdeşim yapma olanağını da sağlar okul. Arkadaşlar yanı sıra, ebeveyninden uzaklaştığı için bir kayıp duygusu yaşayan, biraz da boşlukta hisseden genç için bir öğretmenin yüceltilmesi örnek alınması çok sık rastladığımız bir durumdur. Öğretmene yapışma, ona hayranlık duyma, onun peşinden gitme eğilimi gençlerin sorunlarının çözülebilmesinde de çok önemli bir fırsat sağlar. Ebeveyniyle çatışmak zorunda olan, bu nedenle sanki bağımsızmış gibi davranan, ama gerçekte yönlendirilmeye, rehberlik almaya büyük gereksinimi olan genç için öğretmeni bir cankurtaran rolü oynayabilir. Maalesef okullarda yönetimin öğrencilerden beklediği çoğunlukla disipline uyma ve başarılı olma ile sınırlı kalmaktadır. Böyle bir beklenti etkin, sorgulayan, bazen de gürültücü bir sınıf ortamı yerine, pasif, boyun eğen öğrencilerden oluşan bir sınıf ortamının yeğlenmesi sonucunu doğurabilmektedir. Bağımlı öğrenci davranışı bağımsız olana yeğlenir. Karşı koyanlar böyle bir sistem içinde dışlanır, ağır biçimde eleştirilebilir. Eleştiriye duyarlılığın arttığı, grup içinde kabul görmenin öneminin arttığı, başkalarının gözündeki yerini sürekli sorgulayan bir genç için bu tür bir dışlanma ve eleştiri hiçbir olumlu etki sağlayamaz. Tersine isyan duyguları içindeki gencin öfkesi ve uyumsuzluğunda artış ortaya çıkar. Giderek durum bir kısır döngü haline gelebilir. Yönetimle sorunların gencin olumsuz tutumlarından kaynaklandığı kadar, okulun uygun yaklaşımlarla genci kazanmaya çalışmasındaki eksikliklerden de kaynaklandığına günlük pratikte sıkça tanık oluyoruz. Oysa ezberci öğrenim, bağımlılığın desteklenmesi, gencin yaratıcılığını ve sosyal gelişimini olumsuz etkiler. Sorunları olanların da tamamen toplum dışına itilmesine risklerin artmasına neden olur.

Akademik başarı ile ilgili alanların geliştirilmesi, diğer alanların ihmal edilmesi başka önemli sonuçları da beraberinde getirmektedir. Öğrencilerin okullarda işbirliğinden çok yarışmayı öğrenmesi, arkadaşlar arasında gerçek yakınlaşma ve dayanışma duygularının gelişmesinin önünde bir engel oluşturmaktadır. Depresyonda olan bir hastama bir arkadaşı destek olmaya çalışırken, diğer bir tanesi “boş ver yarışta bir kişi eksik olur” karşılığını vermişti. Sevgi ve destek olma duygusundan yoksun, sadece öne geçme ve yarışma duygularının beslendiği bir ortamda gençlerin rekabet duyguları kendilerini geliştirip başarılı olma değil, birbirini ezme, birbirinin önüne geçme şeklinde yönlendirilmekte, yapıcılıktan uzak, yıkıcılığın ön planda olduğu bir ortam  oluşturulmaktadır. Böyle bir ortamda okullarda öğrencilerin sınıf geçme uğruna kişilik bütünlüğünü bozucu, çoğunlukla pek dürüst sayılmayan yollara başvurması da yaygınlaşır.

Öğretimde bilgi kazandırmaya önem verilmesi, bu bilginin ne anlama geldiği üzerinde durulmaması da önemlidir. Genç insan çalıştığı işi anlamsız bulursa, toplum ve kendisi için bir değer taşımadığına inanırsa kendini işe yaramaz hisseder. “Çalıştığım işten hiçbir zevk almıyorum”, “çalıştıklarım ne işime yarayacak ki?”, “öğrendiklerimizin ne anlamı var ki?”, “yaptığım işin kime yararı var ki?” gibi sorular zihnini kurcalar. Gençte isteksizlik, zevk alamama, boşluk, anlamsızlık duyguları ortaya çıkar. Bir yandan da toplumda sürekli tüketim duygusu destekleniyorsa, bu durum sonuçta bireyin kendisini de yok edeceği, bir şey üretmeden sürekli harcama ve yok etme davranışına götürür. Bir grup gencin hiçbir toplumsal konuya, ciddi bir uğraşa ilgi duymadan sadece doyuma, eğlenceye ve harcamaya yöneldiği ortamlara da ne yazık ki rastlıyoruz. Böyle bir ortamın gerçek bir doyumu sağlayabilmesi olanaksızdır. Yaratıcılığın, üretkenliğin önemini yitirdiği, hiçbir engellenmenin olmadığı, sınırsız bir alma eğiliminin yaşandığı bu tür durumlar, gerçek bir olgunlaşmayı mümkün kılmaz. Bencillik, amaçsızlık, boşluk, yabancılaşma ve sonuçta mutsuzluk kaçınılmazdır.

SONLANIŞ

Ergenlik dönemi buluğa erme ile başlar. Ancak bitimi için böyle bir biyolojik olay ya da belirleyici olmadığından hangi yaşta sonlanacağını söylemek zordur. Gencin biyolojik ve toplumsal anlamda üretken hale gelmesi, kendi doğrularını, yönünü belirleyip belli bir hedef doğrultusunda kendi sorumluluklarını üstlenecek bir kapasiteye ulaşması ergenliğin bitmekte olduğunun habercileridir. Dönemin sonunda dünyayı iyiler ve kötüler olarak ikiye bölmeyi bırakır genç. Siyah ve beyaz olarak algılamak yerine grilere izin çıkmıştır. Bu durum hem kendisini değerlendirirken, hem de yakınları ile ilgili düşünce ve ilişkilerinde değişikliklere neden olur. Yüceltme ve değersizleştirmeler ortadan kalkar. Bireyleşme süreci tamamlandığında, insan ebeveynini yeterince iyi olarak görebilmeye veya en azından kusurlarına karşı daha merhametli yaklaşabilmeye başlar. Geçmişte yücelttiği, kimi zaman da çok kızıp değersizleştirdiği anne babası şimdi daha gerçekçi bir gözle değerlendirilir. Bireyin gerçekçi potansiyeline uygun ülküsel amaçlar (idealler) benimsenebilirse, erişkinlikte özgüven duygusu sürdürülebilir.

Birçok zaman erişkin yaşlara geldiği halde ergen özellikleri gösteren kişilere rastlayabiliriz. Kararlarından memnun olmayan, kendini huzursuz, tedirgin ve mutsuz hisseden, sürekli ilişkiler oluşturamayan, hiçbir amaca tam olarak yönelemeyen, sadakatle bağlanmayı gerçekleştiremeyen, belli bir olgunluk ve bütünlük duygusuna ulaşmamış kişilerdir bunlar. Bu tür belirtiler ergenlik döneminin sağlıklı olarak yaşanıp sonlandırılmasında yetersizlik olduğunun göstergesidir. Yani böyle kişiler kendini diğerlerinden ayrımlaştırmada, kendi sınırlarını belirlemede, kendi yetenek ve sınırlılıklarının bilincine varıp olumlu ve olumsuz öğeleri bütünleştirmede yetersizlik gösterirler. Kişiler arası ilişkilerde başarısız olurlar, çünkü esneklikleri yoktur. Diğerlerini de iyi ve kötü yanları ile kabullenemezler. Süreklilik duygusu yetersiz kalmıştır. Geçmişlerini iyi ve kötü yönleri ile kendilerinin bir parçası olarak görüp kabullenmekte zorlanırlar. Yani ergenlik boyunca hem yeterli değişimleri gerçekleştirememiş, hem de geçmişle sağlıklı bağlantıları yerine oturtup süreklilik duygusuna erişememişlerdir.  Böyle değişmiş ve gelişmiş bir ruhsal yapının varlığında sağlıklı bir kimlik duygusunun yerleşmesi de eksik kalmıştır. Bireyleşme sürecini sağlıklı bir şekilde tamamlayabilen kişiler ise, şimdi geçmişle daha sağlıklı bağlar oluşturabilirler. Kendi geçmişiyle barışmış, kendine ait olduğunu bildiği doğrularına şimdi daha gerçek bağlarla sarılmıştır. Kısacası bireyleşme ve kimlik duygusuna ulaşma, yakınlaşmayı mümkün kılar, sadakat ve bağlanma duygularını geliştirir, pekiştirir. Böylece insan karşı cinsle daha sağlıklı yakınlaşmalar yaşayabilir, aidiyet duygusu gelişir, değer yargıları, düşünce ve inançlarında bir tutarlılık ve süreklilik oluşur.

 BİLİŞSEL DAVRANIŞÇI TERAPİ NEDİR?

 

 

Bilişsel davranışçı terapi bir psikoterapi türüdür. İnsan davranışı ve duygulanımını inceleyen psikolojik modellerden yararlanılarak geliştirilmiştir. Bilimsel bir zemin üzerine kurulu olup birçok psikiyatrik bozukluk ve geniş bir sorun alanında etkili olduğu kanıtlanmış bir tedavi yaklaşımıdır.

Davranış tedavileri, genel bir tanımla öğrenme ilkelerinin davranış bozukluklarının analiz ve tedavilerine sistematik bir biçimde uygulanışı olarak tanımlanabilir. Davranış tedavileri doğrudan uyumsuz davranışlar üzerine odaklanır. Davranışçı tedavide bireye tedavinin mantığı aktarılıp, kaygı verici durumlarla karşılaştığında kaçmak yerine, kaygıyla başa çıkmak konusunda ne tür yöntemler uygulayabileceği aktarılır.

Bilişsel teoriye göreyse çocukluk çağındaki deneyimler öğrenme yoluyla bazı temel düşünce, sayıltı ve inanç sistemlerinin oluşmasına neden olur. Bu temel düşünce ve inançlar „şema“ olarak adlandırılır. Bu şemalar katı düşünce kalıpları olup, yaşamın daha ileri dönemlerinde bireylerin kendileri ve yaşadıkları dünyaya ilişkin algılarını biçimlendirmekte kullanılır. Psikiyatrik bozukluklar, bireyin bilinçli olarak farkında olmadığı bu olumsuz kalıpların içeriğindeki temel düşünceleri destekleyen bir yaşam olayının ardından gelişir.

Tedavide danışan kişi ile terapist çeşitli sorunları belirlemek ve anlamak için, iyileşmeyi hedef alan bir işbirliği içinde düşünce, duygu ve davranışlar arasındaki ilişkiler konusunda çalışırlar. Bu yaklaşım genellikle “şimdi ve burada” üzerine, yani o anda güncel olarak kişide sıkıntı yaratan sorunlar üzerine odaklanır. Çeşitli hastalıkların yaşamı kısıtlayan etkileri hastayla birlikte saptanır. Bireyin hastalığı nedeniyle yapamadığı çeşitli aktiviteler tedavideki hedefler olarak belirlenir ve tedavi sonunda hastalığın yaşam alanlarında oluşturduğu kısıtlanmalar ortadan kaldırılarak yaşam kalitesinin iyileştirilmesi amaçlanır. Bu tedavi yaklaşımında tedavi süresi oldukça kısadır.
Kişinin öz kaynaklarını kullanarak sıkıntı yaratan durumlarla başa çıkabilmesine yardımcı olacak becerileri kazandırmak asıl hedeftir. Terapist ve danışanın birlikte çalışarak saptadığı hedeflere ulaşmak ve “değişim” yaratabilmek için seanslar sırasında öğrenilenler seanslar arasında uygulamaya geçirilir. Seans içinde terapistten öğrenilen bilginin beceriye dönüştürülebilmesi için uygulamada “ev ödevleri” ya da egzersizlerden faydalanılır.
Özetle bilişsel davranışçı terapi sıkıntı yaratan belirtileri hedef alan, sıkıntıyı azaltmayı, düşünce biçimlerini yeniden gözden geçirmeyi ve sorun çözmede yardımcı olacak yeni stratejiler öğretmeyi amaçlayan etkililiğini araştırmalarla gösterilmiş bir psikoterapi türüdür.

Bilişsel davranışçı terapilerde terapist ve danışan birlikte danışanın sorunu hakkında ortak bir fikir edinerek sorunu birlikte anlamaya, mevcut sorunun danışanın düşünce, duygu ve davranışlarını ve gün içindeki işlevlerini nasıl etkilediğini belirlemeye çalışırlar.
Danışanın kişisel sorunlarının anlaşılmasını izleyerek terapist ve danışan bir sonraki aşamada tedavi hedefleri belirleyip bir tedavi planı oluştururlar. Terapinin amacı danışanın sorunlarını çözmekte halen kullandığı baş etme yöntemlerinden daha yararlı olabilecek yeni çözümler üretebilmesini sağlamaktır. Bunu izleyerek, danışanın terapi seansları içinde öğrendiklerini terapi seansları arasındaki süreç içinde de uygulaması istenir.

Pratik bir takım zorunlu durumlar bir yana bırakıldığında (belli bir süreyle terapiye gelebilme imkanı gibi) terapinin ne kadar süreceği terapistle danışan tarafından birlikte belirlenir. Genellikle 2-3 seanstan sonra ilk seanslarda ortaya konulan amaçlara ne kadar sürede ulaşılabileceği konusunda terapistin bir fikri oluşabilir. Bazı danışanlar için 6-10 görüşme gibi çok kısa bir süre yeterli olabilir. Daha uzun süreli çözüm gerektiren kişilik bozuklukları gibi durumlarda danışanlar aylarca hatta bir yılı geçen bir süre boyunca terapiye devam etmek durumunda kalabilirler. Danışanla başlangıçta, çok ağır bir kriz durumu söz konusu değilse haftada bir kez görüşülür. Kişi kendini daha iyi hissetmeye başlar başlamaz seansların aralığı açılmaya başlar önce 15 günde bir daha sonra üç haftada bire doğru görüşmeler kademeli olarak seyrekleştirilir. Bu henüz terapide iken öğrenilen becerilerin gündelik hayat içinde uygulanarak denenmesi şansını verir. Terapi sona erdikten 3, 6 ve 12 ay sonra birer güçlendirme seansı yapılır.

Bilişsel davranışçı terapi ile birlikte ilaç tedavisinin birlikte yürümesi mümkündür. İlaç kullanılması gerektiğini düşündüğü durumda terapistiniz bu durumu size söyleyerek durumun avantajlarını ve dezavantajlarını sizinle tartışacaktır. Birçok durum hiç ilaç kullanmadan tedavi edilebileceği gibi sadece ilaç kullanımıyla geçen sorunlar söz konusu olabilir. Her iki tedavi türünün de etkili olduğu durumlarda tercih danışmaya gelen kişiye bağlıdır. Bazı durumlar genellikle iki tedavinin birlikte kullanımına daha iyi cevap verir.

Bilişsel davranışçı terapinin çocuk ve ergenlerde kullanımı da oldukça iyi sonuçlar vermiştir. Genellikle depresyon, anksiyete bozuklukları, dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu, enürezis noktürna, travma ve travma sonrası stres bozukluğuyla ilişkili semptomların tedavisinde kullanılır.

Bu terapi türünün etkililiğini gösteren bilimsel veriler mevcuttur. Bu veriler bilişsel davranışçı terapinin aşağıda sayılan sık görülen psikiyatrik bozuklukların tedavisinde etkili olduğunu göstermiş ve bilişsel davranışçı terapi bu bozuklukların tedavisini konu alan pek çok kılavuzda etkili bir tedavi yöntemi olarak yer almıştır:

• Anksiyete bozuklukları
• Obsesif kompulsif bozukluk
• Panik bozukluk
• Hipokondriyazis
• Travma sonrası stres bozukluğu
• Yaygın anksiyete bozukluğu
• Depresyon
• Cinsel işlev bozuklukları
• Çift tedavileri ve aile terapileri
• Alkol ve madde kötüye kullanımı
• Yeme bozuklukları
• Somatoform bozukluklar
• Sosyal fobi
• Özgül fobiler
• Tik gibi çeşitli davranış problemleri
• Yeme bozuklukları
Ayrıca KDT’nin aşağıda yer alan diğer durumlarda da tedaviye katkı sağladığı gösterilmiştir:
• Şizofreni
• İki uçlu bozukluk (Bipolar bozukluk)
• Öfke kontrolü
• Kişilik bozuklukları
• Ağrı kontrolü
• Çeşitli sağlık sorunlarına uyum sağlama
• Uyku bozuklukları

İngiliz kadın hastalıkları ve doğum uzmanları kuruluşu The Royal College of Obstetricians and Gynaecologists (RCOG) raporuna göre, kürtaj karşıtlarının söylediklerinin aksine insan ceninin, 24 haftadan önce hiçbirşey hissetmediği savunuldu.

İngiliz Daily Telegraph’ın RCOG tarafından hazırlanan raporunu konu aldığı haberinde “Cenin herhangi bir acıyı söylenen gebelik döneminden (24 hafta) önce hissedemez” açıklamalarına yer verildi.

İngiliz Kraliyet Okulu Başkanı Profesör Allan Templaton öncülüğünde yapılan araştırma sonucunda, “Kürtaj karşıtı kampanyalar düzenleyenlerin insan ceninin acıyı hissetmesi konusunda belirledikleri tarih prematüre bebekler için söz konusudur. Bu, anne rahmindeki cenin için söz konusu olamaz” ifadesinde bulunuldu.

İnsan cenini üzerine yapılan araştırmadan elde edilen diğer bir sonuç ise, ceninin anne rahminde uykulu halde bulunduğu ve bilincinin olmadığı yönünde olurken; bu nedenle ceninin hayatına son verilirken anesteziye gerek olmadığı üzerinde duruldu.
Daily Telegraph’ın haberinde, kürtaj karşıtı kampanyalar yürütenlerin iddialarına da yer verildi. İstatistiklerin net olmamasına rağmen, son 10 yıldır prematüre bebeklerin hayatta kalma oranlarının arttığına dikkat çeken kürtaj karşıtları, “Kürtaj, insan yaşamını sonlandırmaya devam ediyor” dedi.

Gazete ayrıca, haberinde, iki yıl önce İngiltere Parlamentosu’nda, kürtaj uygulanabilen yasal sürenin 20 haftaya düşürülmesi için hazırlanan bir önergenin oylamaya sunulduğunu ancak geniş bir çoğunluk tarafından reddedildiğini hatırlattı.

Mashable sitesi web’in 10 kurucu babasını belirledi.

 CNNTürk’ün haberine göre, Benjamin Franklin, Thomas Jefferson ve George Washington gibi ABD’nin kurucu babaları fikrinden yola çıkan site, global düzeyde bir yaklaşım göstererek web’in babalarını seçti.

Mashable’a göre interneti internet yapan 10 baba isim şöyle:

1 – Tim Berners-Lee : Kendisi World Wide Web’in yani www’nin mucidi. Aslında CERN’de fizikçi olan ancak bilgisayar programcısı da olan Berners-Lee dünyanın ilk web browser’ını yaptı. O, ilk web server’ını kurdu ve HTML dilini icat etti.

2 – Marc Andreessen : Mosaic’in yaratıcısı… Netscape’in kurucusu…

3 – Brian Behlendorf : Apache Web Server’ının ilk geliştiricisi ve Apache Grubu’nun kurucularından…

4-5-6 – Rasmus Lerdorf, Andi Gutmans ve Zeev Suraski : PHP ile ilgili ne biliyorsak üçü de bundan sorumlu… PHP’yi 1995’te Lerdorf yarattı. Gutmans ve Suraski ise onu geliştirerek önce PHP3 sonra da PHP4’ü oluşturdu.

7 – Brad Fitzpatrick : LiveJournal’ın yaratıcısı… Facebook, MySpace gibi sosyal ağ sitelerinin önünü açtı…

8 – Brendan Eich : JavaScript’i yarattı… İlk adı Mocha’ydı… Sonra LiveScript oldu ve nihayet 1995’te JavaScript olarak hayatımızdaki yerini aldı.

9 – John Resig : Web’deki en popüler JavaScript Library’si olan jQuery’nin mucidi.

10 – Jonathan Gay : FutureWave Software’in kurucusu… Yazdığı SmartSketch isimli program bildiğimiz Flash’ın öncüsü oldu… Bu başlangıcın en “flaş” sonucunu şu an YouTube adıyla biliyoruz…

PSİKANALİZ: DİN Mİ, BİLİM Mİ?

Sayın Arkadaşım, İçgörü Merkezi Yöneticisi Psikolog Yavuz Erten’in http://www.pppderne gi.org/index. php?option= com_content&task=view&id=22&Itemid=13 web mekânından indirdiğim konuşmasını aşağıda okuyacaksınız. Kendisiyle bu konuda akademik seviyede (bir kongrede veya toplantıda) tartışmak istedim ama henüz bunu yapacak konumda olmadığını ifâde etti, başka birisini haberdar edeceğini ekledi ve şunu da ifâde etti: “Haklısın, konunun bu kadar mistifiye edilmesine ben de taraftar değilim”. Epey süre haber çıkmayınca, ben de bu yazıyı mekânıma koymayı uygun gördüm. Onun imlâsına dokunmayacağım. Sonra, kendi transkripsiyonumda kendi bildiğim şekilde yazacağım.

Psikolojik ve Psikiyatrik Bilgi ile Psişik Olanın Ayrımı – Psikanalist Adayı Yavuz Erten
(7 Eylül 2006 tarihinde, Hacettepe Üniversitesi’nde gerçekleştirilen 14. Ulusal Psikoloji Kongresi’nde “Türkiye’de Psikanaliz” başlıklı panelde sunulmuştur).

Psikanaliz bir asırlık gelişimini psikoloji, psikiyatri, pedagoji gibi bilim dalları ile yakın ilişki içinde geçirmiştir. Ayrıca uygulamalı psikanalizin ilgi alanları olan sosyoloji, tarih, sanat, felsefe ile de çeşitli alışverişlerde bulunmuştur. Psikanalizin uygulamacıları çoğunlukla psikiyatrist ve psikologlar olmuşlardır. Bu yakınlıklar, akrabalıklar ve alışverişler çeşitli melezlikler yaratsa da, geleneksel psikanaliz kurumu ve de kuramları açısından baktığımızda, psikanalizin kuramsal, teknik, kurumsal ve etik yapısı bu disiplinlerle ve onların uygulamaları ile kendi arasına belirgin bir sınır çizer. Bu anlamda, yukarıda değinilen alışverişler birleşme ve yekvücut haline gelmeler değil, sınır ticaretine benzetilebilir.

Psikanalitik bilginin üretimi ve uygulanması ve bu uygulamalardan gelen yeni bilgilerin bütüne katılımı süreci bir çerçeve gerektirir. Her şeyden önce şunu iletmek gerekir. Psikanalizin hedeflediği bilgi türü ile psikiyatri ve psikolojinin bilgi türünü birbirinden ayırmak için, psikanalizin bu bilgisel malzemesine “psişik” adını vermek uygun olur. Bu psikanaliz içinde sıkça başvurulan bir adlandırmadır. Bu kavram bir tartışma yaratabilir. Belki bazı çağrışımları kabul görmeyebilir. Ancak burada önemli olan “psikolojik bilgi” ile “psikiyatrik bilgi” ile bir ayırım yapmaktır.

Psişik bilgiyi psikolojik bilgiden ayıran en temel özellik, psikanalitik bakış açısıyla söylersek, bilginin sadece ikincil süreç özelliklerini değil, birincil süreci hedeflemesidir. Böylece bilinçli düzeyle sınırlı kalmayıp, bilinçöncesine ve bilinçdışına yönelmesidir. Bu bilginin ayırıcı özelliği, içgörüyü edinme sürecinin bilişsel yönleri ile birlikte duygulanımsal, somatik, duyumsal bir evrimleşme ve dönüşüm olmasıdır.

Bu psişik bilgiyi yani içgörüyü edinme sürecinin yaratılması için gerekli olan bir çerçeveden söz etmiştik. Nedir bu çerçeve? Bu çerçeveyi içsel ve dışsal diye ikiye ayırarak açıklayabiliriz. İçsel çerçeve analist ve analizan arasındaki ilişkiyi ve yapacakları çalışmanın dinamik yapısını düzenler. Çalışmanın tabi olacağı belli kurallar vardır. Zamansal, mekânsal, ilişkisel, parasal… Bu özelliklerin aşağı yukarı hepsi zaten diğer ekollerin uygulamaları tarafından da az veya çok benimsenmektedir. Bunlardan başka çerçeveyi düzenleyen bir başka özellik, analistin analitik ilişkideki varlığına dair özelliktir. Analist nötralite, anonimite ve perhiz ilkelerine bağlıdır. Bu ilkeler analist-analizan arasındaki ilişkiye belli bir yön ve itki katarlar. İçsel çerçeveyi düzenleyen bundan sonraki özellik kurama ait olandır. Bunu da ikiye ayırmak mümkündür. Birincisine “kuram-kuram” diyebiliriz. Bu, gelişim, yapı ve güdülenme hakkında, insanın temel yapılanması hakkındaki bir kuramdır. İkinci olarak ta tekniğin kuramı vardır. Aktarım nedir? Direnç nedir? Analizin safhaları nasıl gerçekleşir? Yorum nasıl yapılır? Tekniğin kuramı bu soruların yanıtlarını içerir.

Bu özelliklerin tamamı (yani, a-zamansal, mekansal, ilişkisel, parasal kurallar; b-analistin varlığının bağlı olduğu ilkeler; ve c-fondaki kuramsal özellikler) sürekli olarak birbirleriyle etkileşim içindedirler. Bu etkileşimin psişik bilgiye dönüşüm süreci araç olarak “aktarım-karşıaktarı m dinamiği”ni kullanır. Aslında psikanalizin içsel çerçevesinin varlık sebebi “aktarım ve karşıaktarım dinamiği”nin kristalize oluşunu sağlamaktır. Aktarımın yorumlanması ancak bu koşullarla sağlıklı yapılabilir.

Psikanalizin dışsal çerçevesine gelince… İçsel çerçeve analist-analist arasındaki çalışma ilişkisini düzenler, sinerji yaratır ve güvenlik sağlarken, dışsal çerçeve, bu analizin psikanalizin geneliyle, psikanaliz kurumu ile, bu spesifik analizi yapan analistin diğer analistlerle, analiz kurumuyla ilişkisini düzenler. Dışsal çerçeve öncelikle psikanalistin eğitimini içerir. Bu eğitim temel ve sürekli olarak ikiye ayrılır. Temel eğitim analist adayının analist olarak tanınmasını sağlayan eğitimdir. Bu eğitim şunlardan oluşur: -Analist adayının kendi analizi; analist adayının teorik eğitimi; analist adayının divanda hasta görerek aldığı süpervizyonlar. Analist adayı analist olduktan sonra ise, psikanaliz kurumu ile devam eden ilişkisinde ömür boyu süren bir eğitimsel işbirliği içindedir. Süpervizyonlar alır; eğitimlere, kongrelere katılır. Etik değerlendirilme sürecine tabidir. Analist hastası ile odada yalnızdır ama oda dışında üyesi olduğu kurumla, o kurumun üyeleri ile ve kullandığı bilginin geleneği ile ilişki içindedir. Psikanalitik ilişkinin içsel çerçevesinin desteği, güvencesi ve tamamlayıcısı dışsal çerçevedir.

Ayrıca unutulmamalıdı r ki, nasıl analist adayı analist olmadan önce analizden geçiyorsa, geçmişte teorik eğitim alan, süpervizyon alan aday zamanı gelince teorik eğitim ve süpervizyon verecektir. Psikanalitik çerçevelerin dinamiklerini kuşak ilişkilerine de benzetebiliriz.

Psişik bilginin oluşum, gelişim ve yerleşimi, kısmen örtüşük ancak bütünüyle bitişik bu iki çerçevenin –yani içsel ve dışsal çerçevenin- varlığına bağlıdır. Psikiyatri ve psikoloji bilgi üretim ve aktarma süreçleri bu çerçeveleri yaratmazlar. Bu disiplinlerin kendi yapılarına uygun çerçeveleri yoktur denemez. Her oluşumun kendisine göre çerçevesi vardır. Altı çizilmek istenen bu çerçevelerin farklarıdır.

NEDEN PSİKANALİZ DİN Mİ?

Şimdi aynı yazıyı spritüel şifâ anahtar kelimeleriyle ele alalım:

Psikolojik ve Psikiyatrik Bilgi ile Psişik Olanın Ayrımı – Spritüel Şifâcı Adayı Yavuz Erten
(7 Eylül 2006 tarihinde, Hacettepe Üniversitesi’nde gerçekleştirilen 14. Ulusal Spritoloji Kongresi’nde “Türkiye’de Spritüel Şifâ” başlıklı panelde sunulmuştur.)

Spritüel şifâ bin asırlık gelişimini psikoloji, psikiyatri, pedagoji gibi bilim dalları ile yakın ilişki içinde geçirmiştir. Ayrıca uygulamalı spritüel şifânın ilgi alanları olan sosyoloji, tarih, san’at, felsefe ile de çeşitli alışverişlerde bulunmuştur. Spritüel şifânın uygulamacıları çoğunlukla spritüel şifâcılar, mânevi şifâcılar, Reikiciler ve psikologlar olmuşlardır. Bu yakınlıklar, akrabalıklar ve alışverişler çeşitli melezlikler yaratsa da, geleneksel spritüel şifâ kurumu ve de kuramları açısından baktığımızda, spritüel şifânın kuramsal, teknik, kurumsal ve etik yapısı bu disiplinlerle ve onların uygulamaları ile kendi arasına belirgin bir sınır çizer. Bu anlamda, yukarıda değinilen alışverişler birleşme ve yekvücut hâline gelmelere değil de, sınır ticaretine benzetilebilir.

Spritüel bilginin üretimi ve uygulanması ve bu uygulamalardan gelen yeni bilgilerin bütüne katılımı süreci bir çerçeve gerektirir. Her şeyden önce şunu iletmek gerekir. Spiritüalizmin hedeflediği bilgi türü ile psikiyatri ve psikolojinin bilgi türünü birbirinden ayırmak için, spiritüalizmin bu bilgisel malzemesine “psişik” adını vermek uygun olur. Bu spiritüalizm içinde sıkça başvurulan bir adlandırmadır. Bu kavram bir tartışma yaratabilir. Belki bâzı çağrışımları kabûl görmeyebilir. Ancak burada önemli olan “psikolojik bilgi” ile “psikiyatrik bilgi” ile bir ayırım yapmaktır.

Psişik bilgiyi psikolojik bilgiden ayıran en temel özellik, spiritüalist bakış açısıyla söylersek, bilginin sâdece tâli vetire özelliklerini değil, aslî vetireyi hedeflemesidir. Böylece şuurlu düzeyle sınırlı kalmayıp, şuuröncesine ve şuurdışına, dolayısıyla Allah’a (cc) yönelmesidir. Bu bilginin ayırıcı özelliği, içgörüyü edinme manevî sürecinin bilişsel yönleri ile birlikte duygulanımsal, somatik, duyumsal bir evrimleşme ve dönüşüm olmasıdır.

Bu psişik bilgiyi yâni rûhaniyeti edinme sürecinin yaratılması için gerekli olan bir çerçeveden söz etmiştik. Nedir bu çerçeve? Bu çerçeveyi içsel ve dışsal diye ikiye ayırarak açıklayabiliriz. Dâhilî çerçeve spritüel şifâcı ve şifâ alan arasındaki ilişkiyi ve yapacakları çalışmanın dinamik yapısını düzenler. Çalışmanın tabi olacağı belli kurallar vardır: Zamansal, mekânsal, ilişkisel, parasal… Bu özelliklerin aşağı yukarı hepsi zaten diğer mâneviyatların uygulamaları tarafından da az veya çok benimsenmektedir. Bunlardan başka çerçeveyi düzenleyen bir başka özellik, şifâcının analitik ilişkideki varlığına dâir özelliktir. Şifâcı nötralite, anonimite ve eline-diline- beline sâhip olma ilkelerine bağlıdır. Bu ilkeler şifâcı-şifâ alan arasındaki ilişkiye belli bir yön ve itki katarlar. Derunî çerçeveyi düzenleyen bundan sonraki özellik kurama âit olandır. Bunu da ikiye ayırmak mümkündür. Birincisine “kuram-kuram” diyebiliriz. Bu, gelişim, yapı ve güdülenme hakkında, insanın temel yapılanması hakkındaki bir kuramdır. İkinci olarak da tekniğin kuramı vardır. Şifâ nedir? Direnç nedir? Spritüel şifânın safhaları nasıl gerçekleşir? Şifâ nasıl verilir? Tekniğin kuramı bu soruların yanıtlarını içerir.

Bu özelliklerin tamamı (yâni, a-zamansal, mekânsal, ilişkisel, parasal kurallar; b-şifâcının varlığının bağlı olduğu ilkeler ve c-fondaki kuramsal özellikler) sürekli olarak birbirleriyle etkileşim içindedirler. Bu etkileşimin psişik bilgiye dönüşüm süreci araç olarak “şifâ verme-şifâ alma dinamiği”ni kullanır. Aslında şifâcının derunî çerçevesinin varlık sebebi “şifâ verme ve şifâ alma dinamiği”nin kristalize oluşunu sağlamaktır. Şifâ vermenin yorumlanması ancak bu şartlarda sıhhatli bir şekilde yapılabilir.

Spritüel şifânın hâricî çerçevesine gelince… Derunî çerçeve şifâcı-şifâ alan arasındaki çalışma ilişkisini düzenler, sinerji yaratır ve güvenlik sağlarken, hâricî çerçeve bu analizin spritüel şifânın geneliyle, spritüel şifâcılık kurumu ile, bu spesifik şifâyı veren şifâcının diğer şifâcılarla, şifâ kurumuyla ilişkisini düzenler. Hâricî çerçeve öncelikle şifâcının eğitimini muhtevidir. Bu eğitim temel ve sürekli olarak ikiye ayrılır. Temel eğitim şifâcı adayının şifâcı olarak tanınmasını sağlayan eğitimdir. Bu eğitim şunlardan oluşur: Şifâcı adayının kendi şifâ buluşu; şifâcı adayının kuramsal eğitimi; şifâcı adayının dergâhta dertli görerek aldığı ilhamlar. Şifâcı adayı şifâcı olduktan sonra ise, psişik şifâ tekkesi ile devam eden ilişkisinde ömür boyu süren bir mânevi işbirliği içindedir. İlhamlar alır; zikirlere, başka dergâhlarla buluşmalara katılır. Ahlâkî değerlendirilme sürecine tabidir. Şifâcı hastası ile odada yalnızdır ama oda dışında üyesi olduğu dergâhla, o dergâhın mürşitleri ile ve kullandığı bilginin geleneği ile ilişki içindedir. Spritüel şifâcılık ilişkinin derunî çerçevesinin desteği, güvencesi ve tamamlayıcısı hâricî çerçevedir.

Ayrıca unutulmamalıdı r ki, nasıl şifâcı adayı şifâcı olmadan önce şifâ buluyorsa, geçmişte mânevi eğitim alan, ilham alan aday zamanı gelince mânevi eğitim ve ilham verecektir. Spritüel şifâcı çerçevelerin dinamiklerini kuşak ilişkilerine de benzetebiliriz. Bunun ne zaman ve nasıl olacağını bir tek Allah (cc) bilir.

Psişik bilginin oluşum, gelişim ve yerleşimi, kısmen örtüşük ancak bütünüyle bitişik bu iki çerçevenin –yâni derunî ve hâricî çerçevenin- varlığına bağlıdır. Psikiyatri ve spritoloji bilgi üretim ve aktarma süreçleri bu çerçeveleri yaratmazlar. Bu disiplinlerin kendi yapılarına uygun çerçeveleri yoktur denemez. Her oluşumun kendisine göre çerçevesi vardır. Altı çizilmek istenen bu çerçevelerin farklarıdır.

SANIRIM ANLAŞILDI

Şimdi, benim Yavuz’un şahsına veya bir disipline şuûrsuzca saldırdığımı sanarak ânında öfke patlatacak sekterleri baştan bir tarafa bırakırsak, sanırım samimiyetimi gören okuyucu buradaki derin epistemolojik sorgulamanın farkına varmıştır.

Psikanalizin kendi a priori’lerini mutlak doğru kabûl etmesi itibâriyle dogmatik yapısı, yanlışlanabilme ilkesine ters düşmesi, sonuçları bu peşin hükümlerle değerlendirmesi, birilerinden icâzet (farkında iseniz tam olarak “bilimsel eğitim” değil) almadan bu işin yapılamaz olması, birtakım üst merkezlere dâima bağlı kalınacağı teminatının verilmesi… Bunlar hep mistifikasyonlar değil de nedir?

Nitekim Melanie Kleinciler (Talât Parman ve arkadaşları), klâsikçiler (baba ve kız Freud’ların izinden giden Saffet Murat Tura ve varsa diğerleri), yeni Gurucular (Türkiye’de en önde geleni Vamık Volkancılar, bunlar da birkaç alt gruba bölünmekteler: Abdülkadir Çevikçiler bir de Politik Psikiyatri Derneği kurdular, Kanal B’de milliyetçi ama politik psikiyatri uzmanı olmuş, genellikle sol eli ceket cebinde konuşan bir meslekdaşımız Abdülkadir Hoca’ya hitap ederken sürekli “Sayın Genel Başkan” demekteydi, ilginç dinamikler…) ayrı ayrı derneklerde örgütlenmişler ve birbirlerinden hiç hazzetmiyorlar. Saffet Murat Tura gibi bireysel “takılanlara” ise kendisi divana uzanıp analizden geçmediği için çok kızıyorlar; o da Sigmund Freud’la tam bir özdeşleşme-benimseme içerisinde, Freud’un kendi analizini kendisinin yaptığını hatırlıyor, hatırlatıyor (CV’si de Freud’unkine çok benzer bu değerli meslekdaşımızın, fizyolojiden psikiyatriye, oradan da psikanalize seyahat etmiştir).

Kurumsal anlamda din basitçe memetik bir havuzdur, bol mutasyona uğrar ve epistemolojisi de objektif değil sübjektif bilgiye dayandığı için bilimsel değildir ama saygı ile karşılanır. Bu tanrısız ama bol Gurulu dine de bütün dinler gibi hürmetim sonsuz…

İyi de, bunun bilimle ne alâkası var?

Mehmet Kerem Doksat – İstinye – 25 Temmuz 2007 Çarşamba

Sıcaklara dikkat!

Dokuz Eylül Üniversitesi (DEÜ) Acil Tıp Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Gürkan Ersoy, aşırı sıcaklar nedeniyle sıcak çarpmasına dikkat edilmesi gerektiğini söyledi.

Dokuz Eylül Üniversitesi (DEÜ) Acil Tıp Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Gürkan Ersoy,  hava sıcaklıklarının mevsim normallerinin üzerinde seyrettiği dönemlerde, sıcak çarpması vakalarında artış gözlendiğini anlattı. Haziran ayı itibariyle acil servis başvurularının, sıcaklığa bağlı olarak yüzde 10 ila 20 oranında arttığına işaret eden Ersoy, ”Özellikle yaşlılar, çocuklar ve hamileler sıcaktan çok etkileniyor. Kalp hastalıkları, sıcak çarpmaları artıyor. Sıcakla birlikte insanların tahammülü gücü azalıyor ve kavgalar yaralanmalar, darplar artıyor” dedi.

Sıcak havanın olumsuz etkileri konusunda çocuklar, hamileler ve yaşlıların yüksek risk grubunda bulunduğunu, ancak çeşitli meslek gruplarında bulunanların da sıcak havadan etkilenme riskine karşı önlem alması gerektiğini belirten Ersoy, şöyle konuştu: ”Tatil sezonu başladı ve havalar son derece sıcak seyrediyor. Geçen haftalar biraz serin olmasına rağmen, sıcaklıklar birden arttı. Ağustos ayında görülen sıcaklık değerlerine vaktinden önce ulaşıldı. Sıcak çarpmasına dikkat edilmeli. Sıcak çarpmasına karşı en ucuz ve etkili yöntem, tedbir almaktır. 11.00 ile 17.00 saatleri arasında çok mecbur kalmadıkça dışarı çıkmamak gerekiyor. Dışarı çıkılması gereken hallerde, açık renkli, ince giysiler giyerek, şapka ve şemsiye kullanılmalı, güneş gözlüğü takılmalı ve yüksek koruma faktörlü güneş kreminden yararlanılmalı. Eğer doktorunuz aksini söylemediyse 2 litrenin üzerinde sıvı tüketmelisiniz. Alkol kullanımı, mümkün olduğunca akşam saatlerinde olmalı ve az miktarlarla kısıtlanmalı. Kızartma ve baharatlı yemeklerden uzak durulmalı. Kalp, tansiyon ve böbrek hastalığınız yoksa, kortizonlu ilaç kullanmıyorsanız, doktorunuz tarafından yasaklanmadıysa, aldığınız tuzu biraz artırabilirsiniz. Terle birlikte tuz da kaybettiğimiz için halsizlik, yorgunluk, bitkinlik yapabilir.”

Güneş çarpması halinde yapılması gerekenler

Doç. Dr. Ersoy, güneş çarpan kişilere yapılacak en önemli yardımın, süratle 112 Acil Servis ekibine haber verilerek, sistemin harekete geçmesini sağlamak olduğunu söyledi. Acil durumların her an gerçekleşebileceği ihtimaline karşı bireylerin ilkyardım eğitimi almasının faydalı olacağını söyleyen Ersoy, şunları kaydetti: ”İlkyardım eğitimi bulunmayan kişilerin yapılabileceği en iyi şey, sağlık ekiplerine haber vermek olacaktır. Doktorlar gelene kadar, hasta, usulüne uygun olarak serin bir yere taşınmalı, üzerine ıslak çarşaf örtüldükten sonra el bileği, kasıklar, koltuk altı gibi damarların yüzeye yakın geçtiği bölgelere havluya sarılı buz torbaları konulmalı, vücut sıcaklığının düşmesi sağlanmalıdır. Eğer şuuru açıksa, vücut sıcaklığını düşürmek amacıyla hastanın soğuk içecekler tüketmesine yardımcı olunmalıdır.” Ersoy, sıcak havalarda çocukların kesinlikle otomobilin içinde yalnız bırakılmaması gerektiğini, araç içi sıcaklığın yüksek oluşunun, çocuğun hayatını tehlikeye düşüreceğini sözlerine ekledi.

‘İçim hiç büyümedi, hep çocuk kaldı’

Can dostu Bircan Silan Usallı’nın kaleme aldığı Hepsi Bu adlı kitapta tüm yaşamöyküsüyle, okurlarla buluşuyor Nilüfer, buğulu sesiyle en güzel şarkılarından nağmeleri duyurarak zihnimize.

Gamze Akdemir

Çok fazla röportaj vermediği bilinir Nilüfer’in, o nedenle hakkında bilinenler hayli azdır emsallerine göre. Saygındır, işinde ustadır, dünya tatlısı evlatlık kızı Ayşe Nazlı’sı vardır, unutulmaz şarkıları malumdur. Ama hepsi o kadar değildir. Bu kitapta bilinen ve bilinmeyen Nilüfer’i anlatıyor Bircan Silan Usallı. Usallı ve Nilüfer ile Hepsi Bu üzerine konuştuk.

-Nilüfer ile dostluğunuzun başlaması nasıl oldu; nasıl tanıştınız?

BİRCAN SİLAN USALLI- 80’li yıllarda Güneş gazetesinde çalışırken, Çanakkale Seramik Evleri’ne kendisiyle röportaj için gittiğimde tanıştık. Nasıl kar yağıyordu anlatamam. Dönüşte neredeyse mahsur kalıyordum onun için o günü hiç unutamam.

– Nilüfer Hanım öyle her şeyini anlatan, hayatını kitlelerle kolay paylaşan bir sanatçı olmadığını biliyoruz. Röportaj vermeyi de öyle çok sevmediği bilinir. Nasıl karar verildi kitaba bu noktada?

SİLAN USALLI- Birincisi aynı dönemin insanlarıyız, birbirimizi çok iyi anlıyoruz, ikincisi gerçekten can dostuz. Birbirimizin hayatını yakından biliyoruz. Bana karşı kitabı yazarken çok hakiki, samimi davrandı; hani şu olmasın bu olmasın asla demedi. Yoksa bu kadar derinlere giremez, açamazdım.

NİLÜFER- Bircan yıllardır bana böyle bir kitap yapma düşüncesinden bahsediyordu. Ben dur bakalım, biraz daha bekleyelim diyordum. Ama herkesin bir patlama noktası var tabii, içini dökmek ihtiyacı da. Ben de artık anlatayım da beni seven insanlar beni daha iyi tanısın isteği var. Kafalarda pek çok konuyla ilgili soru işareti de kalmasın, neyi neden yaptığımı daha iyi anlasınlar, artık zamanıdır diye sonunda kitaba ‘evet’ dedim.

‘İÇİNE DOĞRU AĞLAYAN KADIN’

– Çocukluğunuzu okuduğumuzda özellikle babanızı kaybedişinizi… Aslında sizin için kolay olmasa gerek onları anlatmak.

NİLÜFER- Yorucu tabii ama bir yandan da terapi gibi. Kitap çıktığından beri kendimi daha özgür hissettiğimi fark ediyorum.

SİLAN- Arka bahçeler temizlendi, rahatlama oldu tabii.

NİLÜFER- Dilerim ki bu kitabı çok insan okusun ki amaç da bu zaten. Kendimi tanıtmak, anlatmak, derdim o. Kitap hem çok riskliydi hem de çok doğru bir karardı. Ama sonunda Bircan’ın başarılı kalemiyle de çok tatlı, roman tadında bir şey çıktı ortaya.

– Evet öykü gibi, biyografi sınıfına sokulamaz rahatlıkla’

SİLAN- Nehir söyleşi olmasını ne Nilüfer istedi ne de ben. Nilüfer duygularını çok rahat anlatan bir kadın değil, ağlarken biraz daha içine doğru ağlayan bir kadın. Böyle olunca yazarken daha özgürleştim o içe kapanmaları açarken, rol çaldım da biraz. Bir de yıllardır yakından tanıdığım için Nilüfer’i roman kahramanı gibi ele almayı istedim, Nilüfer de bunu onayladı.

– Ama öyle torpil yok’

SİLAN- Yok, kesinlikle. Onu hem bir insan hem de bir star gözüyle yansıtabilmek istedim. Tabii ben şanslıyım; onu her haliyle çok iyi tanıyorum. Son derece yakın, doğal bir insandır. Bazen öyle sıradan davranır ki dayanamam ya Nilüfer dudağına bir ruj sür, günlük kıyafetleri çıkar, sen Nilüfer’sin derim. Gider alışveriş merkezlerinde alışverişini yapar, öyle maiyetle dolaşmaz, bazı sanatçıların tersine. Kibir nedir bilmez.

– Kitabın sonunda mektuplar bölümü var’

SİLAN- Nilüfer babasının mektuplarından söz ettiğinde çok etkilendim. Çünkü ben de babama çok düşkündüm ve kaybının verdiği acıyı, babaya duyulan özlemi iyi biliyorum. Mektuplardan bahsedince bunlar mutlaka kitapta yer almalı dedim.

– Ayşe Nazlı’nın mektubu da sıcacık…

SİLAN- Değil mi? Onda da ben çok ısrar ettim. Nilüfer bu anlamda Ayşe Nazlı’yı yormak istemedi ama mektup okunduğunda nasıl muhteşem bir sevgileri ve iletişimleri olduğu açıkça görülüyor.

– Ayşe Nazlı’yı evlat edindiğinizde sanki Türkiye bir çocuk evlat edinmiş gibi sevinmişti, çok güzel bir örnek olmuştunuz anne-kız.

NİLÜFER- Bu destek hiç eksilmedi. Mesela bugün bir taksiye bindim, şoför beni tanıdı, bebek nasıl diye sordu. Dedim ki bebek artık 10 yaşında. Ama bütün Türkiye’nin gözünde o hep bebek olarak kaldı, sahip çıktılar Ayşe Nazlı’ya da, benim sevgime de. Bir yere gidiyoruz beni tanımıyorlar, Ayşe Nazlı’yı tanıyorlar. O da çok mutlu oluyor, böyle hafif şımarıyor falan. Çocukluk ne güzel’

– Çocuklarla iletişiminizin bu kadar iyi olmasında kendi çocukluğunuzun da payı vardır muhakkak.

– Şöyle, Bircan’ın da yazdığı gibi çocukluğum anavatanım gibi, vazgeçemem. Göztepe’de çok güzel, bahçeli, ağaçlar içinde iki katlı evimizi hatırlıyorum mesela. İncir ağaçlarını, o özgürlük duygusunu hatırlıyorum. Sığınağım gibiydi o bahçe. İncir ağaçları, hercaimenekşeler, papatyalar, sardunyalarla çevriliydi. Şimdi oturduğum ev de öyle. Ayşe Nazlı da bu duyguları yaşasın istiyorum. Koşup oynasın… Ama itiraf etmeliyim sadece Ayşe Nazlı için değil kendim için de, şimdi de aynısını istiyorum. Çocukluğumun o bahçelerini aslında nasıl hiç unutmadığımı, içimde hep o bahçelerde koşturduğum günleri nasıl sakladığımı bu kitapla daha iyi anladım. Bilinçaltında ne varsa su yüzüne çıktı yani. Hep bahçe der dururum, deniz göreyim diye hiç düşünmedim mesela ev alırken. Çengelköy’de oturduğum evin bahçesinde de erik ağaçları var, incir ağaçları, kiraz ağaçları var. Beni çocukluğuma götürüyor. Aslında anlıyorum ki içim hiç büyümedi hep çocuk kaldı.

‘ÇEKİNGENLİĞİMİ İLERLEYEN YAŞLARDA ÜSTÜMDEN ATTIM’

– Kitapta yalnız bir çocuk olduğunuz imlemesi var.

NİLÜFER- Ayşe Nazlı hiç öyle değil mesela, tenis kursuna, bale kursuna, piyano kursuna gidiyor. Son derece sosyal bir çocuk, pek çok arkadaşı var. Yoğun ve mutlu bir çocuk, öğretmenleri de çok memnun; derslerinde gayet başarılı olduğunu söylüyorlar hatta matematikte de aşama kaydettiğini düşünüyorlar. Biraz konsantrasyon problemi olan, hiperaktifliğe yakın bir çocuktu Ayşe Nazlı. Bana gelince, evet yalnız bir çocuktum. Yazın yazlığa gidildiğinde yine arkadaşlar ediniyorum falan ama kışın Cihangir’deki evimizin beşinci katında kalakalıyordum yani. Asla tabii sokağa bırakılmıyorum. O zaman da kendi kendime oyunlar icat ediyordum, hayal gücüm alıp başını gidiyordu yani. İlaçları topluyordum, eczane yapıyordum. En çok da tezgâhtar olduğumu hayal ediyordum, bibloları paketliyordum falan. O zaman televizyon yok ama radyomda müziğim var. Sonradan bir teybim oldu. O zamanki çocuklar böyle şeylere ne kadar çok vakit ayırabiliyormuşuz. Şimdi Ayşe Nazlı televizyon izlemek için kendini paralıyor. Ben çocukken o müzik setinin başında olmak, o soğuk odaya gidip plakları çalmak, teybin başında şarkılar söylemek bana yetiyordu.

– Fazladan bir ihtimam da var çocukluğunuzda, astımınız haklı olarak ailenizin gözünü korkutuyor…

NİLÜFER- Çok marazdım ben. Astımım hep var, on yıl öncesine kadar yılda bir, üç beş gün hastanelere bile yatırıyordu beni. Hele çocukluğumda kâbus gibiydi çünkü o zamanki astım ilaçları şimdiki gibi gelişmiş değildi. Krize girdiğim zaman anne babam perişan oluyorlardı. Annem çok evhamlı olduğu için ben de evhamlı büyüdüm sanırım.

SİLAN- Astım korkusuyla annesinin arkadaşlarını eve çağırmasından pek hoşlanmadığını da anlattı. Ama Nilüfer de her anne gibi çocuğunun üzerine titrese de karantinaya almıyor Ayşe Nazlı’yı. Arkadaşlarına gitmesine, onların gelmesine, koşmasına, oynamasına, elinden geldiğince izin veriyor. Gerçek hayatın içinde büyütüyor kızını.

– Bir de Nilüfer hep babasının kızı gibi değil mi? Hani kahramanı en çok baba’

NİLÜFER- Kızlar babaya düşkündür ya, ben de öyleydim. Babam çok ağır bir adamdı o nedenle baba-kız olarak az diyaloğumuz olsa da güçlü bir bağımız vardı. Annemle ise bütün gün evde beraberiz dolayısıyla didişip dururduk kimbilir hangi nedenlerle. Daha büyüyünce flörtlerle ilgili kavgalarımız ortaya çıktı ama ben de hep biraz dikbaşlıydım. Aslında annemin baskısıyla kendine güveni az olan bir insan olarak da yetişebilirdim ama bende tam tersi oldu.

SİLAN- Çocukken öyle kendine güveni çok olan bir çocuk olmadığını anlıyoruz Nilüfer’in yani bu anlamda büyüyünce toparladı sanıyorum.

NİLÜFER- Kesinlikle. Çocukken toplum içinde konuşmaya çekinirdim. Nerede sahneye çıkıp insanların önünde şarkılar söylemek falan…

SİLAN- Ama çocukken evde ne konserler vermiş. Sanat orada başlamış yani…

NİLÜFER- Yıllarca da devam etti çekingenlik ama ilerleyen yaşlarda aştım bunu, bu durumdan kurtuldum yani.

– Derken babanızın kaybı ve sonrası zorlu bir dönem tabii’

NİLÜFER- Şok; çünkü bilmiyordum hasta olduğunu, bana hiçbir şey söylenmemişti.

SİLAN- Öğreniş şekli tabi tam bir travma. O süreçler de yer aldı kitapta.

NİLÜFER- Şok çünkü bilmiyordum hasta olduğunu, bana hiçbir şey söylenmemişti.

O fotoğraf gözümün önünde. Babamın benimle birlikte çekilmiş bir fotoğrafı vardı, duvarda asılıydı, ben ona bakıp kendisiyle konuşarak ağlardım; annemden gizli ağlardım. Annemle paylaşmadım, kızdım ona çünkü. Bir de annem, nedenini bilmiyorum belki kocasını erken kaybetmiş olmanın getirdiği depresif bir hal olabilir, tek başına kaldı ve bana adadı hayatını. Yapısında yoktu karşısındakini anlamaya çalışmak, bir çocuğun ruh dünyasını anlamaya çalışmak… İletişimimiz sınırlı kaldı o nedenle. Şimdi annemin teşhisi neredeyse 15 yıl öncesine dayanan Alzheimer hastalığı var. Belirtiler başladığında yani akli melekeleri henüz tam sarsılmamışken bile Ayşe Nazlı’yı evlat edindiğimde ‘ah yavrum ne güzel bir şey yaptın’ demedi bana… Biraz da yapısıyla ilgili bir durumdu.

SİLAN- Pek farkına varmadı belki de?

NİLÜFER- Belki, sonra da zaten hastalığı ilerledi, artık beni de tanımıyor maalesef.

‘SESİM ANNEMDEN MİRAS’

– Baba-kız demişken Ayşe Nazlı ve Reha Muhtar’ı sormamak olmaz; sevgileri, iletişimleri’

NİLÜFER- Görseniz çok şekerler. Pazar günleri görüşüyorlar. Ayşe Nazlı’ya karşı hep dürüst oldum, öyle bir iletişimimiz var. Hiçbir şeyi saklamadım, ne evlatlık alındığını, ne Reha ile ayrılığı. Geçenlerde, 19 Mayıs’ta hep beraber Bodrum’a tatile gittiler kardeşleriyle beraber. İkizlere bayılıyor, özellikle kızı çok seviyor, Mina’nın yeri ayrı onun için. Reha’nın yaptığı çok önemli, çok özel, çok takdir edilmesi gereken bir şey. Reha zaten çocuk delisi, Ayşe Nazlı’yı da inanılmaz seviyor.

– ‘Müzik çocuklukta başlıyor’a dönersek ailece şarkılar söyleniyor..

SİLAN- Evet biraz büyüyünce annesiyle birlikte şarkılar söylemeye başlıyor. Babası piyanonun başına geçiyor, Nilüfer ve annesi de günün sevilen şarkılarını birlikte söylüyor.

– Lütfiye Hanım’ın sesinin de çok güzel olduğunu öğreniyoruz.

SİLAN- Hatta o da bir radyo yarışmasına girmiş zamanında.

NİLÜFER- Çok güzel bir sesi vardı annemin, bana da ondan miras. Hatta ses yarışmasına girmemi de hiç beklemediğim halde desteklemişti. Peşimden geldi tabii 15 yaşındaydım.

– O ses yarışmasının jürisi de önemli isimlerden oluşuyor ama asıl halk seçiyor sizi.

NİLÜFER- Hürriyet Haftasonu düzenliyordu, ön eleme de Rumelihisarı’ndaki Lalezar’da yapıldı. Ajda Pekkan, Alpay, Doğan Şener, Fecri Ebcioğlu, Nino Varon, Şehrazat, yanlış hatırlamıyorsam Sezen Cumhur Önal gibi çok önemli müzisyenler ve sanatçılar vardı jüride. İlk katıldığım yarışmaydı. Ön elemelerde beş erkek beş kız finalist belirlendi. Daha sonra o finalistler Caddebostan Budak Sineması, Yeşilköy’de bir açıkhava sineması ve Açıkhava Tiyatrosu’nda olmak üzere üç konser verdi. Bu konserlerde konuk sanatçılar da vardı. Birinde Ajda Pekkan, diğerinde de Hümeyra… Konser biletlerinin üstünde oylama bölümü vardı. Halk erkek ve kızlarda kendi birincisini oyluyordu. Halk oylarıyla kazandım, yani halk seçti beni.

‘YENİ MÜZİK BİR ÇIKMAZDA’

– Kayahan’ı sormak istiyorum. Sıkı dostluktan sizin şarkılarını okumanıza ilişkin aldırdığı mahkeme kararına kadar üzücü şeyler yaşandı. Anlatır mısınız o süreci?

NİLÜFER- Bu konuda hiçbir zaman paralar falan bahsederek asla cevap vermedim. Hep suskun kalmayı tercih ettim. Ancak artık öyle bir noktaya geldi ki bundan birkaç ay önce bir programa çıkıp çok haksız, çok yanlış şeyler söyledi. İzlerken bu duruma artık daha fazla tahammül edemeyeceğime karar verdim. O akşam Bircan’ı aradım dedim ki artık daha fazla bu konuda suskun kalmak istemiyorum bu aşamaya nasıl geldik, nasıl küstük tüm gelişmeleriyle anlatmak istiyorum, kitapta yer alsın istiyorum.

– Okuyunca, Kayahan konusunda kendisiyle çalışmaya başlamanızdan bu yana hep bir diken üstünde olduğunu anlıyoruz, hani bir idare etme durumu gibi.

SİLAN- Çok doğru nitelediniz, aynen öyle.

NİLÜFER- Her şeyden önce arkadaşım, dostum olarak hayatıma girdi. Daha sonra müzikte bir tırmanış gerçekleşti. Bu benim daha evvelden öngörmediğim bir şeydi. Belki o da öngörmemişti ama onun hedefi oydu aslında. Sonradan tabii böyle bir başarı gelince onu devam ettirmek gerekti fakat arkasından yaşanan birtakım tatsız meseleler sonucunda zaman zaman çok mutsuz oldum, üzüldüm, öfkelendim. Bu kadar güzel şarkılar yaratan bir insanın farklı bir yapıya sahip olduğunu düşünüp yine de saygıyla, anlayışla bakmaya çalıştım. Ama artık öyle bir noktaya geldik ki barışır mısınız diye soranlara şunu diyorum; bu dakikadan sonra geri adım atarsam ben ben olmam ki, nasıl barışacağım yani. O benim artık bu duruma bir nokta koyabileceğimi de öngöremedi bence.

SİLAN- Kayahan’ın parayla ilgili bu kadar çok laf etmesine ilişkin şunu da belirtmeliyiz; tabii ki her insan emeğinin karşılığını, hakkı neyse alacak. Kayahan da alacak. Ama Nilüfer 17 yıl boyunca aslında hiç ödememesi gereken paraları bile ödemiş, bırakın hak yemeyi, fazlasını vermiş.

NİLÜFER- Sahneden bile para ödedim kendisine. Fazlasını ödedim. Şarkıdan para alıyordu, sonra yüzde alıyordu. Ne yazık ki son gelinen noktada mahkeme onu haklı buldu. Ama halk bana hak veriyor biliyorum, her şeyin o kadar farkındalar ki… Mesela geçenlerde Bilgi Üniversitesi’nde bir konserim vardı, biri bile bize ‘Geceler’i söyler misin demedi. Kitabın bir amacı da bu, beni daha iyi anlasın insanlar, bir de benim açımdan konuyu bilsinler. Gerçekdışı anlatılan şeylerden de çok sıkıldım, çok tehlikeli bir şey bu yani kendisi de inanıyor gibi bir şey söz konusu.

– Nilüfer’in hak yememe ve yedirmeme konusunda ta yıllar öncesine dayanan bir vukuatı bile var değil mi? Gazino olayı…

SİLAN- Aa tabii, yarım yevmiye verilmesine bayrak açıyor, gazino patronuna rest çekiyor.

NİLÜFER- 18 yaşındayım, gazino her gece tıklım tıklım bize yarım yevmiye verecekler. Solist Zeki Müren’di hatta haber gönderdi bana Zeki Bey, o daha çok genç kabul etsin diye. Bugün olsa kırmazdım kendisini belki ama o zaman 18 yaşında, dediğim dedik. Oysa daha sonra neler yaşadım, kaç yarım yevmiyeler gördük. Mesela İzmir Fuarı’nda her zaman bu tutumla karşılaşırdı bütün sanatçılar maalesef. Birkaç gece ücreti herkesin kesilirdi.

– Dünyada ve Türkiye’de müzik son yıllarda dalgalar halinde değişiyor. Yeni müziği nasıl değerlendiriyorsunuz?

NİLÜFER- Bir çıkmazdayız diye görüyorum. Farklı türlerde müzik yapan insanlar tutuyor. Göksel örneğin, nostaljik şarkılar söylüyor. Ben Göksel’in müziğini çok beğenirim. Bazı sanatçılarımız, İzel gibi Türk müziği şarkıları yapıyor. Geçenlerde internette gördüm, Şevval Sam’ın arabesk albümü çıkmış. Sonra Işın Karaca da çok iyi, bence dünya çapında bir ses, inanılmaz bir gırtlak. Demek ki böyle bir piyasa var burada. Bir kıvılcım, bir atılım lazım müzikte. Dünyayı çok sıkı takip ediyorum. Beyonce, Rihanna dinlediklerim arasında, onlar da hep dans müzikleri yapıyor. En son Amy Winehouse’un albümünü satın aldım, yaptığı müzikleri seviyorum… Asya’yı tabii hem insan hem müzisyen olarak çok seviyorum.

– Bu arada yeni albüm çalışmalarınız hakkında bilgi alabilir miyiz?

NİLÜFER- Bir tanesi değişik konseptte olacak, ön çalışma aşamasında, netleşirse sonbaharda çıkacak. Bir tane de Türk müziği projem var, o hep duruyor, uygun anı yakalayınca yapacağım. Ayrıca onlardan sonra çıkartmayı planladığım bir başka albümün şarkı seçimlerine de yavaş yavaş başladım.

gamzeakdemir@cumhuriyet.com.tr