Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

Otistik her 10 kişiden 1 tanesi olağanüstü yeteneklere sahip… Bugüne dek hep engelleyici bir durum olarak tanımlanan otizmi artık olumlu yönleriyle ele almanın zamanı geldi… New Scientist dergisi 1 Mayıs 2010 tarihli sayısında, otizmle ilgili bilgilerin eskiliğine dikkat çeken bir yazı yayımlandı. Otistik kişilerin engelli değil, sadece farklı düşünen nörotipik insanlar olduğu, dahası, kimi açılardan daha iyi düşünebildikleri vurgulanıyor.

Michelle Dawson, kalabalık otobüslerde yolculuk etmekten kaçınıyor, yabancılarla iletişim kurarken paniğe kapıldığından lokantada bir fincan kahve ısmarlarken epey zorlanıyor. Yine de, son birkaç yıldır Montreal Üniversitesi’ne bağlı Riviére-des-Prairies hastanesinde bir araştırmacı olarak adından söz ettiriyor.

Dawson’un araştırma alanı, tıpkı kendi gibi, otistik kişilerin bilişsel yetenekleriyle ilgili. Dawson günümüzde otizm ile ilgili tanımlamaların, tümden yanıltıcı olmasa bile, çağdışı bulguları temel aldığına ve otizmin yapısının son 70 yıldır temelden yanlış anlaşıldığına inanan bilim insanlarından bir tanesi.

Tıp kitaplarında otizmin iletişim, düşlem gücü ve toplumsal etkileşimden oluşan klasik “üç bozukluk” ile kendini belli eden gelişimsel bir sakatlık durumu olduğu belirtiliyor. Durumun şiddeti farklılıklar gösterse de, otizm tanısı konan kişilerin yaklaşık dörtte üçü ruhbilim kapsamında zihinsel özürlü sınıfına giriyor.

Yaklaşık on yıldır sürdürülmekte olan otistik onur hareketi, otistik kişilerin engelli değil, yalnızca farklı düşünen “nörotipikler” oldukları görüşüne destek veriyor. Şimdi Dawson ve kimi başka araştırmacılar bu kavramı bir adım öteye taşıyarak otistiklerin yalnızca farklı düşünmekle kalmayıp, kimi açılardan daha da iyi düşünebildiklerini öne sürüyorlar. Bu duruma “otistik üstünlük” adını verebiliriz.

Bilişşel üstünlük nerede?

Peki, genelde engelli olarak değerlendirilen bir grup insan nasıl olur da gerçekte bilişsel üstünlüklere sahip olabilir?

Öncelikle, son araştırmalar otistiklerde IQ düzeyinin görünürde daha düşük olduğunu ortaya koyan ilk bulguları giderek geçersiz kılıyor. Kimi araştırmalar otistik kişilerin dikkattten ayrıntıya, duyarlıktan müzikal eğilime ve daha güçlü belleğe uzanan bilişsel yetilerdeki üstünlüklerini gözler önüne seriyor. Daha yakın bir geçmişte yapılan beyin taramaları da söz konusu becerilerin ardında ne tür sinirbilimsel farklılıkların yer alabileceği konusunu giderek aydınlığa kavuşturuyor.

Kimi otistik kişilerin belli yeteneklere sahip oldukları görüşü hiç de yeni değil. Otizmi ilk kez 1940’larda tanımlayan ruhbilimci Leo Kanner, kimi hastalarının anımsama, çizim ve blmaca gibi birtakım alanlarda “beceri adacıkları” adını verdiği bir özelliğe sahip olduklarına dikkat çekiyordu. Ne var ki Kanner de, kendinden öncekiler gibi, daha çok otizmin olumsuzluklarını vurgulamaktaydı.

Günümüzde otizmin hangi özelliklerinin var olduğu ve bunların kendilerini ne ölçüde belli ettiği açısından çok farklılıklar gösterdiği artık biliniyor. Otizmin nedeni henüz gizini korusa da, elde edilen bulgular bu durumda çok farklı genlerin rol oynadığına, bir olasılıkla bunların ana rahminde gelişmeyi etkileyen unsurlarla birlikte etkili olduklarına işaret ediyor.

Otizmin tüm farklılıklarını içine alan tek ve kapsamlı bir açıklamaya bugüne dek ulaşılamasa da, en dikkate değer özelliklerin açıklanmaya çalışıldığı çok sayıda görüş ortaya atıldı. Bu görüşlerden belki de en bilineni otistik kişilerin zihinsel kuramdan- başka insanların kendisinden, ya da gerçeklikten farklı inançlara sahip olabileceği anlayışından yoksun oldukları yönünde. Bu görüş, onu destekleyen kanıtlar son dönemlerde eleştirilere hedef olsa da, birçok otistik kişinin neden yalan söylemediğini ve başkalarının yalan söylemelerine bir anlam veremediğini açıklayabilir.

Sözel ipuçları

Otistik kişilerde merkezi bütünlüğün, bir başka deyişle, sohbet sırasında görülen sözel ve bedensel ipuçları gibi bir dizi bilgiyi biraraya getirme yeteneğinin de, pek güçlü olmadığı, bu kişilerin kimi zaman ağaçlardan ormanı göremedikleri söylenir.

Popüler kültürde dudak uçuklatan olağanüstü becerilere sahip otistik dehalarla ilgili görüş oldukça yaygın. Ne var ki, bu tür kişler kuralı değil, ayrıksı durumu oluşturuyorlar. Bu konuda öne sürülen en yaygın görüş, otistik her 10 kişiden 1 tanesinin olağanüstü yeteneklere sahip olduğu yönünde. Söz konusu yetenekler arasında, söz gelimi geçmiş ya da gelecekteki bir tarihin haftanın hangi gününe denk geldiğini anında bilmek gibi olağandışı beceriler de yer alıyor.

Gerçek şu ki, otistik çocuklar konuşma, tuvalet eğitimi gibi dönüm noktalarını genelde gecikmeli yaşıyorlar ve erişkin olarak topluma ayak uydurmada zorlanıyorlar. Britanya’da istatistikler bu ülkedeki otistik erişkinlerin yalnızca %15’inin ücretli bir işte çalıştıklarını gösteriyor. Ana akım tıbbi görüşe göre otizm beyinde gelişimsel bir hasarın göstergesi. Peki, bu görüş birtakım gerçekleri gözden kaçırıyor olabilir mi?

Dawson, ana akım görüşe meydan okurken önce otizm ile düşük IQ arasındaki bağlantıya dikkat çekti. Montreal Üniversitesi otizm araştırma programı başkanı Laurent Mottron ile birlikte yaptığı ve 2007 yılında yayımlanan araştırma otistik bir kişinin IQ düzeyinin uygulanan deneye göre değiştiğini ortaya koymaktaydı. En yaygın sınama yöntemi olan Weschler Zekâ Testi uygulandığında, otistiklerin dörtte üçünün 70 ya da daha düşük puan aldıkları görüldü. Bu da, Dünya Sağlık Örgütü’nün ölçütlerine göre, zihinsel özürlü oldukları anlamına geliyordu. Ancak toplumsal bilgiye daha az yer veren Raven Standart Gelişim Matrisleri gibi farklı, ancak bir o kadar geçerli IQ testi uygulandığında çoğunun onları bu sınıflandırmanın dışında tutacak puanlar elde ettikleri görüldü. Daha önce yapılan binlerce araştırma ve veriyi yeniden gözden geçiren Dawson olumsuz görüşlerin kafaya takılması yüzünden gizli kalmış otistik becerilerle ilgili deneysel kanıtlar içeren onlarca araştırmaya tanık oldu.

Ayrıntıya özen göstermek

Yeni araştırmalar da otizmin üstünlüklerini giderek su yüzüne çıkartıyor. Bu üstünlüklerden bir tanesi uzun süre temel eksikliklerden biri olarak görülen güçsüz merkezi bütünlükten kaynaklanıyor. Ağaçlardan ormanı görememek gibi bir beceriksizliğin olumlu yönü ağaçları görme konusunda çok ama çok becerikli olmaktır.

Ruhbilimciler bilgiyi biraraya getirme ya da ayrıştırma yeteneğini deneklere, söz gelimi ev gibi, nesne çizimleri gösterip onlardan bu nesnelerin içine yerleştirilmiş üçgen, dikdörtgen gibi biçimleri bulmalarını istemek suretiyle inceliyorlar. Çok sayıda araştırma otistik kişilerin bu işlemleri çok daha hızlı ve doğru yaptıklarını ortaya koyuyor. Üstelik bu becerinin salt resimlerle sınırlı kalmayıp, müzikte de geçerli olduğu görülüyor.

Bu tür araştırmalar yapan Utrecht Üniversitesi çocuk ruhbilim uzmanı Maretha de Jonge merkezi bütünlük bağlamında “güçsüzlüğün” mutlaka gündelik yaşamın niteliksizliği anlamına gelmediğine, bu durumun dışarıdan gelen ve dikkati dağıtan uyarıların filtreden geçirilmesine yardımcı olabileceğine dikkat çekiyor.

Öteki otistik özelliklerin herhangi bir biçimde kusur olarak değerlendirilmeleri daha da güç. Örneğin, araştırmalar otistiklerin müzikal perdeleri tanımada çok daha başarılı olduklarını gösteriyor. Görsel açıdan, son derece yetenekli sanatçılar oldukları bilinen otistik dehalar olmakla birlikte, son araştırmalar otizmde görsel-uzamsal becerilerin sanıldığından çok daha yaygın olduğunu ortaya koyuyor.

Otistiklerin üç boyutlu çizimlerde daha başarılı oldukları, örneğin, üzerlerinde farklı biçimler olan blokları biraraya getirmek gibi işlemleri daha kolay yaptıkları görülüyor. Beyin taramaları otistik kişilerin beynin görsel bölgelerindeki ateşleyici güçten daha iyi yararlandıklarını ortaya koyuyor.

Yoğun dünya sendromu kuramı 

Kimi araştırmacılar otistik kişilerin görüntü ve seslere de daha duyarlı olduklarını öne sürüyor. 2007 yılında İsviçre Federal Teknoloji Enstitüsü’nden Kamila Markram ile Henry Markram tarafından yapılan bir araştırmadan elde edilen bulgulardan yola çıkılarak ortaya atılan “yoğun dünya sendromu” kuramına göre otizm, gündelik duyusal deneyimleri yoğunlaştıran hiperaktif bir beyinden kaynaklanıyor. Otopsi bulguları otistik kişilerin beyinlerindeki korteks bölümünde yapısal farklılıklar bulunduğunu, bu kişilerde minikolonların-yaklaşık 100 sinir hücresinden oluşan ve kimi araştırmacılara göre beynin temel işlemci birimleri işlevini gören öbeklerin- sayıca daha çok, ancak daha küçük olduğunu gösteriyor.

Otistiklere üstünlük sağlayan öteki bilişsel beceriler arasında bir de daha mantıklı karar alma yetisi yer alıyor. Otistiklerin öznel ya da duygusal unsurlara karşı daha az duyarlı oldukları öne sürülüyor. Bu görüş henüz kesin olarak kanıtlanmış olmasa bile, giderek yaygınlık kazanıyor. Kaliforniya’daki TED (Teknoloji, eğlence, tasarım) konferansında söz alan ve kendisi de otistik olan hayvanbilim uzmanı Temple Grandin, otizm olmasa Silikon Vadisi’nin de olamayacağını şaka yollu dile getiriyor, teknoloji ile uğraşanların bir olasılıklaotizm genleri” ile dolup taştıklarına dikkat çekiyordu.

Gerçekten de, otistikler arasında çok başarılı mühendislere, bulaşık makinesini boşaltmayı beceremeyen müzik dahilerine, konuşmaktan yoksun matematik bilginlerine ve yetenek ile yeteneksizliğin birlikte var olduğu böylesi daha nice bileşimlere tanık oluyoruz.

Ne var ki, otizmin üstünlüğü kavramının tüm dünyada kabul görmediğini de önemle belirtmek gerekiyor. Kimi araştırmacılar ve anababalar, otistik kişilerin yaşadıkları güçlükler toplum tarafından hafife alınır ve yeterince destek verilmez korkusuyla, bu duruma özgü üstünlüklerin aşırı vurgulanmasından kaçınıyorlar. Otizmin yararlı bir durum olabileceğini söylemek, kendi başına yemeğini yemekten, ya da tuvalete gitmekten yoksun çocuğu için çalışıp didinen anne ya da babalara sinir bozucu ve incitici gelebilir.

Öte yandan, kimi anababalar da çocuklarının olumsuzluklarıyla ilgili yorumları dinlemekten bıkmış olabilir. Bu durumda en iyi çözüm, ikisi arasında bir denge kurulmasıdır. Otizmi hem olumlu, hem olumsuz yönleriyle değerlendirebilenler yaşamın sağladığı olanaklardan çok daha iyi yararlanabilir.

Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi, 6 Ağustos – 3 Ekim 2010 tarihleri arasında, Türkiye’nin 120 senelik dostu Japonya’nın sanatını, gelenekselden moderne, çağdaştan güncele tüm renkleriyle ülkemiz sanatseverleriyle buluşturan iki sergiye ev sahipliği yapıyor.

Pera Müzesi’nin 3. katında açılan “Ikuo Hirayama – Türkiye, Batıyla Doğu Arasında Bir Kültür Kavşağı” başlıklı sergi, Nihonga resminin büyük ustası, Japonya’nın yetiştirdiği en saygın sanatçı ve bilimadamlarından Ikuo Hirayama’nın 38 resminden oluşuyor. Yaşamının önemli bir bölümünü Batı’yla Doğu’yu bağlayan İpek Yolu’nu resmetmeye adamış, Japonya’nın ilk Unesco İyiniyet Elçisi olan sanatçının Japonya’da kendi adını taşıyan bir müzesi var.

Serginin çatısını bizzat oluşturan ve açılışta İstanbul’da bulunmayı çok arzulayan Ikuo Hirayama Aralık 2009’da hayata veda ettiği için sergi açılışında yer alamadı. Açılışa katılan eşi onun tarihi çok sevdiğini dolayısıyla bölgeye büyük ilgi duyduğunu dile getirerek “Hirayama Japonya’da ama ruhunun İstanbul’a, Pera Müzesi’ne uçmuş olduğuna inanıyorum” dedi. Bu sergiye müzenin 4. ve 5. katlarında aynı gün açılan “Japonya Medya Sanatları Festivali İstanbul’da – 2010” başlıklı sergi eşlik ediyor.

Sağlıklı kalp, beyni de koruyor

Sağlıklı ve güçlü bir kalbin, beynin yaşlanmasını yavaşlatabileceği bildirildi.

Amerikalı bilim adamlarının yaptığı araştırma, daha az kan pompalayan tembel kalplere sahip sağlıklı kişilerin beyinlerinin, yapılan taramalarda kalpleri daha fazla kan pompalayanlara göre “daha yaşlı” olduğunu ortaya koydu.

Boston Üniversitesi’nde görevli bilim adamlarının 1500 kişi üzerinde yaptığı, sonuçları Circulation dergisinde yayımlanan araştırmada, kalbin daha az randımanlı çalışmasının, beyni ortalama olarak yaklaşık 2 yıl yaşlandırdığı gözlendi.

Bu etkinin, hem kalp rahatsızlığı olmayan 30’lu yaşlarındakilerde hem de kalp rahatsızlığı olan yaşlılarda görüldüğü belirtildi. Araştırmada ayrıca beynin yaşlandıkça büzüldüğü gözlendi.

‘Çare kadim bilgilerde ve Marksist yorumda’

Veda-Bir Dostluğun Öyküsü ve Sanat Uzun Hayat Kısa. İki Zülfü Livaneli yapıtı… Veda-Bir Dostluğun Öyküsü, çocukluk arkadaşı Mustafa’yla, Kurtuluş Savaşı kahramanı Mustafa Kemal Paşa’yla ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk’le pek çok yaşantıyı paylaşmış, kederine, tasasına ve sevincine şahit olmuş Salih Bozok’un ve Mustafa Kemal’in can kardeşliği konu ediliyor romanda.

Kardeşliğin, dostluğun, yurtseverliğin, savaşın, göçün, acıların, kurtuluşun, sevinçlerin öyküsü anlatılıyor iç içe, omuz omuza. Sanat Uzun Hayat Kısa adlı kitabı ise çok boyutlu bir sanatçının okuyarak, besteler yaparak, filmler çekerek, romanlar yazarak ve hepsini halkla iletişim halinde üreterek yaşarken birikmiş sözlerinin süzülmesinden oluşuyor.Livaneli ile Veda-Bir Dostluğun Öyküsü ve Sanat Uzun Hayat Kısa adlı kitaplarını konuştuk.

-‘Veda’ ile ilgili aldığınız en sık eleştiri ve en gönendirici değerlendirme neydi? Herkes bir şeyler söyledi… Asıl tanımını Atatürk ve Salih Bozok’ta bulan idealler, dostluk, kardeşliğin ekranda devleştiğini söyleyen de oldu, klişenin klişesi diyen de… ‘Veda’nın yaklaşımını en yalınından sizin dilinizden aktarmalı, nasıl bir yaklaşım benimsedi yazar-yönetmen Livaneli, geçişleri, insani anekdotları nasıl eklemledi ve geliştirdi?

– ‘Veda’nın Türkiye’de büyük bir sarsıntı yaratacağını biliyordum. Tam da bu nedenle yaptım filmi. Çünkü Türkiye bugüne kadar Atatürk’e ilişkin bir sinema filmi yapamamıştı. Belgeseli, TV dizisini, sinema filminden ayıramayan birileri epey gürültü yaptılar ama onların hiçbir önemi yok.

Nasıl 1978 yılında Nâzım bestelerinden oluşan ilk ve tek uzunçaları yapmak bana nasip olduysa, Atatürk’le ilgili ilk sinema filmini çekmek onuru da benim özgeçmişime yazıldı.

Nâzım Türküsü yayınlandığı yıl kopan gürültüyü duysaydınız korkardınız. Birtakım karanlık yürekli yarım aydınlar beni neredeyse çarmıha geriyorlardı. Ben kim oluyormuşun da Nâzım besteliyormuşum falan filan. Benim yerimde daha yüreksiz birisi olsaydı korkudan işi gücü bırakır, bir daha beste yapmaya tövbe ederdi.

Bir de bugünkü duruma bakın. O gürültüyü koparanları hayat harcadı, kimi bir köşede kıskançlık krizleri geçirerek öldü, kimi hayata küstü. Adlarını hatırlayan yok. Ama Karlı Kayın Ormanı, Memetçik Memet, Hoşgeldin Bebek, Hoşçakal Kardeşim Deniz gibi besteler milyonların dilinde marş halinde söyleniyor. Hem de sadece Türkiye’de değil. İspanya’dan Japonya’ya kadar birçok ülkede.
 

Avrupa’nın son romantik lideri

‘Veda’ filminde de durum aynıdır. Sadece Türkiye’de bir milyonu aşkın insan, filmi alkışlarla ve gözyaşlarıyla izledi. Açın Facebook’u ‘Veda’ yazıp bakın, gençler hayatlarında gördükleri en güzel film olduğunu haykırıyor. FIPRESCI Genel Sekreteri Klaus Eder gibi saygın otoriteler filmi göklere çıkarıyor. Bana da artık bir kenara çekilip ‘Veda’nın klasik oluşunu izlemek kalıyor.

Üzüldüğüm tek şey; yapımcıların yanlış bir kararla filmin 2.5 saatlik normal halini değil de kısaltılmış versiyonunu göstermiş olmaları. Kesilen sahnelere canım canıyor.

Bir de şu var: Atatürk, dünya tarihinin gördüğü en olağanüstü şahsiyetlerden birisi. Bir dâhi. Büyük İskender ya da Napolyon gibi sadece asker değil. Bir kültür adamı, müthiş bir siyasetçi, merhametli, hümanist bir aydın. Avrupa’nın son romantik lideri. Bir tek filmle böyle bir insanı anlatmanın mümkün olmadığı açıktır. Bunu bildiğim için Salih Bozok’un aynasından yansıyan Atatürk’ü anlatmak gibi sınırlı bir yöntemi tercih ettim. Zaten bu yöntemi bulmasaydım filmi çekmezdim.

Yabancı eleştirmenler bu buluşu alkışladı, Yaşar Kemal, Yıldız Kenter, Türkan Şoray gibi ustalar harika sözler söylediler. Ama filmin orasına burasına takılıp, ‘Zeybek böyle oynanmaz’ diye saçmalayanlar bile çıktı. Çünkü cahiller. Rumeli’de, Selanik’de nasıl zeybek oynandığını bilmiyorlar. Dünya şampiyonu zeybek hocalarının aylarca koreografi üzerinde çalıştığını kavrayamıyorlar. Kendi bilmedikleri şey de ‘yok’ oluyor.

– ‘Veda’ çekilecek başka Atatürk filmlerine de esin olacaktır kuşkusuz.

– ‘Veda’ amacına ulaşmıştır. Türkiye’nin tarihine Atatürk’e ilişkin ilk ve tek sinema filmi olarak yerleşmiştir. Gelecek kuşaklar daha iyisini, daha büyüğünü mutlaka çekeceklerdir ve bugün gösterdiğimiz çabayı teşekkürle anacaklardır.
 

AKP Atatürk konusunda nasıl çark etti?

– AKP’nin Atatürk hakkında hayret verici şekilde dehasını olumlar sözler sarf etmeye, nitelemeler kullanmaya başlamış olmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

– Bence AKP, bu ülkede Atatürk’e karşı çıkarak bir yere ulaşamayacağını anladı. 1938 yılında vefat etmiş olan büyük lider hâlâ öyle güçlü ki onun köklü mirasını sarsmaya kimsenin gücü yetmeyecek. Bu ülkenin harcında Atatürk aydınlığı var ve bu hiçbir zaman kararmayacak. Bence pragmatik yönü güçlü olan AKP yöneticileri iktidar dönemlerinde bu gerçeği kesin bir biçimde gördüler ve bir politika değişikliğine gittiler.

– Denemelerden oluşan ‘Sanat Uzun Hayat Kısa’ sizi en ortaya koyan yapıtınız olsa gerek… Bu bağlamda okurla nasıl bir buluşma oldu ‘Sanat Uzun Hayat Kısa’?

– Bu kitap benim hayatımın, düşüncelerimin, hatta duygularımın özüdür diyebilirim. Denemeler sadece düşüncelerle değil, sezgilerle oluşur. Bilim insanları gibi ispat yükümlülüğü de yoktur. Adı üstünde denemeler işte. Ben Alain, Montaigne, Maurois gibi denemecileri çok ama çok severim ve sürekli okurum. ‘Sanat Uzun Hayat Kısa’ adlı denemelerim bir anlamda kendi yüreğimin derinliklerini keşfetme çabasıdır.

‘Denemelerim Marx’ın izindedir”

– Peki çok yönlü bir toplam olarak değerlendirilirse bu denemeler nasıl bir Zülfü Livaneli toplamı olsa gerek?

– Bernard Shaw çok güzel bir şey söyler: ‘Zaman içinde ölçülerimin değiştiğini anlayan bir tek insan oldu: O da terzim!’ der. Ben de değişen ölçülerimi, hayat hakkındaki görüşlerimi bu kitabı yazarak kavradım. Görüşlerimde temel bir değişiklik olmadığını da sevinerek gördüm. Marx’ın öngörülerine, 1844 elyazmalarında yani Genç Marx’ta dile gelen evren kavrayışına giderek daha çok bağlandığımı görmekle mutlu oldum.

Nasıl bütün dinler hurafelerle, kör inançlarla kaplanmış ve özünden uzaklaşmışsa, diyalektik ve tarihsel materyalizmi bir din haline getirenler de çeşitli sol hurafeler ve yanlış ritüellerle bozmuşlar Marksizmi. Oysa bugün Marx’a en çok ihtiyaç duyulan, vahşinin vahşisi bir kapitalist diktatörlük dönemine girdik. Elmas madeni kazar gibi, Marx’ı yeniden keşfetmeliyiz.

Kitabımda çok fazla Marx ismi geçmediği için belki de bu sözlerim şaşırtır sizi. Ama denemelerimin tümü Marx’ın konuları dahilindedir. Yani ‘İnsanım ve insani olan hiçbir şey bana yabancı değildir’ sözü kapsamına girer.

– Didaktik değil, paylaşım usulü ilerliyor gibi yapıt… Kimi deneme kitabı gibi despot değil hani… Yanıldım mı?

– Yalnız yazıda değil, hayatın her alanında despotluktan nefret ederim. Didaktik olan hiçbir metni de sevmem. Ayrıca ben kimim ki insanlara bir şey öğreteyim. Ancak sorular sorar ve insanları bu sorular üstünde düşünmeye çağırabilirim. Bir seferinde şöyle bir şey söylemiştim: ‘Ben hiçbir şey bilmem ama her gün yeni bir şey öğrenirim.’ Yazmak da öğrenme yollarından biri.
 

‘Yeni romanımı yaşar’

Kemal’le paylaştım’

– Yapıtta en sık duyumsanan, çağın her alanda neredeyse töze inen baştan savmalığı, basmakalıplığı, naylon üretimi, kültürü şeker gibi eritişi, kentleri tüketişi, tarihe hunharca el atılışı, memleketin mutedil aralıklarla ustaca gerilişi, bölünüşüne o haklı isyan… Bu noktada nasıl bir panzehir önerisi getiriyor Sanat Uzun Hayat Kısa?

– Mutluluk romanımda bir bölüm başlığı vardır: ‘İnsan insanın zehrini alır’ diye… İşte panzehir budur. Çare insanda, insanlığın kadim bilgilerinde ve 21. yüzyılın Marksist yorumunda.

– Yeni tasarılarınızı sorarak bitirelim söyleşimizi.

– Her yaratıcının kafasında romanlar, melodiler, filmler uçuşur durur. Bazen biri öne çıkar bazen öteki. Şu sıralarda üstünde çalışmaya başladığım ve konusunu sadece Yaşar Kemal’le paylaştığım roman beni mutlu ediyor.

gamzeakdemircumhuriyet.com.tr

Veda-Bir Dostluğun Öyküsü/ Zülfü Livaneli/ Remzi Kitabevi/ 88 s.

Sanat Uzun Hayat Kısa/ Zülfü Livaneli/ Remzi Kitabevi/ 398 s.

 

 Mustafa Bilici

Psikiyatri Klinik Şefi, Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi

İshak Saygılı

Psikiyatri Araştırma Görevlisi, Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi

 

Psikotik ya da ȃmiyȃne bir tabirle söyleyecek olursak “deli” diye nitelenen insanların davranışları ile sanat arasındaki ilişki eskiden beri ilgi çekici olmuştur. Sanat ve delilik arasındaki ilişkiyi ortaya koymak için çeşitli yollar denenmiştir. Bu yollardan en çok tercih edilenleri önemli yazarlar, ressamlar, yönetmenler ve bestecilerin biyografilerini incelemek olmuştur. Bu incelemeler neticesinde meşhur sanatçılarda ve onların akrabalarında bir takım ruhsal bozuklukların ve intihar eğiliminin özellikle incelendiği görülmüştür. Ağır ruhsal bozukluklar ve intiharın sanatçılarda ve yakınlarında sıkça bulunduğunun gösterilmeye çalışılmasından hareketle delilik ile sanat arasında bir bağlantı olduğu söylenmeye çalışılmıştır.

Yapılan bir araştırmada çeşitli sanatçıların genel nüfusta beklenenden daha fazla ruhsal bozukluk gösterdikleri bulunmuştur. Psikiyatrik bozukluklar en fazla sırasıyla şairlerde (% 50), müzisyenlerde (% 38), ressamlarda (% 20), heykeltıraşlarda (% 18) ve mimarlarda (% 17) gösterilmiştir. Bu sanatçıların kardeşleri ve çocukları siklotimi, intihar girişimi ve bipolar bozukluğa genel nüfustaki bireylerden daha fazla yatkın bulunmuştur. Bir başka çalışmada şairlerin yarısından fazlasında (% 55) psikopatoloji öyküsü vardı ve bu şairlerin yedide birinin psikiyatri hastanesine yatırılmayı gerektiren psikotik belirtiler gösterdiği bulunmuştur. Bestecileri ve soyut ekspresyonistleri inceleyen bir diğer çalışmada bu kişilerde yaklaşık % 50 oranında duygudurum bozukluğu bulunmuştur. Yaratıcı faaliyetlerde bulunan sanatçılarla “sağlıklı” kontrol grubunu karşılaştıran bir çalışma psikoz, intihar girişimi, ruhsal bozukluklar ve madde bağımlılığının kontrol grubundan iki-üç misli daha yüksek oranda bulunduğunu göstermiştir.

Iowa Üniversitesi’nde yazarlardaki yaratıcılık ile psikopatoloji ilişkisini inceleyen bir çalışmada yazarlarda herhangi bir ruhsal bozukluk bulunma oranı (% 80), kontrol grubundan (% 30) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Bu çalışmada tespit edilen ruhsal bozuklukların yarısını duygudurum bozuklukları oluşturmaktaydı. Ancak hiçbir yazarda şizofreninin tespit edilememesi daha önce iddia edilen “şizofreni-yaratıcılık” bağlantısıyla çelişmekteydi.

Sanat ve delilik ilişkisi konusunun incelenmesinde kullanılan bir diğer yöntem ise psikiyatrik teşhis konan hastaların sanat ürünlerini değerlendirmek şeklinde olmuştur. Bu çalışmalarda özellikle duygudurum bozukluğu olan hastaların yaratıcılıklarının dikkat çekici bir şekilde arttığı bildirilmiştir.

Bütün bu çalışmalarda yöntem sorunlarına rağmen duygudurum bozuklukları ile yaratıcılık arasındaki güçlü ilişki varlığı kabul edilmektedir. Ancak önemli bir eser ortaya koymak için “aklı başında olmak” gerektiği bir ön kabul olarak alınırsa ve psikotiklerin aklının başında olmadığı gerçeği göz önünde tutulursa bu kişilerin değerli bir eser ortaya koyamayacakları söylenmektedir. Belki bir sanatçı, şizofreni rahatsızlığına yakalanırsa hastalığının başlangıç döneminde tecrübe edeceği bazı farklı yaşantılar sayesinde kısa süreli de olsa “sıradışı” bir bakış açısı kazanabilir ve bu döneme özgü uzun süreli olmayan bir yaratıcılık artışı sergileyebilir. Bir hasta ile normal bir sanatçının ürettiği sanat eserleri karşılaştırıldığında hastaya ait eserlerin bir süre sonra izleyicide bıkkınlık duygusu oluşturacağı belirtilmiştir. Hastaların eserlerindeki içerik ve biçim konusunda yavanlık, basmakalıplık ve durağan öğelerde yineleme ve zihinsel durgunluk dikkat çekicidir.

Sanatla delilik ilişkisi akıcı görsel öğeler içermesi bakımından en güzel örneklerini sinemada vermiştir. Çeşitli ruhsal bozukluk ya da anormal davranış sergileyen bireylerin “normal” kişilerin ilgisini çekeceğinden hareketle pek çok film psikiyatrik hastalıklarla ilişkilendirilmiştir. Psikiyatrik hastaların sahip olduğu varsayılan gizemli, bir miktar tuhaf, ürkünç ve hatta korkutucu hallerini beyaz perdede izlemek pek çok seyirci için ilginç bulunmuştur.  Bu ilginin altında biraz merak ve gerginlikle karışık kontrollü bir korku hissetme arzusu olsa da izleyicideki temel duygu onlar gibi “deli” olmadığını anlamanın hazzıdır. Filmler sayesinde delilik izleyicinin evinden ve zihninden uzağa itelenerek sinema perdesine hapsedilmektedir. Böylece seyirci film bittiğinde hem deliliği sinema salonunda ya da ekranda hapsetmenin, hem de deli olmadığını tescillemiş olmanın rahatlığıyla salondan huzur içinde ayrılmaktadır. Bu yönüyle sinema deliliği dışsallaştırmanın modern bir aracı olarak kullanılır. Sonuçta filmler kullanılarak biz “aklı başındakiler” güvenlikli meskenlerimizde kutsanmış oluruz. Sinema bu özelliği nedeniyle birçok modern araç gibi deliliği hayatın dışına öteleyip haksız yere damgalamanın aracına indirgenir ve “normal” seyircinin gönlüne “sen öyle değilsin” diyerek su serpmek amacıyla kullanılmış olur.

Sinemada bir şekilde şizofreniyi ve psikozu ele alan belli başlı filmleri şu şekilde sıralayabiliriz:

1)      Shutter Island

2)      A Beautiful Mind

3)      Sybil

4)      Psycho

5)      Secret Window

6)      Donnie Darko

7)      Repulsion

8)      Teyzem

9)      Karanlıktakiler

10)   Spellbound

11)   Shine

12)   Bug

13)   Murder Inside of me

14)   Canvas

15)   I Never Promised You a Rose Garden

16)   Revolver

17)   Mor Defter

18)   Fisher King

19)   Makinist

Sıraladığımız filmler dışında da elbette birçok filmde şizofreni bir şekilde geçmekte ya da şizofrenik bir süreç anlatılmaya çalışılmaktadır. Ancak bu çaba birçok filmde titizlikten yoksun olduğu için filmlerin birçoğunda karakterler şizofreniden ziyade ya dissosiyatif bozukluktan ya da bağımlılık yapıcı bir maddenin etkisiyle oluşan psikozdan muzdarip gibi görünmekten paçayı kurtaramaz. Yani filmlerde şizofren diye tasvir edilmeye çalışılan hastalık genellikle başka bir ruhsal rahatsızlıktır. Bu konuda özellikle bir hedef saptırılmasının olduğunu söylemeye çalışmıyoruz, aksine söylemeye çalıştığımız husus psikiyatrik temalı bir film yaparken gerekli titizliği gösterip bir psikiyatrdan danışmanlık hizmeti alma zahmetine girilmemiş olmasıdır. Gerçi filmlerin doğru teşhis koyması ya da şizofreni belirtilerini kitaptaki gibi aktarmasını beklemek haksızlık olarak değerlendirilebilir ancak en azından filmlerle verilen çarpık bilginin izleyicinin kafasını karıştıracağı hesaba katılmalıdır. Çünkü filmlerin etkisiyle izleyicide oluşan kafa karışıklığı yüzünden pek çok hasta ilacını bırakabilmekte, psikiyatri dışı çözüm arayışlarına girebilmekte ve filmlerin oluşturduğu yanlış yargılar üzerinden hayatını intizam etmeye yeltenebilmektedir.

Filmlerde dissosiasyonun psikozla karıştırılması hastalığın karmaşık doğası göz önüne alındığında bir ölçüde mazur karşılanabilir. Meselȃ Fisher King filmini ele aldığımızda Robin Williams’ın canlandırdığı Parry’nin yaşantısı şizofrenik bir süreci düşündürse de halüsinatuar yaşantıların doğası dissosiyatif yaşantıları andırmaktadır. Parry’nin şikâyetlerinin karısının gözlerinin önünde öldürülmesiyle aniden ve gürültülü bir şekilde başladığı göz önüne alınırsa belirtilerin şizofreniden kaynaklanmadığı anlaşılacaktır. Filmde Parry’nin hastalığına bir teşhis konmadığı göz önüne alındığında filmin asıl mesajının Jeff Bridges’ın canlandırdığı Jack Lucas üzerinden modern insana, dolayısıyla bize, bir takım açmazlarımızı göstermek olduğu anlaşılacak ve dissosiasyon-psikoz ayrımı önemini yitirecektir.

Birçok filmde şizofreni hastaları genellikle dürüst, samimi, derin ve cana yakın olarak yansıtılmaktadır. Bu nitelikler birçok filmde izine sıkça rastlayabileceğimiz bir delilik klişesi olarak görülebilir. Ancak bazen filmlerde bu klişenin tam aksine, şizofrenler ne zaman ne yapacağı ya da kimi nasıl öldüreceği belli olmayan, toplumdan uzak tutulması gereken insanlar olarak gösterilebilmektedir. Bu filmlere örnek olarak Secret Window, Bug, Sybil gibi filmler verilebilir.

Şizofreni tasvirinin bir filmden diğerine çelişkiler içermesi ve hastalık belirtileri konusunda bir fikir birliğine varılamamış olması ilginçtir. Birçok filmde, ne hikmetse, hastaların daha çok paranoid özellikleri ön plana çıkarılmaktadır. Filmlerde hastalığın belirtilerinin paranoid düşünceler ve renkli halusinasyonlara indirgenmesi kliniklerde görmeye alışkın olmadığımız bir “şizofreni uyarlaması” ile karşı karşıya kalmamıza neden olmaktadır. Bir oyuncunun ne kadar profesyonel olursa olsun bir şizofrenin jest ve mimik yokluğunun eşlik ettiği “künt” duygulanımı tam mȃnȃsı ile taklit edememesi sinemayı kendine özgü bir şizofreni türü yaratmak zorunda bırakmıştır. Örneğin Karanlıktakiler filminde Meral Çetinkaya’nın canlandırdığı karakter (Gülseren) gerçek bir şizofrenden ziyade oldukça başarılı bir şizofreni uyarlaması olarak görülebilir. Böyle olunca Karanlıktakiler filminde bu yüzden ev yaşamı belli ölçüde gerçekçi bir şekilde verilirken şizofreniye özgü duygusal reaksiyonların tam olarak perdeye yansıtılamamıştır. Gülseren karakterinin affekti şizofreniyle alȃkasız bir biçimde canlı, hatta bazen oynaktır. Akşam yemeği sahnesinde izlediğimiz Gülseren’in şizofreniyle bağdaşmayan tepkileri filmin kendine özgü bir şizofreni uyarlaması yaptığının en tipik göstergesi kabul edilebilir. Uyarlama, hastalığın sebebinin ifşa edildiği “geriye dönüş” sahnesinde zirveye taşınır ve biz seyirciler anlarız ki Gülseren’in şizofren olmasının sebebi işkencenin eşlik ettiği bir tecavüze uğramasıdır. Tecavüze kadar Gülseren oldukça sağlıklı bir kadındır. Travmatik tecavüz Gülseren’in ruh sağlığını bozup onu paranoid bir şizofrene dönüştürmüştür. Filmin izleyiciye dayattığı bu çıkarsama şizofreni ile toplumsal sorunlar arasında bir bağlantı bulunduğu izlenimi uyandırır. Kapkaççılar, tecavüzcüler, yankesiciler ve hırsızlar gibi modern toplumun “üretim hataları” şizofrenin sebebiymiş gibi sunulur. Böylece şizofreni artık bir muamma olmaktan çıkar ve travma mağdurunun kaderi haline dönüştürülür. Bu tuhaf izah tarzı izleyicide filmden çıktıktan sonra izbe sokaklardan geçerken şizofren olmamak için arkasını daha bir hassasiyetle kollama gereği hissettirir. Ayrıca modern toplumun bu üretim hatası tiplere karşı zaten iyiden iyiye beslediği dışlayıcı tutum film sayesinde daha bir belirgin hȃle gelmektedir. “Pis” tecavüzcüler bir de şizofreninin müsebbibi olma yükünü yüklenmek zorunda kalır. Film uyarlama esasına dayanan yanıltmaca sayesinde sanki tecavüzcüleri toplumdan uzaklaştırırsak şizofreninin kökünü kazırmış izlenimi uyandırmaktadır. Bu kolaycılık ve hedef saptırma tutumu, kendini daha ziyade hastalara karşı acıma duygusu uyandırarak sanki onları düzelteceğimiz izlenimini körüklemek sûretiyle göstermektedir. Bu özellikleri nedeniyle sinemanın şizofreniye yaklaşırken içine düştüğü durumun gerçeklikten kopuk ve stereotipik bir yapıda olduğu söylenebilir.

Scorsesse’nin Michel Foucault’nun Deliliğin Tarihi adlı ünlü çalışmasından izler taşıyan Shutter Island adlı filminde yine de her şeyi açıklayacak devȃsa bir ruhsal travma mevcuttur. Ancak bu filmde, hakkını teslim etmek gerekir ki, çok sağlam bir paranoya örgüsü oluşturulmuştur. Bu filmde de diğerleri gibi şizofreni tasvir edilirken yine belki de “mecbûriyetten” canlı bir affektle karşı karşıya kalmaktayız. Aslında bu filmi de diğer benzerleri gibi travmayla ilişkili karmaşık bir dissosiyatif bozukluk örneği olarak görmek daha doğru olabilir. Shutter Island’ı ilginç kılan asıl özelliği “delilik ile suç” arasındaki geleneksel bağı hortlatmasıdır. Zaten delilere yapıştırılan “saldırgan” damgası film sayesinde bir yazgıya dönüştürülür ve bu filmden sonra izleyicilerin akıl hastalarının birer suç makinesi olduğu inancını pekiştirmesi kaçınılmaz olacaktır.  Zaten John Fowles’ın “Büyücü” ve Edgar Allan Poe’nun “Dr. Katran ve Profesör Telek’in Sistemi” adlı eserleri ile kafası delilik ve suç ilişkisi konusunda iyice şartlanmış durumda olan seyirci bu film sayesinde inancına büsbütün saplanıp kalacaktır.

Bug filmi sanırız diğer filmlere göre daha başarılı bir şizofreni örneği olarak görülebilir. Bu filmde de yine ana temanın paranoya olması sürpriz sayılmamalı. Filmde paylaşılmış psikozun gelişimi de gayet başarılı bir şekilde verilmiştir. Her şeyi açıklayan bir travmanın olmaması da gerçekliğe daha bir uygun kabul edilebilir. Nispeten başarılı örnekler içinde John Nash’in hayatını konu edinen A Beautiful Mind filmini de anmak gerekir. Hastalık öncesi sosyal olarak akranlarından farklı olduğunu anladığımız John Nash beyazperdede Russel Crowe gibi bir oyuncuyla hayat bulduğu için şanslı sayılabilir. Zira affekt kaybının beyaz perdede yansıtılabilmesi ve abartılı mimiklerden korunma açısından Crowe başarılı bir örnektir. Ama bu filmin de diğerleri gibi hastalık belirtilerinden hayȃli arkadaşlara ve paranoyaya odaklanması ilginçtir. Film her ne kadar gerçek bir insanın hayatını anlatmaktaysa da yönetmen gerçek hikȃyeye sadık kalmamayı tercih etmiştir. Karısının Nash’i terk etmekten vazgeçtiği sahneden Oscar törenine kadar geçen sürede olanlar yönetmenin kurmacasından ibarettir. Çünkü gerçekte Nash 1959’da ilk psikotik atağını geçirdikten iki yıl sonra resmen boşanır. 1970’lerde tekrar bir araya geldiği eşiyle inişli çıkışlı bol ayrılmalı bir dönem yaşar. 1994’te Nobel ödülü aldıktan sonra ilişkileri biraz yoluna giren Nash çifti 2001 de tekrar evlenirler. Ayrıca Alice, filmde gösterildiği gibi Nash’in ilk eşi değildir. Gerçekte Nash’in 1955 yılında bitirdiği bir evliliği daha vardır. Üstelik Nash bir dönem eşcinsel olarak da yaşamıştır. Hatta bu yüzden ilişkilerinde yasal problemler bile yaşamıştır. Elbette bir sinema filminden gerçek hayatın uzun ve çarpıcı tüm detaylarını ve çıkmazlarını doğru bir şekilde vermesi beklenmemeli ancak gerçek hikâyeden de büsbütün koparak farklı mecralara girilmemeli.

A Beautifull Mind filminde bir başka çarpıtma olan ilaç kullanımı, üzerinde durmayı hak etmektedir. Gerçek hayatta Nash hiçbir tedaviyi gönüllü kabul etmemiştir ve 1970’ten sonra ilaç kullanmamıştır, ancak filmde onu son döneminde dahi atipik tabir edilen antipsikotik ilaçlarını kullanırken görürüz. Bu çarpıtma biz psikiyatristlere göre olumlu olarak kabul edilebilir, zira en azından hastalara ilaç kullandırmayı özendirmemiz için elimize bir hile yapma imkȃnı vermektedir. Bu hile sayesinde bu film birçok klinikte hastaların ilaç uyumunu artırmada kullanılır olmuştur. Eğer ilaç konusunda gerçeğe sadık kalınsaydı yani Nash’in hiç ilaç kullanmadan Nobel ödülünü aldığı gösterilseydi, “mucizevî” ilaçlarımızı hastalara önerirken epey zorlanacaktık. Tüm bunları söylerken filmin biz psikiyatrlara mı yoksa ilaç firmalarına mı “kıyak” geçtiğini gözden kaçırmamak gerekiyor. Burada film yapımcıları ile ilaç endüstrisinin muhtemel ilişkisine girmenin lüzumu yok.

Toparlarsak yukarda sıralan filmlerin delilik derken kastının modernizmin türettiği ve Adorno’nun kıyasıya eleştirdiği “araçsal aklın” yokluğu mu, yoksa insanın modern aklın sınırlarını çizdiği dünya tasavvurundan her ne sûrette olursa olsun sapması mı olduğu net olarak anlaşılamamaktadır. Eğer delilikten araçsal aklın ve dolayısı ile rasyonalitenin yokluğu kastediliyorsa durum vahim demektir. Vehamet filmlerin hem rasyonel olmanın insanlığı ne hale getirdiğini örtbas etmeye çalışmasından, hem de araçsal aklın pompalayıp durduğu bilinmeyene karşı duyulan korkuyu ortadan kaldırma iddiasının tam tersinin deliliği işleyen filmlerle habire gündeme getirilip durmasından kaynaklanıyor. “Filmler ile delilikten korkmalı, delilerden uzak durmalı ve onları ötekileştirip sınırlamalıyız” mesajı verilmek isteniyorsa o zaman araçsal aklı sevmeli ve akıllı insanlara yakın durmalıyız sonucunu da çıkarabiliriz. Eğer bu çıkarsama doğruysa Aydınlanmanın öngördüğü “akıllı birey”in bugün bir çıkmazın içinde debelendiği, bireyin özgürleşmek şöyle dursun araçsal aklın esiri haline düştüğü, aklının her almadığını anormal, tuhaf ve deli diye nitelediği dolayısıyla bir yabancılaşma akımının içine düştüğü gerçeğini bu filmlerle nasıl bağdaştıracağız? Akıl bizi bulunduğumuz berbat noktaya getirmişse insanın aklına “akılsızlık” ya da delilik, filmlerin pompaladığı gibi gerçekten de uzak durulması gereken bir olgu mudur sorusu gelmektedir. Tamam, belki Erasmus gibi deliliğe methiye dizmemiz gerekmiyor ama hiç olmazsa araçsal aklı ilah edinen modern insanın düştüğü bu müşkül durumu gördükten sonra “eleştirel aklı” ya da tefekkürü tekrar hatırlamamız gerektiğini ileri sürebiliriz.

Kaynaklar

1-      Sinemada Psikiyatri, Sinemada Psikiyatri (2010). Editör: Mustafa Bilici. Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Yayınları

2-Sanat ve Delilik. Haldun Soygür. www.gerceklermaskelenmesin.com

Sıcakların tüm yurtta mevsim normallerinin üstünde seyrettiği ve havadaki nemin en yüksek düzeylere çıktığı şu günlerde, rahat uyumanın yollarını merak ediyor musunuz?

Sıcakların tüm yurtta mevsim normallerinin üstünde seyrettiği ve havadaki nemin en yüksek düzeylere çıktığı şu günlerde, Newsweek Türkiye Dergisi’nin son sayısında sıcak havalarda rahat uyumanın yolları anlatıldı:

Stresten kaçın: Spor yapın (ama yatmadan iki saat önce değil). Dengeli beslenin. Sigarayı bırakın. Çay ve kahveyi azaltın.

Gürültü: Sokak gürültüsünü engellemek, sesli cihazları yatak odasından çıkarmak, çare olabilir.

Işık ve elektrikli cihazlar: Yatmadan hepsini kapatın, perdeleri çekin. Işık uykuya mani olur. Elektronik cihazlar, hatta gece lambası dahi sıcaklığı arttırır.

Küçük yatak: Uzmanlara göre yatak en az 180×240 cm boyutlarında olmalı.

Alkollü içkiler: Yatmaya yakın alkollü içkiden kaçının.

Yalıtım yaptırın: Isı yalıtımlı mekânlar kışın sıcak, yazınsa serin olur. Yalıtımla soğutma cihazlarının harcadığı enerji de yüzde 50 azalıyor.

Klima edinin: Uygun büyüklük ve güçte klima satın alın. Klimayı dış ortamdaki sıcaklığın en fazla 5-6 derece altına göre ayarlayın.

Cep telefonu: Fransa’da yapılan bir araştırmaya göre yatak odasında cep telefonu çalması, kaliteli uykudan ortalama 50 dakika çalıyor.

Fazla yemeyin: Aşırı yağlı ve şekerli yiyecekler uyutmaz. Sıcak havada hafif yiyecekler yiyin ve yemek ile uyku arasına en az üç saat koyun.

Su gibisi yok: Terleme, su ve elektrolit kaybına yol açar. Sıcakta serinlemek için bol su için. Günlük ihtiyaç 1.5 litre.

Duş alın: Yatmadan önce (en fazla 37 derecede) alınacak ılık bir duş uyumaya yardım eder. Duştan sonra saçınızı ıslak bırakmak da faydalı olacatır.

Buzlu çarşaf: Nevresim takımlarını derin dondurucuda bekletin ve yatmadan önce serin.

İdefix.com, Türkiye’nin en çok okuyan illerini ortaya çıkardı.

 
İdefix.com’un son 12 aylık satışları değerlendirilerek ortaya çıkan haritada en çok kitap satın alan iller İstanbul, Ankara, İzmir, Kocaeli, Antalya, Bursa, Muğla, Eskişehir ve İçel oldu.
 
İstanbul’un %47,51’lik oranla kitapların neredeyse yarısını satın aldığı görülen listede, bu iller dışında kalanlar ise toplam satışın %21,03’ünü oluşturuyor.
 
İdefix.com, Türkiye sınırlarında yılda ortalama 600 bin adet kitap satıyor.
Edebiyat türündeki kitapların %40,08’lik oranla uzak ara lider olduğu en çok okunan tür listesinde ise ilk beşi edebiyatla birlikte çocuk kitapları, genel konular, insan ve toplum ve tarih türlerindeki kitaplar paylaşıyor.

Son 2 ayın en çok satan 50 kitabı belli oldu

Türkiye’nin online kitapçısı ”İdefix.com”, son 2 ayın en çok satan 50 kitabını açıkladı.

Ahmet Ümit’in son kitabı ”İstanbul Hatırası” ile 2010 yazına damgasını vurduğu görülen listede, geçen yılın yaz döneminin en çok satan kitabı olan Elif Şafak’ın ”Aşk”ı hala en çok satanlar arasında yer alıyor.

Ümit’i, ”Ölü Ruhlar Ormanı” ile Jean-Christophe Grange, ”Otostopçunun Galaksi Rehberi” ile Douglas Adams, ”Platon Bir Gün Kolunda Bir Ornitorenkle Bara Girer” ile Thomas Cathert ve ”On iki” ile Jasper Kent izliyor.

Listeye giren kitapların 12’si Ahmet Ümit başta olmak üzere İpek Çalışlar, İhsan Oktay Anar, Falih Rıfkı Atay, Oğuz Atay, Elif Şafak, Ertuğrul Özkök, Ece Temelkuran, Vahdettin Engin, Gürkan Hacır, Sabiha Paktuna Keskin, Sadun Boro ve Y. Akın Öngör gibi Türk yazarların eserlerinden oluştu.

Listede yer alan 50 kitaptan ilk 5’in dışındaki 20’si şöyle:
”Halide Edib” ile İpek Çalışlar, ”Dünya Tarihi” ile Kolektif, ”Sherlock Holmes Baskerville Laneti” ile Conan Doyle, ”Brida” ile Paulo Coelho, ”Pazarlık” ile Vahdettin Engin, ”Çavdar Tarlasında Çocuklar” ile Jerome David Salinger, ”Ateşle Oynayan Kız” ile Stieg Larsson, ”Sineklerin Tanrısı” ile Sir William Gerald Golding, ”Dorian Gray’in Portresi” ile Oscar Wilde, ”Hayat Kitabı: Zamanımızın Büyük Bilimcileriyle Söyleşiler” ile Eduardo Punset, ”Küçük Aptalın Büyük Dünyası Pucca Günlük” ile Pucca, ”Ejderha Dövmeli Kız” ile Stieg Larsson, ”Şark Ekspresi’nde Cinayet – Gizli Düşman” ile Agatha Christie, ”Satranç” ile Stefan Zweig, ”Yabancı” ile Albert Camus, ”Görünmeyen” ile Paul Auster, ”Savaş ve Barış” ile Lev Nikolayeviç Tolstoy, ”Küçük Arı” ile Chris Cleave, ”Bizim Hep İnanmamızı İstediler (Ma’Amin)” ile Gürkan Hacır ve ”Her Şey Aydınlandı” ile Jonathan Safran Foer.”

PSİKOTERAPİ NEDİR?   

Psikiyatrik rahatsızlıkların tedavisi tıbbın nispeten daha yavaş ilerleme sağlanan bir alanı olmuştur. Son elli yıla kadar bu hastalıkların gerçek nedenleri ile ilgili bilimsel bilgilerin azlığı nedeniyle, yüzlerce yıldır sadece spekülasyon yapıldığından hastaların ve hasta yakınlarının kafa karışıklığı olması da şaşırtıcı değildir.

    Ruhsal hastalıklar çok can yakıcı, aileyi ve hastayı ızdırap içinde bırakan, maalesef ameliyat gibi hızlı ve pratik çözümlerin olmadığı durumlardır.Duyguların yoğunlaştığı ve ümitsizlik hali ile paniğin iç içe geçtiği zamanlarda yanlış yönlendirmeler ile gerçek , doğru ve bilimsel tedavilerin yerine, etkinlikleri hakkında hiçbir kanıt olmayan biyo-enerji, akupunktur veya son teknoloji alternatif tedavilerden medet umulabilmekte, bu ise sadece tedavide gecikmelere ve hayal kırıklıklarının artmasına neden olmaktadır. Tüm bunlara rağmen tedavilerdeki gelişmeler ve en ağır hastalıklarda bile elde edilen başarı oranları bizi mutlu ettiği gibi geleceğe de umutla bakmamızı sağlamaktadır.

    Psikiyatrik rahatsızlıkların tedavisi temel olarak iki şekilde yapılmaktadır. Bunlardan birincisi ilaç tedavileridir. İlaç teknolojisindeki gelişmeler ile yan etkileri azalan ve tedavi edici güçleri artan psikiyatri ilaçları birçok rahatsızlıkta yeri doldurulmaz faydalar sağlayabilmektedir (sitemizde psikiyatri’de ilaç tedavileri ile ilgili daha detaylı bir makalede bulunmaktadır, lütfen göz atınız).

    Psikoterapi, bir çok rahatsızlıkta ilaç tedavisine ek olarak, kişilik sorunları, ilişki-evlilik sorunları ve bazı tür anksiyete-kaygı bozukluklarında ise yalnız başına kullanılabilen bir tür psikiyatrik tedavi metodudur. Psikoterapi , rahatsızlığı olan kişi ile hekim-terapist arasında etkileşim ve iletişime dayanan, sorunları bu yolla davranış ve düşünce değişiklikleri sağlayarak çözmeyi hedefleyen bir tedavidir.

    Psikoterapiden fayda görebilmek için, hekim ve hasta arasında samimi bir güven ortamı oluşması gereklidir. Bu koşul oluştuktan sonra hekim, uygun gördüğü zamanlarda müdahale ve yüzleştirmeler yaparak kişinin kendine dışarıdan , objektif bir bakış kazanmasını sağlamaya çalışır. Bu müdahalelerin yersiz ve erken olması , psikoterapi ilişkisine zarar verebilir, bu nedenle psikoterapi yapan hekimin de bu konuda deneyimli olması, hastanın duyarlılıklarına saygı göstermesi ve anlayışlı olması gerekir.

    Psikoterapi görmeye karar vermiş kişinin ise bu sürecin kolay olmadığını ve bir arkadaşla yapılan sohbetten farklı olduğunu bilmesi önemlidir. Psikoterapide zaman zaman duymaktan hoşlanmayacağı şeyler, yüzleşmeye hazır olmadığını düşündüğü gerçekler olacak, bunlar huzurunu kaçırabilecektir. Ancak güven duyulan bir terapistten duyulan yorum ve müdahaleler, değişmeye hazır bir kişi için önemli bir sıçrama tahtası vazifesi görebilir. Kişiliğin karanlıkta kalmış ancak günlük hayatı ve işlevselliği, arkadaş ilişkilerini bozan noktalarının değişmeye başlaması, en azından bunların farkına varılmış olması, bir çok kişide çok belirgin bir rahatlama-üzerinden bir yük kalkmış olma hali- oluşmasına neden olmaktadır.

    Chicago psikanaliz enstitüsünün kurucularından ve Freud’un en sevdiği öğrencilerinden biri olan Franz Alexander ‘in öne sürdüğü bir kavram olan ‘ düzeltici duygusal deneyim’(corrective emotional experience) psikoterapilerin nasıl işe yaradığını açıklayan önemli bir noktadır. Alexander’ a göre her psikoterapi ilişkisi hayatın küçük bir yansımasıdır. Kişinin burada terapisti ile kuracağı ilişki, gündelik hayatında üçüncü şahıslarla kurduğu ilişkilerin bir yansımasıdır, dışarıda yaşanan ilişki ve iletişim sorunlarının aynısı burada yaşanır, bu nedenle terapist ,hastanın duyarlılık noktalarında, hastanın,diğer insanlarla olan ilişkilerinde sorun yaşadığı şeklin aksi istikamette davranır ise bu’düzeltici duygusal bir deneyim’ olur. Hastanın dünyada ve insan ilişkilerinde hep sorun yaşayacağına dair olan kötümser beklentileri değişir, kişilik sorunları aşılmaya başlar.

    Hasta yakınlarının ve hastaların en çok kafa karışıklığı yaşadıkları noktalardan biri yüzlerce çeşit psikoterapi metodundan hangilerinin kendileri için uygun olacağı sorusudur.. Gerçekten de bugün birçok farklı psikoterapi metodunu uygulayan terapiste ve birbirleriyle alakalı gözükmeyen psikoterapi şekillerine ulaşmak mümkündür. Temel nokta gözden kaçırılmadığı sürece, tüm psikoterapi şekillerinin faydalı olduğu söylenebilir. Hastanın, iyileşme sağlayan şeyin, psikoterapi şeklinden ziyade , terapist ile kurulan ilişkinin güven ve samimiyet zemininde değişime yol açan mekanizmaları tetikleyebilmesi olduğunu unutmaması gerekir. Ancak genel olarak kaygı-anksiyete bozukluklarında davranışçı –bilişssel terapilerin, kişilik bozukluklarında ise psikoanalitik yönelimli terapilerin daha etkili olduğu söylenebilir.

    Psikoterapi, örneğin Standard bir depresyon veya panik bozukluk tedavisine eklendiğinde, başarı oranlarının arttığı ve hastalık nükslerinin azaldığı gösterilmiştir. Günümüzde, hem zaman azlığı ve hızla tedavi olma isteği, hem de psikoterapilerin tedavi maliyetini arttırmasından dolayı psikoterapiler , psikiyatri tedavisinde hak ettikleri noktada değillerdir, ancak bilimsel ve doğru olan, psikiyatrik rahatsızlıklarda görülen psikoterapinin, hastalık düzelmesinin kalıcı olmasına çok katkısı olduğudur. Bu nedenle psikiyatrik bir rahatsızlık durumunda fırsat yaratmaya çalışıp psikoterapi görmek ve sadece ilaç tedavisi ile değil ilaç tedavisi ve psikoterapi kombinasyonu şeklinde bir tedavi görmek kalıcı ve sağlam bir iyileşme için çok önemlidir.

 

 

Sağlıklı Uyku
Zinde olmak, sağlıklı olmak, yeni bir güne gülerek başlamak için deliksiz uyku uyumak büyük önem taşıyor. Ama uykunun vücudun dinlenmesinin dışında inanılmayacak kadar çok fonksiyonu bulunuyor. Vücut ısısı uykuda düşüyor, kalp hızı ve solunum sayısında azalma olurken büyüme hormonu salınımı artıyor.

Uykunun yeme, içme, dinlenme gibi insan vücudu için vazgeçilmez bir gereksinimdir.Uyku insan vücudunun restorasyonu için gereklidir. Uyku circadian bir ritm izler; Bu circadian ritm hipotalamustaki suprakiazmatik çekirdek tarafından kontrol edilir. Bu bölgeyi tutan hastalıklar, uyku-uyanıklık döngüsünde bozukluğa yol açabilir.

Uyku süresi yaş ile yakından ilgilidir.Yenidoğan döneminde bu süre 16-20 saat, okul öncesi dönemde 10-12, 10 yaş civarında 9-10, ergenlik döneminde 7-8, erişkin dönemde 6-7 saattir. Bebekler, gece uykusundan başka, günde en az iki kez uyurlar. 1,5-2 yaş civarında sabah uykusu, 5 yaş civarında öğleden sonra uykusu kalkar.

Normalde uyku, REM (hızlı göz hareketlerinin olduğu dönem) ve non-REM (N-REM, hızlı göz hareketlerinin olmadığı dönem) dönemlerinden oluşur. N-REM dönemi de dört devreye ayrılır. Her uyku siklusu N-REM ile başlar, REM ile sonlanır. Her uyku siklusu 70-100 dakika kadardır.”

Uyku bozuklukları

 İnsan organizmasının sağlığındaki rolü tartışılmaz olan uykuyla ilgili yaşanan en ufak bir sorun da yaşamı alt üst etmeye yetiyor. Uyku ile bozukluklar üç gruba ayrılıyor. Uykusuzluk (Insomnia), aşırı uyku hali ve parasomni adı verilen rahatsızlıklarla ilgili şunlar söylenebilir:

1. Uykusuzluk (Insomnia)

Uyku gereksinimi kişiden kişiye değişiklik gösterir. Sürekli olarak kişi için gerekli olan süre ve kalitede uyku uyuyamama durumunu, uykusuzluk olarak tarif edebiliriz. Uykusuzluk, kadınlarda erkeklere göre daha sıktır ve yaşla artış gösterir. Uykusuzluk kendisini uykuya geçmede zorluk, uyuduktan sonra uyanma, sabah gereğinden erken uyanma şeklinde gösterebilir. Uykusuzluk durumu bazen geçicidir, birkaç hafta devam edip, sonra düzelebilir. Bazen ise kronik bir hal alabilir. Kronik uykusuzluk şu durumlarda görülebilir:

Mide ülseri, korner arter hastalığı, solunum bozuklukları eklem ağrıları gibi organik hastalıkların seyri esnasında görülebilir.

Anksiyete (bunaltı, sıkıntı durumu) ve depresyon gibi psikiyatrik hastalıklarla birlikte olabilir.

Uykusuzluk, bazı ilaçların kullanılıp kesilmesi sonrasında görülebilir. Uzun süreli yüksek miktarda alkol alımı veya uzun süreli alınan alkolün kesilmesi de uykusuzluğa neden olabilir.

2. Aşırı uykuyla gelişen bozukluklar

Bunlar içinde iki klinik tablo önemlidir:

a) Narkolepsi: Narkolepsi, çevresel ve gençlik faktörlerinin rol oynadığı bir uyku bozukluğudur. Her yaşta ortaya çıkabilirse de, genellikle 20-30 yaşlarında ilk belirtileri verir. Bu hastalarda gün içerisinde, 10-30 dakika süren, önlenemeyen uyku atakları vardır. Ayrıca katapleksi denilen düşme şeklinde ataklar, uyku başlangıcında ve uyanırken ortaya çıkan kısa süreli felçler, uykuya geçerken oluşan halüsinasyonlar klinik tabloya eşlik eder. Tedavisi mümkün bir hastalıktır.

b) Uyku apnesi:Uyku sırasında çok sayıda genellikle 30’dan fazla, kısa süreli (10 saniyeden az) solunum durması (apne) ile seyreden uyku bozukluğudur. Normal kişilerde de, uyku sırasında az sayıda solunum durması atakları olabilir. İki ana tipi vardır.

Birincisi solunum yollarını engelleyen olaylarla birlikte olan mekanik uyku apnesidir. Büyük bademcikler, burundaki deviasyon, çene anormallikleri, üst solunum yolu infeksiyonları en önemli mekanik uyku apnesi nedenleridir.

İkinci neden ise merkezi uyku apnesidir. Daha çok beyin sapı denilen bölgenin hastalıkları bu tür uyku apnesine yol açar. Uyku apneli hastalarda, şişmanlık, apneleri arttırabilir. Bazen şişmanlık, tek başına bu apnelerin nedeni olabilir. Horlama yine uyku apneli hastalarda sık görülen bir bulgudur. Diğer bir bulgu ise gün içindeki aşırı uyku halidir. Öncelikle solunum yollarını daraltan veya tıkayan engeller ortadan kaldırılmalıdır.

Şişman hastalar, zayıflatıcı diyet programına alınmalı, varsa uyku apnesinin diğer nedenleri ortadan kaldırılmalıdır. Bunlarla sonuç alınamayan hastalarda, solunum yollarına devamlı pozitif basınç veren aygıtlarla tedavi gibi diğer yöntemler kullanılır.

Parasomniler:

Parasomniler başlığı altında çeşitli uyku bozuklukları tanımlanmıştır.

1. Huzursuz bacak hastalığı

2. Diş gıcırdatması

3. Uyurgezerlik

4. Çocuklarda gece yatak ıslatma

5. Kabuslar

6. Çocuklarda görülen gece korkuları

Tedavisi mümkün Huzursuz bacak hastalığı: Huzursuz bacak hastalığı genellikle 11 ile 50 yaş üzerindeki kişilerde görülür. Olguları üçte biri ailevi özellik gösterir. Hastalar genellikle yattıklarında ayaklarında huzursuzluk hissederler. Ayaklarını hareket ettirerek, bazen kalkıp dolaşarak bu huzursuzluğu gidermeye çalışırlar. Bunlar hastada kısa bir süre rahatlık sağlar. Hastada uykuya geçmede zorluk, kesintili uyku gibi uyku bozukluklarına yol açar. Bu nedenle tedavisi gerekir.

Diş gıcırdatması:Sık görülen bir uyku bozukluğudur. Devamlı olgularda diş, diş eti, ve çene problemlerine yol aöabilir. Stres durumlarından sonar artar.

Uyurgezerlik:Genellikle uykunun ilk saatlerinde görülür. Ailevi özellik gösterebilir. Özellikle 5-12 yaş arasındaki çocuklarda daha sık görülür. Bu yaştaki çocukların yüzde 15’inde en az bir kez görülebilir. Bazen çocuk yürümez, kalkar, yatakta oturur, tekrarlayıcı hareketler yapabilir. Psikiyatrik bozukluklarla birlikte seyretmez. Daha seyrek olarak erişkinlerde de görülebilir. Uykuda konuşma, bazen uyurgezerliğe eşlik eder. Uyurgezerlik, genellikle atak sırasında hastanın kendisini yaralamasına neden olmaz, fakat koruyucu tedbirlerin alınması gerekir.

Uykuda yatağını ıslatma: Çocuklarda sık görülen bir problemdir. Beş yaşına kadar bir bozukluk olarak değerlendirilmemelidir. 5 yaşında erkek çocukların yüzde 15’inde, kız çocukların yüzde 10’unda görülür. Ailevi özellik gösterebilir. Psikolojik ve davranışsal problemler, bu hastalığın ortaya çıkmasında rol oynar.

Gece korkuları: Çocukluktaki gece korkuları genellikle uykunun ilk 1-2 saatinde görülür. Bazen uyurgezerlik ile birlikte olabilir. Çocuk ağlama ile uyanır. Yüzünde şaşkınlık ve korku ifadesi vardır. Bu dönemde çocukla sözlü ilişki kurulamayabilir. 15-30 dakika içinde tekrar uykuya geçer. Sık tekrarlayan gece korkuları tedavi gerektirir.