Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

Muğla’ya gelen turist sayısı yüzde 13 oranında artarken, özellikle Arap turistlerin ilgisi dikkat çekti.

Muğla Kültür ve Turizm Müdürü Kamil Özer, Muğla’ya gelen turist sayısının yüzde 13 oranında arttığını belirterek, Arap ülkelerinden gelen turist sayısında da geçen yıla göre yüzde 50’lik artış yaşandığını bildirdi. Bin 124 kilometre uzunluğundaki kıyı bandının çevrelediği Muğla ve ilçeleri, her yıl 3 milyon yabancı turisti ağırlıyor. 2010 yılının ilk 7 aylık dönemine ait rakamlara göre, Muğla’ya gelen yabancı turistler arasında İngilizler 916 bin 806 kişiyle ilk sırada yer alıyor. 105 bin 432 kişiyle Hollandalı turistler ikinci, 87 bin 382 kişiyle Almanlar üçüncü, 83 bin 227 kişiyle Rusya Federasyonu’ndan gelenleri dördüncü, 63 bin 522 kişiyle de Belçikalı turistler beşinci sırada yer alıyor.       

Muğla Kültür ve Turizm Müdürü Özer, bu yıl Muğla’ya gelen turist sayısında ciddi bir artış olduğunu belirterek, ”Temmuz ayı sonu itibariyle Muğla’ya gelen turist sayısında yıllıkta yüzde 13, aylıkta yüzde 11 gibi bir artışımız var. Ancak bu artışın giderek çoğalacağını tahmin ediyoruz. Bu yıl bölgemize gelen turist sayısının 3 milyonu geçeceğini düşünüyorum. Hedefimiz 3 milyonu geçmek.” dedi.
Özer, özellikle Lübnan, Filistin, Suriye ve Ürdün gibi Arap ülkelerinden gelen turist sayısında geçen yıla oranla yaklaşık yüzde 50’lik bir artış yaşandığına işaret ederek, ”Geçen yıl yaklaşık 14 bin olan Arap turist sayısı bu sene yılın ilk 7 ayında 20 bine ulaşmış durumda. Türkiye’nin komşuları ve Arap ülkeleri ile olan ilişkilerinin çok daha sıcak olması, Türkiye’nin güvenilir ülke olması, dostane ve sosyal ilişkilerin artması, ticari ilişkilerin artması ve aynı zamanda gümrüklerin kaldırılması Arap turistlerin ülkemizi tercih etmesine neden oldu” diye konuştu.
Genel anlamda dış politika ve iç politikada yaşanan gelişmelerin Arap turistlerin Türkiye’ye gelmesini olumlu yönde etkilediğine işaret eden Özer, şu ifadeleri kullandı:
”Ülkemizin terörden uzak müreffeh bir ülke olması, gelen turistlere misafir anlayışıyla sunulan hizmetlerin her biri, turist sayısının artışında çok önemli etkenler. Muğla’nın turizmden gerekli pastayı alabilmesi için marka şehir haline dönüşmesi ve markalaşmayı sağlaması gerekmekte. Bu yönüyle de Muğla’mızı ‘Moda’ değil ‘Marka’ şehir haline dönüştürmemiz lazım. Bu bütünlüğü sağlayabilirsek hem iç hem dış turizm alanında Muğla’nın çok daha geliştirilebileceğini düşünüyorum.”dedi.
Güney Ege Turistik Otelciler Birliği (GETOB) Başkanı İlhan Açıkgöz ise turist sayısındaki artışın sevindirici olduğuna işaret ederek, ”Muğla bölgesine yılda yaklaşık 3 milyon turist geliyor. Bunların içinde farklı milletlerden turistler yer alıyor. Arap turist sayısındaki artışın nedeni bana göre iç ve dış politikada yaşanan olumlu gelişmeler” diye konuştu.

 

SANATÇI, çağının ve ülkesinin sorunlarına duyarsız kalmamalıdır.

Sanatçının insanlığa ve toplumuna karşı önemli sorumlulukları vardır.

Toplumuna örnek olması gerekir.
Sanatçı aynı zamanda bir toplum önderidir.
Bu konumunun gerektirdiği duruş ve kararlılıktan ödün vermemek sanatçının kaçınamayacağı bir görevdir.
Bu genel değerleri belirttikten sonra şimdi konuya girebiliriz.
Türkiye önümüzdeki ay önemli bir referandum için sandığa gidecek ve ciddi şekilde geleceğini belirleyecek bir karar verecek.
Bu noktada ülkenin sanatçılarının verecekleri oy, toplum için çok önemlidir.
Örneğin Sezen Aksu toplumumuzun önemli bir sanatçısıdır.
Yeteneklidir, üretken bir şarkıcıdır.
Nota bilmediği halde yaptığı besteler halkın büyük beğenisini kazanır.
Şarkıcılar Sezen Aksu’dan bir şarkı alabilmek için sürekli kuyrukta beklerler. 
O nedenle, toplumun bu kadar önem verdiği bir sanatçının, referandumda “evet” oyu vereceğini açıklaması çok sayıda insanı etkiler.
Ben merak ediyorum, Sezen Aksu’nun kararı neden “evet”? 
Niyetim Sezen Aksu’yu eleştirmek değil.
Herkes sandığa gittiği zaman vicdanının sesini dinleyerek kararını verir ve oyunu o doğrultuda kullanır.
Bunun için kimse kimseyi eleştiremez.
* * *
Benim merakım başka.     
Sezen Aksu AKP iktidarının sanata bakışını biliyor olmalı.
Ülkenin tek opera binasını boşaltıp çökmeye terk eden…
Opera, bale sanatçılarını ve kentin tek senfoni orkestrasını sokağa atan…
2010 Avrupa Kültür Başkenti seçilen İstanbul’u opera, bale oynanamaz bir kent haline getiren…
Baleyi “bel altı” sanatı olarak tanımlayan…
Heykele “Böyle sanatın içine tükürürüm” diyen…
Bir anlayışın kimseye danışmadan, bir oldu bittiye getirerek yaptığı anayasa değişikliklerini bir sanatçı olarak onaylamak ve ona destek vermek…
Bunu merak ediyorum ve içtenlikle söylüyorum ki Sezen Aksu’yu anlamakta zorlanıyorum. 

Ahmet Hakan haklı ama…

BEN de şöyle bir karıştırdım Ergun Poyraz’ın kitaplarını…
Pespayelik, iğrençlik, iftira ve yalan diz boyu…
Yazarım diye ortaya çıkan bir insanın böyle paçavralar yazmasına hem hayret ettim, hem de utandım.
O nedenle Ahmet Hakan’ın Ergun Poyraz için yazdıkları yerden göğe kadar haklı.
Aynen katılıyorum.
Ama…
Ergun Poyraz’ın hapislerde süründürülmesini (sanırım 3 yılı geçti) bir hukuk cinayeti olarak görüyorum.
Tüm ahlaki değerleri çiğneyen böyle kitaplar yazsa da Ergun Poyraz’ı demir parmaklıklar arkasına kapatmak çağımızın anlayışına, değerlerine ve insan haklarına aykırıdır.
Kabul edilemez.
Çağdaş hukukta tazminat diye bir olay var.
Eğer Ergun Poyraz, Baykal ve Bahçeli için aynı tür kitaplar yazsaydı acaba hapiste bir gün olsun yatırılır mıydı?
AKP yandaşlarının neler yazdıklarını, ne çirkeflikler yaptıklarını, ne iftiralar attıklarını ama kıllarına dokunulmadığını hepimiz biliyoruz.
Ergun Poyraz’a yapılan insan haklarına aykırıdır.

AKP   ANAYASA’SINA    “HAYIR” !PEKİYİ NEDEN HAYIR ?

 Prof.Dr.Süheyl BATUM

1) DEMOKRASİLERDE ANAYASA NEDEN ÖNEMLİDİR?

ÖNEMLİDİR ÇÜNKÜ TOPLUMUN, TOPLUMDAKİ DEĞİŞİK GRUPLARIN,

KATMANLARIN İSTEKLERİNİ YANSITIR. ONLARIN AYRI AYRI HAKLARINI KORUR.

İŞÇİLERİN HAKLARINA YER VERİR.

SENDİKALARIN HAKLARINA YER VERİR.

SENDİKASIZ ÇALIŞTIRILANLARIN,

EMEKLİLERİN,

İŞVERENLERİN,

KADINLARIN

ÇOCUKLARIN,

ENGELLİLERİN,

DEĞİŞİK MEZHEPLERDEKİ YURTTAŞLARIN,

ÖĞRENCİLERİN,

KÜÇÜK ESNAFIN,

YARGININ,

BASIN EMEKÇİLERİNİN,

GAZİLERİN VE BU ÜLKE İÇİN CANINI VERMİŞ ŞEHİT AİLELERİNİN

TEKEL İŞÇİLERİNİN,

ÇİFTÇİLERİN,

TARIM KESİMİNDE ÇALIŞANLARIN HAKLARINI KORUR.

2) ANAYASA BUNU NASIL YAPAR?

                        ŞÖYLE YAPAR, ANAYASAYI YAPARKEN, TÜM BU GRUPLARI VE ONLARIN TEMSİLCİLERİ ÇAĞRILIR, GÖRÜŞLERİ ALINIR, TALEPLERİ ALINIR.

ANAYASA BU TALEPLERİN TÜMÜNE YER VEREBİLDİĞİ ORANDA DEMOKRATİK BİR ANAYASA OLUR.

VE ANAYASA,  ANCAK BÖYLECE BİR “TOPLUM SÖZLEŞMESİ” OLUR.

3) AKP  ANAYASASI BÖYLE Mİ YAPILDI?

                        HAYIR. AKP TEK BAŞINA ANAYASAYI YAPTI.

                        HİÇBİR  PARTİNİN GÖRÜŞLERİNİ ALMADI.

                        TÜM SİVİL TOPLUM ÖRGÜTLERİNE  “ÜÇ GÜN SÜRE” VERDİ.

                        CHP’NİN “ÜÇ MADDEYİ AYIRIP, DİĞERLERİNİ BERABER OYLAMA” ÖNERİSİNE CEVAP BİLE VERMEDİ.

                        BUGÜNE KADAR YAPILAN TÜM ÇALIŞMALARA, DİĞER PARTİLER YA DA SİVİL TOPLUM ÖRGÜTLERİ TARAFINDAN HAZIRLANAN TASLAKLARA DÖNÜP BAKMADI BİLE. 

4) ANAYASA BİR TEK PARTİ TARAFINDAN YAPILABİLİR Mİ?

                        HAYIR. ÇÜNKÜ O ZAMAN “TOPLUM SÖZLEŞMESİ” OLMAZ. ANCAK  “PARTİ ANAYASASI” OLUR. “AKP  ANAYASASI  OLUR”.

5) AKP’NİN İDDİA ETTİĞİ GİBİ, 1982 ANAYASASI, İLK KEZ Mİ DEĞİŞTİRİLİYOR?

                        KESİNLİKLE HAYIR. 1982 ANAYASASI, BUNDAN ÖNCE TAM 16 KEZ DEĞİŞTİRİLDİ. BU SONUNCUSU İSE, 17İNCİ DEĞİŞİKLİK OLUYOR. YANİ DARBE ANAYASASINI İLK KEZ DEĞİŞTİRDİKLERİ TAM BİR “YALAN”, TAM BİR “GÖZ BOYAMACA”.

                        ÜSTELİK BU DEĞİŞİKLİKLERİN YEDİ TANESİ, DAHA AKP İKTİDARA GELMEDEN YAPILMIŞTI.

                        HEM DE O DÖNEMDE TBMM’DE BULUNAN TÜM SİYASAL PARTİLERİN KATILIMLARI İLE. 

                        YANİ AKP’NİN  VE YANDAŞ AYDINLARIN(!) İDDİA ETTİĞİ GİBİ, 1982 ANAYASASI, İLK KEZ DEĞİŞTİRİLMİYOR.

                        BUNDAN ÖNCEKİ DEĞİŞİKLİKLER DE YİNE AYNI KİŞİLERİN İDDİA ETTİKLERİ GİBİ “MAKYAJ NİTELİĞİNDE” DEĞİŞİKLİKLER DEĞİL.

                        AKP İKTİDARININ BUNLARI BİLMEMESİ MÜMKÜN DEĞİL. BU KADAR “BİLGİSİZ” OLUNMASI MÜMKÜN MÜ SİZCE? PEKİYİ “BİLGİSİZLİK YA DA HAFIZA KAYBI” DEĞİL İSE, BU İDDİANIN NEDENİ NE OLABİLİR ACABA?

6) SON DEĞİŞİKLİKLERE KARŞI ÇIKILMASININ NEDENİ AKP’NİN YAPMASI MI?

BUNA DA KESİNLİKLE HAYIR. AKP İKTİDARI, BUGÜNE KADAR TAM 9  

KEZ ANAYASAYI DEĞİŞTİRDİ. BU SON YAPILAN DA 10. CUSU OLUYOR.

                        VE BUGÜNE KADAR YAPILAN BU 10 DEĞİŞİKLİKTEN SADECE 3 TANESİ TOPLUMDA TARTIŞMA YARATTI. ÇÜNKÜ ÜÇÜ DE, DİĞER SİYASAL PARTİLERİ, SİVİL TOPLUM ÖRGÜTLERİNİ VE TARTIŞMALARI DİKKATE ALMADAN, TAMAMEN “BASKICI BİR ANLAYIŞ” VE “BENİM ÇOĞUNLUĞUM VAR, HER İSTEDİĞİMİ YAPARIM” MANTIĞI İÇİNDE YAPILMIŞTI. 

YANİ TAMAMEN DEMOKRASİ DIŞI BİR ANLAYIŞ İLE YAPILMIŞTI. AYNEN ŞİMDİ TARTIŞTIĞIMIZ SON DEĞİŞİKLİK GİBİ.

7)  ANAYASANIN İÇİNDE NELER OLMALIDIR? 

                        ANAYASAYA BAKARSINIZ. ANAYASANIN İÇİNDE, O GÜNE KADAR TARTIŞILMIŞ, SORUN YARATMIŞ, TOPLUMDA İHTİYAÇ OLARAK ORTAYA ÇIKMIŞ TÜM TALEPLER ÇÖZÜM BULMALIDIR.

BUNUN İÇİN ÖNCESİNE BAKARSINIZ, O GÜNE KADAR NELERİ TARTIŞMIŞSINIZ, NELER TOPLUMDA SORUN YARATMIŞ, NELER SIKINTI YARATMIŞ.

İŞTE “DEMOKRATİK ANAYASA” TOPLUMUN TARTIŞTIĞI TÜM BU SORUNLARA ÇÖZÜM BULMALIDIR. 

8) PEKİYİ TÜRKİYE’DE BUGÜNE KADAR NELER TARTIŞILDI?

                        KISACA SIRALAYALIM;

                        DOKUNULMAZLIKLAR,

                        CUMHURBAŞKANININ YETKİLERİ

                        KADIN HAKLARI,

                        PARTİLERİN İÇ İŞLEYİŞLERİNİN DEMOKRATİK OLMAMASI,

                        LİDER SULTASI,

                        YÖK,

                        YARGININ DOSYA ÇOKLUĞU NEDENİYLE GEÇ   İŞLEMESİ,

                        YOLSUZLUKLAR,

                        ALEVİLERİN HAKLARI,

                        ETNİK KÖKENLİ VATANDAŞLARIMIZIN KÜLTÜREL HAKLARI

                        SENDİKAL HAKLAR,

                        GREV HAKKININ SINIRLARI,

                        YÜZDE 10′ LUK  İNSAFSIZ SEÇİM BARAJI

                        KÜLTÜREL HAKLAR,

                        HSYK’DA BAKAN’IN VE MÜSTEŞAR’IN YER ALMALARI.

            İŞTE TÜM BUNLAR, 1982’DEN BU YANA TARTIŞILDI. VE TÜM PARTİLERİN, SİYASAL GRUPLARIN, SİVİL TOPLUM ÖRGÜTLERİNİN TALEPLERİ OLARAK ORTAYA ÇIKTI.

            BU SORUNLARIN TÜMÜ “DEMOKRATİK BİR ANAYASA’DA” YER BULMALIDIR.  BU YOLLA BİR “TOPLUM SÖZLEŞMESİ” OLMASI GEREKEN ANAYASA’LAR HALKIN SORUNLARINA ÇÖZÜM ÜRETMELİDİR.

9) AKP  ANAYASASI BU TALEPLERE YER VERİYOR MU?

                        HAYIR. HİÇBİRİNE YER VERMİYOR.

                        AKP  ANAYASASINDA NE DOKUNULMAZLIKLAR SINIRLANMIŞ,

                        NE PARTİLERİN İÇ İŞLEYİŞİ İLE İLGİLİ BİR DÜZENLEME VAR,

                        NE YÖK DEĞİŞTİRİLMİŞ,

                        NE KADINLARA KOTA GETİRİLMİŞ,

                        NE SENDİKALARA BİR HAK GETİRİLMİŞ,

                        NE İŞÇİLERİN İNSANCA YAŞAM HAKLARI GÜVENCEYE ALINMIŞ,

                        AKP ANAYASASI, BUNLARIN HİÇ BİRİNE YER VERMİŞ Mİ? HAYIR

                        BUNLARIN HİÇ BİRİ YOK.

10) BUNLARIN YERİNE AKP  ANAYASASINDA NE VAR?

                        BUNLAR YERİNE SADECE HER ZAMAN YAPTIKLARI GİBİ, YAPAY SORUNLAR VE YAPAY BİR GÜNDEM YARATMAK VAR.

                        SADECE “GÖZ BOYAMACILIK” VAR. “HAK GETİRİYORUZ” GÖRÜNTÜSÜ ALTINDA “HİÇ BİR HAK, ÖZGÜRLÜK, YENİLİK” GETİRMEMEK VAR.

                        BİR TEK “AKP İKTİDARININ YARGIYA TEK BAŞINA EGEMEN OLMASI” VAR. ANAYASA MAHKEMESİ ÜYELERİNİN TAMAMINI  İKİ KİŞİNİN SEÇMESİ VAR. ABDULLAH GÜL VE RECEP TAYYİP ERDOĞAN’IN TÜM ANAYASA MAHKEMESİ ÜYELERİNİ SEÇMESİ VAR.

                        YOLSUZLUK BATAĞINA BATMIŞ AKP’NİN SORUMLULUKTAN VE HESAP VERMEKTEN KURTULMAK AMACIYLA KENDİ YARGISINI OLUŞTURMA ÇABASI VAR.

YANİ  TÜPRAŞ

TÜRK TELEKOM

SEYDİŞEHİR ETİ ALÜMİNYUM

BALIKESİR SEKA

SABAH/ ATV

AKKUYU NÜKLEER SANTRALİ GİBİ BİR ÇOK YOLSUZLUKTAN

DOLAYI  İLERİDE KENDİLERİNİ  YÜCE DİVAN OLARAK YARGILAYACAK MAHKEMENİN TÜM ÜYELERİNİ KENDİLERİNİN SEÇMESİ VAR.

                        BÖYLECE YÜCE DİVAN’DAN KAÇMA YOLU VAR. 

11) ANAYASA MAHKEMESİ ve HSYK İLE İLGİLİ DEĞİŞİKLİKLER YARGIDAKİ PROBLEMLERİ ÇÖZMEYE YÖNELİK DEĞİŞİKLİKLER MİDİR?

KESİNLİKLE HAYIR. ÜSTELİK BU YENİ DÜZENLEME, 12 EYLÜL DARBE ANAYASASINDAN BİLE DAHA GERİDİR.

NEDEN Mİ?  BU DÜZENLEME İLE ANAYASA MAHKEMESİ ÜYELERİNİN TAMAMI ABDULLAH GÜL VE RECEP TAYYİP ERDOĞAN TARAFINDAN SEÇİLECEKTİR. BÖYLELİKLE İLERİDE KENDİLERİNİ YÜCE DİVAN OLARAK YARGILAYACAK MAHKEMENİN TÜM ÜYELERİNİ KENDİLERİ SEÇMİŞ OLACAKTIR.

ÜSTELİK  ANAYASA MAHKEMESİ ÜYELERİ ARASINDA, ESKİDEN 11 ÜYEDEN 4 TANESİ, TAMAMI İLE YÜRÜTMENİN TAKDİRİNE YANİ MUTLAK TERCİHİNE BIRAKILMIŞTI.

BUGÜNKÜ DÜZENLEMEDE İSE, 17 ÜYEDEN 10 TANESİ İKTİDARIN MUTLAK TAKDİRİNE BIRAKILMIŞTIR.   YANİ ÜYELERİN ÇOĞUNLUĞU.

NASIL MI?

4 ÜYE TAMAMEN CUMHURBAŞKANININ TAKDİRİNDEDİR.

3 ÜYE YİNE CUMHURBAŞKANININ SEÇTİĞİ YÖK‘TEN GÖNDERİLMEKTEDİR.

3 ÜYE TBMM’DE OY ÇOKLUĞUYLA YANİ İKTİDAR PARTİSİNCE SEÇİLMEKTEDİR.

            BU SİZCE TESADÜF  MÜ?  AKP NE YAPTIĞINI BİLMİYOR MU?

            ESKİDEN YÖK’E KIZARKEN, ŞİMDİ GÖNDERDİĞİ ÜYE SAYISINI NEDEN ARTTIRMIŞ DERSİNİZ? NEDEN 1 ÜYEDEN ŞİMDİ 3 ÜYEYE ÇIKARMIŞ SİZCE?    

ÜSTELİK 1982 ANAYASASINDAN GERİYE GİDİŞ BUNUNLA DA SINIRLI DEĞİL.

AYRICA, HSYK’YA İLİŞKİN OLARAK DA; ADALET BAKANI İLE MÜSTEŞARI, YENİ DÜZENLEMEDE DE HSYK’DA YER ALMAKTADIR.

BUNUN YANI SIRA AYRICA, 

1-KURULUN BAŞKANI ADALET BAKANIDIR.

            2-ADALET BAKANLIĞI MÜSTEŞARI DOĞAL ÜYEDİR.(MÜSTEŞARI BAKAN ATAMAKTADIR)

            3-KURULUN YÖNETİMİ VE TEMSİLİ KURUL BAŞKANINA AİTTİR.(BAŞKAN ADALET BAKANIDIR.)

            4-HAKİM VE SAVCILARIN DENETLENMESİ,HAKLARINDA İNCELEME VE SORUŞTURMA İŞLEMLERİ HSYK BAŞKANININ OLURU İLE (ADALET BAKANI’NIN) KURUL MÜFETTİŞLERİNE YAPTIRILMAKTADIR.

            5-HSYK GENEL SEKRETERİ KURUL BAŞKANI (ADALET BAKANI) TARAFINDAN ATANMAKTADIR.

            6-ADALET BAKANLIĞININ  MERKEZ VE BAĞLI KURULUŞLARDA GEÇİCİ VE SÜREKLİ OLARAK ÇALIŞTIRILACAK HAKİM VE SAVCILAR İLE ADALET MÜFETTİŞLERİNİ ATAMA YETKİSİ ADALET BAKANINA AİTTİR.

OYSA TÜM BU DÜZENLEMELER NEDENİYLE 1982 ANAYASASI, BUGÜNE KADAR ELEŞTİRİLMİŞTİR. BU DÜZENLEMELERİN “YARGI BAĞIMSIZLIĞINA AYKIRI OLDUĞU” KABUL EDİLMİŞTİR.  AVRUPA NORMLARINA AYKIRI OLDUĞU TÜM RAPORLARDA AÇIKÇA İFADE EDİLMİŞTİR.

ÜSTELİK KESİNLİKLE, BU DEĞİŞİKLİKTE, 1982 DARBE ANAYASASININ KOŞULLARINDAN BİLE GERİ GİDİŞ VAR.

NASIL MI? ESKİDEN ADALET BAKANININ YARGIÇLAR YA DA SAVCILAR HAKKINDAKİ SORUŞTURMA AÇMA YA DA AÇMAMA KARARLARINA KARŞI “YARGI YOLUNA” GİDİLEBİLİYORDU. BU DEĞİŞİKLİKLE İSE, BU KARARLARA KARŞI YARGI YOLU TAMAMEN KAPATILMIŞ.

NEDEN Mİ? ÇÜNKÜ YENİ DÜZENLEMEDE ADALET BAKANI “SORUŞTURMA İZNİNİ, ADALET BAKANI OLARAK DEĞİL, KURUL BAŞKANI OLARAK VERİYOR. VE KURUL’UN  TÜM  KARARLARINA  (İHRAÇ HARİÇ) KARŞI  YARGI YOLU KAPALI. YENİ DEĞİŞİKLİK BÖYLE SÖYLÜYOR.

ŞİMDİ BU DÜZENLEME, ESKİSİNDEN GERİ DEĞİL Mİ? AKP İKTİDARI BUNU BİLMİYOR MU?  FARKINA VARMADAN MI  BUNU HAZIRLAMIŞ?

GERÇEK BU İKEN, BUGÜN AKP İKTİDARI ‘AVRUPA STANDARTLARINDA YARGI REFORMU YAPIYORUZ’ DİYEREK HALKIMIZI ALDATMAKTADIR.

 

12) AKP  KADINLARA POZİTİF AYIRIMCILIK GETİRDİĞİNİ İDDİA EDİYOR

                        KESİNLİKLE DOĞRU DEĞİL.

                        SADECE “BU MAKSATLA ALINACAK TEDBİRLER, EŞİTLİK İLKESİNE AYKIRI SAYILAMAZ” DİYE BİR İBARE EKLENİYOR. BU NE ANLAMA GELİYOR?

                        HANGİ TEDBİRLER? İLERİDE ALINACAK TEDBİRLER. PEKİYİ SÜRESİ NE “BU TEDBİRLERİN”? YANİ NE ZAMAN ALINACAK BU TEDBİRLER?

                        BELLİ DEĞİL, “ALINACAK” DEMİŞ YA. PEKİYİ HAZIR ANAYASA DEĞİŞTİRİLİYOR, NEDEN ŞİMDİ, HEMEN DEĞİL DE, “İLERİDE ALINACAK TEDBİRLER”

                        BÖYLE BİR POZİTİF AYIRIMCILIK OLUR MU? ÖRNEĞİN KADINLAR BU DÜZENLEMEDEN SONRA TBMM’DE NE KADAR ORANDA TEMSİL EDİLECEK? PEKİYİ YA DİĞER ÖRGÜTLERDE?

ÇÜNKÜ ANCAK “KADINLAR VE ERKEKLERİN TEMSİL ORANLARINI BELİRLEYEN BİR KOTA”, KADINLAR İÇİN GERÇEK BİR ‘POZİTİF  AYIRIMCILIK GETİRİR. VE BU NEDENLE KADINLAR “KOTA UYGULAMASI” İSTİYORLAR. “İLERİDE ALINMASI DÜŞÜNÜLECEK TEDBİRLER” DEĞİL.

AMA MAALESEF AKP DEĞİŞİKLİĞİNDE BÖYLE BİR ORAN YOK. ÇÜNKÜ “GERÇEK BİR POZİTİF AYIRIMCILIKTAN” SÖZ EDEN YOK.

13 ) AKP  “MEMURLARA TOPLU SÖZLEŞME HAKKI” GETİRDİĞİNİ SÖYLÜYOR

 

                        KESİNLİKLE DOĞRU DEĞİL.

 

                        ESKİ DÜZENLEMEDE YER ALAN “TOPLU GÖRÜŞMENİN” ADI TOPLU SÖZLEŞME YAPILMIŞ O KADAR.

 

                        PEKİYİTOPLU SÖZLEŞME YAPILMASI SIRASINDA” MEMURLAR İDARE İLE UZLAŞIRLARSA İŞ TAMAM, AMA YA UZLAŞMAZLARSA? 

                        AKP ANAYASASI ŞÖYLE DİYOR; “UYUŞMAZLIK ÇIKMASI HALİNDE TARAFLAR KAMU GÖREVLİLERİ HAKEM KURULUNA BAŞVURABİLİR”. NASIL BİR KURUL BU? BÜROKRATLARDAN OLUŞAN BİR KURUL. YANİ MEMURLAR İDARE İLE ANLAŞAMAZLARSA, İDARE’NİN KURDUĞU “HAKEM KURULU” KARAR VERİYOR.

                        PEKİYİ NASIL BİR SÖZLEŞME BU? SONUCU YİNE İDARE’YE BAĞLI.

                        ACABA “KAMU GÖREVLİLERİ HAKEM KURULU’NUN” KARARLARINI BEĞENMEZLERSE, MEMURLARIN YARGIYA GİTME HAKLARI VAR MI?   HAYIR.

                         AKP ANAYASASI ONU DA ENGELLEMİŞ; “KURULUN KARARLARI  KESİNDİR” DİYOR.

                        YANİ TAM BİR “YALAN”. ORTADA NE TOPLU SÖZLEŞME VAR. NE UZLAŞMA OLMAZSA GREV HAKKI VAR. NE UZLAŞMA VAR. NE DE YARGIYA GİDEBİLME HAKKI VAR.

 

                        AKP  ANAYASASINDA BUNUN ADI “TOPLU SÖZLEŞME” OLUYOR.

ÜSTELİK “GREV HAKKI DA” KESİNLİKLE YER ALMIYOR. SÖZÜ BİLE EDİLMEMİŞ.

VE DAHASI DA VAR. “MEMURLARIN MALİ HAKLARI, ÖZLÜK HAKLARI” ESKİDEN YASA İLE DÜZENLENİRKEN, YANİ GÜVENCE ALTINDA İKEN,  YENİ DEĞİŞİKLİK İLE ARTIK “TOPLU SÖZLEŞME” İLE DÜZENLENİYOR. YANİ İKTİDARIN KURDUĞU VE YARGIÇ DENETİMİNE DE  BAĞLI OLMAYAN  “HAKEM KURULUNUN” İKİ DUDAĞININ ARASINA BIRAKILMIŞ.

SİZ BUNA GELİŞME Mİ DİYORSUNUZ? İYİLEŞTİRME Mİ DİYORSUNUZ? HAK TANINMIŞ MI DİYORSUNUZ?

YOKSA TESDÜF MÜ ZANNEDİYORSUNUZ? YA DA BECERİKSİZLİK Mİ DİYORSUNUZ?     NE DİYORSUNUZ?

 

 

14) AKP  “ÇOCUKLARI CİNSEL İSTİSMARDAN KORUDUĞUNU” SÖYLÜYOR

 

                        ANAYASA AYNEN ŞÖYLE BİR DÜZENLEME GETİRMİŞ. “DEVLET, HER TÜRLÜ İSTİSMARA VE ŞİDDETE KARŞI ÇOCUKLARI KORUYUCU TEDBİRLERİ ALIR”.

 

                        PEKİYİ BU DÜZENLEME OLMAZSA, “DEVLET ÇOCUKLARI İSTİSMARA VE ŞİDDETE KARŞI” KORUYAMAYACAK MI? ENGEL Mİ VAR?

                        SOKAKTA YAŞAYAN VE ÇALIŞTIRILAN 240 BİN ÇOCUK BU MADDE İLE SOKAKLARDAN KURTULUYOR MU? BU KORKUNÇ DURUMUN NEDENİ, BU MADDENİN OLMAMASI MIDIR ?

 

                        ANAYASADA ZATEN 41. MADDEDE “ÇOCUKLARI KORUR” DİYE BİR DÜZENLEME YOK MU? BUNUN YENİ GETİRİLENDEN FARKI NE?

 

                        HAYIR HİÇ BİR FARKI YOK. AMAÇ ZATEN “YENİ BİR HAK GETİRİYORMUŞ” GİBİ YAPMAK. VE GÖZ BOYAMAK. ESAS AMACI SAKLAMAK. YANİ AKP TEMSİLCİLERİNİN SÖYLEDİKLERİ GİBİ “HAPI HAZIRLAMAK”.

 

                        ÖYLE BİR HAZIRLAMAK Kİ, HAPI KOLAYCA YUTABİLELİM.

KALDI Kİ TÜRKİYE, TARAF OLDUĞU ULUSLARARASI SÖZLEŞMELERLE, ÇOCUKLARI ÇOK DAHA KAPSAMLI KORUMAK ZORUNDA OLDUĞU HALDE, BU DEĞİŞİKLİKLE SANKİ BU HAKLAR İLK DEFA TANINIYORMUŞ GİBİ GÖSTERİLMEKTEDİR. YANİ ASIL BU YOLLA KADINLAR VE ÇOCUKLAR OY AVCILIĞI YAPILARAK İSTİSMAR EDİLMEKTEDİR.

 

 

15)  AKP “KAMU DENETÇİLİĞİNİ” GETİRDİĞİNİ SÖYLÜYOR

                        AKP ANAYASASI ŞÖYLE DİYOR; “KAMU DENETÇİLİĞİ KURUMU İDARENİN İŞLEYİŞİYLE İLGİLİ ŞİKAYETLERİ İNCELER”.

                        BU KADAR. TABİİ BİR DE “İKTİDAR PARTİSİ ÇOĞUNLUĞUNUN TEK BAŞINA SEÇECEĞİ” GETİRİLMİŞ.

SAKIN BU DEĞİŞİKLİKLE, KAMU DENETÇİLİĞİ KURUMUNUN YETKİLERİ, KAPSAMI VE BAŞDENETÇİNİN SEÇİMİ İKTİDAR ÇOĞUNLUĞUNA BIRAKILARAK, ÖZERK KURUMLAR VE İDARE ÜZERİNDE BASKI KURABİLECEK BİR TÜR PARTİ MÜFETTİŞLİĞİ KURUMU OLUŞTURULUYOR OLMASIN?  YANİ BÜROKRATIN DENETLENMESİ DE İKTİDAR PARTİSİNE BIRAKILIYOR OLMASIN?.

                        PEKİYİ KURUMUN YETKİLERİ, GÖREVLERİ?  BUNLARIN HİÇBİRİ ANAYASADA YOK.

                        ÖRNEĞİN NE ZAMAN BAŞVURULUR? KARARLARI YARGI İLE ÇATIŞABİLİR Mİ?  ÇATIŞIRSA NE OLUR?

                        ŞİKAYETLERİ İNCELER İNCELEMESİNE DE, SONRA NE YAPABİLİR?

                        PEKİYİ AKP İKTİDARI NEDEN BUNLARI DÜZENLEMEMİŞ? ACABA UNUTMUŞ MU? OYSA DÜNYADAKİ ÖRNEKLERİNDE DE, EN ÇOK SIKINTI YARATACAK KONULAR BUNLAR. VE ANAYASA’DA BUNLARA ÇÖZÜM GETİRİLMESİ GEREKİR. ACABA AKP İKTİDARI, TÜM BU KONULARI VE DÜNYADAKİ ÖRNEKLERİ VE UYGULAMALARI BİLMİYOR OLABİLİR Mİ?

                        BU DENLİ “YETERSİZ BİR DÜZENLEMEYİ” SAKIN BİLEREK, İSTEYEREK GETİRMİŞ OLMASIN? YANİ DİĞER MADDELER GİBİ, SADECE “DOSTLAR ALIŞVERİŞTE GÖRSÜN” DÜŞÜNCESİ İLE GETİRİLMİŞ OLMASIN?

SAKIN BU HALİ İLE KAMU DENETÇİSİ SADECE İŞLERİN YAVAŞLAMASINA NEDEN OLAN, VATANDAŞ-İDARE ANLAŞMAZLIKLARINDA YARGIYA GİDİŞİ BİR SÜRE ERTELEYEN BİR KURUM OLMASIN?

YANİ  ESAS  AMAÇ “YENİ BİR HAK GETİRİYORMUŞ” GİBİ YAPMAK VE GÖZ BOYAMAK OLMASIN. YANİ AKP TEMSİLCİLERİNİN SÖYLEDİKLERİ GİBİ “HAPI HAZIRLAMAK” OLMASIN.

16) AKP ANAYASASI, “EKONOMİK VE SOSYAL KONSEY” GETİRDİĞİNİ SÖYLÜYOR

                        AKP ANAYASASI ŞÖYLE DİYOR; “HÜKÜMETE İSTİŞARİ NİTELİKTE GÖRÜŞ BİLDİRMEK ÜZERE EKONOMİK VE SOSYAL KONSEY  KURULUR”.

                        ŞİMDİ BURADA “YENİ BİR KURUM MU” KURULMUŞ ? KESİNLİKLE HAYIR.

                        EKONOMİK SOSYAL KONSEY ZATEN VAR. BAKAN İSTEDİĞİ ZAMAN TOPLANIYOR, İSTEMEDİĞİ ZAMAN TOPLANMIYOR. VE BU KONUDA HİÇBİR YETKİSİ YOK.

                        PEKİYİ   AKP   ANAYASASINDA BU DEĞİŞİYOR MU? O DA HAYIR.

                       

                        GÖRÜŞ BİLDİRMEKTEN ÖTE BİR GÖREV YA DA YETKİ VERİLMİŞ Mİ? ONA DA HAYIR

                        PEKİYİ AKP İKTİDARI NEDEN BUNLARI DÜZENLEMEMİŞ? ACABA UNUTMUŞ MU? ACABA AKP İKTİDARI, TÜM BU KONULARI VE DÜNYADAKİ ÖRNEKLERİ VE UYGULAMALARI BİLMİYOR OLABİLİR Mİ?

                        BU DENLİ “YETERSİZ BİR DÜZENLEMEYİ” ANAYASAYA KOYMUŞ OLMANIN BİR ARTISI VAR MI? KESİNLİKLE HAYIR.

                        O HALDE SAKIN BİLEREK, İSTEYEREK YAPMIŞ OLMASIN? YANİ DİĞER MADDELER GİBİ, SADECE “DOSTLAR ALIŞVERİŞTE GÖRSÜN” DÜŞÜNCESİ İLE GETİRİLMİŞ OLMASIN?

                        YANİ  ESAS AMAÇ “YENİ BİR DÜZENLEME GETİRİYORMUŞ” GİBİ YAPMAK VE GÖZ BOYAMAK OLMASIN. YANİ AKP TEMSİLCİLERİNİN SÖYLEDİKLERİ GİBİ “HAPI HAZIRLAMAK” OLMASIN.   

17) AKP, “KİŞİSEL VERİLERİN KORUNMASINI SAĞLADIĞINI” SÖYLÜYOR

            KESİNLİKLE DOĞRU DEĞİL.

TELEFON VE ORTAM DİNLEMELERİNİ OLAĞAN HALE GETİREREK, ÖZEL HAYATIN GİZLİLİĞİNİ AYAKLAR ALTINA ALAN BİR İKTİDAR, KİŞİSEL VERİLERİN KORUNMASINDAN SÖZ EDEREK, HALKIMIZLA ALAY ETMEKTEDİR.

ÇÜNKÜ AYNI AKP İKTİDARI,  “KİŞİSEL VERİLERİN KORUNMASI KANUNU” ADI ALTINDA HAZIRLANAN VE  TBMM ADALET KOMİSYONU’NDA BEKLEYEN YASA TASARISINDA; “ÖZEL NİTELİĞİ OLAN KİŞİSEL VERİLER, KİŞİLERİN, IRK, SİYASİ DÜŞÜNCE, FELSEFİ İNANÇ, DİN, MEZHEP VEYA DİĞER İNANÇLARI, SAĞLIK VE ÖEL YAŞAMLARI VE HER TÜRLÜ MAHKUMİYETLERİYLE İLGİLİ KİŞİSEL VERİLERİ”, BAKANLAR KURULU’NUN ATADIĞI 7 KİŞİLİK BİR KURULUN İZNİNE BAĞLAMAKTADIR.

YANİ KİŞİLERİN İŞLENMESİNE YANİ “FİŞLENMESİNE” OLANAK TANIYAN YASA, AKP İKTİDARININ AÇIK AMACINI ORTAYA KOYMAKTADIR.

AKP İKTİDARI, TELEFON DİNLEMELERİNİ, FİŞLEMELERİ,  TEKNİK İZLEMELERİ, GİZLİ TANIKLIĞI OLAĞAN HALE GETİREN TÜM YASALARI YAPMADI MI?  DİNLEMELERİ SADECE “BAŞBAKAN TARAFINDAN ATANAN BİR TELEKOMÜNİKASYON BAŞKANINA” BIRAKAN YASAYI YAPMADI MI? BU YASA ANAYASA MAHKEMESİ TARAFINDAN İPTAL EDİLMESİNE KARŞIN, “O KİŞİYİ” HALEN GÖREVDE TUTMADI MI?

YOKSA BU ÇELİŞKİLER SADECE TESADÜF MÜ? 

YA DA TÜM BUNLARI YALANLAYAN ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİNE İNANIYOR MUSUNUZ?

18) AKP, 12 EYLÜL DARBECİLERİNE YARGI YOLU  AÇIYOR  MU?

BUGÜN ARTIK SADECE SİMGESEL BİR ANLAM TAŞIYAN GEÇİCİ 15NCİ MADDEYİ KALDIRMAK, 12 EYLÜL DARBECİLERİNE YARGI YOLU AÇMAYACAKTIR. ÇÜNKÜ GEÇİCİ 15. MADDE BİR TÜR SORUMSUZLUK GETİRMİŞ. BU “DOKUNULMAZLIKTAN” FARKLI BİR DÜZENLEME. YANİ O DÖNEMDE YETKİ KULLANANLARIN SORUMSUZ OLDUKLARINI  SÖYLÜYOR. BİR ANLAMDA “GENEL AF” GİBİ, TÜM SONUÇLARI YANİ CEZAYI KALDIRAN BİR DÜZENLEME.

BU NEDENLE DAHA SONRA ÇIKARILAN BİR DÜZENLEME İLE “TEKRAR SORUMLULUK” GETİRMEK MÜMKÜN DEĞİL.

ZATEN BU NEDENLE AKP YÖNETİCİLERİ, “ONLARA BİR ŞEY YAPAMASAK DA” DİYORLAR. AMA HEMEN ARDINDAN DA “12 EYLÜL’LE HESAPLAŞIYORUZ” YALANINI SÖYLÜYORLAR. ÜSTELİK 28 ŞUBAT’I YAPANLAR, 27 NİSAN E-MUHTIRASINI VERENLER, BÖYLE BİR KORUMANIN ALTINDA DEĞİLKEN, BAŞBAKANLA “DOLMABAHÇE’DE SIRDAŞ OLARAK” YAŞAMLARINI SÜRDÜRMÜYOR MU? KENDİLERİNE SAĞLANAN OLANAKLARDAN YARARLANMIYOR MU? ONLAR İÇİN BÖYLE BİR KORUMA YOK İKEN, AKP ONLAR İÇİN NE YAPTI?

AMA İŞ HALKI KANDIRMAYA GELİNCE “ANAYASA’YA EVET ÇIKARSA, 12 EYLÜL İLE HESAPLAŞACAĞIZ” YALANI! 

KALDI Kİ CHP, BU SORUMSUZLUK ENGELİNİ AŞMAK İÇİN BİR “GEÇİCİ MADDE” ÖNERMİŞTİ. BU ÖNERİ BELKİ “MUTLAK SORUMSUZLUK ENGELİNİ” AŞAMAYACAKTI, AMA EN AZINDAN “ADI SANI BELLİ OLMAYAN BİR ÇOK KİŞİNİN” DEĞİL ANCAK “BELLİ SORUMLULARIN” YARGILANABİLMELERİ İÇİN BİR ÖNERİ İDİ.

AMA NE OLDU? CHP’NİN BU ÖNERİSİ TBMM’DEKİ GÖRÜŞMELERDE AKP’NİN OYLARI İLE REDDEDİLDİ.

ACABA BU BİR “TESADÜF MÜ” DERSİNİZ? YOKSA AKP BUNU BİLE BİLE  Mİ YAPTI? 

AKP GERÇEKTEN DE “DARBELER” İLE DARBECİLER İLE HESAPLAŞMAK MI İSTİYOR, YOKSA SADECE BUNDAN OY KAZANMAK MI İSTİYOR? SİZ NE DERSİNİZ?

19)  AKP  ANAYASASI, TEMEL SORUNLARA ÇÖZÜM GETİRİYOR MU?

 

KESİNLİKLE HAYIR.

 

21. YÜZYILDA TÜRKİYE’YE KILAVUZLUK EDECEK ÇAĞDAŞ BİR ANAYASA METNİNİN, İLK OLARAK, ÇAĞDAŞ NİTELENDİRMESİNİ HAK EDEN, DEMOKRATİK HUKUK DEVLETLERİNİN YER VERMESİ GEREKEN KURUM, KURAL VE GÜVENCELERE YER VERMESİ GEREKLİDİR. 

 

                        ANCAK BU YETERLİ DEĞİLDİR. AYRICA ÜLKENİN KENDİ KOŞULLARINDAN, KENDİ TOPLUMSAL İHTİYAÇLARINDAN DOĞAN KURUM VE KURALLARA DA YER VERMESİ ZORUNLUDUR.

 

                        OYSA AKP ANAYASASI BUNLARA YER VERİYOR MU?  HAYIR. KESİNLİKLE BUNLARIN HİÇBİRİNE YER VERMİYOR.

 

 

20)  ÖRNEĞİN AKP ANAYASASI  ASKERİ  YARGITAY’I  KALDIRMIYOR

 

                        AKP ANAYASASININ, ÇAĞDAŞ, DEMOKRATİK ÜLKELERİN UYGULAMALARINA GÖRE HAZIRLANDIĞINI İDDİA EDİYORLAR. AMA ÖRNEĞİN ASKERİ YARGITAY KALDIRILMIYOR, ASKERİ MAHKEMELERİN KARARLARININ ASKERİ YARGITAY YERİNE YARGITAY”IN ÖZEL BİR DAİRESİNE GİTMESİ SAĞLANMAMIŞ.

                        PEKİYİ NEDEN DERSİNİZ ? SORUN “BİLGİSİZLİK Mİ” ACABA, YOKSA BAŞKA BİR ŞEY Mİ?

21) ÖRNEĞİN AKP  ANAYASASI, HSYK KARARLARINI DENETİME AÇMIYOR

 

KESİNLİKLE AÇMIYOR.

OYSA HAKİMLER VE SAVCILAR YÜKSEK KURULU’NUN TÜM KARARLARININ DENETİME AÇILMASI, TÜM HUKUKÇULAR TARAFINDAN İSTENEN BİR DÜZENLEME İDİ. VE 1961 ANAYASASINDA “İDARİ GÖREVLERİ BULUNAN HSYK’NIN TÜM KARARLARI YARGI DENETİMİNE BAĞLI İDİ”.

BUGÜNE KADAR, TÜM KARARLARIN YARGI DENETİMİNE BAĞLI OLMASI GEREĞİ, HEM HUKUKÇULAR, HEM BİZZAT YARGI MENSUPLARI TARAFINDAN, HEP DİLE GETİRİLDİ.                      

OYSA AKP  ANAYASASINDA, BU YOK. SADECE “İHRAÇ KARARLARI” YARGI DENETİMİNE BAĞLANMIŞ, DİĞER TÜM ATAMA, TERFİ, YER DEĞİŞTİRME, SORUŞTURMA İZNİ, SORUŞTURMA GİBİ KARARLAR,  YARGI DENETİMİ DIŞINDA KALMIŞ. 

ACABA BASİT BİR UNUTKANLIK MI ? YOKSA BİLGİSİZLİK Mİ? YOKSA BAŞKA BİR NEDENİ VAR MI?

BU DENLİ “YETERSİZ BİR DÜZENLEME” SAKIN BİLEREK, İSTEYEREK GETİRİLMİŞ OLMASIN?

ADALET BAKANININ, YANİ YÜRÜTMENİN YARGI ÜZERİNDEKİ BASKISINI DEVAM ETTİRMEK İÇİN UNUTULMUŞ(!)  OLMASIN

 

 

 

22) AKP ANAYASASI, YÜKSEK ÖĞRETİM KURUMUNU NEDEN DÜZENLEMEMİŞ? 

            BUGÜNE KADAR AKP TEMSİLCİLERİ HER ZAMAN “YÜKSEKÖĞRETİM KURUMUNDAN”  ŞİKAYETÇİ  İDİLER. HER ZAMAN “YÖK” ÜN KALDIRILMASINI, ÇAĞDAŞ DEMOKRASİLERDE BÖYLE İŞLEYEN BİR KURUMUN OLMADIĞINI SÖYLÜYORLARDI.

OYSA YENİ ANAYASA DÜZENLEMESİNDE HİÇ BİR ŞEY YOK. ACABA BASİT BİR UNUTKANLIK MI?

            YOKSA “NASIL OLSA ARTIK ELE GEÇİRDİK” MANTIĞININ BİR UZANTISI MI?   

23)  AKP ANAYASASI, CUMHURBAŞKANININ İŞLEMLERİ KONUSUNU DA UNUTMUŞ

 

            AKP İKTİDARI, 2007 YILINA KADAR “CUMHURBAŞKANININ YETKİLERİNİN FAZLALIĞINDAN” ŞİKAYET EDİYORDU.

 

            ANCAK ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİNDE, BU KONUYU TAMAMEN UNUTMUŞ GÖRÜNÜYOR. HATTA CUMHURBAŞKANININ YETKİLERİNİ ÇOK DAHA ARTTIRMIŞ.

NASIL MI ARTTIRMIŞ? ANAYASA MAHKEMESİNE “KENDİ BAŞINA” SEÇTİĞİ ÜYELERİN SAYISINI ÇOĞALTMIŞ. ESKİDEN 11 ÜYEDEN 4 TANESİNİ (3 ÜYE DOĞRUDAN +  1 ÜYE YÖK’TEN) ATARKEN, ŞİMDİ BU ÜYELERİN SAYISI YEDİ (7) YE ÇIKARTILMIŞ.

 

                        HANİ CUMHURBAŞKANININ YETKİLERİ ÇOK FAZLA İDİ? HANİ BU YETKİLERİ İLE BİR  “VESAYET KURUMU” OLURDU? 

 

                        ACABA YİNE “NASIL OLSA ARTIK ELE GEÇİRDİK” MANTIĞININ BİR UZANTISI MI?

24)  AKP ANAYASASINDA “KÜRT KÖKENLİ VATANDAŞLARIMIZ” UNUTULMUŞ

 

                        AÇILIM YAPTIK DEDİLER, İLK ÖNCE KENDİ YANDAŞLARI İLE TOPLANTILAR DÜZENLEDİLER.

                        SONRA “KÜRT AÇILIMI”NDAN VAZGEÇİP  “BİRLİK, BERABERLİK AÇILIMI” DEDİLER.

                        İÇERİĞİNİ SORDUK, HİÇ SÖYLEMEDİLER,

                        “HABUR’DA GÖRECEKSİNİZ AÇILIMI” DEDİLER. VE “HABUR”DA AÇILIMI BAŞLATTILAR. YARGIÇLARA BASKI YAPIP “SAHRA MAHKEMELERİ” KURDULAR.

                        BAŞBAKAN “HABUR’DA ÇOK GÜZEL ŞEYLER OLUYOR” DEDİ.

                        BU AÇILIM OLMAZSA “DEMOKRASİ YOKTUR” DEDİLER. “AÇILIMA DESTEK VERMEZSENİZ İKİ CİHANDA LEKELİSİNİZ” DEDİLER.

 

                        VE YAPTIKLARI ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİNDE KÜRT VATANDAŞLARIMIZLA İLGİLİ TEK CÜMLE BİLE KOYMADILAR. ONLARI UNUTTULAR.

                        PEKİYİ BU NASIL DEMOKRATİK VE ÇAĞDAŞ BİR ANAYASA ?

 

 

25)  AKP ANAYASASINDA, “ALEVİ YURTTAŞLARIMIZ” DA UNUTULMUŞ

 

                        SAYISIZ AÇILIM YAPTILAR, TOPLANTILAR DÜZENLEDİLER. ALEVİLERİN TALEPLERİNE KARŞILIK VERECEKLERİNİ SÖYLEDİLER.

 

                        AMA UNUTMUŞLAR. ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİNDE “ALEVİLERLE” İLGİLİ TEK SATIR YOK. BİR TEK HAK YOK. NE “ZORUNLU DİN DERSİ”, NE DE BAŞKA BİR HAK. ACABA UNUTTULAR MI DERSİNİZ?

                        YOKSA BU NASIL ÇAĞDAŞ VE DEMOKRATİK BİR ANAYASA?

 

                       

                        ŞİMDİ BİR KEZ DAHA DÜŞÜNELİM.

                        YUKARIDA SÖYLEDİKLERİMİZ DOĞRU DEĞİL İSE,

                        ELEŞTİRİLERİMİZ HAKLI DEĞİL İSE,

                        UNUTULANLARIN GERÇEKTEN UNUTULDUĞUNU DÜŞÜNÜYORSANIZ,                ANAYASA’YA “EVET” VERİN,

                        AMA SÖYLEDİKLERİMİZ DOĞRU İSE, ANAYASAYA “HAYIR” VERELİM.

                        OYLARIMIZ     “HAYIR’LI”     OLSUN.

Nüfusun yüzde 47,6’sı fazla kilolu yada obez

Türkiye’de nüfusun yüzde 47.6’sı fazla kilolu veya obez. Türkiye İstatistik Kurumu’nun 2008 yılı verilerine göre her 100 erkekten 49’unun, her 100 kadından 46’sının fazla kilolu veya obez olduğu belirlendi.

Erkeklerde fazla kilolu veya obez olanların oranı yüzde 49.2 iken kadınlarda bu oran yüzde 45.9 oldu. Kırsal yerlerde yaşayan kadınlar arasında obez olanların oranı yüzde 19.6 ile diğer gruplara göre daha yüksek. Düşük kiloluların oranı ise yüzde 6.2 ile en yüksek kentsel yerlerde yaşayan kadınlarda görüldü. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), 2008 yılı Türkiye Sağlık Araştırması’nın revize sonuçlarını yayımladı. Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sisteminden elde edilen nüfus projeksiyonlarını 2009 yılında yenileyen TÜİK, bu kapsamda, 2009 yılından itibaren hanehalkı araştırmalarının sonuçlarını, revize edilen nüfus projeksiyonları kullanılarak ağırlıklandırdı. Bu nedenle TÜİK, 11 Mart 2009 tarihinde yayınlanan 2008 Türkiye Sağlık Araştırmasının sonuçları, yeni nüfus projeksiyonlarına göre revize etti. Haber bülteninde, 0-6, 7-14 ve 15 ve daha yukarı yaştaki bireylerin sağlık durumlarının yanı sıra 15 ve daha yukarı yaştaki bireylerin tansiyon ölçümü, kan testi yaptıran bireylerin profili ile beden kitle indeksine ait bulgulara yer veren TÜİK, araştırmadan elde edilen diğer göstergelere ait sonuçlar ise, 2010 yılı içerisinde ayrı bir yayın olarak kamuoyuna duyuracak. 2008 yılı Türkiye Sağlık Araştırması’na göre Türkiye’de nüfusun yüzde 47.6’sının fazla kilolu veya obez olduğu görüldü.

0-6 yaş grubu çocukların en çok solunum yolu enfeksiyonu geçirdi

0-6 yaş grubundaki çocukların son 6 ay içinde geçirdikleri hastalıkların oranlarına bakıldığında; yüzde 38.7 ile üst solunum yolu enfeksiyonu (tonsilit, orta kulak iltihabı, farenjit), yüzde 26 ile ishal, yüzde 11.3 ile kansızlık, yüzde 9.1 ile bulaşıcı hastalıklar ve yüzde 9 ile ağız ve diş sağlığı sorunları ilk beş sırayı aldı. Bu sıralamanın kent-kır ayrımında değişmemekle birlikte cinsiyet ayrımında oransal farklılıklar içerdiği dikkat çekti.

Kırsal kesimde kadınlarda cilt hastalıklarının oranı yüzde 12,3

7-14 yaş grubundaki çocukların son 6 ay içinde yaşadıkları hastalık oranlarına bakıldığında; yüzde 46.2 ile enfeksiyöz hastalıkların ilk sırada yer aldığı, bunu yüzde 26.8 ile ağız ve diş sağlığı sorunlarının, yüzde 16.1 ile göz ile ilgili sorunların, yüzde 8.5 ile beslenmeyle ilişkili hastalıkların ve yüzde 8.4 ile cilt hastalıkların izlediği belirlendi. Kent-kır ayrımında bakıldığında bu sıralama erkeklerde aynı kalmakla birlikte, kırsal kesimde yaşayan kadınlarda cilt hastalıkları yüzde 12.3 oranı ile beslenmeyle ilişkili hastalıkların önüne geçti.

15 ve daha yuları yaştakilerin yüzde 22,5’i bel bölgesi problemlerinden şikayetçi

15 ve daha yukarı yaştakilerden kronik hastalık sorunu yaşadıklarını belirten bireylerin verdikleri yanıtlara bakıldığında en yüksek ilk 5 hastalık grubunun yüzde 22.5’ni bel bölgesi kas iskelet sistem problemleri, yüzde 17.7’sini romatizmal eklem hastalığı, yüzde 15.3’ünü ülser migren ve benzeri şiddetli baş ağrısı ve yüzde 14.8’ini hipertansiyon hastalığında yoğunlaştığı belirlendi. Her bir hastalık grubunda Türkiye genelinde erkeklerde görülen oranın kadınlarda görülen orandan düşük olduğu gözlendi. Kent ve kır ayrımında ise her bir hastalık grubunda hem erkeklerde hem de kadınlarda kırdaki oranların kentteki oranlardan yüksek olduğu belirlendi.E

En az bir ekz tansiyon ölçümü yaptıran bireylerin oranı yüzde61,1

Türkiye geneline bakıldığında 15 ve daha yukarı yaştaki bireylerden yaşamları süresince en az bir kez tansiyon, kolesterol ve kan şekeri ölçümü yaptıran bireylerin oranları sırasıyla yüzde 61.1, yüzde 32.8 ve yüzde 35.7 olarak belirlendi. Türkiye genelinde kentsel yerlerde yaşayan bireylerde ölçüm yaptırma oranı yüksek görülürken, cinsiyet ayrımında oranlara bakıldığında kentsel ve kırsal kesimde yaşayan kadınların oranı, erkeklerin oranından yüksek.

 

Inception ya da Mimarlar Daha Fazla Uyusaydı Neler Yapabilirlerdi?

 Kaynak: Australian Design Review Çeviren: Dilek Öztürk

Inception filminden kareler

David Neustein, Inception’ı, mimar ve modern kentin idealleştirilmiş gerçekliği paralelinde inceliyor.

Şimdiye kadar bütün şikayetleri duydunuz. Ayrımcılık durmalı. Moda tasarımcılarının aksine, rock yıldızları ve mimarlar filmlerde çok yanlış gösteriliyorlar. “My Architect” filmiyle bu anlayış yok oldu sandık ama onda da makineleşmiş bir yapı vardı. Sketches of Frank Gehry eğlenceli bir filmdi, tabii çok çaresizle yapılan birkaç araba kovalamaca sahnesi dışında… Silahlar, patlamalar, koşturmalar içerisindeki Matrix üçlemesinde “Mimar” diye adlandırılan bir karakter vardı fakat tüm yaptığı gün boyu bir odada oturup televizyon izlemekti.
 


Inception Fragmanı

Tanrıya şükür ki Christopher Nolan bize “Inception”ı getirdi. Şu anda gösterimde olan film, bize, mimarların en iyi yaptığı şeyi gösteriyor. Mimar rolünde izlediğimiz Ellen Page ile birlikte, Nolan hepimizin beklediği idealleşmiş bir gerçekliği gözler önüne seriyor. Tüm mimarların aksine, Page’in karakteri, Ariadne, genç ve çekici bir kadın. Ariadne ayrıca yine diğer tüm mimar kadınların aksine başkaların hayatlarını gözetleyip, onların hayalleriyle yaşamıyor. Onun yerine, okuldan sonra, çalışma hayatına girmeden direk olarak, başkalarının hayallerini tasarlamak için işe alınıyor!
Maalesef ki gerçek mimarlık dünyası ve filmlerdeki mimarlık neredeyse aynı. İkisi de fantezi ve arzulama dünyasını anımsatıyor fakat çoğu da bir yandan dahiyane bir şekilde bizi soymak için hazırlanmış birer tuzak. İlham ve gerçeklik arasındaki bu bağ, Calvino’nun Zobeide’sini akla getiriyor. Arzuların kadınını yakalamak için tasarlanan labirent, sadece çirkin bir yapı olarak karşımıza çıkıyor. 1 Eğer bu manzaranın alaycı olduğunu düşünüyorsanız, Westfield Bondi Junction olarak da bilinen buzlu camdan yapılma, ruh parçalayıcı şu labirentte bir gezinin. Frank Lowy’nin hayaline hoşgeldiniz.
Michel Houellebecq son zamanlarda şöyle bir şey yazdı: “Bu mekanların ruhu kötü, insanca değil, acımasız, makineleşmiş bir his yaratıyor. Derinlerde, herkeste… Herkes burayı yıkmayı arzuluyor.”2
Inception’ın çılgın yıkım ve patlama sahnelerine nasıl bu kadar heyecanlı bir şekilde tepki verdiğimize şaşmamalı. Bunun bir nedeni de film kahramanlarını n rüya bölgeye ulaşmak için ne kadar çabaladığını görmek. Rüyanın içindeki her rüya, uyanık dünyaya bir o kadar daha az bağlı. Rüya sürecinin en dibinde, zaman, kendiliğinden inanılmaz bir şekilde yavaş akıyor.


Inception filminden kareler

Tuhafdır ki, bu rüyaların mekanları idealden çok uzak. Inception’da, kahramanımız Dom Cobb’un karısıyla birlikte, yıllarca süren rüyalar sayesinde inşa ettiği bir şehirle karşılaşıyoruz. Çift, boş sokaklarda el ele gezindiğinde, birden bu mekanın onların hayallerindeki şehir olduğuna inanmamız gerektiğini düşünüyoruz. Neden Le Corbusier ya da Robert Moses dışında kimsenin böylesi bir kenti hayal edebileceği hala pek açık değil. Pek uygun bir balayı noktası olmadığı da apaçık ortada… Izgara plan dokusu ve kuleleri ile, bu şehir, Corb’un “Radiant City”si ya da La Défense’nin steril mekanları ile tuhaf bir benzerlik içinde. Kentin çeperinde, pırıl pırıl binalar, yüksek gecekondulara yol veriyor. Çeper, kumdan bir kale gibi rüzgardan aşınıyor.
Birçok metropol gibi, Dom ve Mal’ın vizyonları daha durgun (aynı zamanda daha az ilginç) bir şekilde gelişmeye devam ediyor. Kentin tam kalbinde çok tuhaf bir şey keşfediyoruz.
Burada, sığ bir havuz içinde, Dom ve Mal’ın uyanık hayatlarında yaşadıkları tüm evler birbirinin aynı. Bunlardan sonuncusu, Mal’ın çocukluğunu geçirdiği, bir gökdelene komşu, küçük bir klubeyi andıran ev. Buradaki klube aslındaki tüm şehirdeki havayı yakalamak için orada. Orada, eski nostaljiyi hatırlatmak için duruyor, metropoliste samanlığın içindeki bir iğne 3 gibi… Farklılığı vurgulamaya çalışan, herşeyin aslında o kadar da doğru olmadığının sinyalini veren bir ev. Gördüğünüz gibi, ütopya, hafıza kaybına bağlı. İdeal kent, başarısızlığa mahkum ediliyor.
Konu olarak, kayıp klube ayrıca iki ya da daha fazla güncel heykel çalışmasını akla getiriyor. Rachel Whiteread’ın 1993’te yaptığı “House”, Gordon Matta-Clark’ı n “Splitting” adlı çalışmaları gibi. Güncel bir yerleştirme olan House, birkaç yıkık dökük ev arasında betonarme yapısıyla mekanda negatiflik yaratıyor. Bununla eşit derecede performans sergileyen Splitting’de ise, Matta-Clark tipik bir banliyö evine testere ve çekiçle giriyorlar. Evin ortasında vahşi bir performans sergileyerek, evcilliği ve güveni yok ediyorlar. Bu işlerdeki yeniden yapılanma, yıkma durumları, toplamanın başka bir formu.4 Kent ise güçlü bir okyanus gibi. Matrix’de olduğu gibi Inception’da da, rüyalarımız değiştirilebilir çipler sayesinde seviyelendirilebili yor.

Eternal Sunshine of the Spotless Mind filminden bir kare

Eternal Sunshine of the Spotless Mind Fragmanı

Güçlü iki paralel dünyanın çalıştığı bir başka film olan Michel Gondry’nin Eternal Sunshine of the Spotless Mind’daki Joel, kendi isteği ile uykusunda hafızasını sildiriyordu. Hafızası çaresizce çökerken, Joel, son anılarına eski sevgilisi ile birlikte tutunmaya çalışıyordu. Hafızası silindiğinde, aşıkların buluştuğu ev de etraflarında çöküveriyordu. One Day in the Life of Ivan Denisovich filminin kahramanı, hapishanedeki hücresinde örülen duvarlarla birlikte, aslında yenilgi kaçınılmaz olduğunda edinilen dürtüleri gösteriyordu.5 Bu davranış bugun de gayet doğru. Bugün de gereksiz satatü sembolleri, anlık heyecan veren aletler ve anlık şehirlere karşı verdiğimiz tepki kaçınılmaz olarak bu oluyor…
Özet
O halde Inception bize nasıl bir sonuç sunuyor? Ne yazık ki, bugünün filmleri izleyiciyi havada asılı kalan şeylere terk ediyor. Her zaman yapılan, hikayeyi tam ortasından yakaladığımızı sandığımız anda, sanki birinin fişi çekip o ana kadar algıladıklarımızı altüst etmesi…
 

Memento Fragmanı

Bu mutlu son sadece karakterin bir yanılsaması mı? Artık izleyici hikayeye mükemmel bir son verme görevini üstleniyor. Nolan bu tekniğin kaşifi gibi. Daha önce de Memento’da aynısını kullanmıştı. “Havada asılı kalan son” durumu, daha sonra Bryan Singer’ın The Usual Suspects ve David Lynch’in Mulholland Drive filmleri ile en son durumuna erişti. Bu teknik her yeni filmde geliştikçe, sonuçları da bir o kadar klinikleşiyor. Aslında bu da bir tür seçim taktiği gibi: Karışıklık yaratmak, kannat vermekten her zaman daha kolay.
1 Italo Calvino, “Cities and Desire 5”, in Invisible Cities, Harcourt Brace Jovanovich, 1978
2 Michel Houellebecq, “Approaches to Distress”, The Paris Magazine, 4. Sayı, Haziran 2010, s 52-62
3 Elliot Smith, “Needle in the Hay”, The Royal Tenenbaums film müziklerinden, Hollywood Records, 2001
4 … şeylerin insanı var ettiğini ve onlara yanlış bir bilinç verdiğini söyleyebilirsiniz. Jean-Paul Sartre, Critique of Dialectical Reason 2, Verso, 2006
5 Alexander Solzhenitsyn, One Day in the Life of Ivan Denisovich, Bantam Books, 1990 

Inception ya da Mimarlar Daha Fazla Uyusaydı Neler Yapabilirlerdi

Tarih: 4 Ağustos 2010 Kaynak: Australian Design Review Çeviren: Dilek Öztürk

Inception filminden kareler

David Neustein, Inception’ı, mimar ve modern kentin idealleştirilmiş gerçekliği paralelinde inceliyor.

Şimdiye kadar bütün şikayetleri duydunuz. Ayrımcılık durmalı. Moda tasarımcılarının aksine, rock yıldızları ve mimarlar filmlerde çok yanlış gösteriliyorlar. “My Architect” filmiyle bu anlayış yok oldu sandık ama onda da makineleşmiş bir yapı vardı. Sketches of Frank Gehry eğlenceli bir filmdi, tabii çok çaresizle yapılan birkaç araba kovalamaca sahnesi dışında… Silahlar, patlamalar, koşturmalar içerisindeki Matrix üçlemesinde “Mimar” diye adlandırılan bir karakter vardı fakat tüm yaptığı gün boyu bir odada oturup televizyon izlemekti.
 


Inception Fragmanı

Tanrıya şükür ki Christopher Nolan bize “Inception”ı getirdi. Şu anda gösterimde olan film, bize, mimarların en iyi yaptığı şeyi gösteriyor. Mimar rolünde izlediğimiz Ellen Page ile birlikte, Nolan hepimizin beklediği idealleşmiş bir gerçekliği gözler önüne seriyor. Tüm mimarların aksine, Page’in karakteri, Ariadne, genç ve çekici bir kadın. Ariadne ayrıca yine diğer tüm mimar kadınların aksine başkaların hayatlarını gözetleyip, onların hayalleriyle yaşamıyor. Onun yerine, okuldan sonra, çalışma hayatına girmeden direk olarak, başkalarının hayallerini tasarlamak için işe alınıyor!
Maalesef ki gerçek mimarlık dünyası ve filmlerdeki mimarlık neredeyse aynı. İkisi de fantezi ve arzulama dünyasını anımsatıyor fakat çoğu da bir yandan dahiyane bir şekilde bizi soymak için hazırlanmış birer tuzak. İlham ve gerçeklik arasındaki bu bağ, Calvino’nun Zobeide’sini akla getiriyor. Arzuların kadınını yakalamak için tasarlanan labirent, sadece çirkin bir yapı olarak karşımıza çıkıyor. 1 Eğer bu manzaranın alaycı olduğunu düşünüyorsanız, Westfield Bondi Junction olarak da bilinen buzlu camdan yapılma, ruh parçalayıcı şu labirentte bir gezinin. Frank Lowy’nin hayaline hoşgeldiniz.
Michel Houellebecq son zamanlarda şöyle bir şey yazdı: “Bu mekanların ruhu kötü, insanca değil, acımasız, makineleşmiş bir his yaratıyor. Derinlerde, herkeste… Herkes burayı yıkmayı arzuluyor.”2
Inception’ın çılgın yıkım ve patlama sahnelerine nasıl bu kadar heyecanlı bir şekilde tepki verdiğimize şaşmamalı. Bunun bir nedeni de film kahramanlarını n rüya bölgeye ulaşmak için ne kadar çabaladığını görmek. Rüyanın içindeki her rüya, uyanık dünyaya bir o kadar daha az bağlı. Rüya sürecinin en dibinde, zaman, kendiliğinden inanılmaz bir şekilde yavaş akıyor.


Inception filminden kareler

Tuhafdır ki, bu rüyaların mekanları idealden çok uzak. Inception’da, kahramanımız Dom Cobb’un karısıyla birlikte, yıllarca süren rüyalar sayesinde inşa ettiği bir şehirle karşılaşıyoruz. Çift, boş sokaklarda el ele gezindiğinde, birden bu mekanın onların hayallerindeki şehir olduğuna inanmamız gerektiğini düşünüyoruz. Neden Le Corbusier ya da Robert Moses dışında kimsenin böylesi bir kenti hayal edebileceği hala pek açık değil. Pek uygun bir balayı noktası olmadığı da apaçık ortada… Izgara plan dokusu ve kuleleri ile, bu şehir, Corb’un “Radiant City”si ya da La Défense’nin steril mekanları ile tuhaf bir benzerlik içinde. Kentin çeperinde, pırıl pırıl binalar, yüksek gecekondulara yol veriyor. Çeper, kumdan bir kale gibi rüzgardan aşınıyor.
Birçok metropol gibi, Dom ve Mal’ın vizyonları daha durgun (aynı zamanda daha az ilginç) bir şekilde gelişmeye devam ediyor. Kentin tam kalbinde çok tuhaf bir şey keşfediyoruz.
Burada, sığ bir havuz içinde, Dom ve Mal’ın uyanık hayatlarında yaşadıkları tüm evler birbirinin aynı. Bunlardan sonuncusu, Mal’ın çocukluğunu geçirdiği, bir gökdelene komşu, küçük bir klubeyi andıran ev. Buradaki klube aslındaki tüm şehirdeki havayı yakalamak için orada. Orada, eski nostaljiyi hatırlatmak için duruyor, metropoliste samanlığın içindeki bir iğne 3 gibi… Farklılığı vurgulamaya çalışan, herşeyin aslında o kadar da doğru olmadığının sinyalini veren bir ev. Gördüğünüz gibi, ütopya, hafıza kaybına bağlı. İdeal kent, başarısızlığa mahkum ediliyor.
Konu olarak, kayıp klube ayrıca iki ya da daha fazla güncel heykel çalışmasını akla getiriyor. Rachel Whiteread’ın 1993’te yaptığı “House”, Gordon Matta-Clark’ı n “Splitting” adlı çalışmaları gibi. Güncel bir yerleştirme olan House, birkaç yıkık dökük ev arasında betonarme yapısıyla mekanda negatiflik yaratıyor. Bununla eşit derecede performans sergileyen Splitting’de ise, Matta-Clark tipik bir banliyö evine testere ve çekiçle giriyorlar. Evin ortasında vahşi bir performans sergileyerek, evcilliği ve güveni yok ediyorlar. Bu işlerdeki yeniden yapılanma, yıkma durumları, toplamanın başka bir formu.4 Kent ise güçlü bir okyanus gibi. Matrix’de olduğu gibi Inception’da da, rüyalarımız değiştirilebilir çipler sayesinde seviyelendirilebili yor.

Eternal Sunshine of the Spotless Mind filminden bir kare

Eternal Sunshine of the Spotless Mind Fragmanı

Güçlü iki paralel dünyanın çalıştığı bir başka film olan Michel Gondry’nin Eternal Sunshine of the Spotless Mind’daki Joel, kendi isteği ile uykusunda hafızasını sildiriyordu. Hafızası çaresizce çökerken, Joel, son anılarına eski sevgilisi ile birlikte tutunmaya çalışıyordu. Hafızası silindiğinde, aşıkların buluştuğu ev de etraflarında çöküveriyordu. One Day in the Life of Ivan Denisovich filminin kahramanı, hapishanedeki hücresinde örülen duvarlarla birlikte, aslında yenilgi kaçınılmaz olduğunda edinilen dürtüleri gösteriyordu.5 Bu davranış bugun de gayet doğru. Bugün de gereksiz satatü sembolleri, anlık heyecan veren aletler ve anlık şehirlere karşı verdiğimiz tepki kaçınılmaz olarak bu oluyor…
Özet
O halde Inception bize nasıl bir sonuç sunuyor? Ne yazık ki, bugünün filmleri izleyiciyi havada asılı kalan şeylere terk ediyor. Her zaman yapılan, hikayeyi tam ortasından yakaladığımızı sandığımız anda, sanki birinin fişi çekip o ana kadar algıladıklarımızı altüst etmesi…
 

Memento Fragmanı

Bu mutlu son sadece karakterin bir yanılsaması mı? Artık izleyici hikayeye mükemmel bir son verme görevini üstleniyor. Nolan bu tekniğin kaşifi gibi. Daha önce de Memento’da aynısını kullanmıştı. “Havada asılı kalan son” durumu, daha sonra Bryan Singer’ın The Usual Suspects ve David Lynch’in Mulholland Drive filmleri ile en son durumuna erişti. Bu teknik her yeni filmde geliştikçe, sonuçları da bir o kadar klinikleşiyor. Aslında bu da bir tür seçim taktiği gibi: Karışıklık yaratmak, kannat vermekten her zaman daha kolay.
1 Italo Calvino, “Cities and Desire 5”, in Invisible Cities, Harcourt Brace Jovanovich, 1978
2 Michel Houellebecq, “Approaches to Distress”, The Paris Magazine, 4. Sayı, Haziran 2010, s 52-62
3 Elliot Smith, “Needle in the Hay“, The Royal Tenenbaums film müziklerinden, Hollywood Records, 2001
4 … şeylerin insanı var ettiğini ve onlara yanlış bir bilinç verdiğini söyleyebilirsiniz. Jean-Paul Sartre, Critique of Dialectical Reason 2, Verso, 2006

5 Alexander Solzhenitsyn, One Day in the Life of Ivan Denisovich, Bantam Books, 1990 

BOĞAZ SAHİPSİZ BİR YER Mİ?

 M.Cemal BEŞKARDEŞ,Sarıyer Manşet

Neden Boğaz’daki gemi trafiği ve olası deniz kazaları yüksek risk unsuru taşımaya devam eder?

Örneğin, kıyılardaki çeşitli konumlara güvenlik nedeniyle (!) döşenen şamandıralara yakın geçen gemilerin pervanelerine bu şamandıraların zinciri dolanabilir… Anımsıyorum, 2008 yılında böyle bir kaza yaşanmıştı!.

Zincir, halat gibi yüzmeyeceğine ve şamandıra zincirle dipteki bir tonoza normalde dikey bağlanmış olacağına göre, şamandıraya çarpmadan bu kaza nasıl olur, bunu anlamak da kolay değil. Bizim burada asıl dikkatinizi çekmek istediğimiz konu, şamandıraların İstanbul Boğazı’ndaki son konumları…Uzun yıllardan beridir denizle iç içe, “Boğaz” kıyısında yaşar, denizde balık avlar ve gezeriz. Son dönemde dikkatimizi çeken bir dağınıklık ve başıbozukluk yetkililerin gözlerinden kaçıyor …

Şamandıralar sahillerin önünde yan yana, düzensiz biçimde sıralanmakta. Biri küçük, biri büyük, bir diğeri ise kocaman ve hepsi ayrı ayrı renge boyanmış…Birkaçı hariç üzerinde uyarıcı bayrak ve geceleri yanıp-sönen ışık yok…

Boğaz uluslararası deniz yolu olduğuna göre, deniz trafiği için tehlikeli olan bu engeller, deniz haritalarına işlenmiş midir? Bilmiyoruz.

Şamandıralar yüzünden boğazlarda bazı koylara girmek olanağı zaten kalmamış. Çünkü tonoz-şamandıralar, öylesine konulmuş, düzensiz, denize atılmış duruyor…

Eskiden beri adı “Nato İskelesi” olan yerler vardır Boğaz’da. Buralara devamlı (askeri amaçlar hariç) tekne bağlanamaz. Tekne buraya yanaşır, ihtiyaçları karşılanır ve sonra iskele terk edilirdi… Şimdi bakıyorsunuz, ticari amaçlı bir tekne, kıçtan kara Nato İskelesi’ni yıl boyu işgal ediyor. Tarabya  Sahilinde, Cumhurbaşkanlığı Köşkü ile Almanya Büyükelçiliği’nin Yazlık Rezidansı’nın arasındaki rıhtımda yıllardır bir balıkçı teknesi bağlı durur. Tarabya Koyu’ndaki Nato Rıhtımı’nda yıllardır koca tekneler bağlıdır. Kimse merak edip sormaz. Sarıyer’den Rumelihisarı’na kadar uzanan kıyılarda bulunan sağlı sollu, irili ufaklı tonozlar da cabası. Denizin üstü de içi de karmakarışık.

İnsanlar, sahilde gezsin, balık tutsun diye sahil yolları boyunca yapılan rıhtımların önünde bağlı çok sayıda tekne bekliyor. İnsanlarımız ise demir yığınlarını seyretmeye mahkum ediliyor…Aslına bakarsanız, İstanbulluların Boğaz’da zevksiz, kötü görünümlü teknelerin oluşturduğu böyle bir görüntü kirliliği ile karşı karşıya kalmasını engellemek etkili yetkililer için hiç de zor olmasa gerek.

Bir de şu denizin dibini kazıyan trol denen balıkçı takımlarını sayalım… Balık avı yasakları zamanında dahi kaçak ya da “kitabına uydurulmuş yollardan” avlanmak, midye çıkarmak için sürekli faaliyet halindeler. Boğaz’da deniz dibinin doğal yapısını tahrip ediyorlar. Balık üretimi büyük zarar görüyor. Bunlara dur demek o kadar zor değil. Herkesin, bu arada Sahil Güvenlik ve Deniz Zabıtası yetkililerinin gözü önünde yapılan uygulamalar bunlar.

Deniz trafiğinden de söz etmek gerek. Her türlü radar ve yönlendirme sistemlerine rağmen, birbirlerini yan yana geçme yarışında olan yük gemileri ayrı bir tehlike kaynağı…

Bunlar radarlarda görünmüyor mu? Kural ihlali yapan gemilere ne ceza kesiliyor? Merak etmemek elimizde değil.

Ancak şu sorulara cevap aramak da görevimiz olmalı, eğer biz bu şehri seviyorsak, dünyada eşi benzeri olmayan “BOĞAZİÇİ”ne gerçekten değer veriyorsak;

-Boğaz kıyılarına atılan düzensiz şamandıraların izinleri var mı? Ayrıca, hepsi belirli bir izne ve bir düzenlemeye tabi olsa, ilgili idareye gelir getirmez mi?

Kıyılara yanaşık devamlı duran ticari tekneler, açık denize bağlansa (örneğin Haydarpaşa Limanı gibi), daha estetik ve güzel durmazlar mı? Sahillerin rahatlaması dışında kıyıdaki beton rıhtımların gelişigüzel parçalanması da önlenmiş olmaz mı?

-Nato İskelesi adlı yanaşma yerleri kimin denetimindedir? Bunlara sahip çıkmak bu denli zor mudur?

-Trol çekenlere “Dur” denilemez mi? Balık türlerinde ve üretim miktarlarında yıllardır devam eden korkutucu azalma karşısında tüm sorumlu merciler neden hala etkili kampanyalarla harekete geçmiyorlar?

Yalı sahipleri kale gibi bahçe duvarları ile Boğazı halktan saklıyor!

Boğaziçi imar yönetmeliği, deniz kenarındaki yalıların ve diğer binaların bahçe duvarı yüksekliğini bir metre ile sınırlı tutuyor. Ancak, Boğaz sahil şeridinde yaşayanlar yönetmeliğe uymayıp bahçelerini metrelerce yükseklikte duvarlar çevirip, sahilden içeride oturanların veya sahilde gezintiye çıkanların denizi görmelerine engel oluyor. Aynı şekilde, Boğaz sahilinde denize açılan pek çok sokak özel şahısların işgali altında bulunuyor.

-Yalılar, villalar ve köşkler yasal kılıfına uydurulmuş “tamir ruhsatlı yeniden inşa edilmeler” ile sürekli büyüyor!

Sahildeki yalılar ve yamaçlardaki villalar-köşkler son yıllarda el değiştirdi. Bunların yeni sahipleri, Boğaziçi İmar Müdürlüğü’nden aldıkları sözde tamir ruhsatları ile binalarını gözler önünde enine-boyuna-yüksekliğine büyütüp duruyorlar. Bu durum o kadar trajikomik bir şekilde sürüyor ki, böyle yapmayan enayi durumuna düşüyor. Önce yapıyı bir perde ile çepeçevre sarmalayıp görünür bir yerine Boğaziçi İmar’dan aldığınız “Yapı Onarım Ruhsatını” asıyorsunuz. Ardından eski binanızın dış duvarlarını içine alacak şekilde temellerinizi atarak perde beton duvarlarla yeni bir bina inşa ediyorsunuz. Yeni binanın dış duvarları bitince içeride kalan eski binanızı tamamen yıkıyor, yeni binanızın içini tamamlıyorsunuz. Tabii bu arada çatınızı da makul (!) bir ölçüde yükselterek sözde onarımınızı tamamlıyorsunuz. Egemen güçler yasal engelleri (!) aşıyor, vicdan ile cüzdan arasında gidip gelen yetkili ve etkililer Boğaz’ın öngörünümünde yeşil alanların azalmasına göz yumuyor.

Oysa İstanbul’u ve Boğaz’ı sevmek demek, Onlara sahip çıkmak, güzelliklerini korumak ve yaşatmak anlamına gelmeli…
 
Bir sabah gözlerimizi açtığımızda Boğaz’ın güzelliklerinin yerinde yeller estiğini görmek istemiyorsak tabii…

M. Cemal Beşkardeş

Tarabya-Sarıyer, 09.08.2010

Prof. Dr. Murat Tuzcu, kalp hastalığını tetikleyen diğer rahatsızlıkların önlenmesi ve tedavi edilmesi için herkesin anlayacağı bir dille, merak edilen konuları anlatan kılavuz bir kitabı Türkçe sağlık yayınlarına kazandırdı.

 Kalbimizi Dinleyelim, sağlıklı bir kalp için özen gösterilmesi,  dikkate alınması gerekenler, kalple bağlantılı diğer organlar titizlikle ele alınıyor. Tuzcu, kalbin yapısını, hastalıkların sebeplerini, diğer organlarla ilişkilerini, tedavi yöntemlerini çizimler kullanarak, bilimsel donanımı hekimlik deneyimi ve ince nüktedan üslubuyla aktarıyor.

Murat Tuzcu’nun, “yapay kalp kriziyle tedavi”, “alkolle tedavi” gibi tıp dünyasında tartışma yaratan ama giderek kabul gören önermeleri de var. Tıp dünyasındaki tutuculuğun kırılması gerektiğini vurgulayan Tuzcu;

“Alkolle kalp krizi yaratarak tedavi etme yönteminin hikâyesi aynı zamanda özgün düşünme ve yaratıcı yaklaşımın da hikâyesi. Tıp tarihi önce yerden yere çalınmış sonra baş tacı edilmiş buluşlarla dolu” diyor.. Kitapta, horlamadan, ruh haline, omega 3 yağlarının yararlarından, ritim bozukluklarına, anne karnında kalp kontrolünden, kalp kapakçığının ameliyatsız değiştirilmesine kadar, okuyucunun merak ettiği pek çok konu, hayatın içinden örneklerle anlatılıyor
 

Yazarın akademik özgeçmişi

Prof.Tuzcu İstanbul Tıp Fakültesi’nden 1977 yılında mezun oldu. 1983-1985 yılları arasında Elazığ’da dahiliye uzmanı olarak çalıştı. 1985-1989 yılları arasında Cleveland Clinic’te kardiyoloji yüksek ihtisasını yaptı. 1989-1990 yılları arasında Boston’daki Massachusetts General Hospital’da özel ihtisas yaptı. Ardından 1990-1991 yılları arasında Harvard Tıp Fakültesi’nde öğretim üyesi olarak görev yaptı. 1992 yılından bu yana Cleveland Clinic’te çalışıyor ve aynı zamanda öğretim üyeliği yapıyor. Şu anda dünyanın en önemli referans kalp merkezlerinden biri olan Cleveland Clinic Kardiyoloji Bölümü başkan yardımcılığı görevini sürdüren Prof. Dr. Murat Tuzcu, dünyanın her yerinde büyük ve saygın kongrelerde aynı zamanda da sık sık Türkiye’de de konferanslar veriyor.

Prof. Tuzcu, kalbi açmadan, ameliyatsız, anjiyo yöntemiyle kalp kapakçığının değiştirilmesi de dahil uluslararası düzeyde çığır açan yeni kardiyolojik tedavi yöntemleriyle ilgili yapılan araştırmalarda aktif olarak çalışıyor.

Kalbimizi Dinleyelim, Yazan Prof. Dr. E. Murat Tuzcu, Doğan Kitap, 348 sayfa

 
LÂİKLİK HAKKINDAKelimenin menşei Fransızca’daki laïcité, din işlerinin devlet işlerine, devlet işlerinin ise din işlerine karışmaması demek. 2004’de dünyaya gelen bu terim son asırda bütün dinlere saygılı ve eşit mesafede olmak anlamını da kazanmış. Etimolojik olarak Kadim Yunanca λαϊκός’dan geliyor ve “halk hakkında, sıradan adam hakkında” demek. Bize de Fransızca démocratie kelimesinden nüfuz etmiş…

Sekülarizm ile lâisizm aynı şey değildir… Meselâ ABG’de “secularism” hâkimdir, din işleri cemaâtlere bırakılmıştır ama kalkıp da Hristiyan Demokrat Parti filân kuramazsınız. Avrupa’da ise kurarsınız. Çünkü buradaki tâyin edici faktör o ülkenin harsı (kültürü) ve toplumsal yapısıdır.

Bâzı mütefekkirlere göre “anti-Clericalism’in” bir türü olup, dinin tatbikine müsaade etmek veya dinî hürriyet yerine, inanç sâhiplerinin dinlerini tanıma imkânını tanımayan bir baskı tarzıdır.

Anti-klerikalizm din diye yutturulan safsatalardan ve sömürülerden bunalmış Avrupa medeniyetinin diyalektik bir tepkisidir.

Gâzi ve arkadaşların, bütün aksine iddialara rağmen, anti-Klerikalizm batağına düşmeksizin, cemaâtlerin eline düşerse tekrar bir fâcia hâlini alacağını bildikleri için Fransız tarzı ama yumuşatılmış bir Lâisizm’i tercih etmişlerdir.

Bunun sarih esbâb-ı mûcibesi:

1) Türkiye Cumhuriyeti halkının belki de %80’inden fazlası, kentlerde yaşıyor olsalar dahi, tamamen feodal, Ortaçağ artığı, ağalık düzeniyle yaşamaktadır.

2) Rönesans ve Reform hareketlerini aşmış, Teknoloji Devrimi’ni yaşayıp sindirerek öğrenmiş Avrupa milletlerinin efrâdı en azından asgari derecede entellektüel birikime sâhiptir. Çünkü ayrılma ve bireyleşme merhalelerini aşarak, demokrat olabilmişlerdir. Demokratik düşünceye sâhip olan (yâni irfânı ve fikri hür) bir insan kendi hür tercihini yapabilecek donanıma ve iradeye sâhip olan kişidir.

3) Bu amaçla başlanan millî eğitim ve köylere uzanacak millî öğretim seferberliği maâlesef daha İsmet İnönü zamanında atalete mahkûm edilmiş, Menderes ve arkadaşlarınca da tarihe kavuşmuştur.

4) Sonuç, ortadadır: Hâlâ okuma yazma oranı çok düşük olan, cehâletin ve feodalitenin kol gezdiği bir ülke!

5) Böyle bir ülkede demokrasi yürüyemez, ancak totaliter (askerî, dinî veya diğerleri) sistemler memleketi sevk ve idâreyi başarabilirler.

6) Türkiye sür’atle Arabizm ve İranizm târikine çekilmekte, rasyonel – bilimsel düşünceden uzaklaştırılan halk, “din” diye yutturulan safsatalarla büyüsel düşünceyle kitle hipnozuna tâbi tutulmaktadır.

Nitekim δῆμος, yâni dimos, halk zümresi, ahâli + κράτος, yâni kratia iktidar = Halkın iktidarı anlamındaki demokrasi de buradan neş’et eder. Demokrasinin ana yurdu olan Eski Yunan’daki filozoflardan Aristo ve Eflatun demokrasiyi eleştirmiş, “ayak takımının yönetimi” gibi aşağılayıcı kavramlar kullanmışlardır.

Demokrasiye farklı atıflarda bulunulmuştur: Çoğunluğun yönetimi; azınlık haklarını güvenceye alan yönetim; fakirin yönetimi; sosyal eşitsizliği yok etmeye çabalayan yönetim; fırsat eşitliği sağlamaya çalışan yönetim; kamu hizmetinde bulunmak için halkın desteğine dayanan yönetim…

Sonuç: Maâlesef Rönesans ve Reform hareketlerini aşmış, Teknoloji Devrimi’ni yaşayıp sindirerek öğrenmiş Avrupa milletlerinin efrâdı gibi olamamış, en azından asgari derecede entellektüel birikime sâhip olup bireyleşememiş , “sürü” psikolojisiyle düşünen ve hareket eden kitleler çok bayağıca hamâset ve demagojiyle iyice uyutularak, memleket tam bir anomiye ve kaosa sürüklenmiştir.

Açıkça söyleyelim: Aristo ve Eflatun maâlesef bizde –şimdilik– haklı çıkmış,“ayak takımının yönetimi” gündeme gelmiştir…

   Bunu her meslekte ve her kademede görebilirsiniz.

      Ayırıcı teşhis için cehâlet, kibir ve şuursuzca saldırganlık anahtar kelimelerdir.

         Peki, ne yapılacak…

            Defalarca yazdım.

               Vatansever, Lâik, Atatürk Milliyetçisi bir Türk bilim adamının sessiz çığlığı bu…

                  Orada kimse var mı?

Mehmet Kerem Doksat – İstinye – 09 Ağustos 2010 Pazartesi

Rejans için ‘diyalog’ çağrısı

78 yıllık Rus lokantası Rejans’ın 1996 yılından beri kapatılacağı konuşuluyor. Geçen 28 Haziran günü yapılan duruşmada yerel mahkeme Yargıtayın kararına uyarak Rejans’ın tahliyesine karar verdi. Rejans işletmecileri ise davayı temyize taşıdı. Şimdi, temyizden çıkacak sonuç bekleniyor.

İstiklal Caddesi’nde Saint Antoin Kilisesi’nin tam karşısında caddeye açılan Olivya Geçidi’nin sonunda yer alan Rus lokantası Rejans, kimleri ağırlamadı ki… Atatürk, Muhsin Ertuğrul, Cahide Sonku, İbrahim Çallı, Haldun Dormen…

Bir zamanlar Beyaz Rus madamların servis yaptığı “Limonaya” (limon kabuğu zarıyla aromalandırılmış ‘sarı votka’) ve eşlikçileri Olivye salatası, Rus böreği Piroşki, salamura edilmiş ringa balığı Slotka’nın lezzetine varmak isteyenler bugün de Rejans’ın yolunu tutuyor. Ama 1932 tarihli Rejans, 1996 yılından bu yana kapatılma tehlikesiyle gündemde.

1996’da tahliye gerekçesiyle Rejans’ın 30 yıllık mal sahibi 90 yaşındaki Mithat Müdüroğlu tarafından açılan ilk davadan bu yana anlaşmazlık süregidiyor. Son olarak 2008 Şubat’ında açılan davadan, önce tahliye kararı çıktı, ardından Rejans işletmecileri davayı temyize taşıdı. Şimdi, temyizden çıkacak sonuç bekleniyor.

Ancak rejans işletmecileri yani Rejans’ın bugünkü ortakları Zinnur Taygan, Erdal Sezener ve Zişan Sezener Rejans’ı yaşatabilmenin tek yolunun ‘diyalog’ olduğunu söylüyorlar.

Rejans İşletmecisi Erdal Sezener tahliye davasının mekânın lehine sonuçlanmasının bir “mucize” olduğunu düşünüyor:

“Bir şansımız var, o da diyalog. Tüm bu olumsuzluklara rağmen karşı tarafla anlaşmak istiyoruz. Bizi hep geçiştiriyorlar, bir an önce çıkın diyorlar. Sanki amaç Rejans’ın rantını almak. Aslında biz mülklerine değer katıyoruz. Rejans’ı yaşatmak için her türlü diyaloğa açığız. Ama bugünkü diyalog eksikliği İstanbul’un tarihine bir darbe niteliğinde. Rejans geleneğinin sürmesini istiyoruz.”

Peki uzlaşma sağlanamazsa Rejans ne olacak? Aynı yerde, aynı mimari çizgide faaliyetini sürdüremeyecek. “Tam olarak mekân arayışı içinde değiliz ama takip ettiğimiz yerler de var. Rejans’ı Rejans yapan ağırladığı insanlar, sunduğu yemekler, biriktirdiği anılar, yarattığı kültürdür” diyor Sezener.

Mal sahibi Mithat Müdüroğlu ise uzlaşma çağrısına yönelik şunları söylüyor: “Elbette herkes kendi menfatini düşünüyor. Burası Beyoğlu’nun göbeğinde bir mekân. Kirayı diğer yerlerle mukayese ederseniz farkı görürsünüz”

70’lerin ortasından beri mekânın müdavimi olan Bedri Baykam da Rejans’ın büyülü bir yer olduğunun altını çizerek şöyle konuşuyor: “Rejans’ta eski İstanbul’u tüm zerreleriyle yaşarız. Sanki bir zaman kapsülü içinde 1930’ların, 40’ların İstanbul’u korunmuştur. Türkiye ne yazık ki buna benzer konularda kendi belleğine pek saygılı bir ülke değil. Her şeyin ‘yenisini’, daha ‘modernini’ yapmak iddiasıyla geçmişi yıkmak maalesef bu konudaki kültürsüzlüğümüzün sürekli tavrı olmuştur.”

Bir başka müdavim Ferhan Şensoy ise duygularını şöyle dile getiriyor: “Biz Rejans’taki Atatürk’ün masasını, Yahya Kemal’in masasını, nice ozanın cilalı ahşaba sinmiş şiirini koruyamıyoruz. Bir halka daha kopup gidiyor çocukluğumun Beyoğlu’sundan. Artık Beyoğlu’nda gezilmez, göz falan da süzülmez.”

Rejans’ın İstanbul’un yeri doldurulamayacak mekânlardan biri olduğunu söyleyen sinema eleştirmeni ve yazarı Atilla Dorsay ise “Yalnız mutfağıyla değil, servis yapan Beyaz Rus kadınlarıyla, balkonda çalan orkestrayla, Atatürk’ün gözde lokantalarından biri olmasıyla” Rejans’ın İstanbul’a birçok yenilik kattığını belirtiyor.

Dorsay, “Onu başka bir yerde açmak da olmaz. O yapıya sinmiş olan tarih kokusunu, duvarlardan masalara her köşesine yerleşmiş olan anıları nasıl yeniden yaratabilirsiniz ki?” diyor.

Türkiye’de özellikle yerli turistlerin tercih ettiği Çeşme, 2010 sezonunu sadece otelleriyle değil, plajları, eğlence merkezleri hatta sokaklarıyla da tam kapasite geçiriyor.

Karayolları 2. Bölge Müdürlüğü’nden edinilen bilgiye göre, özellikle pazar günleri Çeşme ve Alaçatı’ya giren araç sayısı rekor kırıyor. 18 Temmuz Pazar günü 12 bin 814, 25 Temmuz Pazar günü ise 12 bin 422 aracın girdiği Çeşme ve Alaçatı’ya yapılan tahmini hesaplamaya göre, sadece bir günde giren insan sayısı 60 bini buluyor. Kış aylarında nüfusu 28 bin olan ilçeye 2 katı kadar insan sadece bir günde giriş yapıyor. İzmir ve ilçeleriyle Manisa ve Aydın’dan da çok sayıda ziyaretçinin hafta sonu günübirlik tatil yeri tercihi olan Çeşme, feribot aracılığıyla karşı komşusu Sakız Adası’ndan gelen turistlere de ev sahipliği yapıyor.
İlçede hafta sonu yol altyapısının yetersiz olması nedeniyle özellikle plaj tesisleri, eğlence merkezleri ve restoranların bulunduğu bölgelere giden yollarda trafik sıkışıklığı yaşanıyor.
Hafta sonu plajların tamamen dolduğu ilçede, girişleri ortalama 35 lira olan sahil kulübü tarzı tesisler de kapasite yetersizliği nedeniyle kapılarını kapatmak zorunda kalıyor.

‘Turizmde dünya markası olmaya aday’

İlçedeki otellerin doluluk oranı, sezon başından bu yana yüzde 95 civarında seyrediyor.
Çeşme Turistik Otelciler Birliği (ÇEŞTOB) Başkanı Veysi Öncel, diğer turizm merkezlerine göre çok fazla yatak kapasitesi bulunmayan Çeşme’nin son yıllarda moda haline geldiğini, büyük talep gördüklerini ifade etti. Hafta sonunda balık restoranlarında yer bulmanın mümkün olmadığını dile getiren Öncel, Çeşme ve Alaçatı’nın, bu yıl Türkiye’deki en popüler tatil merkezleri haline geldiğini söyledi.

Öncel, Çeşme’nin deniz-kum-güneş turizmi ve eğlence merkezi olmasının yanında, diğer bölgelerden farklı olarak rüzgar sörfü, termal turizm imkanları ile ulaşım kolaylığı avantajlarına da sahip olduğunu bildirerek, şunları kaydetti: ”Çeşme, gelecekte sadece Türkiye’de değil, dünyada sayılı tatil beldesi olmaya aday. Ancak, Çeşme’nin dünya çapında marka olabilmesi için mutlaka kaliteli ve marka olmuş oteller ve restoranları kendisine çekmesi gerekiyor. Türkiye’de böyle bir turizm merkezi yok. Bodrum ve diğer yerler bu şansı kaçırdı. Ama Çeşme’nin halen şansı var. Çeşme, zengin ve para harcamaktan kaçınmayan kesimi hedeflemesi gerekiyor. Bodrum ya da başka bir bölgeyi rakip olarak görmüyoruz, farklı bir destinasyon olmaya çalışıyoruz.”