Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

Türkiye Alzheimer Derneği Başkanı Prof. Dr. Mehmet Emre, dünyada 35 milyon Alzheimer hastası olduğunu bildirerek, ”Ancak bu rakamın 2030’da ikiye katlanacağı ve 2050’de ise 115 milyon insanın bu hastalıktan mustarip olacağı belirtiliyor” dedi.


Four Seasons Otel’de, Türkiye Alzheimer Derneği ve Novartis ilaç firması tarafından düzenlenen basın toplantısında konuşan Prof. Dr. Emre, Türk Alzheimer Derneği ve Novartis firmasının işbirliğiyle yürütülen ve Alzheimer hastalığına dikkat çekmek, hastalıkla ilgili bilinç yaratmak için başlatılan ”Bir Gün Alzheimer Olursam” adlı projede, ünlü isimlerin hastalıkla ilgili kaleme aldığı mektupların ”Dünya Alzheimer Günü” çerçevesinde bir kitapta toplandığını belirtti.

Prof. Dr. Emre, sanat, medya, spor ve iş dünyasından isimlerin yazdığı mektuplarda, bir gün Alzheimer hastalığına yakalanıp her şeyi unutmaları durumunda sevdiklerine söylemek istediklerini kağıda döktüklerini ifade etti.

Kitapların ücretsiz olarak D&R kitap mağazalarından temin edilebileceğini bildiren Prof. Dr. Emre, Alzheimer hastalığının ciddiyetine, yaşlanan nüfusa paralel olarak toplumda artışına ve erken teşhisin önemine dikkat çekti.

Prof. Dr. Mehmet Emre, Novartis ile işbirliği içinde hayata geçirilecek yeni projede, Alzheimer hastalarına evde bakım hizmeti vererek, hasta yakınlarına yardımcı olmayı amaçladıklarını belirtti. Emre, dernek tarafından eğitilecek özel hemşirelerin, ihtiyaç duyan ailelere hastalıkla ilgili pratik eğitimler vermek üzere yönlendirileceğini söyledi.

”Bu hizmet kapsamında, ilk aşamada 300 Alzheimer hasta ve yakınına ulaşılması ve ev düzenlenmesi, hasta için egzersizler, diyet gibi konularda hasta yakınlarına eğitimler verilmesi planlanan projenin, 2011 itibariyle hayata geçirilmesi planlanıyor” diyen Prof. Dr. Emre, şunları kaydetti:

”Toplumun bütün gruplarını, soysal sınıf ve coğrafi bölge ayrımı olmaksızın etkileyen Alzheimer hastalığı, 65 yaş ve üzeri kişilerin yaklaşık yüzde 5’inde, 85 yaş ve üzeri kişilerin ise yaklaşık yüzde 30’unda görülüyor. Şu anda dünyada 35 milyon Alzheimer hastası var. Bu rakamın 2030 senesinde ikiye katlanacağı ve 2050’de ise 115 milyon insanın bu hastalıktan mustarip olacağı belirtiliyor. Türkiye’de ise yaklaşık 300 bin Alzheimer hastası bulunduğu tahmin ediliyor. Toplumun yaşlanmasına paralel olarak, vaka sayıları hem dünyada hem Türkiye’de çoğalıyor. Toplum arasında çoğunlukla yaşlılıkta normal algılanan unutkanlıkla özdeşleşip geç teşhise neden olan hastalık, beyin hücrelerini, ilerleyici ve geri dönülmez bir şekilde harap ediyor. Hastalıktan koruyan ya da hastalığı tamamıyla durduran bir tedavi yöntemi henüz olmayan Alzheimer’a karşı günümüzde uygulanan tedaviler hastalığın bazı belirtilerini azaltarak hastanın hayatını rahatlatmak ve hastalığın klinik seyrini yavaşlatmaktadır. Son zamanlarda, hastaların tedavilere uyumlarını artırmak ve tedavi sürelerini optimize edebilmek için yeni uygulama yöntemleri de geliştirilmiştir.”

Basın toplantısına, Novartis Satış ve Pazarlama Direktörü Selahattin Saygan, sanatçı Burhan Şeşen, gazeteci Erdoğan Aktaş da katıldı.

Doğu Anadolu bölgesinin bilinen 3 bin yıllık geçmişe sahip mutfak kültürü ve yemekleri ayrıntılı olarak bir kitapta toplandı.


İstanbul Üniversitesi (İÜ) Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Eskiçağ Tarihi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Oktay Belli’nin editörlüğünü yaptığı kitap, Bitlis’te geçen yıl düzenlenen ”Uluslararası Doğu Anadolu Bölgesi Geleneksel Mutfak Kültürü ve Yemekleri Sempozyumu”nda yer alan sunumları ve bölgenin yemeklerini içeriyor.

Kitabın önsözünde açıklaması bulunan Prof. Dr. Belli, kitapta Doğu Anadolu Bölgesinin şimdilik bilinen 3 bin yıllık geleneksel mutfak kültürü ve yemeklerinin ayrıntılı olarak incelendiğini ve bunun bilimsel yöntemlerle anlatıldığını bildirdi.

Sempozyumun ardından basılan kitabın, Doğu Anadolu Bölgesinin kültür tarihinde çok önemli bir dönüm noktası oluşturduğunu açıklayan Prof. Dr. Belli, sempozyumun Bitlis Eren Üniversitesi (BEÜ), Bitlis Valiliği ve Bitlis Belediyesinin ev sahipliğinde, İstanbul Üniversitesi, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Anadolu Geleneksel Mutfak Kültürünü Koruma ve Yaşatma Derneği, TMMOB Mimarlar Odası Van Şubesi, Türkiye Tabiatını Koruma Derneği, Yemek ve Kültür Dergisi ve Çekül Vakfının organizasyonuyla düzenlendiğini anımsattı.

Prof. Dr. Belli, ”Sempozyuma sunulan birbirinden değerli bildiriler önemini yitirmeden kitap olarak basıldı. Basımı sağlamak için elinden gelen her türlü çabayı harcayan BEÜ Rektörü Prof. Dr. Mahmut Doğru’ya teşekkür ediyorum” dedi.

Türkiye’nin bu yıl Oscar adayı Semih Kaplanoğlu’nun ‘Bal’ filmi oldu.


Yönetmen Semih Kaplanoğlu‘nun Altın Ayı ödülünü alan filmi ‘Bal’ bu sene Türkiye’nin Oscar adayı seçildi.

Kaplanoğlu’nun ‘Yusuf üçlemesi’nin son halkası olan filmde, seyirci Yusuf karekterinin çocukluk dönemine tanıklık ediyordu.

‘Bal’ 60. Berlin Uluslararası Film Festivali’nde en prestijli ödül olan Altın Ayı ödülünü kazanarak büyük başarıya imza atmıştı.

‘Yumurta ve Süt’ ile birlikte üçlemeyi tamamlayan ‘Bal’ın konusu ise şöyle: Yusuf bir sabah gördüğü rüyayı babasına anlatır. Bu rüya ikisi arasında sonsuza dek kalacak bir sırdır. Aynı gün Yusuf sınıfın önünde öğretmenin verdiği okuma metnini okurken aniden kekelemeye başlar ve arkadaşlarının alay konusu olur.

Yakup, anlaşılmaz bir nedenle soyu hızla tükenen Kafkas arılarının peşinden uzak bir ormana gider. Babasının gidişiyle Yusuf iyice sessizliğe gömülür. Yusuf’un bu hali çay tarlasında çalışan annesi Zehra’yı üzmektedir. Ne kadar uğraşsa da Yusuf’u konuşturamaz.

Günler geçer, Yakup’un gecikmesi Zehra’yı ve Yusuf’u tedirgin eder. Zehra Miraç Kandil’i gecesi için Yusuf’u köyden uzaktaki annaannesine gönderir. Yusuf, orada dinlediği hikayelerdeki peygambere benzettiği babasının mutlaka geri döneceğine inanmaktadır.

Ertesi gün Sis Dağı şenliğinde de Yakup’a rastlayamazlar… Babasını aramak için ormanın derinliklerine dalan Yusuf’un gördüğü rüya gerçekleşecek midir?

“Obezite bir kültür hastalığı”

Duke Üniversitesi Toplum ve Aile Hekimliği Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Ronette Kolotkin, kilonun yaşam üzerindeki etkilerinden biri olarak nitelendirdiği obezitenin, bir kültür hastalığı olduğunu ve ülkelerin Batı kültürüne yaklaştıkça, obez hasta sayısının artacağını belirtti.

Obezliği beden kitle endeksinin yüzde otuzun üzerinde olması şeklinde tanımlayan Kolotkin, obezitenin faktörleri arasında genetik, çevresel ve ruhsal etkinin ön planda çıktığını bildirdi.

Kolotkin, obezitenin çevresel sebeplerini şöyle anlattı:”Eskiden yürürdük, otobüse binerdik, otobüse binmek için uzun mesafeler katederdik. Alışveriş yapmak için yürümek zorunda kalırdık ve alışveriş sırasında çantalarımızı taşırdık. İşimizde olsun iş sonrası sosyal hayatımızda olsun çok sakin bir hayat yaşıyoruz. Durağan bir yaşam tarzı geliştirdik. İhtiyacımız olan besinler, elimizin altında ve çok çabuk ulaşılabilir. Besinlerin çabuk ulaşılabilir olması obeziteyi ortaya çıkarır. Ayrıca besin satanlar daha fazla para kazanmak için sağlıksız yöntemlere başvuruyor. Besin reklamlarının hepsine aldanmamalıyız. Bununla beraber çocuklar için oyun sahası yok, insanlar için yürüyecek spor yapılacak yerler yok. En büyük yanlışlardan bir tanesi, evde yapılmış yemeğin yenmediğini görüyoruz. Ayrıca, yalnızsan, korkmuşsan, yorgunsan, üzgünsen yemek ye gibi bir akım var.

Kolotkin, duygusal sebeplerin kişiyi obeziteye ittiğini, sıkıntıdan yemek yemenin alışkanlık haline getirilmenin sağlık açısından tehlikeli olduğunu belirtti.

“Obezite bir kültür hastalığıdır

Obezitenin temel sebeplerinin başında düzensiz beslenmeyi neden gösteren Prof. Dr. Kolotkin, batı kültüründe beslenme tarzının yanlış olduğunu ve fastfood tarzı beslenmenin obeziteye sebep olduğunu söyledi.

Kolotkin, ”Obezite bir kültür hastalığıdır. Ülkeler batı kültürüne yaklaştıkça obez hasta sayısı daha da artıyor. Dünya batı diyetini benimsedikçe insanlık sağlığı negatif yönde ilerler. Türkiye’deki istatistiklere baktığımızda kadınların obez, erkeklerinse kilolu olduğun gördüm. Özellikle kırsal kesimlerde bu istatistik geçerlidir. Fakat birçok batı ülkesi tehlike altındadır dedi.

Obezitenin her şeyden önce bir kültür hastalığı olduğunu söyleyen Kolotkin sözlerini şöyle sürdürdü:”Obeziteden kurtulmak için bireysel düzeyde değişmek yeterli değildir. Ülke düzeyinde değişim göstermemiz gerekiyor. Ve her şeyden önemlisi küresel düzeyde değişim gösterilmesi gerekir. Fiziksel aktivitelerin sürdürülebileceği alanların olması gerekiyor. Bunun dışında iyi rol modeller oluşturmalıyız. Güçlü, fit, sağlıklı, yemek zamanında yemek yiyen kişileri rol model olarak almalıyız. Bireysel düzeyde değişim yeterli değil, bunu geniş anlamda yapmamız gerekiyor.

Obezite tedavisinin hekim eşliğinde gerçekleşmesi gerektiğini vurgulayan Kolotkin, kimyasal ve bitkisel ilaçların doktor kontrolünde alınmasının doğru olduğunu ifade etti. Kolotkin, doktorun gerekli görmesi halinde mide kelepçesi de kullanılabileceğini söyledi.

Dünyanın en pahalı 20’nci kenti

İsviçre’nin dünyaca ünlü bankası UBS tarafından hazırlanan bir rapor, İstanbul’un dünyanın en pahalı kentleri arasında “kariyer yaptığını” gösterdi.


“Fiyatlar ve ücretler” başlığı altında her üç yılda bir “UBS Wealth Management Research” uzmanlarınca yinelenen araştırmaya göre, İstanbul 2010 itibarıyla 73 kent arasında 20’nci sıraya “yükseldi”. UBS, dünyanın önde gelen kentlerindeki fiyatlar düzeyi ile ücretler düzeyini karşılaştırdı. Rapor, pahalılık sıralamasında İstanbul’un, geçen yıl daha az el yakan fiyatlara sahip olduğunu 34’üncü sırayı işgal ettiğini gösterdi.

Bu yıl dünyanın en pahalı kentleri Oslo, Zürih ve Cenevre. Yüz yüze yapılan anketlerden yararlanılarak hazırlanan araştırmada, “en pahalı” kentlerde fiyatlar genel düzeyi kadar, alınan ücretlerin de yüksek olmasına dikkat çekildi. Böylece, yüksek fiyatlara karşın kent sakinlerinin gelirleriyle iyi bir yaşam standardı tutturabildiği vurgulandı. İstanbul’un 2009’dan 2010’a tam 14 sıra yükselerek, yani pahalılaşarak, “büyük atılım yaptığı” anlaşılan UBS raporuna göre, Türkiye’nin en büyük kentinde ücretler genel düzeyi genel ortalamanın son derece altında. Ücretler bazında yapılan sıralamada, 2009’da 47’nci sırayı işgal ettiği belirlenen İstanbul, bu yılki güncellemede sadece iki sıra yükselebildi ve 45’inci sırada kaldı.

Derdim vicdanla benim

Ahmet Hakan Coşkun, medya sahnesindeki adıyla Ahmet Hakan. Gazeteci, televizyoncu. “Ahmet Hakan kimdir?” diye sormak yerine kim değildir diye sormak daha mantıklı. Bildiğimiz pek çok polemiğin kahramanı ve ortağı olduğu. Haftanın dört gecesi de ekranlarda. Derdi, bildiğini okuyabilmek. Belki o yüzden kimseye yaranamıyor. Çok okunduğuna ise şüphe yok. Gazeteci sorumluluğunun taraf tutmadan özgürlükleri savunmak, haksızlıkların üzerine gitmek olduğunu söylüyor.

Gazeteci, televizyoncu Ahmet Hakan pek çok tartışmanın kahramanı, Twitter da en çok takip edilenlerden. Ama kendini asosyal görüyor. Çelişmekten ve yanılmaktan korksa da bunun öğrenmenin bir parçası olduğunu düşünüyor. Sevmeyenler de onu okuyor. Tarafsız, aidiyetsizlik konusunda başarılı mı? Tartışılır. Ama kimseye yaranamadığı kesin. Aidiyetlerin vicdanı sınırlamayacağı gün özgür olunacağına inanıyor. Referandum mu? Ahmet Hakan sıkı bir “hayırcı”. Sonucun çok da bir şey değiştirmeyeceğini düşünse de “Evet” fazla çıkarsa iktidarın kibrinin ve pervasızlığının ayyuka çıkacağının farkında.

– Artık röportaj yapmak can sıkıcı olmaya başladı. Elektronik posta ile röportajlar, gelmeden önce soruları istemeler, soruları beğenmemeler, “konuşulmayacak kadar ciddi konular” deyip sorulardan kaçmanın yollarını bulmalar derken işin tadı kaçtı. Belki de gazeteci olduğunuz için böyle bir isteğiniz olmadı. Çuvaldızı önce kendimize batırarak başlamalı. Nasıl bir gerçeklik anlayışı bu ya da biz bu noktaya nasıl geldik?

– Evet, burada biz gazetecilerin de suçu var. Söyleşinin kahramanı olmak, manşete çekilecek birkaç heyecanlı ve kışkırtıcı lafı almak için yanlış işler yaptık. Buna rağmen genellemeler yapmak yanlış. Yine de bu hatalar insanların mantıksız istek ve taleplerde bulunmasına neden oldu. Hem konuşan söylediklerine hem de yazan yazdığına fazla güvenmiyor artık. Birçok kişi de kendini fazla önemsiyor, bu gerçek. Toplumun genel yapısı buna dönüştü.

– İçim rahatlamadı ama devam edelim. Çok yoğun çalışıyorsunuz. Neredeyse her gece televizyon programınız var. Onca yazı ve metin… Yazıyla bu kadar etle kan olmaktan yorulduğunuz olmuyor mu?

– Olmaz mı? Zorlanıyorum, sıkılıyorum. Neyse ki Türkiye bu anlamda malzemenin çok bol ve renkli olduğu bir ülke. En sıkıcısı ise tekrar ettiğimi hissettiğimde başlıyor. İroni ile yazı yazmak zaten epey emek işi. Rutinleşme ve sıradanlaşma arasındaki çizgi ince. Ben bunu kaçırmamak için ciddi çalışıyorum.

-İnternet’teki varlığınız ve sözügeçer haliniz bu duruma bir alternatif mi?

– Bu konuda ahkâm kesemem. Twitter’in bir arena olduğuna inanıyorum. Değişik dünya görüşlerine sahip kişilerle aynı anda iletişim kurma fırsatı büyük şans. Benim 40 binin üstünde takipçim var. Oradaki ideolojik ve entelektüel hava da beni besliyor. Zaten ben asosyalim. İnternet’teki dünya da öğretici ve şaşırtıcı. Ama oradan birkaç cümle çekip polemik yaratmak işin başka boyutu ki orayı konuşmaya değmez.

– Asosyalim dediniz. Bunca görünür olurken nasıl hâlâ öyle kaldınız?

– Ben kolay samimiyet tesis edemem. Sosyalleşme fırsatı çok ama benim böyle bir iştahım yok. Dar bir çevrem var. Gazeteciliğin getirdiği genel sosyalleşme bile beni yoruyor.

– Eleştiri belki de en büyük artınız. “Yanılmaktan, çelişmekten korkmuyorum” diyorsunuz. Bu çoğu zaman “davayı satmak”la eşdeğer anlaşılıyor. Nedir derdiniz?

– Sürekli çelişeceğim ve yanılacağım, böyle öğrenir insan. Nurallah Ataç’ın güncesini okuyorum, çok hoşuma gitti. Cesurca, çelişmekten ve yanılmaktan korkmamak gerektiğini söylemiş. Onu okuyunca da cesaret geldi. Aslında çelişmekten de yanılmaktan da çok korkarım. Bu ürkekliği Ataç’ın yazdıklarıyla atmaya çalışıyorum.

– Özür dilemekten de çekiniriz.

– Şark toplumlarının genel özelliği bu. Özür dilemeyi, hatayı kabullenmeyi küçülmek olarak algılıyoruz. Değişir mi? Kim bilir?

– Cemal Süreya’yı okumayan adam olamaz derler. Bir yazınızda ondan bahsettiğinizi gördüm. Nedir ilişkiniz?

– Cemal Süreya ne yazarsa yazsın ona bir irtifa kazandırıyor. Eleştirisini serbest çağırışımla yaparken bile ne dediğinin çok farkında. Üslubu konudan bağımsız. O yüzden ne yazsa okunur. Ben de toplumsal hayata bakarken ve magazine bulaşırken ona öykünüyorum. Yani her şeyi yazabilirsiniz, yeter ki derinliğini bulun.

– Sürekli bir atışmanın ve polemiğin tarafı oluyorsunuz. Bazen kinayeli ve iğneli laflar ediyorsunuz. Sanıyorum ki karşıdan bir salvo gelmezse bu işin tadı çıkmaz. Öyle mi?

– Bunu düşünmemiştim ama doğru. Polemiği ben başlatmıyorum genelde. Bana yönelik yazılanlara cevap veriyorum. Hem düzeyli, düzgün bir atışmaysa ben de bir misilleme yapmışsam ve ciddiye alınmadıysam elbette bozuluyorum.

– Sakin ve huzurlu görünüyorsunuz. Bu görüntüden ibaret mi?

– Huzurlu ve sakinim. Yazan insanlara ait marazlarım, gerginliklerim de var tabii. Ama itiraf edeyim biraz kontrol manyağıyım.

– Hiç açılmıyor mu o kilit?

– Açmıyorum, açamıyorum. Sınıra geliyor, basıyorum antideprasını! Huzuru onda buluyorum. Şaka yapıyorum! Gerçi bu da iyi bir malzeme çıkarır işte.

Sorumluluğum hatırlatmak

– Sizi sevmese de okuyanınız fazla. Aidiyetsizlik konusunda başarılısınız. İslamcılar sizi kendinden görmüyor. Solcular bir yere koymuyor, Laikler yanınıza bile yaklaşmıyor. Bu bir strateji mi?

– Bu durum benim en sevdiğim şey. Bir yere ait olmak bizde taraftar olmak, yandaş ve fanatik olmak anlamına geliyor. Bu durumda yaptığınız her şey o aidiyete bağlanıyor. Ben bundan kurtulmak istedim. Derdim vicdanla benim. Aidiyetsizlik yüzünden çok eleştirildim, güvensiz hissettiğim de çok oldu ama keyfi ve huzuru daha büyük. Belli bir cemaatin, düşünce grubunun içinde yer alıp çıkarlarını savunmaktansa ortalama bir gazeteci olup, her gruba vicdani sorumluluğunu hatırlatan bir yerde durmak daha önemli. Eğer bir tarafım, misyonum varsa o da vicdani sorumluluğum.

– Ergenekon soruşturması sırasında Mustafa Balbay’a destek olmak için Cumhuriyet’e gelmiştiniz. Hatta “günah çıkarmaya geldiniz” diye eleştiriler olmuştu.

– Elbette olur, olacaktır ama bu büyütülmemeli. Ben doğru bildiğimi ve inandığımı yaptım. Cumhuriyet okuru özel, gazetesini çok sahipleniyor. O gün bana destek olanlar da vardı. Ben sahte olmadığımı düşünüyorum ve yeterince sınandığımı da…

– Vicdani sorumlulukla iki yüzlülük arasındaki çizgi ince çünkü kelimelere herkes farklı anlamlar yüklüyor. Vicdan ama kime ve neye göre?

– Bu en büyük problemimiz. Türban, başörtüsü özgürlüğünü savunan, ağıtlar yakanlar aynı hassasiyeti Ergenekon davasındaki hukuksuzlukların yol açtığı trajedilerde göstermiyorlar. İşte o zaman bu riyakarlık ve iki yüzlülük oluyor. Taraf tutmadan özgürlükleri savunmayan bana vicdandan bahsetmesin. Aidiyetlerin vicdanı sınırlamayacağı gün özgür olacağız. Gözyaşları içinde yazılar yazıp, tuhaf bir tutuklama geldiğinde göbek atanlar var bu ülkede. Herkesin başka dünyalara saygısı olmak zorunda. Mesela bu da benim Cumhuriyet’e ilk söyleşim. Şimdi size de “bu adamla niye röportaj yaptın” diyeceklerdir. Ben ise İlhan Selçuk’la buluştuğum günü unutamıyorum. Benimle tanışmak istedi, heyecanla gittim. Onunla tanışmak keyifliydi, mesleki açıdan çok önemliydi.


– Son dönemdeki seviyeli tartışmaların gündemi arabesk. Arabesk ile magazin arasındaki sıkı bağ dikkat çekici değil mi?

– Arabeskin doğuşu isyan. Belki bilinçsizce bir şey arabesk ama isyanla doğduğu kesin. Yanlış ifadeleri de var ama doğuşundan bu yana merkeze hep uzak kalmıştı. Yıllar sonra büyük kentleri varoş kalabalık sardı, egemen kültür de arabesk olunca merkeze oturdu. Sonra arabeskçiler merkeze oynadı, popülerleşti, magazin oldular. Günümüzde arabeskin duvarları yıkıldı, raconlar yerlerde sürünüyor. Orhan baba Tarkan gibi. Müslüm baba da reklamlarda kapitalist sisteme oynuyor. Jilet atan delikanlı çocukları dışladı. Serdar Ortaç’tan farksız. Onları hep 70’lerdeki şarkılarıyla anmamızın nedeni de bu!

Gazeteci Esra Açıkgöz ilk kitabı “Tank, Tüfek ve Cezaevi: 12 Eylül ve Çocukluğum”da çocukluğundan 12 Eylül geçenleri anlatıyor. Kahramanlık maskesiyle bize dayatılan resmi tarihin riyakarlığını sorguluyor. 12 Eylül’de devletin sistemli şiddetini yaşamak zorunda kalan, o dönemin çocuklarıyla yapılan söyleşiler karanlık bir tarihe ışık tutuyor.

Pazar Dergi’deki çalışma arkadaşımız gazeteci Esra Açıkgöz’ün ilk kitabı “Tank, Tüfek ve Cezaevi: 12 Eylül ve Çocukluğum.” Kitabını hazırlarken ondan epey uzak kaldık çünkü mümkün olduğunca, şiddetin yayıldığı tüm Türkiye coğrafyasını gezmeye çalıştı. 12 Eylül’ün dinmeyen öfkesinin ve korkusunun kuşaklar boyunca aktarıldığını gördü. Bu kandan, şiddetten 12 Eylül’de çocuk olanların payına düşenleri araştırdı. 30 kişiyle yaptığı röportajları da bu kitapta bir araya getirdi. Onun bu karanlık tarihe yolculuğu kolay değildi elbette. Çünkü acıları ve kayıpları konuşmak zor. Zaten o da utanç ve öfkeyi hissetmiş yazarken en çok. İçinden zaman zaman vazgeçmek de gelse, bu topraklarda yaşananların farkına varmanın hem kendine hem de bu şiddete göğüs gerenlere bir borç olduğunu düşünmesinden güç almış hep. Böyle devam etmiş yoluna. İşte bu ve pek çok nedenden Esra Açıkgöz’ün kitabı güçlü bir toplumsal bellek oluşumunda önemli bir adım. Unutmamak, hatırlamak ve yüzleşmekten kaçmamak için bize nereye bakmamız gerektiğini işaret etmesi açısından da yol gösterici.

– İlk olarak kitap neyi anlatıyor? Çünkü resmi tarih ve yaşanan tarih arasındaki büyük uçurum bizi bilinmezliğe itiyor. Bu karanlığa inmeye nasıl karar verdin?

– Kitap çocukluğundan 12 Eylül geçenleri anlatıyor. O dönemin çocuklarıyla hayatlarını, 12 Eylül’le kesilen çocukluklarını konuştum. Kahramanlık maskesiyle bize dayatılan resmi tarihin doğru olmadığını her ne kadar çok önceden öğrenmiş olsam, bu topraklardaki karanlığı bilsem de kitap için yaptığım görüşmelerde derinliğinin daha da iyi farkına vardım. Editörüm Berat Günçıkan böyle bir kitap hazırlamamı teklif ettiğinde başta çok heyecanlandım, Türkiye’de devlet şiddetinin büyük olduğunu yaptığım pek çok haberden biliyordum, o nedenle bu işin kolay olmayacağının farkındaydım ancak kitap için görüşmelere başlayıp, şiddetin en ağır şekliyle daha çocukken karşılaşan kişileri dinledikçe üzerimdeki ağırlık arttı.

– “12 Eylül” bir girdap. İçindeki bunca acıdan nasıl bir derleme yaptın?

– Mümkün olduğunca o dönem Türkiye’de farklı şehirlerde yaşayanlarla görüşmeye çalıştım. Küçük bir köyde ya da çatışmaların yoğun olduğu şehirlerde 12 Eylül’ün tezahürü nasıldı, onu da görmek istedim. Bu nedenle Türkiye’nin ilk sosyalist belediyecilik anlayışının hayata geçirildiği Fatsa’da, dönemin belediye başkanı Fikri Sönmez’in oğlu Naci Sönmez’le de konuştum, Maraş Katliamı’nda anne-babası ve kardeşi gözü önünde öldürülen Yurdagül Yurtsever’le de. 12 Eylül’de tam olarak ne yaşandığından yıllar sonra haberi olan ve şimdi Hrant İçin Adalet girişiminden, barış çağrılarına kadar pek çok eylemde yer alan Şevval Sam da kendi 12 Eylül’ünü anlattı. Daha 16 yaşında Diyarbakır Cezaevi’ndeki vahşeti, işkenceleri yaşayan, seslerini duyurmak için kendini yakan arkadaşlarının et kokusunu solumak zorunda bırakılan, altı yıl sonra da beraat eden Fehmi Bahçeci de var kitapta… O dönemin çocuklarıyla konuşmak, 12 Eylül’ün bugün bu topraklara bıraktıklarını, yaptıklarını anlamak adına da önemliydi. Çünkü onlar şimdi bugünün yetişkinleri. Kendi çocuklarını yetiştiriyorlar. Onlara, yaşadıklarını çocuklarına anlatıp anlatamadıklarını sorduğumda, gördüm ki 12 Eylül’ün öfkesi de, korkusu da kuşaklar boyu aktarılıp duruyor.

– O dönemi yaşamadın. Ama pek çok kişinin yaşadıklarını dinledin. Nasıl bir ruh haliyle yazmaya başladın?

– En ağır basan iki duygum, utanç ve öfkeydi. Kendim, kuşağım ve giderek daha da ilgisiz olan sonraki kuşaklar adına duyulan bir utançtı bu. Üzerinden yıllar geçmiş, çoktan unutulmuş, daha da kötüsü hiç öğrenilmemiş 12 Eylül 1980, sadece bir tarih değil, hâlâ içinden çıkamadığımız bir dönem çünkü. Yani 16 yaşındayken, abisi gözaltında “kaybedilen” Faruk Eren’e hâlâ kimse kardeşinin nerede olduğunu söylemiyor. Kimse, on yaşındayken annesi bombalı bir paketle öldürülen Mehmet Yılmaz’a annesinin katillerinin kim olduğunu açıklamıyor. Üstelik buna benzer olayların tekrar yaşanmayacağını bile söyleyemiyoruz.

– “Röportajlara ilk olarak Doğu’dan başladım diyorsun.” Aslında bu “12 Eylül”ün ilk nereyi vurduğunun da bir göstergesi sanırım…

– İlk demekten ziyade daha şiddetli vurduğu yerin oralar olduğunu söylemek daha doğru olur. En azından yaptığım görüşmelerle benim ulaştığım sonuç buydu. Ancak tabii 12 Eylül Konya’nın küçük bir köyünde yaşayanları da İstanbul gibi büyükşehirleri de, herkesi vuruyor.

– Acıları konuşmak kolay değil, kayıplar, ölümler. Zorlandığın zamanlarda kendini nasıl telkin ettin?

– Zaman zaman “Acaba bıraksam mı” diye düşündüğüm oldu. Yaşanılanları dinledikçe insanlığa dair güveni kaybetmemek elde değil. Ama madem ki bu topraklarda yaşıyorum, yan yana durduğum, karşılaştığım insanların gerçeklerinin farkına varabilmeyi de en azından kendime borçluyum diye düşündüm. Ayrıca bu şiddetle yüzleşilmesi için insanların nelere göğüs gerdiğini görmek de bir devam etme nedeniydi.

– Seni en çok şaşırtan ve üzen hikâye neydi?

– Acılar için derecelendirme yapmak mümkün değil. Çünkü 12 Eylül’le sürülen hâkim babasından dört ay uzak kalmak zorunda kalan Şelda Şenol için de, 12 yaşında annesiyle birlikte gözaltına alınan, işkenceye uğrayan, cezaevinde yatan Meral Batlaş için de acıları derin ve hâlâ taze. Ya da 17 yaşında asılan Erdal Eren’in kızkardeşi Sevil Eren için yaşamak zorunda bırakıldıkları, abisinin elinden alınmasını kabullenmesi hâlâ öyle zor ki…

– Herkesin bir “12 Eylül’ü var” diyorsun. O zaman doğmamış olanların bile…

– Evet, çünkü o tarihte doğmayanları da 12 Eylül’den geçen kuşaklar yetiştirdi. Onların üzerine sinen, şiddet ve korku ne yazık ki bizlerin de üzerinde. Çocuğuyla yaşadıklarını konuşmayı bırakın siyasi tercihine dair bile renk vermeyen ailelerin ellerinden çıktık. Diğer yandan, o yıllarda ekilmiş ve bugün artık toplumun her kademesine işlemiş bir şiddetle terbiye edildik. Okuldan, kişisel ilişkilerimize kadar hayatımızın her yerine sinmiş bu şiddet, 1980 sonrası kuşak için de kendi 12 Eylül hikâyesini yaratıyor.

– Türkiye gerçek anlamda “12 Eylül” ile yüzleşebilecek mi?

– Üzerinden 30 yıl geçti, hâlâ bunu başaramadık ama yine de umutsuz değilim. Aslında öyle bir noktaya gelinecek ki, bundan başka çıkar yol kalmayacak diye düşünüyorum. Umarım bunun için bir 30 yıl daha beklemek zorunda kalmayız.

– Unutmak ve hatırlamamak, yokmuş gibi davranmak en iyi yaptığımız şeylerin başında. Bu tür belgesel kitaplar, sistemli bellek kayıplarına karşı bir alternatif oluşturabilir mi?

– Bu tür kitapların güçlü bir toplumsal bellek oluşumunda önemli olduğunu düşünüyorum. Tabii bunların genç kuşaklara ulaşmasını sağlamak da ikinci adım. Acının, şiddetin yoğunluğu, sürekli değişen ya da değiştirilen gündemler nedeniyle belgeleme çalışmalarımız eksik kalıyor. 12 Eylül bile üzerinden 30 yıl geçtiği halde, henüz her yönüyle işlenemedi.

Teknoloji bağımlılığı sağlığı etkiliyor

Balıklı Rum Hastanesi Anatolia Klinikleri Şefi Prof. Dr. Mansur Beyazyürek, teknoloji ürünlerinin yarattığı bağımlılık nedeniyle kendisine gelen vaka sayısında son 3 yılda ciddi bir artış yaşandığını belirterek, ”Özellikle gençlerde teknoloji bağımlılığının yaygın olmasının Türkiye için çok ciddi bir sorun olduğunu düşünüyorum” dedi.

Beyazyürek, son yıllarda gelen hasta yakınlarından en çok duyduğu sözün ”Oturup kalkmıyor” olduğunu belirterek, şöyle konuştu:”Bilgisayarın, televizyonun başına oturup kalkmayan, saatlerini, günlerini bu şekilde harcayan insanların sayısı her geçen gün artıyor. Bilgisayara, televizyona bağlanıp duruyorlar. Ellerinden cep telefonlarını düşürmeyen, resim çeken, telefonundan internete girenler de oturmadan bağlananlar. Özellikle son 3 yılda teknolojik ürünlere bağımlılık nedeniyle gelen vaka sayısında ciddi bir artış var. Bunların çoğunluğunu bilgisayar oyunları ve internet bağımlıları oluşturuyor. Diğer meslektaşlarıma giden vaka sayısında da artış vardır mutlaka. Ancak Türkiye’de bu konuda yapılmış bilimsel bir çalışma bulunmuyor.

Birçok insanın, hayatına giren teknolojik ürünlere ulaşamadığı zaman kendini rahat hissetmediğini belirten Prof. Dr. Beyazyürek, şöyle devam etti:”Maddenin değişken soğuk cazibesi insanı kendine öyle bağlıyor ki onsuz olamamayı yaşıyoruz. Size artık teknoloji, hiçbir şekilde duygudan düşünceden filan bahsetmiyor. Size sadece ‘madde sizi rahatlatır’ mesajı veriyor. ‘Buzdolabı diyor, iki katlı diyor, derin donduruculu diyor’. Buzdolabı bir madde, o maddenin özellikleri ne kadar fazla olursa sanki siz o kadar mutlu olacaksınız gibi mesaj veriliyor. Sana sunulan seni bir süre sonra esir alıyor. Teknoloji ürünleri hayatınıza ne kadar çok girerse onlara bağımlılık da o kadar artıyor. Bugün cep telefonunuzu evde unutsanız, eroin kullanan birinin eroin bulamadığındaki ruh halini yaşarsınız.

Türk toplumunun mevcut yapısının telkine ve yönlendirmeye açık olduğunu dile getiren Prof. Dr. Beyazyürek, bu nedenle piyasaya çıkan teknoloji ürünlerinin hızla ve bilinçsizce tüketildiğini savundu.
Prof. Dr. Beyazyürek, ”Mesela Türkiye’de herkesin evinde televizyon vardır. Ekonomik gücü en zayıf kişilerin bile evinde televizyon bulunur. Televizyonsuz ev düşünemezsiniz. Ben bir süre Paris’te yaşadım, orada televizyonu olmayan üniversite hocaları gördüm. Televizyona ihtiyaç duymuyor bu kişi. Hayatını başka şeylerle dolduruyor ve televizyonu gereksiz buluyor” diye konuştu.

Gençlerin eğitimlerini olumsuxz etkiliyor

Özellikle geleceği hazırlayacak olan çocuk ve genç popülasyonun bilgisayar, play station, cep telefonu gibi teknoloji ürünlerinden mümkün olduğunca uzak yetiştirilmesi ve eğitilmesi taraftarı olduğunu belirten Prof. Dr. Beyazyürek, gençlerin ve çocukların teknoloji bağımlısı olmasının alacakları eğitimi de ciddi şekilde olumsuz etkilediğini, aynı zamanda yetişkin olduklarında mutlu bir birey olmalarını da engellediğini kaydetti.

Prof. Dr. Beyazyürek, şunları söyledi:”Bu tür bağımlılıklar arttıkça insanı insan kılan temeldeki biyopsikososyal özellikler ciddi şekilde zarara uğruyor. Farklı düşünen, sosyallikten, duygulardan bahsederken farklı dil konuşan bir toplum oluşuyor. Bu oluşumdaki bireyler genellikle engellere dayanıksız, hoşgörüsüz, empati kuramayan kişiler olarak ortaya çıkıyorlar. Bilgisayarı bozulan, internet erişimi aksayan, cep telefonu kaybolan, kablolu TV’sinde yayını bozulan insanlarla diyalog kurmayı deneyin, tıpkı bir madde yoksunluğundaki bireyin özelliklerini taşıyorlar. Huzursuz, sıkıntılı, öfkeli ve mutsuz. Özellikle bu ‘oturup kalkmamanın’ sonuçları daha ürkütücü. Kilo almaktan tutun, hareketsizliğe bağlı birçok fiziksel hastalığa davetiye çıkaran bir durum. Sosyal olaylardan, sportif aktivitelerden uzak insan ne kadar kendine güven duyar, ne kadar kendiyle barışık, ruhsal açıdan sağlıklı bir birey olabilir ki?

Kendisine başvuran bir babanın, 2 çocuğunun başarılı bir eğitim hayatları varken bilgisayar oyununa bağımlı olmalarından sonra eğitimlerini noktaladıklarını anlattığını belirten Prof. Dr. Beyazyürek, ”Özellikle gençlerde, çocuk dediğimiz yaşta gençlerde teknoloji bağımlılığının yaygın olmasının Türkiye için çok ciddi bir sorun olduğunu düşünüyorum. Ne yapıp yapıp çocukları 10 yaşına kadar internetten ve bazı teknoloji ürünlerinden uzak tutalım. Bu durum iki ucu sivri kılıç gibi, teknoloji ürünlerini bilinçli ve doğru kullanabilirsen faydalı. Ancak bilinçsiz kullanımı çok tehlikeli” dedi.

Eskiden bahis oyunları ve kumarın oynanabilmesi için beli mekanlara gidilmesi gerektiğini, teknolojik imkanlarla artık neredeyse herkesin evinde oturduğu yerde bu tür oyunları oynayabildiğini dile getiren Prof. Dr. Beyazyürek, ”Teknolojik imkanlar kumar gibi bağımlılık yapıcı olayları daha çok kamçılıyor” şeklinde konuştu.

eknoloji bağımlılarına uygulanan tedavi ile uyuşturucu bağımlılarına uygulanan tedavinin benzer olduğunu ifade eden Prof. Dr. Beyazyürek, ancak teknoloji bağımlılarının tedavisinin daha umut verici olduğunu sözlerine ekledi.

ABD’nin Los Angeles kentinde düzenlenen MTV Video Müzik Ödül Töreni’ne 8 dalda ödül kazanan Lady Gaga damgasını vurdu.

Lady Gaga, kazandığı ödüllerle 1986’da yine bir gecede 8 dalda ödül kazanan ünlü Norveçli rock grubu A-ha ile birlikte bir gecede en çok ödül kazanan ikinci sanatçı olma başarısını gösterdi.

İngiliz rock sanatçısı Peter Gabriel ise 1987’de çektiği kendisine bir gecede 9 dalda ödül getiren ”Sledgehammer” video müzik eseriyle bir gecede en çok ödül kazanan sanatçı unvanını korumuş oldu.

En çok ödülü ”Bad Romance” adlı fütüristik klibiyle kazanan Lady Gaga, ayrıca en iyi bayan videosu, en iyi pop videosu, en iyi dans videosu ve en iyi koreografi ödülünün yanı sıra ünlü pop ve R&B sanatçısı Beyonce Knowles’un yer aldığı hapishane temalı videosu ”Telephone” ile en iyi uyum ödülünü kazandı.

Ödüllerini alırken gözyaşlarına hakim olamadığı gözlenen Lady Gaga, ”Bu gece o kadar gergindim ki hayranlarımı düş kırıklığına uğratacağım” dedi.

8 dalda ödüle aday gösterilen Amerikalı rap yıldızı Eminem ise ”Not Afraid” adlı eseriyle sadece 2 ödül alarak bir gecede birden fazla ödül kazanan ikinci sanatçı oldu. Ödül töreninin açılışında çeşitli şarkılar seslendiren Eminem’in, ödül töreninin düzenlendiği Nokia Tiyatrosu’nu kazandığı ödülleri almadan hızla terk ettiği gözlendi.

Ergenlik çağındaki pop yıldızı Justin Bieber en iyi yeni sanatçı ödülünü rap yıldızı Ludacris’i canlandırdığı ”Baby” adlı eseriyle kazandı.

Jared Reto’nun rock grubu ”30 Seconds to Mars” ise ”Kings and Queen’s” adlı eseriyle en iyi rock videosu ödülünün sahibi oldu.

Muse, the Black Key, Jay Z Alicia Keys, Florence the Machine ise teknik kategorilerde ödüllere layık görüldü.

Kılıçdaroğlu’yla görüştü: Oy kullanamayabilirim

Kılıçdaroğlu, AKP anayasasına ‘evet’ diyen Orhan Pamuk’u arayarak ‘hayır’ın nedenlerini anlattı.

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, “12 Eylül ile hesaplaşılacağı” gerekçesiyle referandumda “evet” oyu kullanacağını açıklayan Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk’u arayarak CHP’nin görüşlerini aktardı. Ünlü yazara “Bu değişikliklerle bırakın hesaplaşmayı 12 Eylül rejiminin bile aklına gelmedik şekilde insanların hakları gasp ediliyor” açıklamasını yapan Kılıçdaroğlu, Pamuk’un kendisine “Ben edebiyatçıyım ve böyle siyasi bir tartışmanın tarafı olmaktan rahatsızım. Yurtdışında olacağım için referandumda da oy kullanamayabilirim” dediğini açıkladı.

Pamuk’u arayacağını ilk kez Cumhuriyet’e açıklayan Kılıçdaroğlu dün gerçekleşen görüşmede Pamuk’a söylediklerini şöyle anlattı:

12 Eylül’den daha ağır: Kendisine paketin 12 Eylül’le hesaplaşma olduğu yönünde AKP iktidarının tezlerine karşı partimizin görüşlerini anlatma fırsatı buldum. Kendisine şunları söyledim: “Bu anayasa bırakın 12 Eylül dönemi ile hesaplaşmayı, o dönemden daha ağır biçimde var olan haklarınızı dahi elinizden alacak. Danıştay’a gitme hakkını vatandaşın elinden almayı 12 Eylül paşaları bile akıl edememişti. Ama bu pakette maalesef bu da var.”

Siyasetçi değil edebiyatçıyım: Sayın Pamuk ise görüşlerime saygı duyduğunu belirttikten sonra kendisinin siyasetçi değil, edebiyatçı olduğunu ve bu tartışmalara girmeyi hiç doğru bulmadığını belirtti. Basında bu şekilde yer almaktan da rahatsız olduğunu anladım.

Oy kullanmayabilir: Sayın Pamuk’un görüşleri bizi dinledikten sonra değişti mi, değişmedi mi bunu bilme imkânımız yok. Ama yarın (bugün) yurtdışına çıkacağını ve o nedenle oy kullanamayacağını söyledi. Tercihi ne olursa olsun görüşlerine saygı duyuyoruz. Oldukça içten bir görüşme olduğu kanaatindeyim.

Pamuk’tan Kılıçdaroğlu’na tavsiye

Pamuk’un görüşme sırasında CHP liderine, kendisini yakından takip ettiğini belirterek “Kendi bildiğiniz doğruları söylemeye devam edin. Nasılsanız öyle davranın. Ben de yıllardır öyle yapıyorum. Başarımda bu özelliğimin rolü büyüktür” tavsiyesinde de bulunduğu öğrenildi.

Pamuk kendi yazdığı daha önceki kitaplarını Kılıçdaroğlu’nun okuduğunu öğrenince kısa süre önce çıkan son kitabı “Manzaradan Parçalar: Hayat-Sokaklar-Edebiyat’ı da imzalayarak gönderme sözü verdi.

Cumhuriyet’e ‘arayacağım’ demişti

Kılıçdaroğlu, Orhan Pamuk’u arayacağını geçen hafta sonu ilk kez Cumhuriyet’e açıklamıştı. Kılıçdaroğlu, “Kararına saygım var, ama beni de en azından dinlemesini arzu ediyorum. Bu oylanan 12 Eylül’le hesaplaşma değil, AKP’nin tek parti dayatmasıdır. 12 Eylül ancak yeni bir anayasa ile kapatılır” demişti.