Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

Bach’ın yaşam öyküsü kitaplaştırıldı

Kırkmerak dizisinin yeni kitabı Bach, Son Füg, büyük besteci Johann Sebastian Bach’ın yaşamöyküsünü yepyeni bir üslupla sunuyor. Kitap Can Yayınları’ndan çıkacak.

 Ünlü bestecinin hayatı, çocukluğundan başlayan ve müzik anlayışı ile aile yaşamına dek uzanan geniş bir pencereden ele alınıyor. Bach’ı bir konser salonunda dinlemeyecek, evinin içinde, gündelik hayatının ayrıntılarında tanıyacaksınız.

Armand Farrachi, alışılmış yaşamöyküsü anlatılarının dışında farklı bir yolculuğa çıkarıyor okuru; tarihlere ve adlara boğmadan, Bach’la ilgili nesnel bilgileri aktarıyor yalnızca. Bestecinin yaşamına ilişkin küçük ve duygusal ayrıntıları ustalıklı bir dengeye oturtan Bach, Son Füg, şiirsel ve yazınsal bir dil kurmayı başaran farklı anlatım biçimiyle öne çıkıyor. Dâhi besteciye ilişkin en derinlerde kalan gerçeklere adeta parmaklarınızın ucuyla dokunuyor, sayfaların arasından yükselen müziği bütün kalbinizle hissediyorsunuz.

Kitabın satırbaşları:

Tüm çağların en büyük bestecilerinden biri olarak kabul edilen Johann Sebastian Bach nasıl bir çocukluk yaşamıştı? Kilise’ye ve dine bağlılığı müziğini nasıl etkilemişti? Saray çevreleriyle ilişkileri hangi boyutlardaydı? İki karısından 11’i erkek, 9’u kız toplam 20 çocuk sahibi olan ünlü besteci, nasıl bir eş ve nasıl bir babaydı? Johann Sebastian Bach, yaşadığı dönemin müzik çevrelerince nasıl değerlendiriliyordu? Bu benzersiz yaşamöyküsüne Johann Sebastian Bach’ın portreleri ile dönemin gravür ve resimleri de eşlik ediyor.

Hayatları roman

Virginia Woolf, modern edebiyatın önemli isimleri arasında yer alır. Ünlü yazar, yaşamı boyunca romanlarının yanında ilginç yaşamıyla da dikkat çeker. Susan Sellers Vanessa ve Virginia adlı bu romanında, Woolf’un ilginç yaşamının öne çıkan ayrıntılarını ve bazı çalkantılarını anlatıyor okuyucuya.

Eray Ak

Cumhuriyet KitapVirginia Woolf, değişik bir anlam ve yeni bir teknik taşıyan romanlarıyla çağdaş İngiliz edebiyatının en güçlü sanatçıları arasında anılır. Onun dünya edebiyatına ve roman tekniğine kazandırdıkları, günümüzde hâlâ çeşitli araştırmalarla gündeme gelir; romanlarının ışığında Woolf’a dair taze bilgiler elde edilmeye çalışılır. Bu türden büyük yazarların verdikleri eserlerin yanında, yaşamları da okuyucunun her zaman ilgi odağında yer alır ve okuyucu tıpkı onların eserlerinde yakalamak istedikleri türden bilgilere, o yazarın özel yaşamı hakkında da sahip olmak ister.

Bu büyük yazarın, Virginia Woolf’un da yaşamı boyunca ilgi çeken yanı, sadece romanları ve sanat yaşantısı olmamış. Onun kişisel yaşantısı da okuyucularının zihinlerinin bir köşesinde sürekli yer almış. Günümüz için de bu konunun aksini söyleyemeyiz; Woolf, romanlarıyla, yaşantısıyla ve ‘intiharıyla’ hâlâ merak uyandırıyor ve yaşamı üzerine kalem oynatılıyor. İşte, Susan Sellers‘ın Vanessa ve Virginia’sı da bu merak üzerine yazılmış, Woolf hakkında kaleme alınmış pek çok önemli çalışmadan beslenen, yaratıcı zihnin ürünü olan bir ‘roman’. Sellers’ın kitabının bir ‘roman’ olduğunu üstüne basa basa vurgulamak gerekiyor. Vanessa ve Virginia’dan tam bir ‘biyografi lezzeti’ bekleyenleri uyarmak için bunun özellikle dile getirilmesi gerektiğini düşünüyorum.

Kitap, Virginia Woolf’un kardeşi, ressam Vanessa Bell‘in yaşamında Woolf’un tuttuğu yeri vurgulamak için kaleme alınmış ve kitapta daha çok ressam kardeşin sıkıntıları, aşk acıları, geçim zorlukları yer tutuyor. Yani Bell, bu romanın asıl kahramanı, fakat Woolf da her sayfada bir ‘hayalet’ gibi metnin içine sızıyor. Romanda bir başkasının ama en yakınından bir başkasının gözünden izliyoruz Woolf’u. Biz de okuyucu olarak, Vanessa Bell’in buhranlı yaşamını satır satır takip ederken, Virginia Woolf’un yaşamında dönüm noktası sayılabilecek ‘güzel’ anları yakalama fırsatı buluyoruz.

‘Bu hikayeyi sana yazdım’

Romandaki her olay Vanessa’nın ağzından anlatılıyor okuyucuya. Ben anlatıcı tekniğiyle ilerliyor hikâye. Vanessa’nın yaşamı boyunca başından geçenler romanın ana çizgisini oluşturuyor. Fakat roman bir yönüyle de Vanessa Bell tarafından kardeşi Woolf’a yazılmış bir ‘mektup’, hatta itiraf mektubu niteliği taşıyor. Bu, hemen her sayfada ünlü yazarla Bell’in ortak hatıralarının anılmasından, Vanessa’nın her yaşadığında Woolf’un onun yanında yer almaya çalışmasının sıklıkla vurgulanmasından rahatlıkla anlaşılıyor. Vanessa’nın kitabın sonunda ‘Bu hikâyeyi sana yazdım’ demesi de romanın Woolf’a yazılmış bir mektup olarak algılanmasını destekliyor. Roman bu yönüyle oldukça dikkat çekiyor. Bunu duyumsamak, okuyucuyu yer yer heyecanlandırıyor da. Hangi ‘edebiyatsever’ Virginia Woolf’a yazılmış bir mektubu okumaktan heyecan duymaz ki? Ayrıca bu iki ‘yaratıcı zihnin’, Virgina Woolf ve Vanessa Bell kimliklerinin dışında birbirlerine seslendikleri ‘Nessa’ ve ‘Ginia’ kimlikleriyle sergilenmesi, romanın ilgi çeken bir diğer yanını oluşturuyor. Bu iki ismin ruhunu adeta ‘çıplak’ görmek, romanın heyecan veren diğer yanını yansıtıyor.

Roman iki kardeşin bebeklik sahnelerinden başlıyor. O yıllara dair Vanessa Bell’in zihninde kalanlar, içinde Woolf olan anılar okuyucuya aktarılıyor bu ilk sayfalarda. Virginia Woolf’un sağlığı nedeniyle okulda eğitim göremediği, anne ve babasının ona kardeşleriyle birlikte evde eğitim verdiği yıllar da romanın dikkat çekici sahnelerini oluşturuyor. Daha bu yıllarda Woolf’un yaratıcı zekâsı öne çıkmaya başlıyor. Kardeşi Vanessa’ya anlattığı hikâyeler, küçük bir noktadan yarattığı ilginç dünyalar onun yazarlık dehasına daha o zamandan işaret ediyor. Vanessa, daha küçük yaştaki kardeşinin, sözcüklerin büyülü dünyasına nasıl hâkim olduğunu anlatmak için şunları söylüyor: ‘Sözcüklerle uğraşan sendin. Bir olayın özünü alıp onun özünü ortaya koyacak biçimde anlatmayı sen biliyordun’ (s. 20). Romanın bu aşamasında, Vanessa Bell’in ilk resim denemelerine de tanıklık ediyoruz. İki kardeşin sanatsal açıdan birbirlerini nasıl beslemeye çalıştıkları da dikkate değer bir durum olarak karşımıza çıkıyor.
 

Kıskançlık ve ezilmişlik

Susan Sellers’ın anlattığı bu çocukluk dönemi Virginia’nın ailesi tarafından daha çok sevildiğini gösteriyor. Özellikle romanın başlarında, iki küçük kardeşin ailesiyle birlikte geçirdiği günler Susan Sellers tarafından resmedilirken Woolf, gerek zekâsıyla gerek insanlarla kurmayı becerebildiği iletişim gücüyle ailesinin ‘gözdesi’ olmasının önemli nedenleri arasında yer alıyor. Bu da Vanessa’nın Virginia’yı kıskanmasına, onu çekememesine neden oluyor. Vanessa’da çocukluk döneminde oluşan bu duygu, onu yaşamı boyunca bırakmıyor. Woolf’un ileriki dönemlerde başarı kazanacak romanları, isminin yavaş yavaş şöhret yakalaması; buna karşılık, Vanessa’nın doğru düzgün resim satamaması ve adının başarılı ressamlar arasında anılmaması, onu bu kıskançlığa sürükleyen nedenler arasında önemli yer tutuyor.

Vanessa’nın duyumsadığı bu his, iki kardeş arasında inişli çıkışlı bir ilişkinin yaşanmasına sebep oluyor. Bir dost gibi birbirlerine sürekli destek olmaya çalışsalar da bir itiraf mektubu özelliği taşıyan roman, Vanessa’nın Virginia’ya karşı duyduğu bu hislerin samimi bir şekilde açıklanmasına ortam hazırlıyor. Romanın hüzün tabakasının önemli bir kısmını da Vanessa’nın yaşadığı bu ikinci plana itilme, bir nevi ‘ezilmişlik’ duygusu oluşturuyor. Kardeşlerin arasında bazen çekişmeye kadar varan zıtlaşmalarının temelini de bu ‘kıskançlık’ duygusu oluşturuyor.

İki kardeşin de hayatının dönüm noktasını oluşturan ortak olaylar da yer alıyor kitapta. Bunların en önemlisi ise annelerinin ölümü. Bu olay, Vanessa ve Virginia’da adeta bir yıkıma sebep oluyor. Asıl önemli noktaysa, sanatçı ruhların yaratım süreçlerinde bu olayı eserlerine yansıtmaları. Daha sonra gerçekleşecek kardeşlerinin ölümü de aynı şekilde eserlerine yansıyor. Böylelikle, Vanessa Bell ve Virginia Woolf’un eserlerinin oluşum süreçlerine, doğuş aşamalarına da tanıklık ediyoruz.

Otobiyografik katman

Susan Sellers’ın bu romanının en önemli noktalarından biri de kuşkusuz Woolf ve Bell’in ‘yaşamlarının’, eserlerinde ne kadar etkili olduğunu göstermesi. Wirginia Woolf ve Vanessa Bell’in eserlerindeki otobiyografik yanın ne kadar kuvvetli olduğunu romanın her sayfasında hissediyoruz. Bu da sanatçıların yaratım aşamalarında nelerden beslendiğinin okuyucuya gösterilmesi açısından özel bir durum oluşturuyor. Kitap Vanessa’nın ağzından anlatıldığı için kendi resimlerinin hikâyeleri daha ön plana çıkıyor. Vanessa Bell’in resimlerinin oluşumunu besleyen hislerse daha çok kendi özel ve gerçekten karmaşık yaşamının imgelerinden meydana geliyor. Bell’in bu karmaşık imgelerini oluşturan ise gerçekten ilginç bir karakter olan, Vanessa’nın taparcasına sevdiği Duncan. Sevgilisi Duncan’a farklı cinsel eğilimlerini kabullenecek kadar âşık olan Bell, roman boyunca bu konudan adeta azap çekiyor; fakat azabı derecesinde de yaratma isteği uyanıyor içinde. Bell’in sanatı azaplarından besleniyor.

Woolf’un romanlarının arka planını, doğuş sürecini besleyenler ise gördüğü, yaşadığı her şey olabiliyor. Woolf öylesine bir yaratım gücüne sahip ki basit bir aile toplantısından çok farklı hayaller doldurabiliyor hikâyelerine. Romanda, Woolf’un bu yaratım gücü de sıkça vurgulanan unsurlar arasında yer alıyor.

Susan Sellers’ın bu romanı, bazı bölümleriyle yer yer ‘sanatsal-magazin’ havası da vermiyor değil; fakat ne olursa olsun bu iki yaratıcı zihnin ve bu zihni besleyen unsurların okuyucu tarafından öğrenilebilmesi açısından önem taşıyor.

e.erayakgmail.com

“80’lerde Çocuk Olmak” kitap oldu

İnternette 10. yılı geride bırakan, aynı zamanda genç yazarların eserlerini yayımlayan Yitik Ülke, yakın tarihimizin ve internetin en büyük fenomenlerini kapsayan “80’lerde Çocuk Olmak” kitabını 2006’da yine kendi adıyla kurduğu Yitik Ülke Yayınları’nca yayımladı.

Sitenin ve yayınevinin kurucu editörü yazar-şair Kadir Aydemir tarafından hazırlanan “80’lerde Çocuk Olmak” kitabı şimdiden geniş bir okur kitlesinin ilgisini çekmiş gözüküyor. 89 yazarın bir araya geldiği kitapta, 80’li yılların yaşam tarzı, kültürü, alışkanlıkları, modası ve o yıllarda geçmiş olan çocukluk hatıraları ayrıntılarıyla, neşeli bir dille anlatılıyor. Kitabın arka kapağında okura şöyle sesleniliyor:

“Bu sadece bir kitap mı? Hayır! Bu kitap, canlı bir şey! Yaşayan tarihin ta kendisi! Dikkatle, özenle okuyun…
 
80’lerde Çocuk Olmak, hem bir kitap ismi, hem de bir kuşağın en büyük özlemlerini, yaşanmışlıklarını içinde barındıran yolculuğun özel ve güzel adı. Bu kitapta bir araya gelmiş 90 kadar yazar var. 1980’lerde çocuktu onlar… Hepsi aynı kuşaktan… Sayfalarda gizlenen anılarda herkes kendinden bir şeyler buluyor. Fazıl Say’dan Gürgen Öz’e, Eylül Duru’dan Bülent Çolak’a, Onur Behramoğlu’ndan Erdem Aksakal’a, Göksel Bekmezci’den Ahmet Büke’ye, Barış Müstecaplıoğlu’ndan Yiğit Değer Bengi’ye dek, adları buraya sığmayacak onlarca yazar ve sanatçı bu kitap için çocukluklarını, anılarını, aşklarını, oynadıkları oyunları, 1980 darbesinin kendilerinde ve ailelerinde bıraktıkları kara tortuyu, yüzlerce ayrıntıyı bazen bir çocuk, bazen bir yetişkin gözüyle kaleme aldı. Yaklaşık üç yıllık bir çalışma sonucu doğan 80’lerde Çocuk Olmak kitabı, her kuşağın el kitabı olacak nitelikte. Dönemin pembe dizileri, ünlü oyuncuları, en çok izlenen çizgi filmleri, mahalle abileri, sokak kavgaları ve oynanan unutulmaz oyunlar, atari salonları, fırlamalıklar ve ergenliğe geçiş hikâyeleri, birbirimizle konuşurmuş gibi doğal bir şekilde anlatılıyor. Evet, bizler büyüyoruz ama çocukluğumuz ve yaşanmışlıklar orada öylece duruyor. Yolculuğumuza siz de katılın…
 
Kitabımızı 80’lerin aydın insanlarına, halk kahramanlarına, üniversite gençliğine ve 80’lerde doğup kaybettiğimiz tüm çocuklara ithaf ediyoruz. 
 
Kadir Aydemir’in yayına hazırladığı bu kitap ayrıca anlamlı bir doğum günü hediyesi. 80’ler çocuklarının hiç yaşlanmadığının, hep çocuk kalacağımızın bir ispatı… Bu yıl, Türkiye sanal âleminin en eski ve köklü şiir-edebiyat sitelerinden Yitik Ülke’nin (www.yitikulke.com) 10. yaşını kutlarken, bu kitapla, anılarına sahip çıkan herkesin de doğum gününü kutluyoruz.
 
Bu toplum belleksiz değil! Bizler de unutmadık ve yazdık!
 
Yaşasın 80’lerde çocuk olmak!”

“80’lerde Çocuk Olmak” kitabında yazılarıyla yer alan yazarlar şöyle: Yeşim Ağaoğlu, Onur Akbudak, Alper Akdeniz, Erdem Aksakal, Neyran Savaşman Akyıldız, Çiğdem Aldatmaz, Figen Alkaç, Sema Aslan, Hürcan Âşık, Mustafa Atapay, Kadir Aydemir, Eda Aytekin, Nil Esra Başaran, Ezgi Başkır, Suat Başkır, Barış Behramoğlu, Onur Behramoğlu, Göksel Bekmezci, Sinem Bengi, Yiğit Değer Bengi, Ersan Bengisu, Hasip Bingöl, Ahmet Büke, Elmira Cancan, Gökçenur Ç., Şebnem Çağlayan, Tunca Çaylant, Kader Çekerek, Serdar Çekinmez, Murad Çobanoğlu, Bülent Çolak, Elçin Demiröz, Özge Ç. Denizci, Ömer Faruk Dizdar, Eylül Duru, Galip Dursun, Sine Ergün, Azim Raşit Ersoy, Elif Savaş Felsen, İdil Giray, Pınar Gözpınar, Nilay Sağ Gülalp, Eda Günay, Koray Günyaşar, Yasemin Gürkan, Sanem Güven, Nefin Huvaj, Aydın İleri, Necla İret, Deniz Yalım Kadıoğlu, Gülay Kalkan, Bekir Arslan Kopuz, Ulaş Kurugüllü, Ahmet Küçükkayalı, Ece Erdoğuş Levi, Barış Müstecaplıoğlu, Engin Neşeli, Pınar Nurhan, Pelin Onay, Esra Ovalı, Yaprak Öz, Gürgen Öz, Şahin Özbay, Özlem Özyurt, Hatice Topal Özçoban, Nilüfer Özgeren, Sedef Özkan, Erol Özyiğit, Murat Prosciler, Tomris Sakman, Fazıl Say, Hakan Sim, Güray Süngü, Melih Süsleyen, Müjgan Şahinoğlu, Melike Aslı Şahinsoy, Ümit Şener, Seda Tansuker, Filiz Tanya, Erkut Tokman, Alper Turgut, Murat Türkücüoğlu, Serkan Türk, Papyon Tayfun Türkkan, Ferhat Uludere, Gül Yaşartürk, Özlem Yıldız, Hande Yöremen, Zeynep Zişan ve Güncem Topçu. Kitaba Punto Dağıtım kanalıyla tüm kitabevlerinden ve yurtiçi yurtdışı online kitap satışı yapan www.pandora.com.tr kitap sitesinden ulaşılabilir.

Bekin Coşkun, ‘Onuncu Köy’le Cumhuriyet’te. “Kapının Eşiğinden” diye başlayan köşesinde Coşkun duygulu bir yazı kaleme aldı.

ONUNCU KÖY

BEKİR COŞKUN

Kapının Eşiğinden…

Bir engele takılıp da düşeceğimiz zaman, ayaklarımız koşmaya başlar… Ayaklar koşar, çünkü vücudun altı, düşmekte olan üst tarafın altına geçmeye çalışır…

Üst taraf düşmektedir…

Alt hızlanır…..

Ki yere varmadan yakalayıp, altına geçsin üstün…

Ayaklar bir anda popo hizasına kadar daireler çizerek teker kesilir… Var gücüyle döner havada ve bu yüzden bu pozisyona “tekerlenme” deriz…

Kafa, gövdenin üst tarafındadır.

Hızla yere yaklaşırken kafa, kendisini kurtaracak olan ayaklara acele komut verir:

“Koş…”

*

Bir gece önce referandum sonuçları belli olmuş, başına örülen çorabın farkına varamamış aziz milletimiz “evet” demişti. Cumhuriyet sevdalılarının ise yüreklerine bir sıkıntı, bir hüzün, bir yalnızlık, bir umutsuzluk çökmüştü o gün…

Birbirlerinin yüzüne bakmadan yürüyorlardı sokaklarda.

Ve aynı gün çalıştığım gazete yazılarıma son vermişti.

Ayağım takılmıştı…

Nasıl oldu bilmiyorum; tam yere kapaklanırken, o gün Cumhuriyet’in Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Yıldız telefonda, “Biraz önce karar aldık, yayın kurulu olarak seni Cumhuriyet’e davet ediyoruz” diyordu.

Tam tökezlenirken yaralı zihnim komut veriyordu ayaklarıma:

“Koş…”

*

Cumhuriyet; tarihi misyonunu sürdürüyor, bu ülkenin çağdışına sürüklenmesini istemeyen, laik cumhuriyetin dinci faşizme dönüşmesine direnen çocuklarına sahip çıkıyordu.

Bana İlhan Selçuk’un yerini verdiler.

Hani devlet adamının koltuğuna oturmuş bayram çocukları gibi gururluyum…

Ama tedirgin, şaşkın, eğreti, ürkek…

O büyük ustanın ne yerini, ne de köşesini dolduramayacağımı tabii ki biliyorum. Ben onun derya bilgeliği yanında, noktayla virgülün yerini bile bilemem.

Hele bir de noktalı virgül olduğunda başımı gökyüzüne çevirip sorarım artık ustama:

“Nokta mı üstte olacaktı, virgül mü usta?..”

*

Beni buradan kovamazlar da…

Çünkü şükür burada patron yok…

Bu büyük istilada, Türkiye’de “özgür basın” denilen şeyin olduğunu söylemek yalandır. Zannetmek ise büyük ahmaklık… Ama bu gazeteyi cumhuriyete gönül verenler özgürce-bağımsız yapıyorlar ve yönetiyorlar…

Sahibi ise siz Cumhuriyet okurlarısınız…

Sadece siz istemediğiniz anda bunu anlarım ve giderim…

Şimdiiii…

Kapının eşiğindeyim…

Korkarak tıkırdatıyorum camı…

İzin verirseniz; ben geldim…

Bekir Çoşkun-Onuncu Köy

“Cumhuriyet’i niçin yıkamazsınız?”

Başınızı dört bir yana çevirip bakın; her şey Cumhuriyetin eseridir…

Şu şehirler, şu kasabalar, şu yollar, şu otomobil fabrikaları, şu üniversiteler, şu okullar, şu hastaneler…

Şu okul bahçesinde oynayan çocuklar…

Şu üniversiteli kız…

Şu sırtında bilgisayar çantası olan oğlan…

Son lokması ağzında, saçına tokasını takarken işine koşan kadın… Şu alnında yaşamın derin çizgilerini taşıyan duraktaki adam…

Ben…

Siz…

Hepimiz…

*

Türkiye Büyük Millet Meclisi…

Cumhurbaşkanı…

Başbakan…

İktidar, muhalefet, siyaset, seçim sandıkları, tümü Cumhuriyetin eseridir…

Cumhuriyetin koltuğuna oturmuş, Cumhuriyete burun kıvıran badem bıyıklı… Cumhuriyet olmasaydı inek güdecekti, Cumhuriyet adam etmiştir onu…

Cumhuriyetin eseridir…

Övünerek yaptıklarını söyledikleri her şey, ama her şey cumhuriyetin eseridir…

Türbanlısı…

Cüppelisi…

Yobazı dahi…

Tümü Cumhuriyet’in sağladığı özgürlük ortamının eserleridir…

*

“Çok iş yaptık” diyor cumhuriyete kızan ahmak…

Sekiz senede mi büyütüp de yetiştirdin; ekonomistleri, bankacıları, profesörleri, bürokratları, gemi, uçak, makine mühendislerini?.. O yolları yapan şantiye şefini, o dozer şoförünü, o haritacıyı, o kısım amirini, o plancıları?..

Pekiiii…

Cumhuriyet olmasaydı hangi toprak üzerine yapacaktın yol, hangi toprak üzerine kuracaktın fabrika?.. Hangi özgür-bağımsız ülkenin, hangi çağdaş okullarında büyümüş, hangi Batı gibi üniversitelerde okumuş insan gücü sana “çok iş yaptık” deme olanağını verecekti?..

*

Cumhuriyeti yıkma hevesiniz için dahi ona muhtaçsınız..

Onun demokrasisinden yararlanmak, onun özgürlük ortamına sığınmak, onun kurumlarını ve kurallarını kullanmak, onun koltuklarına oturmak, onun kıyafetini giymek, onun çatısı altında durmak zorundasınız…

Cumhuriyetin gücü de buradan gelir…

Bu yüzdendir; yıkamazsınız Cumhuriyeti…

29 EKİM CUMHURİYET BAYRAMINIZ KUTLU OLSUN”

 

 

 

Bundan tam 87 yıl önce, Atatürk 28 Ekim 1923 akşamı yakın arkadaşlarını

Çankaya’da yemeğe çağırır ve onlara,”Yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz”der.

29 Ekim 1923 günü Atatürk, milletvekilleri ile görüştükten sonra taslağı

hazırlanmış olan ‘’Cumhuriyet’’ önergesini Türkiye Büyük Millet Meclisine

verir. Meclis önergeyi kabul eder.. Böylece,Türkiye devletinin yönetim

biçimi ‘’Cumhuriyet’’ olarak,adı da ‘’Türkiye Cumhuriyeti Devleti’’ olarak

belirlenir.

Atatürk,kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk ‘’Cumhurbaşkanı’’olur.

Cumhuriyetin ilanı,bütün yurtta sevinç ve coşku ile karşılanır.

İşte bizler o günlerden beridir parçalanmak ve yok edilmek istenen

bir ulusun evlatlarıyız. Cumhuriyet yeniden dirilişin destanıdır.

Büyük önder Mustafa Kemal ATATÜRK’ün liderliğinde gerçekleşen bu büyük

destanın 87. yılı hepimize kutlu olsun…

”Cumhuriyet düşünce,beden ve bilim bakımından güçlü koruyucular ister”

  MUSTAFA KEMAL ATATÜRK

Ali Poyrazoğlu Tiyatrosu’nda Yeni Oyun: Tanımadığım Adamlar

Yazan: Aziz Nesin – Ali Poyrazoğlu

Dekor: Altan Erbulak

Yöneten: Ali Poyrazoğlu

Oynayanlar:
Ali Poyrazoğlu
Bülent Kayabaş
Özdemir Çiftçioğlu
Suat Ünaldı
Burak Alkaş
Ümit Kantarcılar
Hüseyin Kara

Aziz Nesin’in ünlü Deliler Boşandı öykülerinin de içinde yer aldığı bu müzikli kabareyi Ali Poyrazoğlu yazdı ve yönetti. Dekorlar büyük oyuncu ve karikatürist Altan Erbulak’ın karikatürlerinden yapıldı. Altan Erbulak “Ben de buradayım.” diyor sahnedeki kocaman kendi karikatürleriyle ve oyunda kullanılan dev karikatürleriyle.. Oyunda büyük yazar Aziz Nesin’in üç öyküsünden oyunlaştırılmış bölümlerin yanında Ali Poyrazoğlu’nun yazdığı çok komik altı bölüm yer alıyor.

“TANIMADIĞIM ADAMLAR”da Orostopontopolis Tımarhanesi’nde hastaları iyileştirmek için kullanılan psikodrama tekniğiyle hazırlanan, çok eğlenceli bir müsamerenin öyküsü anlatılıyor.

MADAM ARŞALUZ DÖNÜYOR
Psikodrama yöntemiyle hazırlanan müsamerenin yöneticisi geçen yıllarda “TAK TAK TAKINTI” oyununda Ali Poyrazoğlu tarafından yaratılan Madam Arşaluz karakteri.

Madam Arşaluz kendi kaçıklıklarını toparlasınlar, aklını birazcık da başına getirsinler diye kapatıldığı tımarhaneyi ele geçiriyor ve genel sanat yönetmeni oluyor.

Bu müthiş kabare gösterisi güldürürken, herkesi içine saklamış “TANIMADIĞIM ADAMLAR”la, öteki kişilikleriyle buluşup onlarla uzlaşmaya çağırıyor.

Çok iyi bir kadro, muhteşem dekorlar, Madam Arşaluz’un (Ali Poyrazoğlu) yeni gardrobu, seyircileri Ali Poyrazoğlu Tiyatrosu’nun vahasında yaşama kahkahalarla meydan okuyup unutamayacağı bir oyunla karşı karşıya bırakıyor.

Sakın kaçırmayın.

Sanatın tarafı elbette var!

Derya Alabora sanatında geldiği yerden memnun. Kendine hesabını veremediği bir şey yok. Sürekli çalışıyor, hep bir şeylere hazır. Zamanla da sıkıntısı yok. Türk sinemasında senaryo ve karakter zaafı olduğunu düşünüyor. Sinemada banko işler yapılmasının nedeni de onun için bu. Çünkü “gerçek” bir film yapanların battığını tecrübe etmiş. Tiyatrodan ise vazgeçemiyor. Şimdilerde gençlere oyunculuğu anlatıyor.

Ali Deniz Uslu

Derya Alabora Türk sinemasının sert, cesur ve zor rollerinin kadını. Aslında hayatında da öyle Alabora. Güçlü ve dik durabilmenin zorluklarına inat hayata karşı refleksleri sert. En son da Altın Portakal film festivalinde yaptığı çıkışla konuşuldu. Jüri Özel Ödülü de alan Press filminin tanıtımında Kürtçe konuşulmasına isyan eden konuklarla, “sanatta taraf” tartışmasında tepkisini gösterdi. Alabora zaten yasaklı bir toplumda büyüdüğümüzü söylüyor. Belki de o yüzden tartışmayı da pek beceremediğimizi düşünüyor. Tabii sinemanın bundan payına düşeni aldığı kesin. İşte o yüzden ona göre sanatın tarafı elbette var ve olmalı.

– Altın Portakal’dan döndünüz. Bu yıl tartışmalar festivalin önüne geçti. Ama sizin Antalya gündeminizinden akılda kalan ne var?

– Bu yıl filmlerdeki gençlerin egemenliği beni çok mutlu etti. Genç sinemacıların farklı işleri umut vericiydi. Hem Altın Portakal popüler bir festival. Yani seslerini duyurabilmeleri ve görünür olmaları için büyük bir şanstı bu yıl.

– Medya fazla görmese de “Press” filminin tanıtımında bir çıkışınız oldu. Filmin Kürtçe yapılan tanıtımında sesler yükseldi. Sanatın taraflı olup olmaması hakkında atışmalar yaşandı. Siz de tepki gösterdiniz. Neydi orada yaşadığınız?

– Bazı konuları yeni yeni konuşmaya başladık. Hatta şimdi konuşurken bile yadırgadığımız oluyor. Biz çok yasaklı bir toplumda büyüdük, hâlâ öyleyiz. Sanki bir şeyler değişiyor gibi ama kandırılıyor da olabiliriz. Eleştirmeden, öğretilerle yaşadık. O yüzden tartışmayı pek bilmiyoruz. Bu sinemaya da yansıdı. Sanatın bir derdi vardır. Dert olmazsa, maraz olmazsa zaten sanat olmaz. İnsanlar kendini tam hissettiğinde bir şeyleri yaratma ihtiyacı hissetmez, o yüzdendir ki sanat bir tarafı tutar. En azından kişinin tarafındadır. Press de Diyarbakır’da basın özgürlüğü konusunda önemli şeyler söyleyen bir film. Yaşanan korkunç dönemin bir parçasını gazete üzerinden anlatıyor. Basın toplantısında da Kürtçe bir açıklama gelince sesler yükseldi, tepkiler geldi.

– Tepkiler arasında “İngilizce konuşun o zaman” önerisi de var. Trajikomik değil mi?

– Evet, kesinlikle. Tartışma sırasında önümdeki adam “siz taraflı bakıyorsunuz” dedi. Ben de dayanamadım. “Nasıl siz bu taraftansınız o da o taraftan, sanat elbette taraflıdır” dedim. Zaten sanatta da, hayatta da, fikirde de tarafsız olan bir insan olabileceğini düşünmüyorum, olamaz da. Herkes dilini konuşabilir. Bu çok insani bir ihtiyaç. İnsan kendi diliyle yaşar. Bundan korkmak ve sıkılmak nedir, nedendir bilemiyorum. Kürt meselesi son derece kapalı, anlaşılmadan yargılanmak istenen bir durum hâlâ ne yazık ki.

– Peki ya açılım hakkında ne düşünüyorsunuz?

– İyi tarafı da var, bin tane kötü tarafı da… Doğru olan desteklenir, kötünün iyisi bu adımlar. Çünkü hiç alternatif yok. Diğer taraf durumu hiç umursamıyor. İlerleme de durdu. En azından emek harcayan insanlara destek olmak zorundayız. Şiddet konusunda en üst sıralardayız. Bu ülkede şiddetin bir tarihi var. Cinnet geçirmek alışkanlığımız. Bir yandan da savaş ortamı içindeyiz. Şiddetin çemberinden çıkmak gerekli. Bilgi eksikliğimiz fazla.. Herkes gelen bir tehlikeden bahsediyor. Öyleyse insanlar savundukları konuda ne kadar bilgili? İki kelimeyle ideolojiler ya da felsefeler savunulamaz. Tehlikeler de savuşturulamaz. Hem Türkiye’de kitap okuyan insan yok.

– Yazan çok ama.

– Kesinlikle. Özellikle internet, sosyal ağlar herkesin boşalma alanı. Tek yapılan yorumlamak, bilmeden ve anlamadan.

Bu ülkenin ‘gerçek’ hikâyeleri var

– Sinemaya 1987 yılında “Bir Kırık Bebek”le başladınız. Ara ara dönüp bakar mısınız geçmişe, ya hatırlamak ya da bir muhasebe yapmak için?

– Aslında bulunduğum durumdan memnunum. Kendime hesap vereceğim bir şey yok. Belki içimde kalanlar var ama yine de parayı ve popülerliği kenara atıp biraz daha oyunculuk derdi ve tatmini olan işlerle uğraştım. Bu anlamda kendime haksızlık etmem. Duruşu olan bir yerde kaldığıma inanıyorum. Elbette dünyaya bakınca delirecek gibi oluyorum. Çünkü inanılmaz güzel işler çıkarıyor insanlar. Birkaç bölümlük diziler için bile harcanan emek çok büyük. Burada ise ticari kaygı baskın. Kim sinema yapsa batıyor. O yüzden de banko işler tercih sebebi. Senaryo ve karakter zaafı var Türk sinemasında. Tutan belli bir formül var, o da dizilerde uygulanıyor. Bu ülkenin çok “gerçek” hikâyesi var aslında.

– Ya tiyatro?

– Her yıl ne pahasına olursa olsun yapıyorum! Çünkü orası özgürlük alanı. Oyunculuk tatmini açısından da çok önemli. Maltepe ve Mimar Sinan Üniversitesi’nde gençlere ders veriyorum. Bu keyifli bir iş. Kendime göre “düzgün” oyunculuğu anlatıyorum ve bu beni çok besliyor. Zaten Türkiye’de tiyatro zor iş. Kültür Bakanlığı’nın salon yapıp alan sağlaması, kiralaması gerekli. Oynanacak oyunların metinlerine ve içeriklerine müdahaleyi hakkı olarak görmeden. 

Devleti kutsal saymak tehlikeli

– Sinemanın ve dizilerin milliyetçilik üzerinden prim yapmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

– Milliyetçilik kolay ediniliyor. Dünyada da hızla yükseliyor. Çünkü kolay, diğer taraf için emek gerekli. Şiddet ile hak aranıyor. Filmler ve diziler böyle öğretiyor. O hakkın da ne kadar hak olduğu tartışılır. Gençler böyle zehirleniyor. Shakespeare, savaş için “elde ettikleri bir avuç toprak, ölülerini gömmeye bile yetmeyecek” der. Ben de böyle düşünüyorum. Tüm bu “alma” isteği nereye kadar sürecek? Peki, kanları döktük, her yeri aldık. Kiminle yaşayacağız? Kanlı toprakların üzerinde yaşıyoruz. Zaten devleti kutsal saymak tehlikeli. Kutsal olan insan ve onun hakkıdır.

Toplumlar kahramanlar yaratır, sinema da öyle. Neden gerekli bu kahramanlar?

– Güç iktidar demek. Orduların başında olmak da önemli. Binlerce asker bir toprak için feda edilir. Burada kahramanlık değil konuşulması gereken, “neye rağmen kahraman olmak”. Dünya böyle dönüyor tabii “ne pahasına olursa olsun kahraman ve kazanılan zafer önemli”. Her şey mubah kahramanlıkta. Öldürmek problem değil. Filmler de o yüzden geride kalanları anlatmaz. Ölenler sayıdır. Türkiye’de futbol fanatizmi de böyle yaşanıyor. Takım kaybedince taraftarı kendi kaybetmiş gibi mutsuz oluyor ya da kazanınca suni bir mutluluğu yaşıyor. Bunları sorgulamak gerekli. Kahramanlar olmazsa kimse onların peşinden gitmez, o yüzden toplumların kahramanlara ihtiyacı var. Böyle uyuşturuluyor insanlar. Düşünsenize, insanlar kahramanlar ölünce ağlıyor, onun peşinden gelirken ölenler için kimse ağlamaz.

– Hep sert, kendine özel ve bıçkın bir ifadeniz oldu. Sinemada da bu yüzden özel rollerde yer aldınız. Sanırım gerçek hayatta böylesiniz.

Tepki vermek iyidir. Çünkü güçlü olmak zor. Dik durabilmek için karşına çok insan alıyorsun. Hepimiz etten kemikteniz ve canımız acıyor. Belki de bu yüzden güçlü birini bulduğumuzda onun rüzgârına kapılıyoruz. Ben bir tavır gösterirsem sonucu düşünmem, sonucuna katlanırım. Reflekslerim hayata karşıdır. Kendini düşündüğün, koruduğun zaman sisteme hizmet edip asıl kaybedenlerin arasına girersin. Mesela bir kadını şurada biri bıçaklasa, kimse müdahale etmez, değil mi?

– Ama iki üniversiteli gazete dağıtsa ya da “özgürlük” diye eylem yapsa, aynı kişiler “ivedi” bir refleksle onları linç eder. Yanlış mı?

– Kesinlikle. Çünkü iktidarın ve egemenin yanında yer alacak o zaman. Kahramanlardan bahsettik ya işte, aslında ülkeler de “kahraman” olabilir.

Tüyap 29. İstanbul Kitap Fuarı 30 Ekim’de başlıyor

TÜYAP Tüm Fuarcılık Yapım AŞ ve Türkiye Yayıncılar Birliği iş birliğiyle bu yıl 29’uncusu düzenlenen ”İstanbul Kitap Fuarı”, 30 Ekimde TÜYAP Fuar ve Kongre Merkezi’nde başlayacak.

Yapılan yazılı açıklamaya göre, 550 yayınevi ve sivil toplum kuruluşunun katılımıyla, yaklaşık 300 etkinlik ve yüzlerce imza günü gerçekleştirilecek fuarın ana teması ”İstanbul’u Yazmak”, onur konuğu da İspanya olacak. İlk kez bir ülkenin edebiyatı ve kültürüyle konuk olacağı fuarda, İspanya etkinlikleri kapsamında, 30 Ekim-2 Kasım tarihleri arasında, konuk yazarların katılımıyla söyleşiler, açılış ve kapanış konserleri, Uluslararası Salonda gerçekleştirilecek.

İstanbul Kitap Fuarı, dünyaca tanınmış 45 yazar, şair, çevirmen ve çizeri ağırlayacak.
Fuara katılacak yazarlar arasında Kiran Desai, David Boratav, Mark Crick, Fanny Joly, Jo Hodgkinson, Queenie Chan, Jeffrey Kahrs, Mel Kenne, Derick Mattern, Jan Kjær, Merlin P. Mann ile onur konuğu ülke İspanya’dan Juan Jose Armas Marcelo, Luis del Val Velilla, Fernando Sanchez Drago, Luisge Martin, Soledad Puertolas Villanueva, Julio Llamazares, Ángeles Caso, Rafael Chirbes yer alacak.

İstanbul’u yazan ünlü yazarlardan John Freely ve kızı Maureen Freely de fuarda ilk kez bir söyleşide bir araya gelmiş olacak. Fuarın bir başka sürprizi de çok satan kitapların yazarı Jean Christophe Grange ile aynı isimle Türkçeye çevrilen ve filmi çekilen ”Limon Ağacı” kitabının yazarı Sandy Tolan olacak.

‘Zagor’un çizeri İstanbul’da

”Zagor” adlı çizgi roman klasiğinin çizeri Gallieno Ferri’nin de ilk kez Türkiye’den okurlarıyla buluşacağı İstanbul Kitap Fuarı’nda, İtalya’dan çok sayıda başka çizerin konuk olacağı etkinlik 6 Kasım Cumartesi günü gerçekleştirilecek. İlki geçen yıl düzenlenen ”Word Express-Balkanlar’dan İstanbul’a Edebi Bir Yolculuk” projesi kapsamında genç şairler de İstanbul’da buluşacak.

Bu projenin bir ayağı olan ”Şiir Otobüsü” ile fuar ziyaretçileri TÜYAP’a şairlerle birlikte ulaşırken, Yunanistan’dan Katerina Iliopoulou ve Yannis Isidorou, Galler’den Sian Melangell Daffyd, Romanya’dan Radu Vancu, Sırbistan’dan Milan Dobricic adlı sanatçıların katılımıyla okumalar düzenlenecek. İstanbul Kitap Fuarı, bu sene önemli bir etkinliğe, Uluslararası Yayıncılar Birliği/Yayınlama Özgürlüğü Ödül Töreni’ne de ev sahipliği yapacak. 2005 yılından itibaren dünyanın herhangi bir yerinde yayınlama özgürlüğünün savunulması ve teşvik edilmesi bağlamında önemli katkılarda bulunmuş bir kişi ya da kurumu onurlandırmak üzere verilen ”Yayınlama Özgürlüğü Ödülü”, bu yıl 2 Kasım Salı günü Uluslararası Salonda düzenlenecek törenle sahibini bulacak.
29. İstanbul Kitap Fuarı, 7 Kasımda sona erecek.

Balbay’ın ‘Silivri’ kitabına ilgi yoğunluğu

Silivri’de tutuklu bulunan Mustafa Balbay’ın, Ergenekon davasını ve yargılama sürecini anlattığı “Silivri Toplama Kampı – Zulümhane” isimli kitabı büyük ilgiyle karşılandı. Kitap daha piyasaya çıkmadan yurdun dört bir yanından sipariş yağmaya başladı.

Cumhuriyet Kitapları yetkilileri kitaba olan ilgiyi zaten beklediklerini ama gelen taleplerin tahminlerinin de üstünde olduğunu belirttiler.

Önümüzdeki günlerde okurla buluşacak olan “Zulümhane üç bölümden oluşuyor. Balbay birinci bölümde Ergenekon iddianamesinde yer alan suçlamaları ayrıntılarıyla irdeliyor. Genelkurmay’ın, Emniyet’in, MİT’in ve Jandarma’nın var olmadığını resmi olarak mahkemeye bildirdikleri, uydurma Ergenekon örgütü üzerinden sanıklara yöneltilen suçlamaları anlatıyor. İkinci bölümde suçlamalara verdiği yanıtları özetlerken, uydurma iddiaların sanıklar tarafından nasıl çürütüldüğünü açıkça gözler önüne seriyor. Üçüncü bölümde ise, “Silivri Toplama Kampı” adını verdiği cezaevinde, delilsiz suçlamalarla tutuklanan diğer sanıklarla birlikte yaşadıklarını, başlarına gelenleri ve duygularını anlatıyor. Kitabın sonundaki “Sayın Yargıçlar” başlıklı bölümde ise, Balbay’ın duruşmalar sırasında, yargıçlara hitaben yaptığı konuşmaların metinleri yer alıyor.

Balbay kitabını şu sözlerle bitiriyor: “Sayın yargıçlar… Öylesine tartışmalı delillerle hakkımızda öylesine ağır cezalar istiyorsunuz ki; Hammurabi kanunları, bu uygulamaların yanında ‘Hamur Abi’ kalırdı. Şu gerçeği tarihteki hiçbir yargılama değiştiremediği gibi, Silivri mahkemeleri de değiştiremeyecek: Türküleri yakanlar, yasaları yapanlardan daha güçlüdür. Türküleri yakılanlar, yasaları uygulayanlardan daha güçlüdür. Bizim türkülerimiz yakılacak, o türkülerle Silivri yıkılacak!”