Sinema, müzik, tiyatro… Tiyatronun yerini ayrı tutsa da yıllardır üçünü de büyük bir sevgiyle yapıyor Zuhal Olcay. Bugünlerde Moira Buffini’nin modern topluma ağır eleştiriler getiren tiyatro oyunu ‘Şölen’ ile karşımızda. Sahneden günümüzün acı gerçeklerini ‘insanlara bağırdığını’ söylüyor. Duyulursa ne âlâ…

Şirin Güven

Zuhal Olcay’ın yeni oyunu Şölen bir tür modern toplum eleştirisi. Aysa Prodüksiyon’un yapımı olan Tiyatro Stüdyosu’nun oyunu gerçekleri izleyicilerin suratına bir tokat gibi çarpıyor birbiri ardına… Sevgisiz ve yalnızlaşmış bireyler, yozlaşmış ilişkiler, tahammülsüzlük, “Tanrılaşma”, gerçeklerle yüzleşince saldırganlaşma… Medya ve bilim dünyası eleştirisi de işin cabası… Kısaca çok şey söylüyor Şölen. Ama daha da önemlisi düşündürüyor… Zaten oyunun amacı da bu… Tıpkı Zuhal Olcay’ın dediği gibi insanları düşünmeye, dünyayı ve dünya içindeki konumlarını sorgulamaya yöneltmek. Zuhal Olcay ile oyunu ve onun anlatmak istediklerini konuştuk.

Sizce Şölen izleyicisine ne anlatıyor?

– Oyun çok şey söylüyor aslında. Bir kere ortada burjuva ahlak anlayışına çok ciddi bir eleştiri var. Ayrıca insanların ikiyüzlülüğü ve zavallılığı üzerine de işaret ediyor. Çevreyle ilgili de insanı rahatsız edecek kadar çarpıcı sözler geçiyor metinde. İlişkiler, ikiyüzlülük, insanların kolaycılığı, hiçbir şey üretmemeleri… Mesela başroldeki Paige karakteri tamamen bir olumsuzluk abidesi.

Hiçbir şey üretmemiş, hiçbir şey yapmamış hayat boyu. Sadece bir tane adamın peşine takılmış… Bu oyunla yazar gibi ben de insanlara bir şeyleri aktarabileceğimizi umut ediyorum. Bir beynin içine minicik bir virüs soktuysak, sokabiliyorsak ne mutlu bize… İnsanları düşünmeye, kendini, çevresini, hayatını, dünyayı ve dünya içindeki konumunu sorgulamaya yöneltiyorsak azıcık da olsa, oyun amacına ulaşmıştır.

Oyun metnini ilk okuduğunuzda ne düşünmüştünüz?

– İyi bir tiyatro metni Şölen. Yani teknik olarak da iyi yazılmış. Moira Buffini genç bir yazar. 42 yaşında daha ve bu yaş bir yazar için genç sayılır. Güzel bir teknikle can acıtan bir meseleyi, aslında hepimizin söylemek, hatta bağırmak istediği ama bir türlü yapamadığı şeyleri çok güzel bir teknikle yazmış. Sonuçta insansınız ve bir şeylere öfkeleniyorsunuz. Bu oyun gibi oyunlar öfkelerin ortaya konuşu aslında. Yani bir yazar böyle kusmuş öfkesini. Sen de bir oyuncu olarak, “Hah işte benim anlatmak istediklerimi anlatan bir metin. Ben bunları anlatmak isterdim. Çok şükür biri var ve bunları aktarabileceğiz” diyorsun. Ben böyle dedim en azından. Toplu terapiler gibi yalnız olmadığınızı hissediyorsunuz. “Ay bak o da benim gibi. Ne güzel benim gibi düşünen birileri varmış. Bunu yazmış ve şimdi ben de onunla birlikte bunu bağıracağım insanlara” diyorsunuz…

Samimyetten uzaklar

Oyundaki karakterler mutsuz, sevgisiz, yalnızlaşmış, tahammülsüz… Günümüz insanının tasviri mi bu karakterler?

– Evet, yazar günümüz insanına çok güzel ışık tutuyor aslında. Ali Poyrazoğlu geçenlerde bir şey söylemişti: “İnsanların ellerinde bir manytetik tebeşir var. Etraflarına bir daire çiziyorlar ve o manyetik alana kimseyi sokmuyorlar. Ne de kendilerini dışına çıkarıyorlar”. Tam da böyle işte. O kadar denk düştü ki bu cümlesi oyunumuzda anlatılmaya çalışılan şeyle. Herkes o alanının içinde, samimiyetten, yakınlıktan ve içtenlikten uzak… O alanının içinde eriyor… Hani oyunda “silahlı marburg” diye bir mikroptan söz ediliyor ya… Kendi gövdesini sıvılaşıncaya kadar yok ediyor ve kendi pisliği içinde yok oluyor diye… Öyle bir durum. Bu anlamda çok çarpıcı imgeler var oyunda. İnsanı rahatsız edecek kadar… Bütün bunlara sözünü açıkça, sakınmadan söyleyen bir oyun Şölen.

Ulvi işler yapan, bilgili görünen insanlar ama içleri boş gibi. Asıl olması gereken insani değerlere sahip değiller…

– Evet, modern toplumlardaki insanlara çok ciddi bir gönderme var. Yani bugünkü insan modelinin çok acıklı bir portesini çizmiş aslında yazar. O ulvi şeyler… Wynne karakteri kalkıyor ve ölüm üzerine, “Ben ölüm işini hallettim. İnsanın en büyük orgazmı kendi ölümüdür” diyor. Tamamen saçmalık aslında bunlar, palavra! Bir yerden bakıyorsun ve “iğrenç” diyorsun. Başka bir mesafeden bakınca da acıklı bir şefkat duyuyorsun insanın o haline…

Oyundaki Lars karakteri ve yazdığı kitap da çok ilginç…

– Evet son zamanlarda modern felsefe adı altında bize kakalanan bir sürü kitap var. Hepimiz zaman zaman o tuzaklara düştük ve acaba mı diyerek okuduk. Bunu itiraf edelim. Bunda da bir yamukluk yok, çünkü insanız ve zaaflarımız var. Hepimiz varlığımızı sorgulayıp anlamlandırmaya çalışıyoruz. Bundan daha doğal ne olabilir? İşte o modern felsefe adı altında insana dayatılan kitapların içeriğiyle ve varlığıyla ilgili de çok ciddi bir eleştiri var. Ne acı ki, Lars onlardan birini yazan olarak nasıl saldırganlaşıyor oyunun sonunda ve ne kadar zavallı bir duruma düşüyor. Bir kamyonet şoförünün iki dürtüklemesiyle nasıl kontrolden çıkıp çılgına dönüyor. Madem o kadar kendi hayatının tanrısı, o kadar yüce ve her şeyi halletmiş bir varlık neden orada gerçekten davranması gerektiği gibi davranamıyor?

Evet, bir de “Tanrılaşma”nın altı çizilmiş oyunda.

Evet oysa hiçbirimiz Tanrı değiliz. Birtakım ulvi hallerle insanların Tanrıcılık oynamaya çalışması komik… Eğer illa biri Tanrıcılık oynayacaksa bence ona en yakın yerde duranlar doktorlar. Ama onların da Tanrıcılık oynayanlarının durumu çok vahim oluyor. Çünkü hiçbirimiz değiliz.

Bir yozlaşma hali gösteriliyor sanki…

– Evet. Kadın erkek ilişkisi üzerine de çok ağır şeyler söylüyor… Hal, kadını delirtmiş, şimdi yeni bir kadınla. Öbürü karısının önünde vıcık vıcık eski sevgilisiyle kırıştırıyor. Yozlaşma ötesi… Bunu sahnede izlediğinizde insana çok ağır geliyor ama gerçek hayatta da küçüçük çevrelerde bile bunların bin beteri yaşanıyor.

Toplum olarak hafızamız yok

İçinde bulunacağınız bir oyunu ya da filmi seçerken neye dikkat ediyorsunuz?

– Benim tek ölçüm içi dolu metinler. Sözü olan metinler… Metin ne diyor, ne anlatıyor? Senin derdin benim de derdimse iş bitmiştir. Benim için sadece bir derdi olması ve onu tiyatro eserinin nasıl olması gerektiğine dair kriterlere uygun anlatması önemli. Tüm derdim bu.

Dediğiniz gibi içi dolu metinler sık çıkıyor mu karşınıza?

– Hayır çok sık çıkmıyor maasef. Klasikler içinde de oynanabilecek çok güzel metinler var aslında. Onların yeniden başka bir anlayışla gündeme gelmesinden de çok zevk alırım ve severek öyle bir oyunda oynarım. Türkiye’de oyun yazarlığı konusunda çok eksiğiz.

Özel tiyatroların sayısı her geçen gün artıyor. Ne düşünüyorsunuz, beğeniyor musunuz genel olarak onları?

Bence herkes tiyatro yapsın çünkü tiyatro o kadar güzel bir iş ki! Başarılı olan zaten kalır, olamayan da erir gider. Ama “Bu çok fazla çıktı” ya da “Bu çok az oldu” deme hakkını kimse kimsede görmesin. Çıksın olmuyorsa biter gider. Zaten toplum olarak hafızamız da yok.

Öncelikle oyuncuyum

Tiyatro, sinema ve müzik… Yorulmuyor, bölünmüyor musunuz?

– Hepsi beni besliyor o kesin. Ama bu sanıldığı gibi çok yorucu değil. Türkiye gibi ülkelerde hiçbir şey sürekliliğini koruyamıyor maalesef. Yani şimdi sinema için ne yapacaksınız bir oyuncu olarak? Bekleyeceksiniz ki bir film teklifi gelecek. Bir de ben çok seçiciyim, aşırı derecede… Böyle olduğum için de son derece memnunum ve böyle olmayı da sürdüreceğim. Ee ne yapacaksınız, istediğiniz gibi bir sinema yok. Televizyon zaten bir para kazanma aracı ve ben de onu hak ettiği bölümde tutuyorum. Şarkıcılığı da çok seviyorum tabii ama zaman zaman o da tıkanıyor. Ben de o zaman tiyatroya sarılıyorum. Çok şanslıyım aslında bu anlamda. Kendimi öncelikle oyuncu olarak tarif ediyorum ama şarkıcılığı da çok severek yapıyorum tabii ki. Sonuçta hepsini bu kadar severek yaptığım sürece tümünü sürdüreceğim