2008 yılı içinde festivallerde izleme fırsatı bulduğumuz fakat vizyonda gösterilmeyen pek çok iyi film vardı. 2008’le ilgili listelerin vizyona odaklandığını düşünerek, vizyonun ıskaladığı 10 iyi filmi hatırlayalım, hatırlatalım istedik. Umarız bu gömülü hazineler ilerleyen aylarda cesur dağıtımcıların yardımıyla ülkemiz sinemalarında da gösterilme şansı bulur.
“HUNGER” (“Açlık”) / Yön: Steve McQueen
(9/10)
“Açlık”, İrlanda Cumhuriyet Ordusu üyesi olan ve kaldığı hapishanedeki açlık grevinin önderliğini yapan Bobby Sanders‘ın gerçek yaşam öyküsünü ekrana getiriyor. İlk filmini yöneten ve bu filmiyle Cannes Film Festivali’nde Altın Kamera ödülünü alan McQueen uzun zamandır beyazperdede görmediğimiz görsel bir işçiliğin altına imzasını atıyor. Filmde sadece tek bir sahnenin haricinde diyaloglu bir sahne bulunmazken, McQueen bütün çekilen acıları, özgürlük hissini ve yaşamı kamerasını sadece hareket ettirerek anlatabiliyor. Sinema sanatının el verdiği üst düzeyde bir anlatıma sahip olan film, olaya ve Sanders‘ın yaşadıklarına mesafeli bir yaklaşımda bulunuyor. Bedeni hapsedilmiş bir insanın ruhunu özgürleştirme mücadelesini mükemmele yakın bir anlatımla perdeye taşıyor.
“MY WINNIPEG” (“Benim WInnIpeg’im”) / Yön: Guy Maddin
(9/10)
Yönetmen Guy Maddin‘in kendi şehrine bir saygı duruşu olarak çektiği yarı belgesel yarı kurmaca filmi bir sanatçının, yaratıcılığının doruklarında nasıl işler yapabileceğinin en büyük kanıtı. Genel olarak sessiz film estetiğini filmine yansıtan Maddin, belgesel ve kurmaca arasındaki çizgileri kaldırıyor ve yepyeni bir üst türü görsel olarak yaratmayı başarıyor. Geçmişe ve şehrinin ruhuna olan özlemini sadece nostaljik bir şekilde yansıtmaktan ziyade, tüm olaylara eleştirel bir bakış atmayı da çok iyi başarıyor. Muhteşem bir montaj işçiliğiyle bir araya gelen ve su gibi akan bu oto portre, tek bir izleyişle tatmin olamayacağınız kadar sinema aşkıyla dolu bir film.
“STELLET LICHT” (“Sessiz Işık”) / Yön: Carlos Reygadas
(9/10)
Carlos Reygadas‘ın son filmi “Sessiz Işık” tartışmalara vesile olacak bir film. Kimi zaman Godard‘ı kimi zaman Tarkovsky‘yi hatta Antonioni‘yi hatırlatan muazzam bir “anti-sinema” çalışması. Bütün olay örgüsünü iki cümlede özetleyebileceğiniz bir film “Sessiz Işık”, fakat filmin kendisi sonsuz ihtimalde okumalara açık bir görsel anlatı. Meksika’da bir Flaman komününde geçen öykü zaman, din, ahlak ve varoluş gibi temaların üstüne gidiyor ve hazmedilmesi zor bir filme dönüşüyor. Bu sebepten seyircinin tam katılımını talep eden bir film oluyor. Hikayenin geçtiği mekan ve zaman, filmi bir paralel evrendeymişçesine günümüz insanının bağ kurmakta oldukça zorlanacağı bir konuma getiriyor. Sonuçta, meditatif etkisi oldukça yüksek ve görsel olarak duygunun ekranda şahlandığı bir yapıt ortaya çıkıyor.
“EX DRUMMER” (“Eski Davulcu“) / Yön: Koen Mortier
(8/10)
Koen Mortimer‘ın bu zor filmi, seyirciyi insanoğlunun karanlık noktalarına bir yolculuğa çıkarıyor. Punk kültürünü çok iyi analiz eden ve biçimsel olarak da sinemasal yapı bozumunu omurgasına yerleştirerek zamanda ve mekanda salınan bir anlatı sunuyor “Eski Davulcu”. Köşeye itilmiş insanların, hayatların bir resmini ortaya koyuyor. Sisteme getirdiği eleştirinin şiddeti, filmi öncül filmlerinden çok daha farklı bir noktaya koyuyor. Sınıfsal ayrım, burjuva demokrasisi ve buna bağlı olarak gelişen şiddet üzerine toplumcu gerçekçi kimliği olmadan, çok daha içeriden bir bakış atmayı başarıyor. Bu Belçika filmi, kısa sürede kült seviyesine ulaşacak aykırı bir yapım.
“ASHES OF TIME REDUX” (“Zamanın Külleri REDUX“) / Yön: Wong Kar-Wai
(8/10)
Wong Kar Wai‘nin sinemasal olarak tüm takıntılarının ekranda yansıdığı kült filminin yeniden kurgulanmış, elde geçirilmiş ve daha da epikleştirilmiş hali “Zamanın Külleri Redux”. Kahramanlık mitini kullanmadan ‘wuxia’ türünü alaşağı eden bir yapı kuran Wai, hem türe olan saygısını göstermiş oluyor hem de görsel bir şölen sunuyor. Yönetmenin bellek, anılar, zaman ve yaşam üstüne kafa yorduğu her temayı bu filmde de çok net görebiliyoruz. Serbest çağrışımla ekrana yazılmış dizeler gibi izlediğimiz film, bu yapısından dolayı temel bir olay örgüsüne sahip olmaktansa karakterlerin ve hikayelerin yani anıların birbirine girdiği bir anlatı ortaya koyuyor. Birden fazla izlenmeyi hak eden filmİN, hafızalarınızda kendine bir yer açacağı kesin.
“FROZEN RIVER” (“Donmuş Irmak”) / Yön: Courtney Hunt
(7/10)
Bu yıl bağımsız film ödüllerinde ön plana çıkan yapım, başarıyla kotarılmış bir ilk film. Özellikle Melissa Leo‘nun yalnız ama güçlü işçi sınıfı kadınını canlandırdığı performansıyla ön plana çıkıyor. Amerika-Kanada sınırı etrafında son yıllarda yaşadığımız her türlü politik travmanın bir kasabada insanlar üzerindeki etkisini gösteriyor. Kaçak göçmen sorununu gündeme getiren film, modern dünya yapısıyla ilgili mikro düzeyde etkileyici bir anlatı kuruyor. Irkçılık, hoşgörüsüzlük gibi temaları ön plana çıkarırken, göçmen sorununa Amerikan yerlileriyle bir bağ kurarak parmak basması ise filmin etkileyici özelliklerinden biri. Kısaca, düzen içinde yolunu bulmaya çalışan ve materyalist dünyanın vahşiliği karşısında ezilen bir grup insanın hikayesini ekrana taşıyor “Donmuş Irmak”.
“O’HORTEN” / Yön: Bent Hamer
(7/10)
Bent Harmer’ın filmi, Odd Horten adlı bir makinistin emekli olduktan sonra yeniden hayata tutunma öyküsünü ekrana taşıyor. Norveç yapımı olan film, ülkesinin her türlü kültürel kodlarından yararlanırken ortaya sıcacık bir film çıkıyor. Teknik olarak kusursuz bir işçiliğe sahip olan film, modern dünyada yalnızlık temasını işlerken, yaşlanmanın getirdiği hüznü ama aynı zamanda yaşama sevincini de ortaya koyuyor. Absürd komedi ile trajedi sınırlarında dolaşan film Kuzey Avrupa’dan gelen güzel bir sürpriz olarak zihinlerimize kazınıyor.
“NIGHTWATCHING” (“Gece Bekçisi”) Yön: Peter Greenaway
(7/10)
Resim sanatı Peter Greenaway sinemasında her zaman yer bulur. “Gece Bekçisi” ise yönetmenin resim sanatıyla sinemayı, hatta tiyatroyu kuramsal ve estetik olarak birbirine yaklaştırdığı bir film. Rembrandt‘ı en ünlü eserini çıkış noktası alan film sanat, sanatçı ve yaratmak gibi kavramları masaya yatırarak resmen bir otopsi yapıyor. Her çerçevesi Rembrandt‘ın ışıklandırma ve kompozisyon anlayışıyla görselleştirilen film, Greenaway‘in en olgun çalışmalarından biri olarak görülebilir.
“LET THE RIGHT ONE IN” (“Låt den rätte komma in”) / Yön: Tomas Alfredson
(7/10)
Kuzey Avrupa’dan bu defa çok farklı sularda yüzen bir filmle karşılaştık 2008 yılında. Bir roman uyarlaması olan “Let the Right One In”, 12 yaşındaki Oskar ile Eli arasındaki ilginç aşkı perdeye yansıtıyor. Okulunda arkadaşları tarafından dikkate alınmayan ve iletişim kurmak konusunda zorluk çeken Oskar ile cinsiyeti ve yaşı belli olmayan fakat 12 yaşlarında gösteren bir vampir olan Eli arasındaki ilişki sinema perdesine yansıyan en ilginç hikayelerden biri olabilir. Alfredson‘un titiz ve sakin anlatımı, filmin sonundaki havuz sahnesi gibi etkileyici sinemasal anları filmi değerli bir seyir haline getiriyor. Umarız bu ilginç arkadaşlık, yalnızlık ve cesaret öyküsü ülkemiz sinema salonlarında da kendine en kısa zamanda yer bulur.
“STANDARD OPERATING PROCEDURE” / Yön: Errol Morris
(7/10)
Usta belgesel yönetmeni Errol Morris‘in en önemli işi olmasa da, gözden kaçırılmaması gereken bir yapım “Standart Operating Procedure”. Belgesel, Irak’ta Amerikalı askerlerin gözetiminde olan bir hapishanede, Irak’lı tutuklulara yapılan taciz olayını ve perde arkasındakileri masaya yatırıyor. Bizim de zamanında gündemimizi meşgul eden bu olayın, tacizde bulunan askerler tarafından birinci ağızdan anlatılması belgeselin en önemli noktası. Ayrıca olayın ardında yatan sırların ve politik oyunların üstünün bu olayla nasıl kapatıldığını görmek ise tüyleri diken diken ediyor. Bunun haricinde teknolojinin tüm olanaklarını kullanan Morris, akıcı ve dramatik bir yapı kurmayı başarıyor. Olaya getirdiği bakış açışıyla ve kurgusal filmlerdekine yakın kurulan dramatik yapısıyla “Standart Operating Procedure” kaçırılmaması gereken bir belgesel.