Kerem Akça 27 Şubat 2009, Cuma 02:27

“Maskeli Beşler” serisinin yönetmeni Murat Aslan‘ın hem yönetmenliğini hem de senaristliğini üstlendiği yapım, “Babam ve Oğlum” ile başlayan Yeşilçam etkisindeki melodramların bir yenisi. Elbette yapmak istediğini yapan diğer filmler gibi ancak eski, zayıf, özensiz, yapay, kolaya getirilmiş gibi kavramlarla anılabiliyor.

Halimize gülsek mi ağlasak mı bilemiyorum. Filmin sonunda “Türk sineması ayaklara düştü” diye ağlamak herhalde en doğrusu olacaktır. Zaten böylesine sömürücü ve geri kalmış numaraların sonucunda ağlayarak filmin oynadığı salonu terk edenlerin, esas ağlama sebebi bu olmalı. “Umut”, “Babam ve Oğlum” (2006) ile Türkiye’de maalesef açılan ve üç yıldır da yakamızdan düşmeyen o ‘Yeşilçam etkisindeki melodramlar’ eğiliminin yeni bir halkası. Kısaca ‘Yeşilçam’ın trajik izleri’ diyebiliriz.

“Babam ve Oğlum”, formül olarak çok eski olsa veya Yetkin Dikinciler‘in karakterinin Çetin Tekindor‘u koşarak tedavi ettiği sahneyle kişisel olarak benim ‘kültlük antoloji’me dahil olsa da, şu üç yılda yaşadıklarımızı göz önünde bulundurup geriye baktığımda maalesef ‘kaliteli bir iş’ gibi duruyor. Çünkü melodram çekme konusunda yerlerde sürünüyor Türk sineması. ‘Yeşilçam etkisi iş yapıyor’ mantığından yola çıkıp, senaryo niyetine tek cümleli bir sinopsisle sinemaya girmenin pek de bir anlamı yok açıkçası.

Hollywood teen slasherlardan ne çektiyse, aynısını biz de melodramlardan çekiyoruz!

“Umut” da işte öyle filmlerden biri. Aynen “Sözün Bittiği Yer”, “Unutulmayanlar”, “İlk Aşk”, “Hayattan Korkma”, “Hicran Sokağı”, “Hayatımın Kadınısın” gibi kısa ama uzun bir sürece, üç seneye sığan sayısız filmin arasına yerleşiyor. Yanlış anlamayın bu filmlerde bildik oyuncular olması onları “Martılar Açken”, “Papatya ile Karabiber” gibi aynı ekolü “Babam ve Oğlum”dan önce izleyen çağdışı filmlerden farklı yapmıyor. Sadece “Babam ve Oğlum başarı sağladıysa, biz de sağlarız” mantığıyla üretimi arttı bu formülü benimseyen filmlerin. Toplu üretim dedikleri de bu olmalı herhalde! Hollywood, nasıl “Çığlık”ı (“Scream”, 1996) takiben ortaya çıkan teen slasherlardan hala çekiyorsa, biz de melodramlardan çekiyoruz. (“Çığlık” gibi bir başyapıtı “Babam ve Oğlum”la karşılaştırmak durumunda kaldığım için herkesten özür dilerim.)

“E ne yapalım temelimizde Yeşilçam var” deyip bu mantık karşısında polyannacılık oynayabiliriz. Ancak film temelde bir sömürü sineması örneği olsa da bunun dışında çok daha trajik tarafları var. Dramatik yapıdaki gedikleri, karton karakterleri, olay akışı kuramamasını ve aceleye gelmişliğini bir kenara bırakırsak, melodram türünün sinema tarihindeki gidişatından dahi haberi yok bu filmin. Aynen yukarıda ismini saydığımız filmler gibi. Çünkü bunlar evde oturup ‘Yeşilçam melodramları’ ve ‘TV dizisi’ izleyen kitleyi hedefleyerek, “dizilerde nasıl numara çekersek sinemada da öyle para kazanabiliriz” kafasıyla icraata dökülen işler temelde.

Murat Aslan’ın senaryoyu yazdığını görünce ‘eyvah!’ demiştim

Zaten “Umut”un senaryosunu yazdığını öğrenince ‘eyvah!’ diye içimi çektiğim filmin senarist-yönetmeni Murat Aslan, bir sinema tüccarı. Belki Faruk Aksoy gibi geriye çekilip yapımcılık yapsa o zaman konumundan dolayı biraz daha hoşgörüyle yaklaşabiliriz kendisine. Ancak şu anda piyasada farklı filmler için çağırılan memur yönetmenlerden biri. Bu durumun trajik tarafı ise, Hollywood’da bu mantığı benimseyen yönetmenler senaryoya karışmayıp ‘hikaye anlatma’ya odaklanırken onun farklı bir yola sapması.

Aslan, üç “Maskeli Beşler” filminden sonra şimdi de “Umut”un yönetmenlik koltuğunda. Yerine göre Yeşilçam’ın film gramerini veya Amerikan sinemasının film gramerini uygulayabiliyor. Zira birinci ve üçüncü “Maskeli Beşler” filmleri Amerikan klasik sinemasının film grameriyle, ikinci “Maskeli Beşler” filmi “Maskeli Beşler: I.R.A.K” ise Yeşilçam ekolünün sinema diliyle çekilmiş filmler. Bu da piyasada ABD’deki durumun aksine ne kadar ‘konumsuz’ olduğunu kanıtlıyor. “Umut” da zaten izleyiciyi yakalayabilecek mantıkla çekildiği için TV dizisi ile Yeşilçam melodramları arasında bir yerde duruyor.

Bu bağlamda da yukarıda saydığımız filmlerden herhangi bir farkı yok. Murat Aslan, Mazlum Çimen‘in geleneksel Yeşilçam esintisi sağlayan müziklerini çok kolaycı numaralar için kullanıyor, yavaş çekim tekniğini en beklenen yerde damardan devreye sokuyor, senaryodaki didaktik mesajları her cümlede öne çıkarmaya çalışıyor ve dramatik etkinin en abartılısını dahi yabancılaştırıcı derecede gerçekmiş gibi iddialı kullanıyor. Yani Aslan belli ki Robert Benton‘ın 1970’lerde melodram türünün sinema dilini yenilediğinden ve bu yönetmenlik tarzını Yavuz Turgul‘un Türkiye’ye getirdiğinden habersiz, ya da haberi olmasına karşın bu konuda bilinçli olarak koşulsuz kalmış.

Zira Benton, özellikle “Kramer Kramer’e Karşı”da (“Kramer Vs. Kramer”, 1979) daha geniş kitlelere yayılan görsel yapısıyla dikkat çekmişti. Oyunculukları öne çıkarıp duyguları daha iyi alan, bu yolla karakterlerin üzerine giden ve aynı zamanda mesafesini korumayı da ihmal etmeyen bir yönetmenlik stili benimsemişti. Minimaliste yakın bu anlayışı oyunculukları öne çıkaran filmlerde görmemiz mümkün.

Yavuz Turgul‘un özellikle “Gönül Yarası”nda bu anlayışı aktif hale getirdiğini görebiliriz. Bu sayede de melodram, kolaycı duygu sömürülerinden kaçıp karakterlerin ‘gerçekçi’ ruh hallerine odaklanabiliyor. Böylece yeni neslin melodramı olan karakter dramasına da göz kırpabiliyor. “Elinde iyi oyuncu var mı ki, bunları yapabilsin Murat Aslan?” diye düşünebilirsiniz. Ancak bu anlayışın o durumla alâkası yok. Zeynep Tokuş, Fikret Hakan ve Zafer Algöz iyi kullanılırlarsa yeteneklerini ortaya koyabilecek becerikli oyuncular.

‘Yılmaz’san ‘Umut’un var demektir!

Film, eski model melodram iskeletini benimserken baba-oğul ilişkisinin sömürü tarafının üzerine çok fazla gitmek yerine ‘kör göze parmak’ şeklinde sokulan didaktik diyaloglar, karakterler ve isimlerle sonuç almak istemiş. Örnek olarak Umut adlı çocuğun daha önce tanıştığı babası Yılmaz‘a garip bir şekilde “Yılmaz amca benim adım Umut” repliğiyle “Hayatta umut ederek yaşayın. Hiçbir şeyden yılmayın!” gibisinden mesajlar amaçlanılması verilebilir. Tabii ana karakterlerin ‘Hayat Oteli’nde kalması da bir o kadar trajik noktalara götürüyor filmi.

Karakterler demişken, filmin o konudaki derinsizliğine de dikkat çekmek lazım. Zafer Algöz‘ün karikatürize karakteri, Meryem isimli aşık olunan şarkıcı, Fikret Hakan‘ın Marlon Brando özentiliğinin dibine vuran mafya babası karakteri ve daha nicesi, adeta kafalarında beyin değil de odun varmış gibi hareket ediyorlar. Çünkü karakterlerin tamamı tek boyutlu. Bu da elbette Yavuz Turgul‘un kendine özgü yaklaşımıyla başarılı olduğu karakterler arasındaki dramatik çatışmalar konusunda filmin yerlerde sürünmesini sağlıyor.

Tabii filmin ‘Baba-oğul ilişkisindeki fedakarlığa odaklanan melodram’ formülünü kullanırken aslında tam da bunun üzerine gitmediği söylenebilir. Çünkü Türkiye’yle ilgili başka dertleri de var. Bu da aklımıza 90’lar Türk sinemasındaki fazlaca dertli ve kafası karışık olduğu için dağılan filmleri getiriyor. Örnek olarak “Yeşil Işık” ve “Mumya Firarda” verilebilir. Bir taraftan gangster filmi, bir taraftan bir şarkıcının yükselme hikayesi, bir diğer taraftan ise organ mafyası meselesi devreye giriyor ki, onlar da bu duyguyu dağıtmaktan başka bir işe yaramıyorlar.

Murat Aslan, Erdal Murat Aktaş’la aynı kefeye konulabilir

Çünkü Murat Aslan belli ki organ mafyası meselesiyle ilgili Stephen Frears‘ın filmi “Kirli Tatlı Şeyler”i (“Dirty Pretty Things”, 2002) dahi izlememiş. Aynen Erdal Murat Aktaş‘ın “Kirpi”de tanık olduğumuz “her şeyi bildiğini zannedip hiçbir şey bilmediği için uçurumdan aşağıya yuvarlanması” konumuna düşmüş. Ancak bunda Çağan Irmak‘a mı, yoksa o filme ağlamak için giden 3 küsur milyon kişiye mi kızmak lazım onu bilemiyoruz.

Son üç yılda ortaya çıkan sonuç ise “Babam ve Oğlum, kötü melodramlara çoktan ön ayak oldu bile!” oluyor kuşkusuz. Ana kaynağın pek matah olmayan bir film olması da durumu aslında anlaşılır kılıyor. Zira Türk sinemasındaki yapımcı, yönetmen ve senaristlerin ‘eski olan’ın üzerine giderek sonuç almaya çalışması gibi trajik bir sonuç çıkıyor karşımıza. Halbuki “Vicdan” gibi başarılı olamasa da en azından Yeşilçam melodramlarını yenilemeye çaba gösteren bir örnek de var bu sezon izlediğimiz. Denemek, başarmanın yarısıdır demezler mi? Birazcık cesaret!

 (1/10)

Kimler izlemeli?

  • ‘Ölüm arefesinde çocuk’ kavramını duyunca hassaslaşanlar.
  • Türk sinemasında ne kadar kötü filmler çekilebildiğini görmek isteyenler. 

    Kimler izlememeli?

  • “Babam ve Oğlum”un şişirildiğini düşünenler.
  • Yeşilçam melodramlarından nefret edenler.