Beyazperdede moda şimdi vampirler. Sıfır beden, manken edalı vampirlerle, kolej piyesleri tadında diziler de cabası. Yani kan emiciler de popüler kültürün soytarıları olmaktan kurtulamadı. Bram Stoker’ın kemikleri sızlıyor olmalı. Zaten koltuğunu da Stephenie Meyer’a kaptırdı. Nosferatu ve Dracula da artık unutuldu.

Vampir filmleri furyası özellikle şu an 30’lu yaşların üstündekiler için özel bir dönemi ifade ediyor. Beta, VHS videolar, videocular, kiralık kasetler güzel anılar barındırıyor. Son dönemde popüler kültüre ürün veren ve bu yıl vampir korku kültürünü tazeleyen “Alacakaranlık-Twilight” da bu anlamda iyi bir iş çıkardı. Bazıları için nostalji bazıları için de tanışma oldu. Artık, özellikle de genç kızlar ölümsüz kan emicilere sevdalılar. Hem bu yalnızca bir sinema tutkusu da değil. Vampir gibi giyinmek için www.vampirewear.com adresine göz atan, dünya çapında iletişim kuran bir sosyal ağ sayesinde (www.vampirefreaks.com) haberleşen gençler artık çoğunlukta. Hatta vampir makyajı bile çok moda. Yani soluk tenler ve kırmızı dudaklar…

Çirkin ve kambur Nosferatu, asilzade Kont Dracula artık vampir mitinin yıldızları değil. İyi ki de Bram Stoker bunları görmedi. Şimdi “Alacakaranlık” filminin yakışıklı jön vampiri Edward var. Stephenie Meyer de Stoker’ın koltuğunda.

Her ne kadar romantik ve âşık, kan emici karakteri türün yandaşları tarafından pek sempatik bulunmasa da beyazperdenin talebi görmezden gelmeyeceği aşikâr. Elbette vampir kültürü 80’lerden bu yana çok değişti. Vampirlerin aristokrasisi de şatolardan, kontlardan, sokaklara, serserilere kadar toplumun zeminine yayıldı. Bram Stoker’in Dracula’sı yerini Alacakaranlık’ın genç kız rüyası oyuncusu Robert Pattinson (Edward) efsanesine bırakacak gibi görünüyor. Serinin ilk filmine gelen ilgiden sonra, 20 Kasım 2009’da gösterime girmesi beklenen “Twilight” serisinin ikincisi “The Twilight Saga: New Moon” şimdiden heyecanla bekleniyor. Hollywood’un genç yıldızı Dakota Fanning de filmde “Jane” isimli bir karakteri canlandıracak. Yani ne kadar popüler, o kadar iyi! Ama son yirmi yıllık döneme baktığımızda akılda kalan ve hâlâ vampir sinemasına yön veren filmler var. Benim listem de ilk sırayı “Komşum Bir Vampir-Fright Night” alıyor. Liste tartışılır, zaten iddialı da değil. Yönetmen koltuğunda Tom Holland’ın oturduğu 1985 yapımı bu filmde başrolleri Chris Sarandon, William Ragsdale, Roddy McDowall, Amanda Bearse paylaşıyordu.

Bu filmin farklılıklarından biri, Transilvanya ve şatolarla özdeşleşen inziva düşkünü vampirleri “komşu” yakınlığına getirmesiydi. Türün, senaryo bakımından zengin, görsel olarak zamanının biraz gerisinde bıraktığı bu film ince komedi pırıltılarıyla zenginleşen sürükleyiciliğiyle ciddi bir yandaş kitlesine sahip. Üzücü olan ilk filmin başarısının, seri niteliği kazanamadan ikincisi ile sona ermesi.

Bir diğer kült vampir filmi de “Kayıp Gençler-The Lost Boys”. Joel Schumacher’in yönettiği 1987 yapımı film, şehirli vampirler ve gençler üzerine ince mesajlar veren bir klasik. İyi vampir, kötü vampir mitinden yola çıkan bu filmin çekimleri, özellikle de müzikleri onu diğerlerinden ayırıp bir klasik haline getiriyor.

 

Ölümsüzlüğün büyüsü

Açılış müziği “Cry little sister”ı ve INXS ile Jimmy Barnes’ten “Good Times”ı da unutmak mümkün değil. Korku sineması severler ve vampir edebiyatına ilgi duyanların arşivlerinde tuttuğu bu filmi yeni nesil kan emici sevdalıları özellikle izlemeli. Korku kültürünün Türkiye’deki en bilge isimlerinden Giovanni Scognamillo, “Canavarlar, Yaratıklar, Manyaklar” isimli kitabında (+1 Kitap. İstanbul 2006) “Kayıp Gençler” için şöyle diyordu: “Vampirler klasik yaratıklar ama çağdaş olanları da var. Çağdaşlaşan yaratıklar olarak meşin ceketli, uzun saçlı, motosikletli, rock müzik seven, şamatacı ama her daim kana susamış tipler de her an her yerde karşımıza çıkar.” Vampir edebiyatı denildiğinde popülerliği su götürmeyen ve 90’lardaki vampir filmi eksikliğini gideren, Anna Rice’ın aynı isimdeki 1976 tarihli romanından sinemaya uyarlanan “Vampirle Görüşme-Interview with the Vampire” önemli bir yapım. Neil Jordan’ın yönettiği filmin başrollerini Tom Cruise, Brad Pitt, Kirsten Dunst ve Antonio Banderas paylaşmıştı. Bu filmde de kentsoylu, aristokrat baş vampir Lestat (Tom Cruise) ölümsüzlüğünü ve bu hayatın şehvetini paylaşmak için yanına Louise’i (Brad Bitt) alıyordu. Ama öldürmeyi tasvir bile edemeyen Louise için işler, sonsuza kadar yaşayacak olmanın keyfini tatmasına izin verecek şekilde gitmiyordu. Bu film, kan, korku ve gerilimden uzaktı. Felsefi ve insani anlamları içinde barındırması açısından, vampirlere farklı bir romantizm ve hümanizma yüklemesi bakımından da önemliydi.Korku sinemasına son on yıllık dönemde yeni bir soluk getiren Japon ve Uzakdoğu da şimdi vampir ticaretine soyunuyor gibi. “Son Vampir-Blood: The Last Vampir” önümüzdeki hafta gösterime giriyor. Fransa, Hong Kong, Japonya ortak yapımı filmin yönetmeni Chris Nahon. Senaryo da ise iki isim var; Katsuya Terada, Kenji Kamiyama. Ama Uzakdoğu’dan gelen vampirlerin klasik tarz tutkunları için itici olacağı şüphesiz.

 

Zombiler hep muhalifti

Vampir popülerleşmesinde ABD yapımı bir gençlik dizisi olan “Buffy the Vampire Slayer”ın da etkisi büyük. Öyle ki 1997’de gösterime giren dizi yedi sezon sürdü. Tarza farklı bir konuyla yaklaşan Blade de 1998 yılındaki ilk gösterimin ardından seriyi üç filme kadar uzattı. Popüler tarza hizmet veren pek çok yakışıklı ve seksi vampir figürü özellikle dizi furyasıyla günümüze kadar kendini taşıdı. “True Blood” da çekici bir vampir draması. Senaryosu Charlaine Harris’in “The Southern Vampire Mysteries”ten alıntı. Sentetik kan içerek “halka” karışan vampirlerin peşine bu sefer insan kan emiciler düşüyor yani ironik ve eğlenceli bir konusu var. Dizinin yapımcısı Alan Ball tanıdık bir isim. Amerikan Güzeli’nde imzası var. Vampirler romantikleştirilip, çekici ölümsüzler yapılırken “yaşayan ölüleri”, zombileri sistem karşıtı tavırlarla beyazperdeye taşıyan George Romeroya da selam vermeden geçmek olmaz. Korku sinemasının ustası, zombi kültünün yaratıcısı muhalif yönetmen Romero yaşayanların iktidarını ölülerle eleştirmeyi neredeyse yarım yüzyıldır yapıyor. Sistemi, ırkçılığı, militarizmi ve kapitalist toplumun tüketim çılgınlığını eleştiriyor. Belki de vampirlerin en büyük eksiği de işte bu. Hem de kan emicilik metaforu tam da bu eleştiriyi karşılarken. Kim bilir belki de beyazperde sıfır beden, yakışıklı, ikoncan vampirlerle kolej piyesleri çekmekten vazgeçip, kamerasını korku kültürünün beslendiği gerçeklere çevirmeyi akıl edebilir ya da Hollywood’un gölgesinde kalmaktan korkmayıp özgün işlere cesaret edebilir. Pek çok korku sineması müptelasının 80’li ve 90’lı yıllarda takılı kalması da sanırım bunun bir göstergesi.

 

Türkiye’nin ilk zombi filmi: Ada

İki sinema yazarı Talip Ertürk ve Murat Emir Eren, Türkiye’nin ilk zombi filmi Ada’nın filmin yönetmenliğini, yapımcılığını ve senaryo yazarlığını yürütüyor. Çekimler bitmek üzere. Oyuncular ise Esra Ruşan, Erol Ozan Ayhan, Kaan Keskin, Gülüm Baltacıgil, Onur Buldu Rüya Önal, Canan Güven, Taner Birsel. Konuk oyuncular da Cansel Elçin, Sırrı Süreyya Önder, Nihat İleri. Ada filminin özelliği sadece korku filmi olmaması, işin içinde iyi bir mizah da var. Bunun için yönetmenler Ada’nın korku komedi filmi olacağının özellikle altını çiziyor.

Murat Emir Eren filmi tamzamanlı bir zombi filmi olarak tanımlıyor. “Halayı, düğünü basan zombileri, düğünü çeken bir karakterin kamerasından izliyoruz. Elbette tekinsiz bir durum var. Çünkü Büyükada’da böyle bir vahşet yaşanırken tüm dünyada ne oluyor sorusuna cevap verilmiyor. Yani seyircinin hayal gücüne kalıyor pek çok şey”. Türkiye’de zombi filmi yapmak, dünyadaki zombi filmlerindeki pek çok şeyi de yapmamak anlamına geliyor. Ama Eren özellikle zombi figüranı bulmak konusunda hiç sıkıntıları olmadığını anlatıyor; “En kalabalık, 40 kişilik sahne için beş yüze yakın başvuru geldi. İnanılmaz istekli ve yetenekliler vardı. Bize ve filme emekleri çok oldu”. Eren, Türkiye’de bir zombi saldırı olsa, insanların tepkileri nasıl olur sorusunun cevabını aradıklarını söylüyor. Haklı da. Bu coğrafyanın insanlarını zombi olarak düşünmek bile ilginç! Hem filmde çaycı, yaşını almış bir teyze, atletle donla sokağa fırlayan zombiler var. Sonuçta Murat Emir Eren iyi bir iş çıkardıklarını düşünüyor. Biz de filmin vizyon tarihi bekliyoruz. Bu tarih kesinleşmemekle birlikte aralık ve şubat arasında.

Filmin tam konusuna gelince: Birbirlerini uzun süredir tanıyan beş kişilik bir arkadaş grubu, ortak bir arkadaşlarının düğününe katılmak üzere Büyükada’ya gider. Grubun içinden Erhan, hem düğünü, hem de uzun aralıklarla bir araya gelebilen ekibin mutlu anlarını kayda alabilmek için yanında bir kamera getirmiştir ve sürekli çekim yapmaktadır. Zaten film boyunca tüm izlediklerimiz, bu kameraya yansıyanlardır. Erhan dışında, ekipte, uzun süredir beraber olan Deniz ve Ekin çifti ile, hiçbir şeyden memnun olmayan Murat ve çulsuz arkadaşları Ömer vardır. Düğün sırasında aralarına, Murat’ın eski kız arkadaşı Gamze de katılır. Elbette Murat durumdan hiç hoşnut değildir. Düğünün ilerleyen saatlerindeyse beklenmedik bir olay patlak verir. Büyük bir öfkeyle davetlilere saldıran bir grup zombi ortalığı kan gölüne çevirir. Üstelik saldırıya uğrayıp yaralananlar da, bir süre sonra bu öfke nöbetine kapılmaktadır. Öfke bulaşıcı bir hal almıştır. Erhan, Gamze, Murat ve Ömer, bu kargaşadan kurtulmayı başarırlar ve arkadaşlarını bulup zombilerin istila ettiği adadan kaçmak üzere çalışmaya başlarlar.