Amerika’dan yazan Dr. Fuat Ulus’un Emek Yazısı
Altmış yedisinde, 40 seneye yakındır ABD’de Transaksiyonel Analiz odaklı filmlerle grup terapi seanslarını yürüten bir psikiyatr doktorum.
Bu uzmanlığıma, daha çocuk yaşlarından bir sinema bağımlısı olmam sebep gösterilebilir.
İlk okulda önce yine bir sinema bağımlısı olan annemin arkasına takılarak, 1950’lerin ortalarından Tıp Fakültesi ve askerlik devirlerinde, bu sefer de annemi koluma takarak 1971 senesine kadar uzanan, o sinema benim, bu sinema senin, sinema-kolikleşme, son senelerde hem İngilizce ve hem de Türkçe iki ayrı sinema-terapi kitabımın yayınlanması yanında, milletler arası konferanslarda sinema-terapi atölye çalışmalarını derlemem ile de devam etmiştir. Eşim kocasına, kızlarım da babalarına senelerce tatlı-sert sabır göstermişler, bu bağımlılığın olumlu ve yapıcı yerlerde kullanılmasında bana sonsuz derecede yardımcı bulunmuşlardır.
Bu gün yıkılmaktan-değişmekten korumaya çalıştığımız Emek Sinemasının benim sinema-kolik bağımlılığında da rolü büyük olmuştur.
Genelde Beyoğlu ve özelde de Emek Sinemasına olan tanıklığıma annemin etkisinin yanında 1957-60 senelerinde Beyoğlunda yer alan İstanbul Atatürk Erkek Lisesi’nin (İlham Gencer ve Ediz Hun, mezunları arasındadır) lojistik yakınlığı da gösterilebilir.
Kurtuluş’tan, liseli arkadaşlar ile beraber Kasımpaşa’ya inerek Taksim’e çıktığımızda okulumuza gitmeden önce, bizleri soldaki Taksim Sineması karşılardı. İstiklal Caddesine girildiğinde de, sağda Fransız Konsolosluğunu geçtikten sonra, Lisemize gitmek üzere soldaki ikinci sokağa sapardık. Sapmayıp ta yola devam edilecek olsa, yine hemen solda Lale Sineması bizlere gülümserdi. Sağda Saray Muhallebicisinin yanında Saray Sineması görüntüye gelir, yine sağ köşede de Melek (Şimdi kurtarılmaya çalışılan Emek) Sineması ortaya çıkardı. Melek Sinemasına girmek isteyen sağa döner, çıkmaz sokak gibi duran Yeşilçam sokağının sonuna doğru Ar Sineması görüntülenirdi.
İstiklal Caddesinde yola devam edildiğinde, solda önce Alkazar, yanında da Atlas Sinemaları bizleri selamlardı. Karşılarında Lüks ve Rüya/İpek Sinemaları yer alır, adeta rekabet havalarına girerlerdi.
Eh, solda Galatasaray Lisesine geldiğimizde artık sinema şölenini de tamamladığımızı zanneder ama bazen tiyatro, bazen sinema olarak hizmet veren, Galatasaray Lisesini solda bırakıp geçildiğinde sağ tarafta kalan Elhamra Sinemasını da çiğnemeden geçemezdik.
Bu orta okul-lise devirlerini yansıtan anılara sonraki yıllarda birkaç sinema daha eklenmişti. Lale Sinemasının karşısına düşen yerde zeminlerine birkaç merdiven silsilesiyle inilen düzeyde Fitaş ve Dünya açılmıştı. Yeşilçam sokağının karşısında, içeriye dönük sokak için de ikinci “Melek” sineması açılmış, bu gün “Emek” diye nitelediğimiz sinemamızın da ismi Melek olduğundan, sonradan açılana “Yeni Melek” denmiş, Melek (Emek) Sineması da çoklarınca sanat severlerin konuşma diline “Eski Melek” olarak mal edilmişti. Ar Sineması da devamlı değişime uğrayarak “Yeni Ar” ismiyle anılmaya başlamıştı.
Bu sinema grubunun en enteresan taraflarından biri her birinin kendine göre izlenen karakterleriydi. Hatta bilet satan gişedeki hanımdan, 5-10 dakika aradaki gazoz ve frigo satan işçilerine, yer gösterenlerine kadar, çalışanlar her sinemanın değişmez bir parçası olmuşlardı. Biz ailece sinema-kolikler, bazen yoldan geçerken bu tanıdığımız çalışanlara filmin güzel olup-olmadığı hakkında fikirlerini sorar, zevkimizi bilenler de filmin çekiciliği üzerine yorumda bulunurlardı.
Taksim Sineması, vizyona girip diğer sinemalarda oynadıktan bir müddet sonra yerini yenilerine terkeden filmleri, “elden düşme” filozofisinde ucuza oynatırdı. Alkazar Sinemasının pek te iyi bir ünü yoktu ve biz liselilere, ailelere, ve diğer “düzgün” vatandaşlara, gitmemeleri düzeyinde uyarma yapılırdı. Atlas devamlı Amerikan ve o zamanlar üne kavuşmaya başlayan “Spaghetti Western” Kovboy ürünleri oynatırdı – Leone’nin ilk “Triloji” filmi olan “Fistful of Dollars – 1964” gösterimini orada gördüğümü anımsamaktayım – Taksim’den Ordu Evine yürüme mesafesindeki ve zaman zaman müzik şölenleri verilen Şan Sineması hep Fransız, İtalyan ve Alman filmleri getirirdi. Saray Sinemasındaki filmler çoğunlukta Türkçe dublajlı oynatılırdı.
Bu karakterler içinde o zamanki “Melek-Eski Melek,” şimdiki “Emek” Sinemasının iç yapısına, mimarisine ve sinema salonunun girişteki yapıtlarına hiç bir sinemanın erişemediği bütün sinema severlerce kabul edilmişti. Sinema başlamadan önce oturanlar arkadan izlendiklerinde, başlarını bir oraya, bir buraya döndürerek, şu köşeyi, bu köşeyi işaret ederek birbirlerine gösterdikleri düzeyde, adeta sinemaya film seyretmeye değil de, müzeye gelmiş sanat severler görüntüsü verirlerdi. Emek Sinemasının, öteki sinemalardan olan diğer bir farkı da, sinemalar birçok ıvır-zıvır yapıtları ile zamanımızdaki gibi daracık giriş yerlerine ve kapılara sıkıştırılmadan önce, köşede, her dört yönden de izlenilebilecek ilan-reklam veren büyük bir panosunun bulunduğu idi. Diğer bir deyişle, İstiklal Caddesi-Yeşilçam Sokağı kavşağında yürümekte olanlar, diğer sinemalarda ne oynadığının daha farkında değilken, bu pano ile “Melek-Eski Melek-Emek” te ne gösterilmekte olduğunu görürlerdi.
Gittiğimiz o kadar film arasında Emek’te hemen anımsaladığım, Charlton Heston’un ilk filmlerinden olan 1952 yapımı “Ruby Gentry” gösterimidir. Bunu lise ikinci sınıfta iken, 1958 sezonunda annemle izlemiştik. O zamanlar, Hollywood filmlerini senelerce beklerdik. Şimdilerde, Amerika’da ve Türkiye’de aynı anda başlayan programların aksine, o devirde iyi ve kaliteli filmler yıllarca beklenir, bazıları da maalesef, ama uzunlukları yüzünden, ama siyaset yaşamına uymadıklarından, ama ahlaka aykırı olarak algılandıklarından sansür heyetlerince “makas edilir,” kesilir-kısaltılırlardı. Buna rağmen, biz sinema-kolikler, yine de sinemalarda boş yer bırakmazdık!
Bütün sinemalar yüzde elli iskontolu 12:00 öğle gösteriminden sonra, 2:15, 4:30, 6:45 ve suare, 9:30 seanslarını sürdürmekteydiler. Hafta sonları çok zaman annem ile, bazen de arkadaşlarımla, önce ucuz matineye gider, arkasından diğer bir sinemada oynayan ikinci filmin 2:15 matinesine yetişmek için daha birinci film bitmeden kalkar, koşuşturmaya başlardık. Emek Sineması’nın avantajı, Beyoğlu’nun ortasında, her sinemaya hemen hemen eşit uzaklıkta olması idi. Bundan dolayı, sinema severlerce “merkezsel” olarak tanımlanmış, diğer sinemaların matinelere yetişmek için koşuşturulma düşünüldüğünde ilk matine için seçilen sinema olma gereksinimi yerleşmişti.
Tabii, İstanbul nüfusunun 1.5 milyon olduğu zamanlar, sinemaların girişi de “majestik” denilebilen bir görünüşe sahipti. Her sinema rahat, geniş, lüks ve ferah girişlerinin yanında, o sinemaya özel poğaçacı, fındık-fıstıkçı ve diğer yiyecek-içecek satan “babadan-oğula” geçme aile işçiliğindeki Beyoğlu esnafının dükkanları ile süslenmişti. Sinema severler bu esnafı tanır, sinemada yemek-içmek üzere birşeyler almada, veya sinemadan çıktıktan sonraki ihtiyaç kavramında, yalnız oynayan film hakkında değil, futboldan siyasete kadar birçok konu odağında da sohbete girişirlerdi.
Şimdi…
Geleneklerimizi korumada titiz geçiniriz…
Emek Sineması, gelenek-göreneklerimizin uygulandığı bir sanat yeri olarak ün yapmıştır. “Emeğimizi” koruma, geleneğimizi koruma ile özdeşleşmiş bulunmaktadır.
Bizde bir söz vardır:
“İnsan ölür eser kalır, eşek ölür semer kalır…”
Bütün arzum, çağdaşlarımla beraber zamanı gelip te bu dünyadan göçüp-gittiğimizde Emek Sineması’nın yine ayakta kalmasının yanında, yıkılması-değişmesi şöyle dursun, bilakis ihya edilerek milletler arası bir film festival merkezi şeklinde hizmet vermeye devam edebilmesidir.
Haydi arkadaşlar, öldüğümüzde arkamızda bir “eser” kalsın…
Dr. Fuat Ulus
Erie, Pennsylvania/ABD