Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

BEKİR COŞKUN….

SİYAH Obama’nın kazanmasını, türbanın-tesettürün Çankaya’ya çıkışı ile birleştirip, bizdeki dincilerin iktidara gelmesine benzetmek istiyorlar.

Çok benziyorlar zaten(!)

Gerçi ben daha görür görmez, “Aaaaaa ne kadar da benziyorlar… Abdullah Gül mü desem, Tayyip Erdoğan mı desem?..” demişimdir.

*

Abdullah Gül desem:

Diyelim ki Obama’nın küçük kızı acele internette bir şirket kuruyor, haşlanmış mısır ithal edip Amerika’nın büyük marketlerinin önünde mısır sattırmaya başlıyor.

Karısı ABD’yi “yeterince insan hakları olmadığı” iddiasıyla uluslararası mahkemeye veriyor.

Seçimden önce bir trilyon dolar kaybolmuş, sanıklar mahkûm olmuşlar hapisteler, ama seçmenler Kayserili Obama’yı başkan seçtikleri için dokunulmazlığı var.

O da zaten öbür suçluları affediyor…

Ve babası New York Belediyesi’nin billboard ihalesine giriyor…

(………)

Benzemedi mi?…

Peki, o zaman Tayyip Erdoğan benziyordur:

Diyelim ki Columbia Üniversitesi’nde okudu, Harvard mezunu… “Uluslararası ilişkiler” ve “siyaset bilimi” üzerine üç kitap yazdı!..

Küçük kızından borç para alarak gıda dağıtım şirketi kurdu, büyük kızı da durup dururken “gemicik” sahibi oldu…

ABD merkez bankasından 700 milyon dolar kredi sağlayıp, damadına New York Times gazetesi ile ABC televizyonunu satın aldı…

Bakanlarının yarısı, senatörlerinin üçte biri, iki başkan yardımcısı, belediye başkanlarının beşte dördü “sanık” durumunda.

Ama tümünün dokunulmazlığı var, onlara yargı dokunamıyor…

“Atlantik feneri” adı altında Meksika’daki inançlı ve saf Hıristiyanlardan “Cennete gideceksiniz” diye para toplayıp bavullarla taşıdılar…

Hele hele bir mister Zahid var ki…

Ve Birleşik Devletler yargısı, partisinin “ABD anayasası karşıtlığının merkezi” olduğuna karar verdi…

*

Benzetemediniz?..

Olsun…

Artık benzediği kadar.

Herkesin Obama’sı kendine göre.

Hadise başarılı olur mu

Eurovision’a Hadise’nin gidecek olması yeni bir tartışmanın başlamasına neden oldu. Bazı müzik adamları Hadise’nin Belçika’da yaşaması ve çok genç olması nedeniyle tepki gösterirken, bazıları da genç şarkıcının yurtdışında yetişmesinin olumlu olacağını belirtiler.

HADİSE FOTOĞRAFLARI

TRT’de Genel Müdürü Şahin, Eurovision Şarkı Yarışması’nda Türkiye’yi temsil edecek olan Hadise ile ortak basın toplantısı yaptı.Şahin, “Hadise’nin hem şarkısına, hem kıyafetine, hem nasıl okuyacağına karışmayacağız. Böyle bir tarzımız yok” dedi.

Hadise Eurovision’da başarılı olur mu?
Çok başarılı olur

Başarısız olur

İlk 10’a girer

TRT’de düzenlenen basın toplantısında İbrahim Şahin, yoğun ilgilerinden dolayı basın mensuplarına teşekkür etti ve bu yıl Moskova’da yapılacak Eurovision Şarkı Yarışması’na Türkiye adına Hadise’nin katılacağını hatırlattı.

Türkçe’yi isterim ama karar onun

Hadise’nin 3 şarkı seçip TRT’ye teslim edeceğini anlatan Şahin, bunların hangi dilde olacağının kararını sanatçıya bıraktıklarını kaydetti. Şahin, şarkı dili olarak Türkçe’yi tercih ettiğini, ama şarkının İngilizce olmasında da hiçbir sakıncan bulunmadığını dile getirerek, “Bu konuda kendisini serbest bırakıyoruz” dedi. Şahin toplantıda şarkıda Türk enstrümanlarının kullanılması konusundaki hassasiyetinin altını çizdi. Bir gazetecinin “Hadise’nin kıyafetiyle ilgili iddialar olduğunu” belirtmesi üzerine Şahin, “Bugüne kadar uyguladıklarım bundan sonrası için de cevap olur herhalde. Herhangi bir müdahalede bulunmadık. Hem şarkısına, hem kıyafetine, hem nasıl okuyacağına karışmayacağız” dedi.

Belçika kıskandı

Hadise ise, Belçika’dan henüz geldiğini belirterek, “Yorgunum ama aynı anda çok mutluyum. TRT gibi ben de çok heyecanlıyım. Ben Türkiye için çok güzel başarılar yakalamak istiyorum, bu bir gerçek ama tabii ki olmazsa da olmaz. O zaman da ’Aman Hadise hiç başaramadı’, ’Yok kıyafeti’ yorumları gelmesin hiçbirinizden” diye konuştu. Hadise, “Türkiye adına yarışıyorsunuz. Belçika’da bu anlamda bir kıskançlık var mı” sorusuna, “Evet var. Belçika basını her seferinde ’Neden Türkiye’ diye soruyor ve ’Maalesef seni kaçırdık’ diyorlar. Ama bu benim seçimim. Ben Türkiye adına yarışmak istiyorum” yanıtını verdi. Hadise, bir gazetenin İngilizce sorduğu soruya İngilizce yanıt verdi.

Zülfü Livaneli

Atatürk konusunda neyi anlatmalı? Gerçeği. Ama Bertrand Russel’ın dediği gibi, yağmurun yağışı da bir gerçektir, masanın dört ayak üstünde durduğu da.

Hangi gerçeği anlatacaksınız?

Bu bir seçme meselesidir ve ünlü Alman atasözünde söylenildiği gibi, “Seçmek işkencedir!”

Atatürk hakkında bir belgesel yapmak gazete hazırlamaya benziyor.

Haberlerde neyi büyük, neyi küçük göreceğiniz önemli.

Ben şu kadarını söyleyeyim: Atatürk’le ilgili bazı açıklamaları beğenmeyenlerin belgesele karşı çıkma hakları vardır ama Can Dündar’a gösterilen tepkiler çok aşırı.

Bugüne kadar bağrına bastıkları Dündar’ı neredeyse vatan hainliğiyle suçlayacaklar.

Beğenmeyen beğenmediğini söylesin ama ölçülü olsun.

***

Bu belgeselde Atatürk’le ilgili hiçbir bilinmeyen yok. Bazı kişiler belki bunları ilk kez duyuyorlardır ama bu konuda kitap okuyanlar, bütün bu detayları bilir.

Kaldı ki Atatürk’ün manevi oğlu gibi konular manşetlerde, gazete sayfalarında çarşaf çarşaf işlenmiştir.

Ne Zübeyde Hanım’ın ikinci evliliği sırdır ne de diğer konular.

Benim Can’a katılmadığım nokta, devlet kurucu dâhiyi bütün dünya ayakta alkışlamışken ille de kişisel zaaflar konusuna odaklanmaktır.

Bunlar teferruattır.

Onun bütün hayatını, savaşlarını, dünyanın hayranlığını çeken reformlarını ve büyük kişiliğini kapsamlı olarak anlatırsınız da ayrıntı olarak zaaflarına da eğilirsiniz.

Her şey gibi bu da bir ölçü meselesi.

Ama şu unutulmasın: Can en iyi Atatürk uzmanlarından birisidir ve onu karalamak gibi bir niyeti asla olamaz.

***

Bence bütün bunların sebebi ne biliyor musunuz?

Atatürk konusunda hâlâ aşamadığımız komplekslerimiz.

Yirmi yıldır kaç kere yazdım bilmiyorum: Türk toplumunun Atatürk’le ilişkisi, baba oğul ilişkisine benzer.

Her çocuk önce babasını gözünde büyütür, onun dünyanın en kahraman insanı olduğunu, herkesi dövebileceğini düşünür.

Biraz büyüyünce bakar ki babası öyle bir kişi değil bu kez aşırı bir tepkiyle babasını yerin dibine sokar, olmadığı kadar zayıf görür.

Ama üçüncü aşamada her şey yerli yerine oturur ve babasını anlar, kavrar, ona saygı duyar.

Türkiye şu anda ne yazık ki ikinci aşamayı yaşıyor.

Atatürk’e hiç yakışmayan askeri darbelerin resmi Atatürk baskıları sonrasında bu sefer de Atatürk’te kusur aranıp duruluyor.

Bu da geçecek ve biz yakında gerçek Atatürk’ü kavrayacağız.

Hiç şüpheniz olmasın.

Atatürk’ün büyük devrimciliği bu tartışmaları ezer geçer.

Mine G. Kırıkkanat

Demokrasi terazisi, kefelerinde iktidarla muhalefetin, çoğunlukla azınlığın, aptalla akıllının, bilgelikle cehaletin, erkekle kadının ve tabii, övgüyle eleştirinin dengelediği bir ‘ölçü’ rejimidir. Hep aynı kefe ağır çekerse, ne dengeden söz edilebilir, zaten ne de ölçüden ve demokrasiden.

Türkiye’de kafalar demokrat olamadığı için mi kefeler dengesiz, yoksa terazinin ayarı bozuk olduğu için mi hep aynı kafa ağır basıyor, kararsızım.

Can Dündar’ın belgesel film çalışması Mustafa’yı 27 Ekim’de Dolmabahçe’de düzenlenen gala gecesi izledim.

Mustafa’sıyla, Kemal’iyle çerçevelenmesi çok güç bir dâhi, tarihin akışını, dünyanın niyetini ve Türklerin kısmetini değiştirmiş Atatürk’ün insan olduğunca insanüstülüğünü tek bir filme sığdırmak mümkün mü? Elbette hayır.

Can Dündar’ın belgesele çizdiği çerçeve ve odaklandığı açıdan başarılı bir çalışma yaptığını düşünüyorum.

***

Ben mi cahilim, yoksa başkaları çok bilmiş numarası mı yapıyor bilmiyorum, ama şahsen Mustafa filminden Atatürk hakkında bilmediğim pek çok ayrıntı öğrendim. Örneğin Fransızca, ‘yazım’la malul bir dildir. Çoğu Fransız, doğru konuşur, yanlış yazar. Oysa Atatürk’ün Corinne’e yazdığı mektuplarda, ekranda görebildiğim kadarıyla Fransızca yazım kusursuzluğuna hayran kaldım.

Örneğin cahil şahsımın 1985 yılında, İspanya’da ‘astrofizik’ konulu bir konferansta keşfedip benimsediği ‘Tanrı’ tanımına ve insanı Tanrı’nın bir parçası olarak kaderini değiştirmeye yetkin kılan bilince Atatürk’ün seksen küsur yıl önce varıp, olağanüstü sağlamlıkta bir mantık ifadesiyle yazıya döktüğüne, sevinçle şaşırdım!

Mustafa filminden çıktığımda, dul annesinin ikinci evliliğini içine sindiremeyen bir çocuğu, aptallık ve geriliğe tahammül edemeyen bir dehanın uğruna baş koyduğu ideale varmak için sabırsızlığını, hızına yetişemeyenlerin yanındaki kaçınılmaz yalnızlığını ve yalnızlığın kendisini ister istemez sürüklediği aşırılıkları daha çok seviyordum.

Başka bir deyişle, Atatürk’ü daha çok seviyorum artık.

***

Film hakkında tek eleştirim var, o da müziğinin Goran Bregoviç’e ısmarlanmış, ‘uçakta besleteyiverdi’ diye övünülmüş olması. Bir, böylesi iddialı bir filmin müziği şıpınişi bestelenecek kadar ciddiyetsiz olmamalıdır.

İki: Goran Bregoviç, sekiz yıldan beri yeni beste yapamıyor, zaten Mustafa’da kullanılan temalardan biri fena halde Arizona Dream kokuyor, öteki de Sezen Aksu’nun ’Düğün ve Cenaze’albümünde, üzerine Gül isimli şarkının okunduğu, zaten o şarkıya da yine Bregoviç’in eski bir ’soundtrack’inden oturtulmuş bir ’remake’.

Oysa Türkiye’de bu filme beste yapacak genç ve güçlü besteciler var. Fatih Akın’ın dünyaya ‘Crossing The Bridge’ filmiyle tanıttığı müzik potansiyeli ortadayken, Mustafa filmi için oportünist bir yaklaşımla, illa ki Boşnak ve ’dünyaca ünlü’diye Goran Bregoviç’in bayat besteciliğine başvurulmasını (herhalde tonla da para ödenmesini) pek anlayamadım.

Ama Can Dündar, “Eğer Türk besteci seçersem niye biri değil de öteki derler, başımın etini yerler,” diye düşündüyse haklıdır.

Çünkü cephe geniş: Cumhuriyetçiler ve cumhuriyet düşmanları, belki de ilk kez birleştiler, filmi yerden yere çalıyorlar. Atatürk’ün çağdaşı olsa süpürgeyle kovalayacağı adamlar (örneğin Ahmet Hakan) bile Atatürk’e dair bir filmden nasıl para kazanılmamalıymışın dersini veriyor, para konusuna girmeyenler de Atatürk’e dair film nasıl yapılmaz, nasıl yapılırı öğretiyorlar. Pes!

Oysa Atatürk’ten bir değil, bin belgesel çıkar. Can Dündar’ın Mustafa’sını beğenmeyenler Kemal, Kemal’i beğenmeyenler Atatürk filmi yapabilirler. 70 yıldır ilk girişeni taşlamak için mi beklediler?

***

8 Kasım Cumartesi günü Tüyap Kitap Fuarı Literatür standında yine okurlarımla birlikte olacak ve son romanım Destina başta, kitaplarımı, kitaplarınızı imzalayacağım.

Londra Bridge Center kurumundan İngiliz tıp uzmanları, embriyodaki kalıtsal hastalıkları tarayan ve hızlı sonuç veren ve 15.000 kalıtsal hastalığı kontrol eden bir test geliştirdi. Yeni testle kalıtsal hastalıkları olan ailelerin yapay döllenmeyle sahip oldukları embriyo, ana rahmine yerleştirilmeden önce taranabilecek. Bu tür taramalar genelde tek bir hastalık için yapılabiliyor ya da tarama çok uzun sürüyordu.

Nilgün Özbaşaran Dede

Açıklamalara göre 1800 Avro civarındaki test önümüzdeki yıldan itibaren kullanılabilecek. Testi ekibiyle birlikte geliştirilen Alan Handyside, The Times Gazetesi’ne, yöntemin Beşeri Döllenme ve Embriyoloji İdaresi (Human Fertisilation and Embryology Authority /HFEA) tarafından onaylandığını bildirdi.

7 Kasım 2008

İstanbul Devlet Opera ve Balesi (İDOB), 10 Kasım’da Kültür Üniversitesi’nde ”Atatürk’ün sesi” adlı bir konser verecek. Konserde, Carl Orff’un ”Carmina Burana” adlı eserinden bir bölümün yanı sıra Sabahattin Kalender, Muammer Sun, Selman Ada, Dede Efendi ve Ahmet Adnan Saygun gibi Türk bestecilerin yapıtları seslendirilecek.

İstanbul – İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nden (İDOB) yapılan açıklamada, Büyük Önder Atatürk’ün ölümü nedeniyle verilecek konserde Carl Orff’un ”Carmina Burana” adlı eserinden bir bölümün yanı sıra Sabahattin Kalender, Muammer Sun, Selman Ada, Dede Efendi ve Ahmet Adnan Saygun gibi Türk bestecilerin yapıtlarının seslendirileceği kaydedildi.

Orkestra şefliğini Serdar Yalçın, koro şefliğini ise Gökçen Koray’ın yapacağı belirtilen açıklamada, konserde Orhan Kurtuldu ve Özlem Abacı’nın anlatıcı, Gökhan Akyüz, Deniz Erdoğan, Gülbin Kunduz, Alpaslan Mater, Necat Pınazoğlu, Hande Soner, Gökhan Ürben ve Ayşen Zülfikar’ın da solist olarak yer alacakları ifade edildi.

Özellikle ülkemize kaçak yollardan giren oyuncakların üzerinde bulunan boyaların kurşun içeriğinin fazla olduğu ve çocuklarda ‘kurşun zehirlenmelerine’ yol açtığı belirtiliyor

Çocukların vazgeçilmez mutlulukları olan oyuncaklar, seçimi yanlış yapıldığı zaman kâbusları haline gelebiliyor. Ülkemize kaçak yollardan giren, sokaklarda, mahalle aralarında satılan ve denetimi yapılmayan oyuncakların çocukların sağlığı ve gelişimi açısından son derece zararlı olduğu belirtiliyor. Hekimlere göre özellikle Çin malı oyuncakların üzerindeki boyalar, kurşun zehirlenmelerine yol açarak ciddi sağlık sorunlarına neden oluyor.

Türkiye’de satılan her 10 oyuncaktan 9’unun Çin başta olmak üzere Uzakdoğu ülkelerinden ithal edildiği, çocuk başına yıllık oyuncak tüketimimizin 5-6 dolar seviyelerinde olduğu, AB ülkelerinde ise çocuk başına yılda 250-500 dolar düzeyinde oyuncak tüketildiği belirtiliyor.

Geçen yıllarda da dünyanın sayılı oyuncak firmaları arasında yer alan ABD şirketlerinden Mattel 20 milyona yakın oyuncağını, RC2 şirketi ise Thomas&Friends isimli oyuncak trenlerini kurşun içeren boyası nedeniyle toplatmıştı.

İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Özgür Kasapçopur, özellikle kaçak yollarla ülkemize giren oyuncakların üzerindeki boyaların kurşun içeriğinin fazla olduğunu vurguladı. Kasapçopur, “Bu oyuncaklarla temas eden çocuklarda kurşun zehirlenmelerine rastlanıyor. Genellikle kronik bulgularla ortaya çıkan hastalıkta çocukların büyüme, gelişme ve öğrenme yeteneklerinde bozulmalar meydana geliyor” dedi. Hastalığın akut belirtiler vermediğini bu nedenle anlaşılmasının zor olduğunu anımsatan Kasapçopur, ailelerin çocuklarında halsizlik, büyüme ve gelişiminde anormallik, tedavilere yanıt vermeme ve kansızlık gibi durumlara rastlanması halinde bir hekime başvurmaları gerektiğinin altını çizdi.

Türkiye Oyuncakçılar Derneği Başkanı Ahmet Alioğlu ise ülkemize giren oyuncakların denetiminin son yıllarda daha da yaygın hale geldiğini anımsattı.

Alioğlu, “Büyük mağazalarda kaçak ürün yoktur ancak ufak mağazalarda, sokak aralarında bunlara rastlamak mümkündür. Yurttaşlar özellikle oyuncak alırken kullanma kılavuzu, firmanın adresi ve telefonu, hangi yaş grubuna ait olduğuna, ürünün markasının olup olmadığına dikkat etmelidir” açıklamasını yaptı.

Migren olmak aslında o kadar da kötü değilmiş. Seattle kentindeki Fred Hutchinson Kanser Araştırmaları Merkezi’nden doktor Christopher Li araştırmaları neticesinde, migreni olan kadınların meme kanserine yakalanma riskinin yüzde 30 daha az olduğunu açıkladı.

Chicago- Seattle kentindeki Fred Hutchinson Kanser Araştırmaları Merkezi’nden doktor Christopher Li, genelde migren geçmişi olan kadınlarda, hiç olmayanlara nazaran meme kanseri riskinin yüzde 30 düşük olduğunu bulduklarını ifade etti.

Araştırmacılar, bu araştırmayla meme kanseri ile migren arasındaki ilişkinin ilk kez incelendiğini ve sonuçlarının, kadınlarda meme kanseri riskini azaltmak için yeni yollar açabileceğini ifade etti.

Seattle bölgesinde menopoz sonrası meme kanserine yakalanan 1.938 ve meme kanserine yakalanmamış 1.474 kadın üzerinde yaptıkları iki çalışmayı analiz eden Li ve meslektaşları, bu kadınlardan migren teşhisi konmuş olanlarda meme kanserine yakalanma riskinin yüzde 30 az olduğunu buldu.

Migren geçmişi olan kadınlarda meme kanseri riskinin az olmasının nedeni tam olarak açıklanamasa da, Li ve meslektaşları, bunda hormonların rol oynadığını tahmin ediyor.

Li, araştırma sonuçlarının dikkatli yorumlanması gerektiğini ve bu sonuçların meme kanseri riskinde olası bir yeni faktöre işaret ettiği uyarısında bulundu

Sabah Gazetesi, Ahmet Altan ve surekasi Turk Silahli Kuvvetlerini yipratmak uzere ciktigi destekli (!!) yolda yalan, dolan ve hileye kadar geldi, alcakligin bu kadarina soylenecek her soz yetersiz kalir.

Asagidaki haber Kanal 1’in sitesinden alinmistir.

http://www.kanal1.com.tr/haber,Goruntuler-Aktutun-e-110-km-uzaktan,95740964D8FB4DBB89E58289481E959C.html

Habercilik güven mesleğidir. Sayfaya ya da televizyonda bülteninize girecek haberlerin titiz bir elekten geçmesi gerekir. Çünkü haber, habercinin namusudur. Ve o müessese hiç bir şekilde riske edilemez.

İşte size yeni örnek: Dün Taraf Gazetesi’nde yer alan fotoğrafların üzerindeki başlıkta şunlar yazıyordu: Aktütün’ü itiraf edin demiştik. Biz açıklıyoruz. İç sayfalardaki başlıkta ise, ‘canlı yayında karakol baskını’ deniyordu.

Ne diyor gazete ve haber bültenleri: Tarih 3 Ekim’i yani saldırı gününü gösteriyor. Saatler ise olaydan 3.5 saat öncesini. Ve teröristler ne yapıyor. Az sonra saldıracaklar ve siper kazıyorlar.

Bir başka fotoğrafın altındaysa, “casus uçaklar, saldırı anını karargaha da canlı izletti” deniyor. Yani bu görüntü saldırı anında çekilmiş. Ne demiştik; bu görüntüler, haber ajansının servisiyle haber bültenlerinde de aynen kullanıldı. Ve yine biz ne demiştik, haberciliğin yeni hastalığı yapıştırmacı gazetecilik.

Çünkü bakın; saldırı günün gösteren ve olaydan 3.5 saat önce çekilen bu görüntüler nereden? Zaten üzerinde de var. 37. 09 enlem, 44.07 boylam. Neresiymiş, Kuzey Irak. Aktütün ya da yakını değil. Peki, Aktütün’e mesafe ne? Kuş uçuşu 20 kilometre. Peki dağları aşıp, yürüyerek gittiğinizde mesafe ne? 65-70 km. Peki, siz hiç 65-70 kilometreden ve dağların ardından insan öldürebilen tüfekler gördünüz mü?

Diyelim ki teknolojik gelişmelerden haberimiz yok. Başka bir fotoğrafta enlem ve boylam 36.20’ye 45.04 . Peki nereye denk geliyor? İran sınırına yakın. Daha da açalım, Kandil Dağı. Mesafe ne? 110 Km. Unutmadan bu da kuş uçuşu. Çünkü yürüme mesafesi dağları da hesaba katında 200 km. Hadi dağların ardından 65-70 km’den vurdu bu teröristler, bari 200 kilometreden vuramazsın değil mi?

Bir kez daha hatırlatalım. Bu mesafeler kuş uçuşu, haberciliğin de kuş gibi uçmasıyla bir ilgisi yok ama komik bir durum.
Bütün bunları söyledikten sonra altını çizelim, Kanal 1 Haber Merkezi, insanın saçının teline gelen zarardan bile hesap sorabilme özgürlük ve anlayışına sahip. Tabi ki bu olayda zafiyeti olanlar varsa gerekli yaptırım uygulanmalı. Ancak buradaki mesele, habercilik mesleğinin asgari kontrol mekanizmasının işlemesini sağlayıp sağlayamamak.

Bu görüntü ve fotoğraflarda Aktütün yok. O bölgeye çok uzaklarda yapılan istihbari çalışmaların ürünü bunlar. Tabi teröristler bu kadar izlenebiliyorsa, yapılacak bir şeyler yok mudur? Sorusu bir başka konu. Yapıştırmacı gazeteciliğin son örneğini sunalım istedik. Üzerinde yazan rakamları bile merak etmeden. Bu rakamların nereyi işaret ettiğini öğrenmeden, tut kulağından çek ve at haberlerin arasına. Bu editoryal kalibrenin amacını sorgulamak bile gelmiyor insanın içinden değil mi?

http://www.kanal1.com.tr/haber,Goruntuler-Aktutun-e-110-km-uzaktan,95740964D8FB4DBB89E58289481E959C.html

Kriz hakkında uyarılarda bulunanları ‘kriz edebiyatı yapmakla ve yangına körükle gitmekle’ suçlayan Başbakan Erdoğan, neden yurtdışındaki paraların Türkiye’ye gelmesi için her türlü güvenceyi veriyor. Yoksa kriz yavaş yavaş Türkiye’yi de mi etkilemeye başladı?

Önce bir durum tespiti yapalım. Herkesin bildiği bir tespit olacak ama yine de hatırlatmakta fayda var. Görünen o ki, devlet yönetimi olup bitenlerden ya habersiz ya da görmezden gelmeye çalışıyor.

Tespit şu: Dünya büyük bir ekonomik kriz ile çalkalanıyor. Ve ABD merkezli krizin sonunun gelip gelmediği ve dibe vurulup vurulmadığı halen belirsiz. Her gün krizin yeni bir boyutu ile karşı karşıya kalınıyor. Yine her gün ABD’de bir bankaya el konuluyor. Bugüne kadar el konulan banka sayısı 15’e çıkmış durumda.

Dünyanın gelişmiş ülkeleri toplanıp, krize karşı önlem alıyor. Avrupa Birliği ülkeleri hiçbir bankanın batmasına izin verilmeyeceğini, gereken her türlü desteğin sağlanacağını açıklıyor.

Dünyanın hatırı sayılır ekonomistleri; krizin, dış borcu yüzünden Türkiye’yi de etkileyeceğini altını çizerek söylüyor.

Türkiye’de iş dünyasından finans kesimine kadar herkes krizin olası etkileri için hem kamuoyunu bilgilendiriyor hem de ekonomi yönetimini uyarıyor. En son Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği de (TÜSİAD) aynı uyarıyı yaptı. Ne dedi TÜSİAD Başkanı Arzuhan Doğan Yalçındağ: “Yapısal reformlar tamamlanmış olsaydı, küresel dalganın sınırlarımıza ulaştığı bu günlerde biz de sınırlarımızı biraz daha sağlamlaştırmış olurduk. Olumsuz konjonktürel gelişmelere karşı gerektiğinde çok hızla müdahale edebilecek biçimde her türlü hazırlığı yapmalı, daha da önemlisi piyasaları hazırlıklı olduğumuza ikna etmeliyiz.” okumaya devam edin…