Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

Sanatseverlere müjde! Devlet Tiyatroları’nın, 19 değişik oyunla 16 turne sahnesinde 61 temsili hedefleyen Türkiye’nin dört bir yanındaki turneleri devam ediyor.

Ankara– Devlet Tiyatroları’nın 2 Şubat’ta başlayan, 19 değişik oyunla 16 turne sahnesinde 61 temsili hedefleyen turneleri devam ediyor. İzmir, Ankara, Diyarbakır, Adana, Van ve Konya Devlet Tiyatroları, birbirinden farklı oyunlarıyla Türkiye’nin dört bir yanındaki sanatseverlerle buluşuyor.

Ankara Devlet Tiyatrosu ise, Hasan Erkek‘in yazdığı, Vacide Öksüzcü‘nün yönettiği “Eşik” adlı oyununu 18-19 Şubat tarihlerinde Elazığ Devlet Tiyatrosu Devlet Korosu Konser Salonu’nda; 20-21 Şubat tarihlerinde Malatya Devlet Tiyatrosu Sabancı Kültür Sitesi’nde oynayacak.

İzmir Devlet Tiyatrosu, Muharrem Buhara‘nın yazdığı, Musa Zindan‘ın yönettiği “Ayının Fendi Avcıyı Yendi” adlı çocuk oyunu 16 Şubat Pazartesi günü Kuşadası’nda temsil edecek. 20 Şubat Cuma günü ise aynı oyun Muğla’da küçük sanatseverlerce izlenebilecek. Ahmet Mithat Efendi‘nin yazdığı, Türel Ezici‘nin uyarladığı, Levent Suner‘in yönettiği “Felatun Bey ve Rakım Efendi” ise 20 Şubat Cuma günü Muğla’da sahnelenecek.

Adana Devlet Tiyatrosu ise; Anton Çehov‘un yazdığı, Kemal Demirel‘in uyarladığı, Petru Vutcarau‘nun yönettiği “6. Koğuş”u 19 – 21 Şubat tarihleri arasında sürekli turne sahnesi Gaziantep Devlet Tiyatrosu’nda temsil edecek. Willy Russel‘ın yazdığı, Sevgi Sanlı‘nın çevirdiği, Işıl Kasapoğlu‘nun yönettiği “Rita’nın Şarkısı” adlı oyun ise 25 – 27 Şubat tarihleri arasında Hatay’da sahnelenecek.

Meral Babacan‘ın yazdığı, Fatih Kahraman‘ın yönettiği çocuk oyunu olan “Yağmurla Gelen” ise 26 – 28 Şubat tarihleri arasında Gaziantep Devlet Tiyatrosu’nda küçük seyircileriyle birlikte olacak.

Diyarbakır Devlet Tiyatrosu; Işıl Kasapoğlu‘nun yazdığı ve yönettiği “Dünyanın Eski Zamanlarında” adlı oyununu 16 Şubat Pazartesi günü Ergani’de sergilendikten sonra; 17 Şubat Salı günü Kocaköy’de; 23 Şubat Pazar günü Eğil’de ve 24 Şubat Pazartesi günü Lice’de sahneleyecek.

Van Devlet Tiyatrosu; Proje ve yönetmeni Emre Basalak‘a ait olan çocuk oyunu “Cuco Bilmiyor”u 23 Şubat Pazartesi günü Bitlis’te temsil edecek. Nazım Hikmet‘in yazdığı, Işıl Kasapoğlu’nun sahneye uyarlayıp yönettiği “Şu 1941 Yılında” adlı oyun 23 Şubat Pazartesi günü Bitlis’te; 24 Şubat Salı günü ise Tatvan’da sanatseverlerle buluşacak.

Konya Devlet Tiyatrosu’nun, Nikolay Gogol‘un yazdığı, Koray Karasulu‘nun çevirdiği, Tomris Çetinel‘in yönettiği “Evlenme” adlı oyunu ise 25- 26 Şubat tarihlerinde Elazığ Devlet Tiyatrosu Devlet Korosu Konser Salonu’nda; 27-28 Şubat tarihlerinde ise Malatya Devlet Tiyatrosu Sabancı Kültür Sitesi’nde sahnelenecek.

Türkiye’de şu ana kadar 2 milyonu aşkın seyirciye ulaşan Çağan Irmak’ın ”Issız Adam” adlı filmi Avrupa’ya açılıyor. Irmak’ın filmi 12 Mart’tan itibaren 10 Avrupa ülkesinde vizyona girecek.

Ankara”Issız Adam” Avrupa’ya açılıyor. Alman Kinostar firmasınca 12 Mart’tan itibaren dağıtımı yapılacak film, Almanya, Avusturya, Fransa, İsviçre, Belçika, Hollanda, Danimarka, İsveç, Norveç ve İngiltere’de yaklaşık 100 kopyayla vizyona girecek.

Filmin Avrupa galaları, 8 Mart’ta Londra’da, 9 Mart’ta Köln’de, 10 Martta Frankfurt’ta ve 11 Mart’ta Berlin’de oyuncular ve yönetmen Irmak’ın katılımıyla yapılacak.

Ayrıca, filmin 23 Mart’tan itibaren DVD’sinin de satışa çıkacağı bildirildi. Filmin kamera arkasından görüntülerin yanı sıra ekiple röportajların yer aldığı DVD’de, 6 yabancı dilde altyazı seçeneği ve engelliler için Türkçe altyazı da bulunacak.

Açıklamada, Umut Çocukları Derneğine bağışlanmak üzere sınırlı sayıda çıkarılan filmin müziklerinin yer aldığı CD’den bugüne kadar 155 bin adet satıldığı kaydedildi. ”Issız Adam” filmini, Türkiye’de 15. haftasında 2 milyon 765 bin kişi izledi.

22 Şubat’ta sahiplerini bulacak Oscar ödülleri, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de merakla bekleniyor. Ancak böylesine büyük ilgi gören bir sinema olayının iç işleyişiyle ilgili bilgiler pek de yaygın değil. Biz de bu durumdan yola çıkarak sizler için kapsamlı bir “Oscar’la İlgili Sıkça Sorulan Sorular” dosyası hazırladık. Aşağıdakiler dışında sorularınız varsa yazının devamına yorum olarak ekleyebilirsiniz.

1) Oscar Ödülleri’ni her zaman Akademi mi vermiş? İlk kez ödüller nasıl verilmiş?
Oscar ödülü en baştan beri Sinema Sanatları ve Bilimleri Akademisi‘nin (AMPAS) verdiği bir ödüldür ve resmi adı da ‘Akademi Liyakat Ödülü’dür. İlk Oscar töreni de zaten Akademi’nin kurulduğu 1927 yılında verilmiştir. Dolayısıyla ikisinin de kurucusu Metro Goldwyn Mayer‘ın efsane patronlarından Louis B. Mayer‘dır. Bu konudaki oluşumun başlıca nedeninin de sektörün imajını geliştirmek olduğu belirtilir. Oscar’ın ismi ile ilgili ise farklı söylentiler vardır. Bunların içinde en yaygın söylenti Akademi genel sekreteri Margeret Herrick‘in heykelciği amcası Oscar‘a benzetmesidir. Benzer bir başka söylentiye göre ise, bu ismi heykelciği eski kocasına benzeten Bette Davis koymuştur.
2) Oscarlara hangi film ve kişiler aday olabiliyor?
Kabaca, o sene içerisinde Amerika Birleşik Devletleri’nde vizyona girmek bir filmin ve içinde barındırdığı isimlerin adaylık için yarışmasını sağlayan bir koşul. Bu konuda yaygın dağıtım gibi bir koşul aranmıyor ve filmin en az bir hafta Los Angeles’taki bir sinemada gösterime çıkması yeterli sayılıyor. Akademi her sene sonunda bu filmlerle ilgili bilgileri içeren bir kataloğu üyelerine yollar. 3) Bir oyuncunun yardımcı mı başrol mü olduğuna kim karar verir?
Bu ayrım konusunda öncelikle filmin yapımcıları ve söz konusu oyuncu kendisi karar verir. Elbette ödülleri dağıtan diğer kuruluşlar gibi Akademi’nin de bu tercihe uymak gibi zorunluluğu yoktur. Ancak özellikle Akademi üyeleri bu konuda oyuncuların tercihlerine saygı gösterir. Elbette istisna durumlar da yaşanabiliyor. Nitekim bu sene içinde “Revolutionary Road”la başrol, “The Reader”la yardımcı kategoride yarışmayı tercih eden Kate Winslet‘i Akademi ‘en iyi kadın oyuncu’ kategorisinde “The Reader”la aday göstermiştir. Oyuncuların bu tercihlerinin sebebi de yine oyuncu kategorilerindeki bir kuraldan ötürüdür. Kurala göre bir oyuncu o sene aynı kategoride iki filmle yarışamaz. Dolayısıyla oyuncular da kendi kendilerinin rakibi olmamak ve oy bölünmesini engellemek için bu tip bir stratejiye girerler ve eğer şansları yaver giderse aynı sene içinde iki adaylıklarını farklı kategorilerde alırlar. 4) Aday gösterilen bir film ya da kişi, yapımcının ya da o kişinin talebiyle adaylıktan çekilmek isterse bu mümkün mü? Geçmişte bunun örneği yaşandı mı?
Bu soruya en güzel cevabı aslında George C. Scott‘ın durumunu anlatarak verebiliriz. Bu tip ödüllere karşı çıkan oyuncu “Patton” filmiyle aday olmayı bile reddetmiştir. Ancak Akademi, onu dinlemeyip oyuncuyu ‘en iyi erkek oyuncu’ kategorisinde aday göstermekle kalmayıp Oscar’ı da ona vermiştir. Elbette Scott törene katılmamış ve ödülü de hiçbir zaman kabul etmemiştir. 5) Eleştirmenlerin adaylık öncesinde bir etkisi bulunuyor mu?
Dolaylı yoldan, evet. Yüzlerce filmin vizyona girdiği bir senenin sonunda her Akademi üyesinin bu filmlerin tamamını izlemiş olmasının çok zor olduğunu düşünürsek, eleştirmenler bir nevi ön süzgeç görevi görüyor diyebiliriz. Sene içerisinde filmlerle ilgili çıkan yorumlarda yer alan “Oscar’a aday olmalı” referansı bu anlamda üyelerin dikkatini çekmesi açısından önemli. Eleştirmen birliklerinin yıl sonunda verdikleri ödüllerde bahsettikleri isimler de bu şekilde Oscar radarına giriyor diyebiliriz. Ancak elbette bunların hiçbir kesinliği bulunmuyor. Sadece o isim veya filme dikkat çekmiş oluyor ve filmlerin yapım şirketlerine de gerekli reklamı yapmaları için malzeme sunuyor. Bir nevi bunlardan ipuçları alarak adaylarını belirleyen, Altın Küreleri dağıtan Hollywood Yabancı Basın Birliği (HFPA) de bu etkinin en güçlü yanını temsil ediyor. Eleştirmen birliklerinin yanında bireysel olarak öne çıkan isimler de olabiliyor. Tek başına bir güç olarak kabul edebileceğimiz film eleştirmeni Roger Ebert veya Amerikan eğlence sektörünün en önemli isimlerinden Oprah Winfrey‘nin 2005 yılında “Çarpışma” (“Crash”) için yaptıkları propagandaları hatırlayabiliriz. 6) Meslek birliklerinin adaylık aşamasında bir etkisi bulunuyor mu?
Eleştirmenlere nazaran daha güçlü bir etkisi olan meslek birlikleri, Akademi’nin içinde yer alan meslektaşlarına bir nevi yol gösteriyor diyebiliriz. Ancak elbette meslek birliklerinin yıl sonu seçkileriyle Akademi her zaman bire bir uymayabiliyor. Bunun en önemli sebebi de tüm birlik üyelerinin Akademi üyesi olmaması elbette. Örneğin Yönetmenler Birliği (DGA) üyeleri toplamda 13.000 civarında üyeye sahipken Akademi’ye üye olan yönetmenlerin sayısı 370 civarı olarak belirtiliyor. Ancak yine de Akademi üyeleri genelde meslektaşlarıyla benzer çizgide ilerliyor ve o sene ‘meslek birliği ödülleri’ni almış olanların şansı da artıyor. Yine DGA üzerinden gidersek 1949’dan beri Akademi ve DGA en iyi yönetmen konusunda sadece 6 kere uyuşmazlık sergilemişlerdir. 7) Yabancı dilde en iyi film adayı olmak her zaman daha fazla rekabete sahne oluyor. Bu dalda yarışan bir filmin adaylık şansını artırmak için neler yapması gerekiyor?
Bu kategori her zaman tam bir muamma ve tahmin edilemezliğini de koruyor. Bu kategoride oy kullanmak için başvuran filmlerin hepsini izlemek gerekiyor. Tüm filmleri izleyecek vakti olan üyeler de genelde emekli ve yaşlı kişiler olduğu için, özellikle son yıllarda bu kategoride eski moda filmlerin ön plana çıktığı görülüyor. Ancak bu sene getirilen bir kararla beraber, bu yaşlı üyelerin seçimlerine müdahale edebilmek ve dünya sinemasında öne çıkmış kimi filmlerin aday olma şansını artırmak için, özel olarak kurulmuş bir üst komitede 9 finalist içine girecek 3 film önceden belirlenmiştir. Elbette hangi kesimin hangi filmleri seçtiği bilinmemektedir. Bu belirsizliğe rağmen, ülkeyi temsilen gönderilen filmlerin sadece Akademi’ye değil, aynı zamanda basına da gösterilmesi ve önemli eleştirmenlerden destek alması; özellikle Toronto gibi Kuzey Amerika için önemli bir festivalde boy göstermesi, hatta bunun sonucunda ABD’de bir dağıtım şirketi tarafından dağıtım haklarının satın alınıp vizyona girmiş olması şansını artırabilir. Ancak tüm bu koşullar, yukarıda belirttiğimiz sebeplerle adaylığı garantilemez. 8) Meslek birliklerine üye olmayan kişilerin çektiği bağımsız bir filmin adaylık alma şansı var mı?
Meslek birliğine üye olmayan birisi zaten bir Amerikan prodüksiyonunda çalışamaz. Bunun en bilinen örneklerinden birisi Martin Scorsese‘nin kadrolu montaj editörü olan Thelma Schoonmaker‘dır. Öğrenciliklerinden beri tanışmalarına rağmen Schoonmaker, zamanında ‘erkekler kulübü’ olarak anılan söz konusu meslek birliğine yıllarca kabul edilmediği için “Raging Bull”a kadar Scorsese‘yle birlikte çalışamamıştır. Yönetmen veya yapımcının meslek birliğine üye olmaması doğal olarak filmi de yabancı bir prodüksiyon haline getirir. Bu bağlamda da çeşitli festivaller, Amerika’da güçlü bir şirket tarafından dağıtımının sağlanması ve yine agresif bir reklam kampanyasıyla çeşitli adaylıklar alınabilir. 9) Oylama nasıl gerçekleştiriliyor?
Adaylık aşamasında her Akademi üyesi temsil ettiği bölümle ilgili kategorilerde oy verir. Üyelerin tamamı ‘en iyi film’ için oy verebilir. Söz gelimi Akademi üyesi olan Meryl Streep, oyuncu kategorilerindeki favorilerini yazar; Steven Spielberg ise yönetmen kategorisindeki beş favorisini sıralar. Her iki isim bunun yanında bir de ‘en iyi film’ kategorisinde oy kullanabilir. Yani herkes, ‘en iyi film’in yanında uzmanı olduğu kategoride adaylar için oy kullanır. Kazananları belirlemek için ise üyeler uzmanlık aranmadan (Yabancı Film, Belgesel, Kısa film gibi dallar dışında) çoğu kategori için oy verebilir. 10) Oylar hangi sistemle değerlendiriliyor, nasıl sayılıyor?
Adaylık için gerçekleştirilen oylamanın sistemi aslında çok karışık bir sistem olarak görülür. Aday olmak için o kategoride yollanan oyların 1/6’sı kadar + 1 oy toplamak gerekmektedir. Her Akademi üyesi, sorumlu olduğu kategorilerde ilk 5 tercihini sıralar. Sayım yapılırken öncelikle ilk tercihlere bakılır. Eğer bu ilk tercihlerde 1/6 + 1 sayısını bulmuş bir film varsa otomatikman adaylığa alınır. Bu sistem sayesinde ilk 5 sıralamanın tamamına bakmaya bile gerek kalmayabilir. Hatta ilk tercihlerde 1/6’yı bulmuş 5 aday çıkıyorsa, 2. tercihlere bile bakılmaz. Kazananlarda ise basit bir biçimde çoğunluk aranmaktadır.
Oyları ise yıllardır PricewaterhouseCoopers şirketinden 12 görevli saymaktadır. Bu ekip tüm oyları elleriyle saymakta ve bu işlemlerde tamamıyla eski usül; kağıt, kurşun kalem sistemiyle yapılmaktadır. Bilgisayar gibi teknolojik ürünler sayım aşamasında yer almaz. Ayrıca bu kişiler, adaylar veya kazananlar açıklanana kadar da dış dünyadan kimseyle iletişim kuramazlar. Zarflar da yine aynı şirketin sağladığı güvenlikle törenin yapılacağı binaya getirilir ve her zarf bizzat ödülü sunacak olan kişilerin eline sahneye çıkmadan hemen önce verilir. 11) Ödül gecesinin organizasyonunu Akademi mi yapıyor, yoksa düzenli olarak bu geceyi organize eden bir kurum var mı?
Ödül töreni organizasyonunu Akademi üstleniyor. Ancak daha önce de belirttiğimiz gibi töreni organize etmek için bu işin ehli yapımcılar kiralanıyor ve törendeki çeşitli işleyişlere de onlar karar veriyor. Son 20 yılda toplam 14 törenin yapımcılığını üstlenen Gil Cates sayesinde Oscar törenleri belli bir çizginin dışına çıkmasa da yapımcı farklılıkları o senelerde dikkat çekiyor. Örneğin bu sene yapımcılığı gerçekleştirecek Bill Condon ve Laurence Mark‘ın geceye katılacakları açıklamamak dışında daha alternatif hazırlıkları da bulunuyor. Elbette bu yapımcıların bu kararları kendi başlarına almıyorlar, Akademi’nin yönetim kuruluna danışıyorlar. 12) Ödülleri sunacak kişileri kim, hangi kriterlere göre belirliyor?
Bu konuda yazılı bir kural olmamakla birlikte törenin yapımcılığını üstlenen isimler ve yazar kadroları yayın sırasında en fazla reyting çekecek isimler üzerine oynar. Amerika’da hayranı oldukları yıldızları orada görmek için televizyonu açıp izleyenler çoğunluktadır ve bu sebeple büyük Hollywood yıldızlarının yanında popüler kültürde önemli hayran kitlesi olan şarkıcılar veya TV yıldızları da törende sunuculuk yapmak için seçilir ve bu isimler törenden önce açıklanarak o hayran kitlelerini TV’ye çekmek amaçlanır. Ancak bu seneki töreni düzenleyen yapımcılar Bill Condon ve Laurence Mark bu sene sunum yapacak olan ünlülerin açıklanmayacağını belirtmişlerdir. Bu ‘sürpriz’li durumun reytingler konusunda yeni bir taktik olduğu açıklanmıştır, ancak ne kadar tutacağı da bu sene görülecek. 13) Ödülleri sunan kişilerin konuşmalarını Akademi mi yazıyor yoksa o kişiler kendileri mi hazırlıyor? Bu konuşmaların içerikleri ne kadar kontrol ediliyor?
Yine töreni düzenleyen yapımcıların kiraladıkları profesyonel TV ve Sinema yazarlarından oluşan bir ekip bu metinleri hazırlar. Örneğin geçtiğimiz sene Jon Stewart‘ın sunduğu törenin metinlerinde Stewart‘ın “The Daily Show” programının yazarları da çalışmıştır. Ödülleri sunan kişilerin de bunlara ufak espritüel katkıları olabilir, zira sunum yapacak olan ünlüler törenden önce salona gelip okuma ve sahne provası yaparlar. İçerikle ilgili ne tip kısıtlamalar getirildiği konusunda net bir bilgi olmamakla birlikte, ailelerin ekran başında olduğu primetime’da bir ulusal kanalda yayınlanması sebebiyle metinlerde argo ve küfürden uzak durulur. Robin Williams sırf bu yüzden gecenin ana sunucusu olma tekliflerini reddetmiştir. 14) Kırmızı halıda giyilen kıyafetler konusundaki rekabet nasıl işliyor? Akademi bu kıyafet konusunun organizasyonuna da müdahele ediyor mu? Ya da modaevlerinden komisyon alıyor mu?
Akademi’nin bu işin içinde olduğuna dair resmi bir bilgi yok. Aslında Akademi’nin bu işe müdahil olması pek de olası değil; çünkü kıyafet seçimleri Akademi’yi değil yıldızları ilgilendiriyor. Bu yüzden modacılar arasındaki rekabet daha çok yıldızları kapmak konusunda gerçekleşiyor. Kırmızı halı denilen organizasyon da zaten yıldızların kendilerine ‘bir nevi’ sponsor olan bu markaların reklamlarını yapmasından ibaret. Elbette bu durumdan Akademi ve töreni yayınlayan kanal da kazançlı çıkıyor. Zira tören öncesinde sadece ‘kim, ne giymiş?’i görmek için bile milyonlarca kişi ekranın başına kilitleniyor. Ancak yine de Akademi’nin moda danışmanlığını yapan isimlerin zaman zaman stil konusunda müdahale çabaları da olmuş. Örneğin 58. Oscar töreninde En İyi Kadın Oyuncu Oscarı’nı kazanan Cher’in giydiği kıyafetle olay yaratmasının ardından ertesi sene moda danışmanları davetlilere ‘Ciddi Bir Aktris Nasıl Giyinmelidir?’ başlıklı bir kitap yollamıştır, Cher bir sonraki sene katıldığı törende sahneye çıkarak bu tavırla da dalgasını geçmiştir. 15) Oscar ödülü alan filmler herhangi bir para ödülü de alıyor mu?
Hayır. Ancak bu filmlerin o sırada sinemadaki seyirci sayısı veya DVD satışı konusunda belirgin bir artış oluyor. Yani Oscar’ın dolaylı bir etkisi oluyor. Aynı şey bireysel başarılar için de geçerli elbette. Oyuncuların film başına aldıkları ücretleri yükseliyor, Oscar kazanan yönetmenler sonraki projelerini daha kolay gerçekleştiriyor, vs. 16) Ödül alan film ve kişiler, Akademi tarafından, töreni takip eden günlerde belirli etkinliklere, gösterimlere katılmak gibi zorunluluklara tabi tutuluyorlar mı?
Bu konuda resmi bir yaptırım olup olmadığı duyurulmamakla beraber, ödül alan kişilerin de en geç o sene içinde birer Akademi üyesi olduğunu düşünürsek kendi içinde bulundukları bu ‘elit’ grubun faaliyetlerine katılmaları da çok anormal olmasa gerek. Ayrıca çeşitli filmlerin korunması için de faaliyet gösteren Akademi’nin muhtemelen ödül alan filmleri direkt arşivlerine alıyor olması muhtemeldir. 17) Akademi üyeleri kimlerden oluşuyor?
Kabaca sektörde çalışan isimlerden (oyuncular, yönetmenler, senaristler, ses teknisyenleri, menajerler vs. ) oluşur. Amerika dışından üyeler olmakla birlikte (çoğunluk 200 civarı üyeyle İngiltere’dedir) genelde Hollywood’da çalışan isimler bulunur. Akademi’nin web sayfasına bakıldığında üyeler kısmında Will Smith, Salma Hayek, Michael Moore veya Peter Jackson gibi isimlerden yer aldığı görülebilir. Ancak üye listesi hiçbir zaman tam olarak açıklanmaz ve tam üye sayısı da verilmez. Yaklaşık 6000 civarında sektör çalışanının Akademi üyesi olduğu sanılmaktadır. Bunların içinde çoğunluk, 1500 civarı üyeyle oyunculardadır. Oyunculuktan gelme yönetmenlerin filmlerinin Oscar’larda başarılı olması ve genelde ‘en iyi film’i kazanan filmlerin en az bir oyuncu adayı çıkarması gibi durumlar da bunun bir sonucu olarak gösterilir. 18) Akademiye nasıl üye olunur?
O kişiye Akademi’den bir davetiye gelmesi gereklidir. Bu davetiyelerin kimlere gönderileceği belirlenirken, halihazırda üye olan isimlerin önerileri ve Oscar’larda adaylık alma veya ödül kazanma gibi koşullar da etkili olmaktadır. Ancak bunların da herhangi bir kesinliği yoktur. Örneğin Sean Penn, daha önce üç adaylık almış olmasına karşın 2004’de Oscar kazandıktan sonra davet edilmiştir. Ancak bunun dışında Oscar adaylığı bile olmayan çeşitli isimler de Akademi’ye davet edilebilir. Scarlett Johansson ve Gael Garcia Bernal bu durumun örnekleri arasında. Ayrıca sektörde farklı işlerle uğraşan isimler sadece bir bölümü temsilen üye olabilir. Örneğin Sofia Coppola üye olurken yapımcılık, yönetmenlik ve senaristlikten birisini seçmiştir. Davet edilen isimler genelde açıklanmakla beraber bu isimlerin davete verdikleri yanıtlar genellikle duyurulmaz. 19) Akademi’nin Oscar dışındaki diğer faaliyetleri nelerdir?
Akademi, Oscar ödülleri yanında çeşitli fon, burs gibi katkılar sağlamakta; aynı zamanda çeşitli filmlerin araştırma ve yenileme çalışmalarını üstlenmektedir. Bunun yanında sene içerisinde çeşitli sergi, retrospektif incelemeler ve film gösterimleri gibi organizasyonlara da imza atmaktadır. Ayrıca 1972’den beri sinema öğrencileri arasında da Öğrenci Oscarları denilen bir ödül vermektedir. Ve pek çok film öğrencisi kariyerlerine bu şekilde başlamaktadır.

 

Kayıp zamanların izini sürmeyi gerçek bir sanata dönüştüren Proust’un takipçileri olarak adlandırabileceğimiz üç farklı yazar… ELİF TANRIYAR tesadüfen aynı dönemin çocukları olan Klaus Mann, İsmet Kür ve İrfan Orga’nın kitaplarını yazıyor.

İsmet Kür:
Pınar Kür’ün annesinden İstanbul hatıraları
1916 doğumlu İsmet Kür, bir yazar, şair ve eğitimci olmasının yanı sıra ünlü bir heykeltıraş olan Işılar Kür ile ünlü bir yazar olan Pınar Kür’ün annesi… “Çocukluğum deyince aklıma İstanbul gelir,” diyerek başladığı anı kitabında, yalnızca çocukluğunu değil 20. yüzyıl başındaki İstanbul’u ve şimdi yitip giden İstanbul’un güzelliklerini de anlatıyor. Tüm bunlar bir İstanbul hanımefendisinin hâlâ cıvıltısını koruyan sesiyle dile geliyor.
Yıllara mı Çarptı Hızımız, İsmet Kür, Everest Yayınları, 271 s., 15 TL

İrfan Orga:
Varlıklı Osmanlı ailesinin öyküsü

Bir Türk Ailesi’nin Öyküsü, kendi başına bir serüvene sahip, kült kitaplardan…
Yazarı İrfan Orga bir Türk olmasına rağmen, sürgünde yaşadığı İngiltere’de 1950 yılında İngilizce yazıp, yayınlatmış kitabını. İlk başta pek dikkat çekmese de bir süre sonra adeta bir mucize gibi satış rekorları kırarak, 20. yüzyılda ilk kez bir Türk yazarın adını dünyaya duyurmuş. Yurtdışında olduğu kadar dönemin Türkiye’sinde de özellikle yabancı dilde eğitim yapan okulların öğrencileri arasında popüler olan kitap, uzun yıllar kulaktan kulağa dolaşmış. Ve ancak 1990’lı yıllarda Türkçeye çevrilerek, bizde de yayımlanmış.
İrfan Orga son Osmanlı dönemiyle Cumhuriyet Türkiyesi’nin ilk 25 yıllık kesiminin canlı bir panoramasını sunuyor. Varlıklı bir Osmanlı ailesinin savaş öncesi son derece renkli ve eğlenceli yaşamından anılarla başlayan kitap, savaşla birlikte evden ayrılan baba ve amcanın kaybının ardından, ailenin nasıl trajik bir şekilde yıkıma doğru gittiğini anlatıyor.
Bir Türk Ailesinin Öyküsü, İrfan Orga, Çeviren: Dr Arın Bayraktaroğlu, Everest, 398 s., 19 TL

Klaus Mann:

Thomas Mann’ın oğlu anlatıyor
Ünlü Alman yazarı Thomas Mann’ın 1906 doğumlu, büyük oğlu olan Klaus Mann, Çağının Çocuğu adlı otobiyografisini yazdığında yalnızca 26 yaşındaymış.
Bu gözüpek girişimiyle bile türünün arasında özel bir yere sahip olmayı başaran yapıt, basit bir çocukluk ve ilk gençlik hikâyesinin ötesinde değerlendirilmeyi de hak ediyor.
Çağının Çocuğu, hiç dinmeyen bir tempo eşliğinde bir duygu seli şeklinde akıp giderken, neredeyse canlı bir şeye dokunduğunuz duygusuna kapılıyorsunuz.
Kendisinin bile hayal edebileceğinden çok daha büyük bir etkiye sahip olan, fakat ne yazık ki 1949 yılında, sürgünde olduğu Cannes şehrinde daha çok genç bir yaşta intihar eden Mann, sizi mutlaka bir yerlerinizden yakalamayı başarıyor.

!f İstanbul kriz ortamında yaratıcı çözümler sunuyor: Senden Başla! Değişime, dönüşüme, harekete kendinden başlayan ve bunu herkese öneren 8. !f İstanbul AFM Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali 12-22 Şubat tarihlerinde sizi bekliyor!.

Bu yıl herkes gibi kendini zorlu dünya koşullarının içinde bulmak, şehrin genç, renkli ve alternatif festivali !f istanbul’u can alıcı sorulara yöneltti: Ne yapıyoruz? Neden yapıyoruz? Nasıl ve kimlerle yapıyoruz? Ve bu süreçte festivalin herkese bir önerisi var: Senden Başla!

“Küresel ısınma, benzeri görülmemiş ekonomik çöküntü, artan toplumsal şiddet. Tüm bunlar insanda güçsüzlük veya çaresizlik gibi hisler yaratabiliyor,” diyor !f koordinatörlerinden Serra Ciliv. “Biz ise başa dönelim diyoruz. Küçük ölçekli de olsa samimi değişim çabalarının aslında geniş yankıları olabileceğinin altını çizmek istedik,” diyerek ekliyor ve festivalin programını bu söylemle paralel bir çizgide hazırladıklarını belirtiyor. !f İstanbul bu yıl, bireysel değişim çabaları ve aktivizmi konu alan filmlerden; kendi filmini yap, kendi soundtrack’ini bestele, kendi afişini tasarla gibi başlıklar altındaki atölyelerine kadar her alanına yeniden üretimin damgasını vuruyor.

İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı‘nın desteğiyle gerçekleşen festival, klasikleşen İstanbul mekanları Beyoğlu AFM Fitaş, AFM İstinyePark ve AFM Caddebostan Budak‘a bu yıl bir yenisini ekliyor ve Beyoğlu Emek Sineması‘na da taşınıyor. !f Ankara ise 26 Şubat – 1 Mart tarihlerinde Ankara AFM Cepa Sineması‘nda izleyicisiyle buluşuyor.

Bu sene gnçtrkcll’liler, alışkanlık haline gelen “1 bilet alana 1 bilet bedava” avantajını festivalde de yaşıyor. gnçtrkcll’lilere festival boyunca, hafta içi gündüz tüm seanslarda, 2. bilet bedava.

!f istanbul’un bol ödüllü Hit menüsü!

Festivalin heyecanla beklenen etkileyici yapımları arasında; Mickey Rourke’un yıllanmış oyunculuğunun tadına doya doya varma şansı yakalayacağımız, yılın en çok konuşulan ve Oscar adaylığına kesin gözüyle bakılan Darren Aronofsky filmi The Wrestler, yılın en iddialı yapımlarından biri olduğunu 4 dalda Golden Globes ödülü, çeşitli festivallerden evine götüdüğü 26 ödül ve 35 dalda adaylığıyla kanıtlayan, Danny Boyle’dan Slumdog Millionaire, güzelliğiyle gözlerimizin perdesini kaldırırken duru oyunculuğuyla kalplerimizi bir kez daha fetheden Michelle Williams’ın başrollerinde yer aldığı Wendy&Lucy, geçtiğimiz yıl Cannes Film Festivali dahil birçok prestijli festivalde en çok ilgi gören filmlerden biri olan Synecdoche NY, Sundance Film Festivali’nde Büyük Jüri Ödülü’nü evine götüren Man on Wire, politik mizah anlayışıyla ortalığı karıştırmak konusunda son derece iddialı olan Bill Maher’in zeki komedisi Religulous, Berlin’deki dünya prömiyerinin hemen ardından !f Istanbul’da görücüye çıkan, Koş Lola Koş’un yetenekli yönetmeni Tom Tykwer’in en son filmi The International, Charlize Theron ve Kim Bassinger gibi yıllandıkça tadını alan iki oyuncuyu bir araya getiren Burning Plain, Mori Hiroshi’nin muhteşem romanı The Sky Crawlers’ın uyarlaması anime The Sky Crawlers, iki kişinin karışık kasetler, gece hayatı ve canlı müzik eşliğinde geçirdikleri eğlenceli bir ‘uykusuz gece’nin filmi Nick And Norah’s Infinite Playlist ve dehasına geniş kitlelerin hayran kaldığı Tokyo! üçlemesi bulunuyor.

 

Bazıları geride bir şeyler bırakacaklar. Bir kitap, bir tablo, bilimsel bir buluş, namuslu bir davranış, bir merhamet öyküsü, bir türkü… Gönlü daha zengin olanlar “Bu dünyadan gider olduk / Kalanlara selam olsun” diyecekler ve bu insan çığlığı yüzyıllarca yankılanacak kulaklarda.

Bencilliğin kör kuyularında boğulanları ise torunları bile hatırlamayacak.
***

O zaman nedir bu kavga, nedir bu hırs, nedir bu çırpınma?

“Soluk mavi noktanın” geçici konukları niye birbirini öldürür, niye birbirinin ayağını kaydırmaya çalışır, niye bir başkasının başına gelen felaketten zevk alır, niye bir iki incik boncuğu fazla diye gururlanır, niye mertebesi yüksek diye çevresindeki insanları hor görür; niye, niye…

Bazen insanın gerçekten içi yoruluyor.

Bunca hoyratlık, bunca kan, bunca hunharlık, bunca yalan dolan, iftira, ruhlarımızda iz bırakmadan mı geçip gidiyor sanıyorsunuz?

Sonunda sanata, şiire, müziğe, yani temiz okyanus dalgalarına, kirletilmemiş limanlara sığınmaktan başka çare yok!

Melih Cevdet’in “insanoğlunun ataları”olarak nitelediği bizler, durmadan aydınlığa doğru yüzeriz.

Engin denizlerin çağrıştırdığı temizlik duygusu hiç bitmez.

Çünkü o arınma, içi yorulan insanların son sığınağıdır.
***

Evrende bir toz zerresi bile sayılamayacak olan dünya gezegeni, belirli bir süre için canlıların yaşamasına elverecek sıcaklık koşullarına kavuşmuş. Canlı türlerinden biri olan insanoğlu kışın ısınma, yazın da serinleme önlemleri alarak hayatiyetini sürdürüyor. Bu sıcaklık koşulları da bir gün değişecek ve diğer canlı türleriyle birlikte insan soyu da ortadan kalkacak.

Bu dış denge.

Kolunuzu kaldırıyorsunuz; laktik asit salgılanıyor; vücudun her bölgesine “Enerjiye ihtiyacım var” çağrısı gidiyor ve başlıyor kimya dengeleri çalışmaya.

Biz bunun farkında olmuyoruz ama gövdemizde öyle nazik, öyle hassas bir denge var ki, akıllara durgunluk verir.

En ufak bir aksama yaşam denilen enerjiyi alıp götürüyor bizden.

Bu da iç denge.
***

Sınırları bilinmeyen ve kavranılamayan bir evren içindeki dış denge ve gövdemizdeki iç denge sayesinde kısa bir ömür bağışlanmış bize.

Mutlaka sonlu olduğunu bildiğimiz bir ömür.

Bir bilinmeyenle, bir başka bilinmeyen arasında nefes alma fırsatı.

İsterseniz kavgalarınızı, üzüntülerinizi kıskançlıklarınızı, övünmelerinizi bir de bu açıdan düşünmeyi deneyin.

Ölçek değiştirerek bakın olaylara.

Einstein da biliyordu bu ölçekleri, Sokrates de, Kordoba Müftüsü İbni Rüşd de.

> 1 Doktorunuzun verdiği ilaçları kullanmayı sürdürün.

> 2 Depresyon, tiroid tembelliği, B12 noksanlığı,
> kolesterol yüksekliği, trigliserid fazlalığı,
> hipertansiyon gibi sorunlarınız varsa izleyin.

> 3 Homosisteininiz yüksekse “Folik asit+B12+B6”
> kullanarak düşürün.
4 Diyabetiniz varsa kan şekerinizi kabul edilen sınırlar
> içinde tutun.

> 5 Düzenli egzersiz yapın.

> 6 Yeni şeyler öğrenin, sosyal ilişkilerinizi
> genişletin.

> 7 Sigarayı evinize sokmayın.

> 8 Eğlenin, dinlenin, keyifli bir hayat sürün. Uykunuza
> dikkat edin.
> 9 İyimser olmaya devam edin.
> 10 Destek alın: Ginkgo, Omega3, E ve C vitaminleri,
> Fosfatidil Serin, B12 ve Folik asit tavsiye ediliyor.

Türkiye Yayıncılar Birliği, 2008’in en çok satan 10 kitabını belirledi. Yayınevlerinin en çok sattıkları kitapları Türkiye Yayıncılar Birliği’ne göndermesiyle ortaya çıkan listede yer alan kitaplar şunlar:

John Lloyd’un “Cahillikler Kitabı”, Adam Power’ın “Olasılıksız” ve “Empati”, Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Orhan Pamuk’un “Masumiyet Müzesi”, Yaşar Nuri Öztürk’ün “Allah İle Aldatmak”, Turgut Özakman’ın “Diriliş – Çanakkale 1915”, Soner Yalçın’ın “Siz Kimi Kandırıyorsunuz”, Murathan Mungan’ın “Kadından Kentler”, Zülfü Livaneli’nin “ Son Ada” ve Üstün Dökmen’in “Yaşama Yerleşmek” eserleri yer alıyor.

Nobel ödüllü edebiyatçımız Orhan Pamuk’un son romanı “Masumiyet Müzesi” ile aynı ismi taşıyan bir vakıf kurulması için açtığı dava kabul edildi.

Beyoğlu’nda kurulan vakfın hesabına 79 bin 453 TL yatırıldığı öğrenildi.

Beyoğlu 1. Asliye Hukuk Mahkemesi’ne vakıf kurulması için Orhan Pamuk tarafından açılan dava karara bağlandı. Mahkeme, vakıfla ilgili olarak Vakıflar Genel Müdürlüğü’nden yazı geldiğini, yasa ve tüzük hükümlerine göre yapılan araştırma sonucunda herhangi bir engelin bulunmadığı ifade edildi.

Mahkeme, davacı Orhan Pamuk tarafından kurulması istenen “Masumiyet Vakfı”nın kurulmasına izin vererek tescil yapılmasına karar verdi.

Bir aşk romanı olan Masumiyet Müzesi’nde Orhan Pamuk, günlük hayatın inceliklerine, resim, arkadaşlık, yalnızlık, mutluluk, gazeteler ve televizyon, aile gibi yazmayı sevdiği, kitaplarından iyi bildiğimiz pek çok konuya da değiniyor. Roman 1975 yılında başlıyor. Tekstil zengini Basmacı ailesinin iyi okumuş 30 yaşındaki oğulları Kemal ile uzak akrabaları, yoksul Keskin ailesinin 18 yaşındaki güzel kızı, tezgahtarlık yapan Füsun arasındaki aşk anlatılıyor. Evlenmeye hazırlanan Kemal, yıllardır görmediği genç kadınla karşılaştığında ona aşık oluyor. Füsun’a duyduğu aşk onu hiç terketmiyor ve hikaye günümüze kadar geliyor.

“Çiçek sulandığı kadar güzeldir,
Kuşlar ötebildiği kadar sevimli,
Bebek ağladığı kadar bebektir.
Ve herşeyi öğrendiğin kadar bilirsin,
bunu da öğren,
Sevdiğin kadar sevilirsin.”

Can Yücel