Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

Günlük hayatın küçük kararlarından, her şeyi değiştirebilecek büyük çözümlere, hayatlarımız yapılan seçimlerden ibaret. Ancak bazen olasılıklar denizinde boğulurken bizim için neyin iyi olup olmadığına bir türlü karar veremiyoruz.

Kalmak mı gitmek mi? Çocuk doğurmak mı doğurmamak mı? İstifa etmek mi çalışmaya devam etmek mi? Hayatımız rahatsız edici pek çok soruyla dolu. Şüphe ve kararsızlıkların içinde tek kesinlik var; bir seçim yapmak gerekiyor. Hayatı devam ettirmenin tek şartı da bu. Peki, önümüze sunulan bunca seçenek arasından karar vermek, eyleme geçmek sonra da pişmanlık duymamak nasıl mümkün olacak? Bilinçaltımızın ya da ailemizin buyruklarından nasıl kaçacağız? Öncelikle farkındalık, kendine söz vermek ve sorumluluk almak gerekiyor.

Neden kararsız kalıyoruz?

Sade mi meyveli mi? Organik mi normal mi? İkili paket mi dörtlü mü? İnek sütünden mi koyun sütünden mi? Cam mı plastik kap mı? Bugüne dek beynimizin elimizin nihayetinde dörtlü pakette frambuazlı yoğurda uzanana kadar kaç soruya yanıt verdiğini kimse hesaplayamadı. Marketin diğer reyonlarında bir şeyler alırken sorduğumuz bir o kadar soru da cabası. Sonuçta alışveriş yapmanın neden bu kadar yorucu olduğunu anlamak zor değil. Ya da sabah ne giyeceğine, kahvaltıda ne yiyeceğine karar vermenin kimi zaman nasıl bir zafere dönüştüğünü de…

Tüm hayatımız karar vermekle geçiyor. Hem de hiç durmadan. Birlikte yaşayacağımız insanı, çalışacağımız işi, evi kaç aylık krediyle alacağımızı, politik ya da dini bir görüşü seçiyoruz. Bazense küçük görünse de sonuçlarını da düşünmemiz gereken kararlar var; aşı yaptırmak, yeni bir doktor bulmak, çocuğun okulunu değiştirmek, yeni bir şehre taşınmak… Nedenini anlamasak da çoğu zaman verdiğimiz kararlar bazen içinden çıkılmaz hale gelebiliyor.


Özgürlüğün yaptırımları

Psikiyatrist ve psikanalist Serge Hefez, “Çağımızın en büyük yeniliği artık kimliğimizi miras almak yerine seçmemiz. Bu seçim değişmez, yoğun ve de acılı olabiliyor” diyor. Bireyler doğduklarından itibaren belirlenen bir kadere mahkûm ediliyor. Sosyal sınıf, babadan oğula geçen meslek, cinsiyetine bağlı olarak üzerine yapıştırılan rol, ailedeki ya da dinindeki yeri… Her insan dengeyi bozmamak adına toplumun emirlerini izliyor. Ancak devrimler buna başkaldırarak gerçekleşti. Özgürlük ve eşitlik toplumu bireyleştirdi ve her birine kendi gelişiminin ve de mutluluğunun sorumluluğunu verdi. Doğal olarak da tüm bu olasılıklar arasından seçme zorunluluğunu… Şimdi mutlu, kendini geliştiren, özgür insanlar olmak bizim elimizde. “Özgürlük artık sadece bir olasılık değil aynı zamanda bir zorunluluk da” diyor filozof Michela Marzano. Ancak bir zorlama haline geldiğinde kavramın içi de boşalıyor. Bazen bize sunulan seçim şanslarının sonsuzluğu ve omuzlarımıza yüklenen ezici sorumluluk bazen hiçbir konuda karar verememize neden oluyor.
 

Ben kimim?

Yaşamaya devam etmeye karar vermemizden itibaren aslında seçim yapmaktan başka şansımız yok. “Seçmek ya da seçmemek, bu bile bir seçim” der Jean Paul Sartre. O zaman özgürlükler ormanında kaybolmamak ya da iç rahatlığıyla karar verebilmek için ne yapmalı? Seçmek öğreniliyor hem de salt çocuklukta değil tüm yaşam boyunca. Bizi olgunluğa götüren onca etap boyunca kararlar veriyoruz. Psikologların kapıları yeniden seçmek ya da seçmemek arasında kalan çiftler tarafından aşındırılıyor, görsel, bedensel ya da profesyonel kimliklerini yeniden bulmak isteyen kaybolmuş insanlar yaşam koçlarını zengin ediyor. Ne yöne sapacağımızı düşünürken kimliğimizle ilgili en temeli unutuyoruz. “Neyi seçeceğim”den önce, “Ben kimim” ve “ne istiyorum” sorularını sormalıyız.


Her karar iyi değildir

İnsan kaynakları uzmanı Philippe Esnaut, “Bana gelen insanlarda en çok karşılaştığım sorun, ısrarla ve sıklıkla en iyi çözümü aramaları. Hangi ormana ait olduğunun farkına varmadan ağacı budamak istiyorlar. Ya da bağlı olduğu toprağı, onun büyütmek için ne kadar zaman geçtiğini…” diyor. Hefez doğruluyor, “Her şey bana bağlı demek zordur. Özellikle insan kendini kültürel, ailevi ya da toplumsal normlardan bağımsız hissettiği zaman. Modern insan miti insanın tüm zorunluluklardan arınmış gösterir. Oysa bu imkânsızdır.” Sosyolog Alain Ehrenberh, bunu “kendisi olmanın yorgunluğu” olarak tanımlıyor: “Bugün belirlenmiş kuralların yokluğunda her insan kendini istikrarlı hissetmek için kendi kurallarını belirlemek için müthiş bir enerji harcıyor.”

Koçlar, psikologlar, sosyologlar, filozoflar hepsi aynı görüşte birleşiyor: “Seçim aşamasına gelmeniz için isteğe yoğunlaşmak gerekir.” Heves köpüklerinin peşinden koşmak, her gün binlerce bilgiye boğulmak, tüketim sistemi yüzünden sürekli fikir değiştirmeye zorlanmak yerine temellerimizi oluşturacak bütünü bulmak için uğraşıyoruz. Bu ancak içimizdeki derin isteğe kulak vererek, onunla bağımızı koparmayarak, ona güvenerek mümkün olabilir. En önemlisi de bu güvene sadık kalarak, bazı kararlarımızın iyi olmayabileceğini kabullenmek… “Yanılmak, hayatı ziyan etmek değildir” diyor Hefez.


Karmaşık bir mekanizma

Bilişsel araştırmalar, tüm kararlarımızı iki zamanlı aldığımızı gösteriyor. İster parfüm ister eş seçiminde aynı davranışı gerçekleştiriyoruz. Uygun olasılıkları inceliyor, bir kısmını eliyoruz. Kalanları karşılaştırıyoruz, işte tam bu noktada kafamız karışıyor. Seçim bize ne kadar önemli görünüyorsa o kadar akla yatkın bir biçime sokmaya çalışıyoruz. En meşhur çözüm de “artılar ve eksiler” kolonları. Bu, durumu açık bir şekilde görmeyi sağlıyor ama çözmüyor. Çünkü seçim yaparken bazı şeyleri bahane ediyoruz; risk korkusu, kesinlik ihtiyacı, kendini hapsedilmiş hissetmek gibi. Üstelik iyi bir seçimde bile!


İyi bir seçim yapmak için

İçini boşaltmak

Dış etkenler ve içsel çatışmalar bazen kendimizi dinlememizi engelliyor. “Kendine odaklanmak tüm bu parazitlerden kurtulmanın tek yolu” diyor psikosomatik hastalıkları telkin yoluyla iyileştirmeyi savunan bilim dalıyla uğraşan sofrolog Patrick André Chohé. Gerçek arzuyu serbest bırakmak için bir egzersiz de öneriyor: Sırtınız dik olarak oturun ya da bacaklarınızı esneterek ayakta durun. Vücudunuzda gerilim hissettiğiniz her alana odaklanın. Bilinçli ve algıların açık kalması için kendinizi tamamen bırakmadan gevşeyin. Yüz-boyun, omuz-kol, göğüs-karın, kalça-bacak bölgelerinden negatif enerjinin baskın olduğunu ya da toplandığını hissettiğiniz yeri tespit edin. Daha sonra seçiminizi düşündüğünüz anda sizi yöneten, zihninizi engelleyen hissi bulmaya çalışın. Korku, engellenmişlik, gerginlik gibi… Söz konusu soruna odaklanın, nefesinize dikkat edin ve her nefes verişinizde negatif düşüncelerin çıktığını hissedin. Daha sonra tam tersini yapın. Her nefes alışınızda, negatif düşüncelerden arındırdığınız bölgeye doğru pozitif enerjinin aktığını düşünün. Kendinizi iyi hissettiğinizde bırakın.

Arzuyu tanımlamak

Bir karar derin bir istekle ilgili olduğunda en ufak bir anımsama bile bizi pozitif hale getirmeye yeter. Kalem ve kâğıt alın, kafanızdaki projenize bir isim ve gerçekleşmesi için bir tarih verin. Şimdi odaklanın, tasarlayın ve projenizi detaylı bir şekilde yazın. Ne kadar somut olursa o kadar iyi, sanki gerçekleştirmişsiniz de bir yabancıya anlatıyormuşsunuz gibi düşünün. Yazarken ne hissettiğinizi iyi izleyin. Tüm duygularınızı not edin, bu noktada gerçekten ne istediğinizi anlayabileceksiniz.

Sezgilerinizi dinleyin

Sezgi, kendi başına bir anlayış biçimidir. İç dünyamızla her zaman ilişki içindedir, yani tek gerçek arzumuzla… Sezgisel zekânızın eylemlerini ortaya çıkarın. Bu içinizde bir diyaloga neden olabilir: “Onu yeniden görmek istediğine emin misin?” Fiziksel bir tepki de olabilir, aniden gerilebilir ya da gevşeyebilrsiniz o insanın karşısında. Ya da görsel, işitsel, zihinsel bir şimşeğe neden olabilir: “Bu yıllardır aradığım insan” ya da “Arkama bakmadan kaçmalıyım” hissi. Sezgilerinizi meşru kılmak için dışardaki uyaranlara açık olun. Etrafınızdaki işaretleri yakalayın. Diyelim sezgileriniz size ‘o doğru insan’ diyor ama kararsızsınız… Birden bir şarkının sözleri dikkatinizi çeker, üzerinde “bu sizin için mükemmel” yazan bir afiş çarpar gözünüze, etrafınızdaki seçiminizi destekleyen mesajları dinleyin.

Başkalarının fikirlerine uyum

Bir kararın sadece kendimizi kapsadığı çok zor görülür. O halde amacımız yakınlarımızın ihtiyaçlarını inkâr etmeden isteğinizi gerçekleştirmek olmalı. Başkalarıyla seçiminizi konuşmadan önce diyelim iş değiştirmekten bahseseceksiniz, öncelikle size göre kararınızı doğrulayan argümanlarınızı listeleyin. Bu şekilde gerçek ihtiyacınızla (daha yaratıcı bir işte çalışmak) ikinci planda kalan ihtiyaçlarınız (daha sempatik iş arkadaşları edinmek) ayrılacaktır. Bu ayrım sizi yararsız çatışmalardan koruyacaktır. Kararınızı bir başkasına açıklarken, gerçek ihtiyacınızı ön plana çıkarın. “İş değiştirmeye karar verdim, sen ne düşünüyorsun” gibi bir yandan uzlaşma içeren cümleleri de araya sıkıştırın. Amacınız çatışma olmadan uzlaşmaya varmak, unutmayın.


Harekete geçin

Harekete geçmek için korku, şüphe ve engellere karşı koymalısınız. “Somut bir eylem planıyla dileğiniz pozitif bir şekilde uyuşmalı” diyor NLP uzmanı Paul Pyronnet. Ayakta, gevşemiş, yapılacak eyleme konsantre olun. İş mülakatına hazırlanıyorsunuz çünkü iş değiştirmek istiyorsunuz. Kendinizi bunu yaparken hayal edin: “Gelecekteki işverenimi yeteneklerim konusunda ikna ediyorum.” Tüm diyaloğun en olumlu koşullarda gerçekleştiğini düşünün. Sanki bir filmin içindeymişsiniz gibi izleyin kendinizi. Sahneye girin, başarınızı hissedin. İçinizde bu huzurun yerleştiği yeri tespit edin, ona bir renk verin. İçinize işlediğini hissedin o rengin. Size huzuru anımsatan bir anınızı düşünün. Bu anıyı yeniden yaşayın. Her iki sahneyi karıştırın. Deniz kenarında işvereninizle oturup ailelerden konuşuyorsunuz. Bu ideal koşulu yaşayın, bu huzur sizin içinize yerleşene kadar düşünün. Mülakat sırasında renginizi ve ideal sahnenizi düşünün.

Psychologies Magazine’den çeviren: Sinem Dönmez

İngiliz Film ve Televizyon Sanatları Akademisi’nin (BAFTA) bu yılki ödülleri sahiplerini buldu.

Londra’nın merkezindeki Royal Opera House’da düzenlenen ödül töreninin başlangıcında kırmızı halı, soğuk ve yağmurlu havaya rağmen yıldızlar geçidine dönüştü. İngiltere kraliyet tahtının ikinci sıradaki varisi Prens William‘ın da katıldığı törende, aralarında Dustin Hoffman, Quentin Tarantino, Kate Winslet ve Audrey Tautou‘nun da aralarında bulunduğu çok sayıda oyuncu, yönetmen ve film endüstrisi yetkilisi hazır bulundu.

Geceye damgasını, En İyi Film, En İyi Yönetmen, En Orijinal Senaryo, En İyi Montaj, Ses ve Sinematografi dallarında aldığı 6 ödülle “The Hurt Locker” filmi damgasını vurdu.

Yönetmeni Kathryn Bigelow’a da “En iyi yönetmen” ödülünü kazandıran “The Hurt Locker”, Irak’ta savaşın ortasındaki bir bomba imha ekibinin yaşadıklarını konu alıyor.

Birçok ülkede gişe rekorları kıran James Cameron’ın “Avatar” filmi ise BAFTA töreninde sadece iki ödül alabildi.

Oscar ödül törenine iki hafta kala verilen BAFTA ödülleri, Oscar ödüllerinin olası sahipleriyle ilgili ipucu niteliği de taşıyor.

BAFTA ödüllerinin kategorileri ve kazananlar şöyle:
En İyi Film: The Hurt Locker
En İyi Kadın Oyuncu: Carey Mulligan- An Education
En İyi Erkek Oyuncu: Colin Firth- A Single Man
En İyi Yönetmen: Kathryn Bigelow- The Hurt Locker
En İyi Yabancı Film: A Prophet
En İyi Animasyon Filmi: Up
En İyi Uyarlanmış Senaryo: Up in the Air
En İyi Prodüksiyon Tasarımı: Avatar
En İyi Görsel Efekt: Avatar
En Orijinal Senaryo: Mark Boal- The Hurt Locker
En İyi İngiliz Filmi: Fish Tank
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Mo’nique- Precious
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Christoph Waltz- Inglorious Basterds
En İyi Makyaj ve Saç: The Young Victoria
En İyi Kostüm Tasarımı: The Young Victoria
En İyi Sinematografi: The Hurt Locker
En İyi Montaj: The Hurt Locker
En İyi Ses: The Hurt Locker
En İyi Müzik: Up
En İyi Kısa Animasyon: Mother of Many
En İyi Kısa Film: I Do Air

1947 yılında, dönemin İngiliz film endüstrisinin önde gelenleri tarafından kurulan BAFTA, “İngiliz Film Akademisi Ödülleri” ve “İngiltere’nin Oscar‘ı” olarak bilinen sinema dalındaki ödüllerini, 2000 yılından bu yana veriyor. BAFTA ayrıca, televizyon, bilgisayar oyunu, çocuk televizyon programcılığı gibi alanlarda da ödüller dağıtıyor.

“TÜRKİYE’DE DOKTOR OLMAK”…
 
Gözlerini gözlerime dikti, “sizinle özel konuşmak istiyorum” dedi güçlükle. Son günlerindeydi, düzelmesi imkânsız bir kan hastalığı ile bir yıla yakın bir süre boğuşuyordu. Eşi ve çocukları onu bir dakika bile yalnız bırakmıyor, olanaksız bir iyileşme için gözlerinin içine bakıyorlardı…
Yalnız bir zamanında odasına girdim, gülümsedi. Yanına oturmamı işaret etti. Vücudunun savunmasından sorumlu beyaz kan hücreleri hasta kemik iliğinde yapılamadığından iltihap oluşumundan onu koruyabilmek için maske takıyorduk. Eliyle maskemi çıkarmamı istedi, dediğini yaptım.
“Biliyorum” dedi, ”umut yok, yakın bir zamanda öleceğim, ne olur beni yorma, eşim, çocuklarım her şeyin yapılmasını isteyeceklerdir, boş ver, beni uğraştırma.” Ellerini tuttum, “onlara bir şey anlatma” dedi, “bu konuşmayı bilmesinler”. “Siz” dedim, “inanılmaz bir kadınsınız”. “Hayır” dedi, ”ben, çok sıradan bir kadınım”…
İzleyen süreçte şuurunu kaybetti, çevreyi tanımadı, çığlıklarla uyandı geceleri. Ailesi son güne kadar hep yanındaydı. Her sabah vizitinde gözümün içine bakıyor, “yeter artık” diyordu, ya da bana öyle geliyordu.
Ben bir hekimim ve son ana kadar bir hekim ne yapmalıysa onu yaptım, tıbbi desteği kesmedim tabii, ama gözlerinin içine de bakamadım hiç. Sonraki günlerde onu kaybettik.
Sevgili Hocam Prof Dr Akif Berki, “her kaybettiğim hastamla benim de bir yanım ölür” derdi, haklıydı… Her hekimin hastası öldüğünde onun da bir tarafı ölür gerçekten.
Bu anımı neden paylaştım…
Çünkü genç lise mezunları meslek tercihlerini yapıyorlar bu günlerde. Son yıllarda Tıp fakültelerinin puanları yeniden çok yükseldi, insanlar meslek garantisi yüzünden “hekim” olmayı tercih ediyorlar artık. Onlara çok kısaca şunu hatırlatmak isterim, hekimlik bir meslek değil, bir yaşam biçimidir. Sizler bakmayın son yıllarda hekimler ile ilgili çok yetkili ağızlardan “paragöz” oldukları anlamına gelen imalara…Gündelik siyasetin sarmalına takılmış, hekimlik ile ilgili hiçbir fikri olmayan insanlar farklı anlayabiliyor ve öyle anlatabiliyorlar hekimleri insanlara. Şunu bilmenizi isterim, bir avucu geçmeyecek kadar olan nadir örnekleri bir yana koyarsanız, yukarıda size aktardığıma benzer tek bir anısı olan bir hekim bile yaptığı işin eksenine parayı koyamaz. Sizlerin yazılı basında okuduğunuz, televizyonlarda seyrettiğiniz tam gün yasası, öğretim üyelerinin farklı üniversitelerde görevlendirilmesi gibi sorunların ana eksenini hekimlerin “paragöz” olmaları oluşturmuyor. Bu tartışmanın ana eksenini olanaksızlıklardan, politika üretememekten, hastane kapılarında ölen hastaların, halen ilaca ve hekime ulaşamayan vatandaşların sorumluluğundan kurtulmaya çalışan politikacılar oluşturuyor. Onların hesapları hekimleri hedef göstererek işlemeyen bir sağlık sisteminin sorumluluğundan kurtulmaktır. Hekimler ve diğer tüm sağlık personelini ucuza, yok pahasına çalıştırmak ve her bir zorlukta onları hedef göstermektir.
Hekimlik mesleğini seçmeyi planlayan hekim adaylarının şunu iyi bilmeleri gerekir. Eğer ekonomik nedenler ile hekimlik mesleğini seçecekseniz, bunu yapmayın. Çünkü önümüzdeki süreç Türkiye’de bu mesleği insanlık sınırlarını zorlayan bir özveri gerektiren ve boğaz tokluğuna yapılacak bir meslek haline getirecektir. Dahası yaşanacak her zorlukta siz ve mesleğiniz suçlanacaksınız.
Ama eğer içinde “insan” olan bir meslek seçmek istiyorsanız, başka insanların acılarını dindirerek mutlu olacağınızı düşünüyorsanız, yaşamınızın her anını işinizle geçirmeyi kabul ediyorsanız “hekim” olun. 
Sağlık Bakanı Akdağ diyor ki, “Bunlar ısrarla para kazanmak istiyorlar”…
Kendisi de bir hekim olan sayın bakanın “bunlar” diye hitap ettiği insanları ileride meslektaşınız olarak görecek ve sayacaksınız, onlara değer verecek ve beraber çalışmayı isteyecekseniz hekim olunuz. Şuna inanın, “bunların” asıl istediği insanca, uygarca, bilimin rehberliğinde, hastayı ve sağlık personelini gözeten iyi planlanmış sağlık sistemleri içinde insanca hastalarına yardımcı olabilmektir.
Eğer halen “hekim” olmak istiyorsanız, buyurun gelin, sizlerde aramıza katılın, meslektaşımız olun.
                                                        Dr. Mustafa Çetiner

Amerikalı bilim adamları, gündüz uykusunun sadece yorgunluğu almakla kalmayıp, beynin yeni bilgileri öğrenme yetisini artırdığını tespit etti.

Araştırmalarının sonuçlarını Amerikan Bilimsel İlerleme Topluluğu’nun (AAAS) San Diego’daki yıllık toplantılarında sunan bilim adamları, günde 1,5 saat kestiren gönüllülerin kendilerini zorlayan anlama testlerinde daha iyi sonuç aldıklarını belirtti.

Berkeley’deki California Üniversitesi’nde yapılan araştırmada, beynin yeni öğrenilecek bilgiler için kısa süreli hafıza süreci oluşturacak yer yaratmak amacıyla uykuya ihtiyacı olabileceği kaydedildi.

Deneyde, sağlıklı yetişkin deneklere sabahleyin zor bir anlama testi uygulandı ve genellikle tümü benzer notlar aldı. Daha sonra bunların yarısı “siesta” yapmaya gönderildi, ardından da başka bir test yapıldı. Bu sefer uyku çekenler, uyumayanlardan daha iyi sonuçlar aldı.

Bilim adamları, beynin elektrik faaliyetini kontrol ettiklerinde bu sürecin, derin uykuyla rüya süreci arasındaki bir uyku aşaması olabileceğini ve hızlı göz hareketi olmayan bu aşamada, beynin hippokampüsünde bulunan gerçek temelli hatıraların “geçici bellek”ten ön-yüz korteks adı verilen bölgeye taşındığını düşünüyor.

60. Berlin Film Festivali Berlinale’de, ”Altın Ayı” ödülünü, Semih Kaplanoğlu’nun ”Bal” adlı filmi kazandı.

Kaplanoğlu, törende ödülünü aldıktan sonra yaptığı konuşmada, Berlinale’ye, ödülü kendilerine layık gören jüriye, televizyon kanallarına, kendisini destekleyen annesi Semra ve eşi Leyla Kaplanoğlu’na teşekkür etti.

Filmin çekimi sırasında ormanda bir ayıyla karşılaştıklarını ve ayının kendilerini görünce kaçtığını anlatan Kaplanoğlu, ”Sanıyorum o ayı şimdi burada” dedi.

Kaplanoğlu, filmin çekimini yaptıkları güzel doğada elektrik santrallerinin yapılmasının planlandığını belirterek, bu ödülü kazanmalarının, bu planların engellenmesine katkı sağlayacağını ümit ettiğini söyledi.

Üçlemeyi taçlandırdık

Ödül törenini naklen veren ”3sat” adlı özel televizyon kanalının sorularını yanıtlayan Kaplanoğlu, maneviyatı olan filmler yapmak istediğini, ”Bal” filminde de baba-oğul ve her ikisinin doğayla olan ilişkisinin filmin konusu için çok önemli olduğunu söyledi. Kaplanoğlu, ödül almanın tüm film ekibi için çok etkileyici olduğunu, kendilerini yeniden doğmuş gibi hissettiklerini ifade etti.

Filmde baba ve oğulun doğaya saygısını yansıttığını ve daha önce kekeme çocukların yavaş konuştukları zaman kekelemediğini fark ettiği için bu konuyu da filmde işlediğini bildiren Kaplanoğlu, ödülü olmaktan büyük mutluluk duyduğunu, rüyasında görse bile inanmakta zorluk çekeceğini söyledi.

Türk filmlerinin son 10 yılda Venedik ve Cannes gibi önemli film festivallerine katıldığına ve ödüller aldığına işaret eden Kaplanoğlu, Fatih Akın’ın 2004’te ”Duvara Karşı” filminden sonra, son yıllarda Berlinale’de bir Türk yönetmenin yeniden ödül aldığını, bunun Türk sinemasına katkısı olacağına inandığını kaydetti.

Küçük oyuncu Bora Altaş’ı nerede keşfettiğinin sorulması üzerine de ”Evet, bu tanrının bir lütfu” diyen Kaplanoğlu, film çekimlerine 3 ay kala Bora’yı bisikleti ile film ekibinin çevresinde oynarken gördüğünü ve kendisi ile konuşur konuşmaz Bora’nın bu film için uygun olduğunu anladığını belirtti. Kaplanoğlu, Bora’nın harika bir yaşantısı ve çok iyi bir babası olduğunu, ona zarar verecek bir şey yapmamaya ve onu doğal yaşantısından koparmamaya çalıştığını sözlerine ekledi.

Cumhurbaşkanı’ndan kutlama

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, 60. Berlin Film Festivali Berlinale’de ”Bal” filmiyle ”Altın Ayı” ödülünü kazanan Semih Kaplanoğlu’nu kutladı. Cumhurbaşkanlığı Basın Merkezi’nden yapılan açıklamaya göre, Cumhurbaşkanı Gül, ”Bal” filminin yönetmeni Kaplanoğlu’na bir telgraf gönderdi.

Cumhurbaşkanı Gül, telgrafında, Türk sinemasının ulaştığı düzeyi ortaya koyan bu başarıdan duyduğu memnuniyeti dile getirdi. Gül, telgrafta, bu ödülle Türk milletine büyük gurur ve mutluluk yaşatan Kaplanoğlu’nu, oyuncuları ve tüm ekibi tebrik etti.

Gümüş Ayı ödülü

”Gümüş Ayı” ödüllerini de en iyi rejisör dalında, İsviçre’deki evinde göz hapsinde bulunan rejisör Roman Polanski, en iyi senaryo dalında ”Tuan Yuan” adlı Çin filmi, en iyi en iyi kadın oyuncu dalında ”Caterpillar” filmindeki rolü ile Japon oyuncu Shinobu Terajima, en iyi kamera dalında ”How I Ended This Summer” adlı Rus filmindeki çekimlerden dolayı Pavel Kostomarov aldı.

En iyi erkek ödülü dalında ”Gümüş Ayı”yı, ”How I Ended This Summer” filminde oynayan Grigori Dobrygin ile Sergei Puskepalis paylaştı.

Jüri Büyük Ödülü, Amerikalı film yıldızı Rene Zellweger tarafından Rumen rejisör Florian Serban‘a verilirken, Serban’ın filmi ”If I Want Whistle, I Whistle”, festivalin kurucusunun adının verildiği Alfred Bauer Ödülünü aldı.

Berlinale Kamera Ödülünü Japon rejisör Yoji Yamada, ilk kez gösterilen en iyi film ödülünü de İsveç filmi ”Sebbe” kazandı

Türkiye Seyahat Acenteleri Birliği (TÜRSAB) Güney Marmara Bölgesel Yürütme Kurulu Başkanı Mehmet Akkuş, mayıs ayına kadar yapılacak erken rezervasyonlarda yüzde 40’lara varan indirimlerin sağlanabileceğini bildirdi.

Türkiye Seyahat Acenteleri Birliği (TÜRSAB) Güney Marmara Bölgesel Yürütme Kurulu Başkanı Mehmet Akkuş, yaptığı yazılı açıklamada, Kültür ve Turizm Bakanlığı, TÜRSAB ve Türkiye Otelciler Federasyonu (TÜROFED) tarafından iç turizmin canlanması amacıyla geçen yıl hayata geçirilen ”erken rezervasyon” kampanyasının, bu yıl da şubat ayı itibariyle başladığını belirtti.

Geçen yıl iç turizmde canlanmayı sağlayan kampanyaya, bu yıl daha fazla katılım beklediklerini ifade eden Akkuş, mayıs ayına kadar yapılacak erken rezervasyonlarda yüzde 40’lara varan indirimlerin sağlanabileceğini vurguladı.

Türkiye’deki iç turizmin AB ülkelerine oranla daha düşük olmasından dolayı erken rezervasyon kampanyasının önemine dikkati çeken Akkuş açıklamasında, ”Bu yıl ki kampanyada ‘Tatil herkesin hakkı ama yerinizi şimdiden ayırtın’ sloganıyla daha fazla yerli turist bekliyoruz. Bursa’dan da bu yıl daha fazla umutluyuz” görüşüne yer verdi.

Kampanya çerçevesinde, seyahat acentelerinin yüzde 40’lara varan indirimlerinin yanı sıra anlaşmalı bankaların kredi kartlarıyla ödeme yapan tatilcilerin taksitlerini öteleme imkanının da bulunduğunu kaydeden Akkuş, aynı zamanda hava yollarında fiyat indirimleri, tatil sigortası gibi birçok avantajların da sunulduğunu belirtti.

Akkuş, kampanyadan daha çok kamu çalışanlarının faydalandığını kaydederek, öğretmenlere özel yüzde 50’ye varan indirim oranlarının da bulunduğunu hatırlattı.

Mutlu, coşkulu ve hayatından memnun olan kişilerin, kalp hastalıklarına yakalanma riskinin mutsuzlardan daha az olduğu bildirildi.

 “European Heart Journal” dergisinde yayımlanan araştırmada, 877’si kadın 1739 sağlıklı yetişkin 10 yıl boyunca izlendi.

Olumlu duygulara sahip olmayanların kalp hastalıklarına yakalanma riskinin biraz mutlu olanlara göre yüzde 22, biraz mutlu olanların da kalp hastalıklarına yakalanma riskinin oldukça mutlu olanlara göre yüzde 22 fazla olduğu görüldü.

Araştırmanın başındaki ABD’nin Columbia Üniversitesi Tıp Merkezi’nden Dr. Karina Davidson, klinik araştırmalar olmadan tavsiyede bulunmak için erken olduğunu ancak bu sonuçların, kişilerin olumlu duygularını güçlendirerek kalp hastalıklarını engellemeye yardımcı olunabileceğini gösterdiğini belirtti.

Davidson, olumlu düşüncelere sahip kişilerin psikolojik olarak rahatlama dönemlerinin daha fazla olabildiğini, ayrıca stresle daha iyi başa çıkabildiklerini vurguladı.

Bilim adamları, bu sonuçların başka araştırmalarla da doğrulanması gerektiğini, ayrıca depresyonun kalp hastalıkları yada kalp krizi riskiyle bağlantısının da araştırılabileceğini belirtti.

 
 Bir bilge çölde öğrencileriyle otururken demiş ki; “Gece ile gündüzü nasıl ayırt edersiniz? Tam olarak ne zaman karanlık başlar, ne zaman ortalık aydınlanır?”
 
Öğrencilerden biri; “Uzaktaki sürüye bakarım” demiş, “koyunu keçiden ayıramadığım zaman akşam olmuş demektir.”
 
Başka bir öğrenci söz almış ; “İncir ağacını, zeytin ağacından ayırdığım zaman, anlarım ki
sabah başlamıştır.”
 
Bilge uzun süre susmuş. Öğrenciler meraklanmışlar ve ” Siz ne düşünüyorsunuz? ” diye sormuşlar.
 
Bilge şöyle demiş; “Yürürken karşıma bir kadın çıktığında, güzel mi çirkin mi, siyah mı beyaz mı diye ayırmadan, ona “kızkardeşim” diyebildiğimde  yine yürürken önüme çıkan erkeği, zengin mi yoksul mu diye bakmadan, milletine, ırkına,
dinine aldırmadan, erkek kardeşim sayabildiğimde anlarım ki sabah olmuştur, içimde AYDINLIK başlamıştır…

1976’da yayımlanan ilk romanı Kimse, bir yalnızlık destanıdır. Bir dağ köyünde, uçsuz bucaksız görünen karla kaplı ortamda roman kişisinin kendisiyle konuşmasından oluşur. Bir yıl sonra O yayımlanır. Daha sonra senaryosunu Onat Kutlar yazacak ve Hakkari’de Bir Mevsim adıyla filmi çekilecektir O’nun. Okuyucunun da edebiyat çevrelerinin de büyük ilgisini toplar Kimse ve O. Füsun Akatlı, “Her iki romanın da yazınımız için gerçek birer kazanç olduğunu söylemekten öte sözü uzatmayacağım” diye yazar örneğin; Fethi Naci, “Ferit Edgü’nün iki romanı da aydın-köylü ilişkisine yeni bir yaklaşım getiriyor, aşılmaz sanılan bir iletişimsizliğin aşılabileceğini gösteriyor” yorumunu yapar; Melih Cevdet Anday, “O’yu sadece gerçekçi bir roman saymak yetmez, gerçeğin inanılmaz bir düşe dönüştüğü, şaşırtıcı bir öyküdür… Ferit Edgü’nün gerçek bir yaşamı, roman yaşamına çevirmesindeki beceriye hayran oldum. Çünkü ‘O’ gözlem gücünü, anlatı ustalığından alıyor” der; Gürsel Aytaç, “O çağdaş Türk romanında anlatım tekniği ve roman kurgusu bakımından yeni ve özgün bir eser. Ferit Edgü, yazarlarımız arasında romanın sanat boyutunun en bilinçli savunucusu”diye tanımlar romanı ve yazarını.

Hakkâri’de Bir Mevsim, yönetmen Erden Kıral tarafından 1983‘te çekilmiş bir filmdir. Filmin senaryosu, Ferit Edgü‘nün O adlı romanına dayanılarak, Ferit Edgü ve Onat Kutlar tarafından yazılmıştır.

Filmde, sürgün olarak Hakkâri’ye giden bir öğretmenin (Genco Erkal), orada güçlükler içinde geçirdiği bir kış mevsimi anlatılmaktadır.

Filmin başlıca oyuncuları arasında Genco Erkal, Rana Cabbar, Erol Demiröz, Berrin Koper, Şerif Sezer, Macit Koper ve Erkan Yücel sayılabilir.Bununla beraber,5 yıl Türkiye’de yasaklı kalmıştır.

Filmin kazandığı ödüller

  • 1983 CICAE Ödülü
  • 1983 Fibresci Ödülü
  • 1983 Interfilm Otto Dibelius Film Ödülü
  • 1983 Berlin Film Festivali Gümüş Ayı Ödülü

 

Eroin, kokain, ecstasy, esrar ve diğer uyuşturucu maddeler eklendiğinde bağımlı sayısının 500 bine kadar çıktığı belirtiliyor.

Doç. Dr. Kalyoncu, 23 yıllık deneyim ve birikimlerini”Plastik Düşler” adlı kitabında anlattı.

Türkiye’de yaklaşık 80-100 bin insanın eroin, kokain ve Ecstasy gibi ağır uyuşturucu maddeleri düzenli olarak kullandığı, bu rakamlara esrar ve diğer uyuşturucu maddeler eklendiğinde sayının 500 bine kadar çıktığı belirtiliyor.

 Uyuşturucu ve alkol kullanımının gittikçe daha genç yaşlara doğru indiği ve hızla arttığı ülkemizde bu gerçeklerden yola çıkan psikiyatri uzmanı Doç. Dr. Ömer Ayhan Kalyoncu, alkol ve uyuşturucu kullanan hastalarla geçen 23 yıllık klinik deneyimlerini ve akademik birikimini, bağımlılık konusunda her türlü sorunun yanıtını “Plastik Düşler” adlı kitabında toplayarak okurlara ışık tutuyor.

 Kapital Medya’dan çıkan 400 sayfalık Plastik Düşler adlı kitapta, alkol ve uyuşturucu bağımlılığı hakkındaki gerçeklere yol gösteriliyor, yeni tedavi yöntemlerine ilişkin önemli bilgilere yer veriliyor.

 Çok sayıda araştırma, son 30 yılda alkol kullanımının giderek arttığı, madde ve uyuşturucu kullanımının da gençler arasında yaygınlaştığını gösteriyor. Yalnızca ülkemizde değil, tüm dünyada çok ciddi bir biyo-psiko-sosyal sorun olarak karşımıza çıkan alkol ve uyuşturucu kullanımı, bunama ve akıl hastalıkları, AIDS ve sarılık başta olmak üzere çeşitli bulaşıcı hastalıklar, karaciğer, damar ve beyin tutulumlarıyla ortaya çıkan organ ve sistematik hastalıklar, alkol ve uyuşturucu madde etkisi altındayken oluşan kaza ve yaralanmalar, aşırı dozdan ölüm gibi ciddi sorunlara da neden oluyor.

Ayrıca ailelerin parçalanmasına, yasadışı yollara yönelme gibi sosyoekonomik kayıplara da yol açan alkol ve madde kullanımı konusunda yeteri kadar araştırma yapılmadığı savunuluyor. Bir hastalık olarak belirtilen bağımlılığın ülke ekonomilerine de büyük zararının olduğu belirtiliyor. Kalyoncu, “Yeni buluşlar sayesinde geliştirilen ilaçlar ile yapılan bilimsel denemeler ve vaka odaklı tedavilerden edinilen olumlu sonuç ‘Bağımlılıktan kurtulmak mümkün değildir’ şeklindeki olumsuz kanının değişmesine neden olmuştur” açıklamasını yapıyor.

Madde kullananlar nasıl anlaşılır?

• Okul ödevlerinde olumsuz değişiklikler, düşen notlar veya okuldan kaçmak

 • Sahip olduklarıyla veya aktiviteleriyle ilgili artan bir gizlilik

 • Duman veya kimyasal kokuları saklamak için tütsü, oda deodorantı ve parfüm kullanımı

 • Arkadaşlarla konuşmalarında daha saklı, kodlu bir dil kullanımı

• Şüpheli yeni arkadaşlar

• Kıyafet seçiminde değişiklikler özellikle madde kullanıcılarının tercih ettiği kıyafetlere yönelik tutku

• Para harcama ve borç almada artış

• Pipo ve sarma kâğıt gibi madde teçhizatlarına dair kanıtlar

 • Saç spreyi, oje, tipex, kâğıt torba ve bezler gibi solunacak ürün kanıtları

• Genişletilmiş göz bebekleri veya kanlı gözleri gizlemek için göz damlası şişeleri

 • Alkol kokusunu gizlemek için yeni gargara veya naneli şeker kullanımı

• Evdeki ecza deposundaki ilaçların kaybolması

 Bağımlı gençleri nasıl yönlendirmeliyiz ?

Kalyoncu, bağımlı olan gençleri yönlendirmenin ve onları ikna etmenin yollarını şöyle açıklıyor:

• Onları dinleyin, onlarla konuşun

 • Onlara kendinizle ilgili şeyler anlatın

• Kendinizi onların yerine koyun

• Kararlı ve tutarlı olun, birlikte aktivite yapın, arkadaşlarıyla arkadaş olun

 • Çocuğunuzun başkalarına benzemediğini unutmayın

• Kendilerine örnek olun

• Söylenmemesi gereken şeyler vardır, bunlara aşırı hassasiyet gösterin