Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

 

“Güneşle oyun oynar gibiyim bir ilkyaz sabahında… Şairin dediği gibi duru su, baharın, ilk çiceği toprak, filiz süren sessizliğe benzer. Bir bulut derinlerde biriken pınar gibi…”

İşte Cumhuriyet gazetesi yazarlarından Hikmet Çetinkaya’nın bugünkü yazısı…

Güneşle oyun oynar gibiyim bir ilkyaz sabahında… Şairin dediği gibi duru su, baharın, ilk çiceği toprak, filiz süren sessizliğe benzer. Bir bulut derinlerde biriken pınar gibi… Franz Kafka’nın “Dava”sını okudum yeniden…

Ahmet Cemal’in akıcı Türkçesiyle Can Yayınları’ndan çıkan roman, umutsuzluğun, 20. yüzyılın, korku çağının kurtarılmasının olanaksızlığını anlatır. Korkunun egemenliği… Çaresizlik… Felaketin belirtileri… Kafka, Nazi zulmünü haber veren bir yazardır… “Şato” ve “Dava” bu ortamın nasıl bir altyapıya dönüştüğünü yalın bir dille anlatır. Çürüme, korku, umutsuzluk! Milyonlarca insan toplama kamplarında can verir… Yüz binlerce insan savaşlarda ölür… Bu çılgınlığı ilk sezen Kafka’dır. Kafka’nın romanları umutsuzluğu, hüznü yaşatır insana…

Kimileri bu yüzden pek beğenmezler… Zayıflık, itilmişlik, güçsüzlük! Kafka, “Dava”da Josef K’nin bir sabah tutuklanış öyküsünü anlatır. Hangi suçtan tutuklandığını bilmez. Kafka’nın romanlarını Cumhuriyet okurlarına anlatacak değilim, pek çoğu mutlaka okumuştur… İnsanın içini kuşatan alevler, savunma hakkı, hangi suçtan yattıklarını bilmeyen bireyler. Kafka’nın çok sevdiğim bir sözü var: “Bir kitap, içimizdeki donmuş denize inen balta gibi olmalı!” Yaşamın rengini düşünüyorum yazı masamın başında… Aşkı, acıyı, hüznü, özgürlüğü, eşitliği. Çağın çürümesini, çaresizliği, umutsuzluğu! Bir ülke “korku çağı”ndan geçmemeli!

Sindirilmiş bir toplum umursamaz olur… Bir boşvermişlik başlar… Bir bakarsınız yaşamın o renkleri birden yok olmuştur. Filiz süren toprak, filiz süren sessizlik. Bir bakışta göğün altında, ürkek çocuksu gözlerle. Bir ilkyaz sabahı gözlerini açtığında, kıbleden esen yelin kemerler arasında ıslık çaldığını anlarsın Odisseus Elitis’in “Çılgın Nar Ağacı”nda… Nar dolu kahkahalar atarak aydınlıkta sıçrayan, rüzgârın inadıyla, fısıltıyla, nar ağacını dinleyeceksin. Şafakta yeşeren yaprakların ışıltısıyla, bir zafer sevincinin renklerini coşturan… Elini yüzünü yıkayıp bahçeye çıkacaksın, düşlerini çoğaltarak… Hapislik günlerini düşüneceksin, mavi göğü, bulutların şarkısını anımsayacaksınız. Atilla Keskin’in “Herkesin Bir Deniz Gezmiş Öyküsü Vardır” kitabını (Tekin Yayınevi) okuyacaksın. 68’lilerle uzun bir yolculuğa çıkacaksınız… Bir yüreğin hızla çarpışı, devrimci bir ruhun isyanı… Başını göğe çevirdiğinde kırlangıçların havada yaylar çizerek uçtuğunu göreceksin sabah sabah… Bir iç çekişi göreceksin Nedret Gürcan’ın “Aşka ve Yaşama Sunulmuş Şiirler” (Hayal Yayınları) kitabında… Kendi kendine mırıldanacaksın: “Ağaçlar gölgesini çekiyor üstümüzden Rüzgâr bulutları emziriyor Çamları okşuyor, akasyayı da Cılız yapraklar düşüyor ……… Geyikler sokuluyor yanımıza Buğulu gözleriyle bakıyorlar Birden hüzün işliyor Hüzün soluyor koca orman…” Elimde Paulo Coelho’nun “Brida”sı (Can Yayınları) var… Kendi yazgısını arayan Brida… Bir keşif yolculuğunun öyküsü… Aşk, tutku ve gizem. Korkuların üstesinden gelmek nasıl bir duygudur? İrlandalı bir kızın bilgiye erişme çabası… Ölümsüz güneşin bin bir rengine büründüğü gün, sevdalanıp denizlere açılmanın öyküsü. Oturup düşünmek bunları bir pazar sabahı… Karadeniz’de bir kıyı kasabasında… Kafka’nın “Dava”sı 1914-1915 yıllarını anlatır… Umutsuzluk ve çaresizlik! “Şato” ve “Dava” Nazi zulmünü haber verir. Eğer okumadıysanız size de bugünlerde Kafka’nın bu iki kitabını okumanızı salık veririm! Yaşamın rengi kaybolur… Ben bu yüzden Elitis’in “Çılgın Nar Ağacı”nı okurum yaşamın rengini yeniden bulmak için… Ufukta doğan bir umudu haykıran nar ağacını. Bilinmedik kıyılara uzanırım denizdeymiş gibi… Güneşin kucağına esrik kuşlarını serpen, en gizli düşlerimizin bile üstüne kanat geren, Nisan’ı severim!

Çoğumuz büyüme süreci içinde karşımıza çıkan belli durumlarda, sorunlarla yüzleştiğimizde kendimize olan güven duygumuzda sarsıntılar hissetmişizdir ya da en azından yapmak istediğimiz birşeyi gerçekleştirme konusunda yeterliliğimizden kuşku duyduğumuz olmuştur. Böylesi anlarda olaya olan yaklaşımımız sonucunda yeniden kendimize ilişkin olumlu duygular yaşamaya başlayabiliriz. Bazılarımız için ise hissedilen kendine güvensizlik, kalıcı bir duygu haline dönüşüp, gün geçtikçe daha yıpratıcı bir duruma gelebilir. Şunu bilmeliyiz ki : Farkına varmadan nasıl kendimize güvenmemeyi öğrendiysek, kendimize olan güvenimizi artırmayı da öğrenebiliriz. Bunu yapabilmek için öncelikle kendine güvenememenin nedenleri üzerinde duralım.

Çoğunlukla, kendimize olan güvensizliğimizden bulunduğumuz ortamı, çevremizi sorumlu tutma eğilimimiz vardır. Ancak, şu bir gerçek ki kendimize güvenimizi arttırırsak, çevremize ilişkin algımız da değişir. Bu değişim nasıl olmakta ? Biz hiçbir zaman çevreyi doğrudan değiştiremeyebiliriz, ya da olup bitenleri etkileyemeyebiliriz. Değişiklik çevrede değil bizim çevreyi nasıl yorumladığımızda, algıladığımızdadır. Özetle, kendimize olan güvensizliğimizi sürdürmemiz kişisel algılarımız nedeniyledir.

Kendinize saygınızı olumsuz etkileyen özel durumlar şunlardır:

  1. Kendinize koyduğunuz katı kurallar ve “olmalı”lar .
  2. Mükemmeliyetçilik (Kendinize koyduğunuz yüksek, erişilmez standartlar).
  3. Eleştiriye aşırı duyarlılık.
  4. Atılgan olamama: Kendini, duygularını ve düşüncelerini açıkça ifade edememe.

Tüm bu durumlarla iç içe giden bir zehirlenme söz konusudur. Zehirin temel kaynağı ise “hastalıklı eleştiri” dir. Bu sizin kendi kendinize yaptığınız, kendi kendinize sessizce sürdürdüğünüz bir konuşmadır.

Bu hastalıklı eleştiri türü…

  1. Sizi sürekli başkalarıyla kıyaslar onların başarılarını ve yeteneklerini gözünüze sokar.
  2. Ulaşılmaz yüksek standartlar koyar ve en ufak hatanızda sizi kırbaçlar.
  3. Hatalarınızın dosyasını tutar, ama hiçbir zaman güçlü yanlarınızı ve yeterli olduğunuz durumları hatırlatmaz. Onları kaynatır, eritir.
  4. Nasıl yaşamanız gerektiğine dair size hazır öyküler sunar. Bu yaşama kurallarının dışına çıktığınızda, hatalı ve beceriksiz olduğunuzu haykırır.
  5. En iyi olmanızı söyler, olamadığınızda sizi aptallık, çirkinlik, zayıflık ile yargılar.
  6. Arkadaşlarınızın, dostlarınızın beynini okur ve onların sizden sıkıldığına, onlara itici geldiğinize sizi ikna eder.
  7. Zayıflıklarınızı abartır. Bir yerde yanlış davrandıysanız “hep aptal olduğunuzu” söyler.

Hastalıklı eleştirinin sesi yaşamınızdaki normal akışı bozar, belli durumları yaşarken kafanızdan geçenleri, duygularınızı ezer geçer.

Örneğin: Biriyle çıktığınızda onun yanında hissettiklerinizi, yaşadıklarınızı yakalayıp inceleyemezsiniz. Bunun yerine “Benim oradaki hareketimi gördü, aptal olduğumu düşündü. Sevimsiz olduğuma karar verdi. Beni bir daha görmek istemez” dersiniz.

“Hastalıklı eleştiri” yaşayacağınız herhangi bir acıdan çok daha tehlikeli ve zehirleyicidir. Çünkü acıların hepsi bir zaman sonra geçer, ancak bu eleştiri hep sizinledir. Bu tarz bir kendi kendinizi yerme, zihninizin kontrolünü sizden alır ve hükmeder.

Birlikte büyüdüğünüz değerler ve kurallar “olmalı”lara dönüşebilir: “Hata yapmamalısın”; “Ona şöyle davranmamalısın”; “Sınavdan şu notu almalısın”… gibi. Bu da hastalıklı eleştirinin en önemli silahlarından biridir. Kendinize verdiğiniz bu emirlerin altında ezilirsiniz.

HASTALIKLI ELEŞTİRİNİN KAYNAĞI:

  1. Çocukların kişisel gereksinimleri için, kendilerini daha güvende ve iyi hissetmek için yaptıkları, Örneğin: Sık sık arkadaşları ile birlikte olmak istemesi; Belli bir saç kesimini tercih etmesi; Belli bir giyim tarzını tercih etmesi, ebeveynleri ya da yakın çevresindeki otorite figürleri (öğretmenleri gibi) tarafından “bencilce”, “kötü”, “serserilik” olarak adlandırılabilir. Bu durumlar gerçekte tümüyle kişisel zevklere ve tercihlere bağlı durumlardır. Ancak, çocuk bu yargılar nedeniyle ahlak dışı, kötü, hatalı birşeyler yaptığını düşünür. Hatta bir zaman sonra bu yargıların hangi duruma özgü söylendiği bağlantısı zihninde kaybolur ve yalnızca yargıları özümser: kötüsün, bencilsin, serserisin gibi…dolayısıyla kendine olan saygısı darbe alır. “Bende bir eksiklik var.”
  2. Ebeveynler ve diğer otorite figürleri hatalı davranışla kişiliği birbirine karıştırabilir ve yargılarını bu şekilde ifade edebilirler. Örneğin: “Bu davranışın çevreye zarar verebiliyor” – yerine – “Sen ne yaramaz çocuksun gibi…”.
  3. “Bende bir eksiklik var” ebeveynlerin ilk eleştirisi ile geliştirilen bir şey değildir. Sık sık tekrarlanması sonucunda gelişir. Sıklıkla duyduğunuz olumsuz bir yargıyı farkına varmadan içselleştirebilirsiniz.
  4. Ebeveynlerin eleştirileri tutarsızlaştığında, (Örneğin: Bir gün çocuk bir davranışta bulundu ve ebeveynlerinden sert bir tepki aldı: “Ne beter çocuksun ” Başka bir zaman benzer bir davranışa ise böyle bir tepki gelmedi. Daha başka bir zaman ise aynı davranış nedeniyle yine olumsuz yargılandı.) bu durum çocuğun şöyle düşünmesine neden olabilir: “Yaptığım davranış değil (çünkü o bazen doğru bazen yanlış) ben kendim kötüyüm.
  5. Eğer yargı ebeveynlerin aşırı öfkesi ya da terketme tehditi, veya gerçekten çocukla geçici de olsa ilişkilerini koparmaları ile birleşiyorsa, bu durum çocuk tarafından “Sen kötüsün ve ben seni reddediyorum” olarak algılanır ve ‘kötü olduğum için terkediliyorum’ şeklinde kodlanır.

Peki bu yollarla geliştirilmiş benlik algısı sonradan neden devam ettiriliyor?

Çünkü “eleştirinin” kafanızın içinde sürekli canlı kalmasına neden olan bir pekiştireç sistemi oluşabiliyor. Bakalım hangi motivasyonlar doğrultusunda ‘hastalıklı eleştiri’ pekişiyor ve gittikçe artan bir biçimde sürdürülüyor?

  1. Doğruyu yapma gereksiniminiz: İçinizdeki o katı kurallar ve değer yargıları listesine hatalı davranmamanın bir güvencesi gibi yapışıyorsunuz. “Böyle bir değer sistemine sahip olmazsam ya da bu değer sistemini gevşetirsem hatalarım gün geçtikçe artar”. Böylelikle, doğru davranma konusundaki kontrolünüzün bu “eleştiri” sayesinde kurulduğunu sanıyorsunuz.
  2. “Doğru” olduğunuzu hissetme gereksiniminiz: Zaman zaman bu “hastalıklı eleştiri” size çok kısa süre için bir üstünlük duygusu yaşatabilir.Standartlarınız gerçekte ulaşılmaz, mükemmeliyetçi standartlar olduğu için kendinizi sürekli başkalarıyla kıyaslarsınız (Zekànızı, başarınızı, çekiciliğinizi, yeterliliğinizi…, özetle kendi benliğinizin değerini). Çoğu zaman da kendinize yetersizlik damgasını vurur ve yetersiz hissedersiniz. Ancak çok ender, kendinizi birilerinden daha üstün bulduğunuz anlar olur ve aşırı ancak kısa süreli bir doyum yaşarsınız. Sırf bu geçici doyum uğruna bu “eleştiriye” iyice yapışırsınız.

    Ya da “eleştirinin öngördüğü ulaşılmaz standartlar nedeniyle hiçbirşeyi “yapılması gereken” biçimde yapamadığınız için, çoğunlukla yetersizlik duygusu yaşarsınız. Ancak, bir kez mükemmel gibi görünen bir durumu yakaladığınızı varsayalım, bu durum kısa süre içinde mükemmel olmadığını belli eder, ancak ilk ulaşıldığında öyle gibi görünür. Bir kez bulup da kaybettiğinizi düşündüğünüz, size geçici harikalık duygusu yaşatan bu durumun peşinde koşmayı sürdürürsünüz.

  3. Eleştirici anne-babaya yaranma… kabul görme gereksiniminizden dolayı onların kurallarını devralıp o kurallara göre kendinizi “eleştirdiğinizde”, onlara layık bir yaklaşıma sahip olduğunuz için kendinizi onlara daha bir yakın hissediyor ve kendinize saygınızı artırıyorsunuz. Bu da amansız eleştiriyi sürdürmenizi pekiştiriyor.
  4. Başarma gereksiniminiz oldukça yüksek olduğundan, mükemmele ulaşamasanız da, önünüzde size sürekli bir başarı ideali çizen bu hastalıklı eleştiriye yapışıyorsunuz. “Hani bir ulaşsanız müthiş bir şey olacak” dolayısıyla bu ideali gözünüzün önünden bir türlü itemiyorsunuz. Böylelikle, sürekli “başarının” yolunda ilerlediğinizi sanıyorsunuz.
  5. Acı veren duygularınızı kontrol etme gereksiniminize de yapay bir biçimde destek vermektedir.

Örnek 1 :
…Kendini yararsız, kötü, değersiz hissetmeye karşı geçici bir subap oluşturur. Çünkü “mükemmele ulaşmak için mücadele vermektesiniz” dolayısıyla kendinizi hep iz üstünde zannedersiniz ve yetersizlik duygunuz kısa dönemde çok büyük acı vermez. Sanırsınız ki doğru yoldasınız, “o koyduğunuz noktaya ulaştığınızda nasıl olsa bu kötü duygular bitecek” gibi.

Örnek 2 :
Başarısızlık korkunuzu ele alalım; bu “hastalıklı eleştiri”, sizin zaman zaman bir işe başlamanızı engelliyor, başlangıcı “Sen bu işi beceremezsin eline yüzüne bulaştırırsın başlama şimdi” diye erteliyorsunuz, dolayısıyla kısa bir dönem için olabilecek bir başarısızlık riskini bertaraf edip rahat bir soluk alıyorsunuz.

Örnek 3 :
Reddedilmeye karşı hissettiğiniz korku bakın sizi bu “eleştiriye” nasıl yapıştırıyor: “Eleştiri”, başkalarının zihninden geçen size yönelik olumsuz düşünceleri de sıklıkla okuduğuna inanır. Gerçekten, olur da reddedilirseniz bu durumlar karşısında daha hazırlıklı olabiliyorsunuz. Olumsuzlukları seçerek aldığınız için 40 kez tahminlerinizde yanılmanız değil bir kez haklı çıkıp kendinizi sözüm ona korumuş olmanız, başkalarının zihnini okumaya devam etmenize neden oluyor. Ya da onların zihninden geçene göre önce siz kendinizi yargılıyorsunuz, “Ben onun yerinde olsam benim gibi bir salakla bir daha görüşmem” gibi. Dolayısıyla dışarıdan gelecek olumsuz tepki etikisini kaybediyor:

Örnek 4 :
Sevdiklerinize öfke duymak sizi korkutabilir, kaybetme korkusu yaşatabilir. Dolayısıyla birine öfke yaşadığınızda hemen kendinizi suçlu bulursunuz ve kendinize kızmaya başlarsınız, sizden gelecek bir tepkiyle onu kaybetmeyeceğiniz için kaybetme korkunuz azalır.

Örnek 5 :
“Eleştiri” sizi yeterince cezalandırdığı için suçluluk duygunuzla başedebilirsiniz. “Ceza çekenin suçluluk duygusu azalır”.

Örnek 6 :
Yetersizlik duygusunun ardından gelen hayal kırıklığı, engellenmişlik duygusunu ise sürekli kendinize söylenip durmak yoluyla kısa süreli olarak boşaltabilir ve geçici olarak biraz rahatlayabilirsiniz.

İşte tüm bu işlevlerden dolayı kısa süreli rahatlıklar uğruna bu olumsuz, “hastalıklı eleştiri” pekiştirile pekiştirile daha da güçlü olarak sürdürülür. Ancak uzun dönemdeki etkisi, daha fazla yetersizlik, daha fazla değersizlik duygusu, dolayısıyla kendinize olan saygınızdaki kayıptır.

Bir sonraki bölümde vereceğimiz örnekle ‘hastalıklı eleştirinin’ nasıl pekiştirildiğini daha iyi anlayabilirsiniz.

“HASTALIKLI ELEŞTİRİYİ” YAKALAMA:
Özellikle problematik durumlarda kendi kendinize ne söylediğinize dikkat edin:

  • Yabancılarla tanıştığınızda, karşılaştığınızda;
  • Çekici ya da güzel birisiyle birlikteyken;
  • Hata yaptığınız durumlarda;
  • Eleştirildiğinizi hissettiğiniz ve savunmaya geçtiğiniz durumlarda;
  • Otorite figürleriyle (ebeveynler, öğretmenler, öğretim üyeleri, müdür, yetkililer, tavırlarını baskıcı olarak algıladığınız kişiler,… gibi) ilişki halindeyken;
  • Kırıldığınız ya da birinin size kızdığı durumlarda;
  • Reddedilme ya da başarısız olma beklentiniz olduğu durumlarda;
  • Sizi onaylamadığını bildiğiniz bir ebeveyninizle ya da başka biriyle konuşurken.

Bir gün boyunca iç monoloğunuzu iyice yakından dinlemeye, izlemeye çalışın özellikle yukarıda belirtilen durumlara dikkat edin ve bunu aşağıdaki örnekte olduğu gibi kaydedin. Daha sonra da “eleştirinin” pekiştirici özelliği olup olmadığını daha önceki açıklamalara göre değerlendirin. Sıklığını görmek için “eleştirinize” numara verin ve yakaladığınız zamanı saat olarak kaydedin.

Örnek: (I. Sınıftaki bir öğrencinin, Eğitim Döneminin ilk ayı içindeki bir gün listesine kaydettikleri)

Düşünce
No
Zaman Eleştiren Cümle
1 08:15 Sınıfa girdiğimde yüzüme ne biçim baktı, kesin beni küçümsüyor.
2 08:40 Aptalca, gevşek bir ders planı yaptım. Tanrım ben işe yaramam.
3 09:30 Yanımdaki benden daha iyi not tutuyor. Benimkine bak, paçavra gibi.
4 10:00 Ne kadar çalışsam da kendimi hazır hissetmiyorum. Hocanın gözünün içine bakmamalıyım. Bana birşey sorarsa %100 hata yaparım. Rezil olurum.
5 12:15 Allah kahretsin. Yemek sırasında ettiğim bu laf ne biçim bir gaf.
6 12:20 Ne kadar beceriksizim tanrım.
7 14:35 Evde bu dersi çalıştığımda hiçbirşey anlamayacağım. Kafam almayacak.
8 15:10 Sersem gibi araba parkediyorum. Arabanın durduğu yere bak.
9 15:40 Evin haline bak. Ev işinde bu kadar beceriksizlik olmaz.

Şimdi yukarıdaki monologları ‘hastalıklı eleştiri’yi pekiştiren işlevlerine göre inceleyelim.

Düşünce No Yapmamı Ya da Hissetmemi Sağlıyor Olumsuz Duygulardan Kaçınmamı Sağlıyor
1   O kişiden gelecek olumsuz sözlere ve davranışlara karşı hazırlıklı olurum,
2 Derslerde daha özenli olmaya motive ediyor. Kendime kızıp durduğum için biraz duygularımı boşaltıyorum. Suçluluk duygum hafifliyor.
3 Not tutma konusunda daha titiz davranmaya motive ediyor.  
4 Daha çok çalışmaya motive ediyor. Başarısızlık duygusunu erteliyor.
5   Sosyal kaygı.Beceriksiz olduğumu biliyorum şimdi artık kim ne derse desin o kadar incinmem.
6   Sosyal kaygı.Beceriksiz olduğumu biliyorum şimdi, artık kim ne derse desin o kadar incinmem
7 Daha iyi çalışmaya motive ediyor.  
8 Park ederken daha dikkatli olmaya motive ediyor. Arabamı kötü park etmekten dolayı yaşadığım suçluluk duygusunu hafifletiyor.
9 Daha temiz ya da düzenli olmaya motive ediyor.  

Tüm bunlar kişiyi daha da mükemmeliyetçi olmaya teşvik ediyor. Dikkat ederseniz o anda yapılan işe konsantre olmaktan çok, enerjisinin neredeyse tümünü kendini yargılamaya harcıyor. Hiçbir zaman “yeni başlayan biri için yaptıklarım çok normal, acaba daha iyi nasıl yapılabilir ?” demiyor. Böyle giderse büyük bir olasılıkla kendine güvenini kaybedecek.

“HASTALIKLI ELEŞTİRİYİ” SİLAHSIZ BIRAKMA

İşin en önemli kısmı “eleştirinin” gerçek sesini her gün zihninizden öylesine geçenlerden ayırd etmektir. Bu korsan sesi yakaladınız mı çok önemli bir adım atmış olursunuz. Bunun için zaman ve emek gerekir. “Eleştiriyi” silahsız bırakmak için 3 aşamalı bir süreç yaşanır:
1-Maskesini düşürme 2- Gereken yanıtı verme 3-Yararsız hale getirme.

“Hastalıklı eleştirinin” neyi maskelediğini, nasıl bir işlev gördüğünü bilseniz de onun mantık dışı önermelerinin ve yargılarının yerine, kendinizi gerçekten doğru değerlendiren, dışınızdaki gerçeği doğru analiz eden bir gerçekci ses (yanıt) yerleştirene kadar “eleştiri”yi yararsız hale getirmeniz pek mümkün olmaz. Bu nedenle önce kendinizin gerçeğe uygun bir ölçümünü yapın. Tüm özelliklerinizi, sizi tanımladığını düşündüğünüz herşeyi kısaca yazın. Özelliklerinizi Fiziksel, Kişilik gibi ayrı boyutlar altına kaydedin. Daha sonra olumlu bulduklarınızın yanına (+), olumsuzların yanına (-) koyun.

Örnek : Fiziksel Görünüm

(+) İri kahverengi gözler (-) Kütük gibi bir bel
(+) Kumral kıvırcık saçlar (+) Giydiklerimde renk uyumu olur
(-) Patates gibi bir burun  

Yukarıda verilen örnekten yararlanın ve aşağıda verilen başlıklar çerçevesinde kendinizi değerlendirin.

Fiziksel görünüm ;
Başkalarıyla ilişkilerim;
Kişiliğim;
Başkaları beni nasıl görüyor;
Okuldaki performansım;
Günlük işlerdeki Performansım;
Zihinsel işleyişim;

ZAAF LİSTESİ

Zayıf yanlarınızın bir listesini yapın. Unutmayın ki dünya üzerinde zayıf yanları olmayan kimse yoktur. Dolayısıyla %100 herkesin bir “zaaf listesi” olacaktır. Bu listeyi hazırlamanın 4 kuralı vardır:

  1. Somut bir dil kullanmak: “Ben ev işlerinde beceriksizim”, “Arkadaşlarımın yanında bir hiçim”, “Ben başarısızım” yerine “Sebze yemeklerini yaparken zorlanıyorum, pişirip yediğimde tad alamıyorum”, “Arkadaşlarımın yanında hata yapmaktan korkuyorum. Bu yüzden birlikte iken daha çok onları dinliyorum, konuşmalara katılmıyorum”, “İlk sınavlarda ortalamanın altında not aldım”…gibi durumu tanımlayan bir dil kullanarak, “beceriksiz”, “başarısız”, “hiç” gibi ne olduğu belirsiz, abartılı, yıkıcı sıfatları listenizden eleyin, çünkü bunlar boşu boşuna “benlik saygınızı” zedelemektedir.
  2. Doğrucu bir dil kullanmak: Hiçbirşeyi olumsuz yönde abartmayın “ben beceriksizim” hem soyuttur hem de abartılıdır. Onun yerine yapmakta ve tamamlamakta güçlük çektiğiniz durumları ayrıntıları ile açık açık yazın.
  3. Genelleme yapan değil duruma özgü bir dil kullanmak: “Her zaman”, “hiçbir zaman”, “tamamen” gibi kelimeleri listenizden çıkarın. Örneğin: “Kim ne derse boyun eğip yaparım” yerine, “Kız arkadaşım ve yakın arkadaşlarımın isteklerine, canım istemese bile hayır diyemiyorum” gibi bir dil kullanın. Ya da “Herşeyi her yerde unuturum” yerine “Arabanın anahtarını zaman zaman yemek masasında unuturum” gibi…
  4. İstisnai durumları ya da güçlü olduğunuz durumları bulmak: Şu ana kadarki listeleme kurallarına uyduysanız zaten yaptığınız genellemelerin gerçek olmadığını bazı zamanlar, bazı durumlarda kendinize koyduğunuz acımasız damganın dışında davrandığınızı farketmişsinizdir. Bu kural çerçevesinde de yapacağınız, bunları listenize eklemek. Örneğin, “Kız arkadaşıma ve yakın arkadaşıma hayır diyemiyorum. Ama sınıfta katılmadığım bir görüş ortaya atılırsa kendi fikrimi söyleyebiliyorum.” gibi.

Şimdi listenizi ikiye bölün, sol tarafa bu kuralları kullanmadan önce zaaflarınızı nasıl dile getirdinizse o şekilde kaydedin, sağ tarafa ise bu kurallar çerçevesinde sola kaydettiklerinizi değiştirerek yazın. Şimdi bir liste örneği üzerinde duracağız.

Zaaf Listesi:

Orjinal Hali Geliştirilmiş Hali

Fiziksel Görünüm

Kütük gibi belPatates gibi bir burun. 75 cm bel.Burnum yüzümün diğer hatlarına oranla daha etli ve büyük.

Başkalarıyla İlişkilerim

Arkadaşlarımın yanında bir hiçim. Bir grup arkadaşla toplandığımızda siyasi konularda geniş fikirleri olduğunu düşünüyor, onlar kadar bilgili olmadığıma inandığım için tartışırlarken susup dinliyorum. Ama daha uzun süredir tanıdığım diğer arkadaşlarımın yanında daha rahatım, sohbete katılabiliyorum.
Tanımadığım kişilerle feci huzursuzum. Üniversitede yeni biriyle tanıştığım zaman rahatsızlık hissediyorum.
Kimseye güvenmiyorum. Sıkıntılarım olduğu zaman yakın arkadaşlarım bana yeterince ilgi göstermez korkusuyla onlara açılamıyorum.

Kişilik

Yalnız kalmaktan nefret ederim Geceleri evde (6’dan sonra) birşeyle meşgul değilsem, T.V. seyretmiyorsam, çalışmıyorsam, gergin ve huzursuz olurum.
Yalancıyım. Bu yıl bir kez sevmediğim birşeyi sevdiğimi söyledim. Bir kez de bilmediğim bir şeyi bildiğimi söyledim.
Suratsızım. Yakınlarıma kırgın oduğum zamanlar yaklaşık 1-2 saat yüzümü asıyorum ve hiç konuşmuyorum.
Yeteneksizim. Gitar çalmak isterdim. Parçaları yardımsız çıkaramıyorum

Başkaları beni nasıl görüyor

Kaypak. Başkaları felsefi konularda düşüncelerini iyi savundukları zaman etkileniyorum ve çelişkiye düşüyorum.
Unutkan. Yaş günlerini ve telefon numaralarını zaman zaman unutuyorum.
Bilgisiz. Güncel siyasi olaylar hakkında çok az bilgim vardır. Ancak resim sanatıyla ilgiliyimdir. Psikoloji ile ilgili kitaplar okumaya çalışırım.
Aptal ve Renksiz. Birbirleriyle sık sık şakalaşan, Espriler yapan bir grup arkadaşımla birlikteyken onlara Katılmak istiyorum ancak heyacandan Gereken esprili yanıtları bulmakta Güçlük çekiyorum. Bu yüzden çoğunlukla, yalnızca yapılan esprilere gülüyorum. Diğer bir grup arkadaşımla ise kendimi bu şekilde zorlamadan birlikte olabiliyorum. Konuştuğum zaman beni dinlediklerini hissediyorum.

Okuldaki Başarım

Başarısız. Kendime koyduğum 3.00 ortalama hedefine ulaşamadım. İlk sene ortalamam 2.05’di, bu sene ilk dönem prob. oldum. 2 ders notumun C’nin altında olmasına karşın, Ekonomi ve Sosyal Derslerden 1.5 senedir B alıyorum.

Günlük İşlerdeki Performansım

Herşeyde ipin ucunu kaçırırım. İki haftadır kirlilerimi yıkamadım. Aynı süre içinde akrabalarımı aramadım. Ama 1 haftadır X kulüp toplantılarının hepsine gittim.
Aptalca alışveriş Süpermarket alışverişi yaparken o sırada canımın çok istediği şeyleri alıyorum. Sonradan içlerinden bazılarını 1 hafta yemeden dolapta tuttuğum oluyor.

Zihinsel İşleyiş

Kafam durmuş. Biri beni suçlarken ya da biri bağırırken kendimi savunamıyorum. Ancak bu olaydan sonra neler söyleyebileceğim aklıma geliyor.
Kafam almıyor. Sınavlardan önceki güne derslerimi bıraktığımda, bazen bir gecede 250 sayfa çalışmam gerekir. Böyle zamanlarda, kitabın başına oturuyorum ancak bir iki satır okuduktan sonra aklım hep “bitiremiyeceğim” düşüncesi ile meşgul oluyor ve kitaptan kopuyorum ve her 10 dakikada bir bu başıma geliyor.

Doğru bir ölçümün ikinci aşaması güçlü yanlarınızı da kaydetmektir. Gerçi kültürümüzde olumlu olan özellikleri gerçekten “olumlu” olarak yaşamak oldukça zordur. Örneğin, duygularına sahip çıkıp istemediği şeyleri zaman zaman uygun bir dille reddeden kişi makbul görülmeyebilir, onun yerine sürekli fedakàrlık yapan kişi yeğlenebilir. Aslında, bu kişinin gerçek isteklerini geriye ittiğini, bu açıdan karşıdakine karşı dürüst olmadığını ve bir gün bu gerçekleşmeyen isteklerinin birikip öfkeye dönüşebileceğini ve asıl o zaman incitici olabileceğini pek hesaba katmayız. Aynı şekilde kendileri için olumlu şeyler söyleyen kişilere “ukala”, kendini aşağılayan kişilere “mütavazi” denmesi de oldukça yaygın bir durumdur. Toplumsal mesajların dolaylı taşıyıcısı olan ebeveynlerinizle ilişkinizde olabilecek bazı iletişim anlarından örnekler verelim:

Ömer: Bugün quizden iyi not aldım
Anne: Evet. Ancak geçen hafta aynı dersten aldığın F’i unutma, hemen kendini serme.

Kaan: Arka bahçedeki ağaca çıkmayı başardım baba.
Baba: Sakın bir daha yapma, çok tehlikeli.

Sema: Anne bugün pul kolleksiyonumu okula götürüp sınıfta gösterdim.
Anne: Pekala, eve gelirken geri getirdin mi yoksa okulda mı unuttun bakalım ?

Dolayısıyla gün geçtikçe olumlu davranışımızda olumlu bir yan bulmak ve kendimize kredi vermek bize kaygı yaşatabilir, hatta başkalarının ödüllendirici sözlerini kabul etmekte zorlanır, kendi hakkımızda iyi şeyler duyduğumuzda gerginleşip ne yapacağımızı bilemediğimiz zamanlar olabilir ya da bir zavallı olduğumuzu hissettiğimiz için bizi teşvik etmeye çalıştıklarını düşünebiliriz. Bu nedenle şu anda bu olumlu yanlarınızı bulup çıkarmak pek bir zor olabilir. Bu kitapçıkta size önerilen yöntemleri izlerseniz zaman içinde olumlu yanlarınıza daha fazla dikkat eder, onları daha kolay yakalar, bu keşfinizden dolayı da büyük bir keyif yaşarsınız.

Şimdi tekrar “Kendinizin Ölçümüne” geri dönün “artı” işaretli tüm maddeleri tekrardan bir kağıda dökün. Aynı zamanda “Zaaf Listenizde” istisnai durumlar yani güçlü durumlar için kaydettiklerinizi bulun. Bunları da listeye ekleyin. Şimdi yazdıklarınızın üzerinde dura dura okuyun ve bir yandan daha başka güçlü yanlarınızı, olumlu yanlarınızı düşünün. Zorlanıyorsanız bir egzersiz yapın: Çok sevdiğiniz ya da hayran olduğunuz birini hayal edin. Onu sevmenize neden olan özelliklerini gözden geçirin ve kaydedin. Şimdi bu özelliklerin herbirinin üzerinden giderken hangilerinin aynı zamanda size uyduğunu tespit edin.

Hayran olduğunuz kişinin bazı özelliklerinin sizde de bulunduğunu görmek sizi çok şaşırtabilir. Bunları da listenize kaydedin. Şimdi tekrardan listenizin üzerinden gidin ve her bir maddeyi ayrıntılı olarak yazın ve “yapmam”, “etmem” gibi olumsuz ifade ile olumluluk kazanan maddeleriniz varsa bunları olumlu ifade ile değiştirin, Örneğin: “Gözlerime makyaj yapmaya gerek duymam” gibi bir maddeyi “Gözlerim yeterince güzel ve belirgindir” şeklinde değiştirin.

Kısacası, yıllarca olumsuz yanlarınızı düşünüp onları iyice ön plana çıkardınız. Şimdi de aynı şeyi olumlu yanlarınız için yapın.

ARTIK DEĞİŞTiRMEK İSTEYEBİLECEĞİNİZ ZAYIF YÖNLERİNİZİ VE DE İNKAR EDEMEYECEĞİNİZ GÜÇLÜ YANLARINIZI BİRLİKTE ELE ALAN BİR BENLİK TANIMINIZ VAR.

Bunların hepsini tekrardan bir araya getirip yazın.

OLUMLU YANLARINIZI HEP GÜNDEMDE TUTUN ! ŞU ANDA ÇOK OLUMLU BİR ADIM ATTINIZ. BÖYLE BİR ÇABAYA DEĞER OLDUĞUNUZU ÇOK GEÇMEDEN ANLAYACAKSINIZ!

Nature Neuroscience ve Psychological Science dergilerinde yayımlanan ‘Fast Food’ yiyeceklerle ilgili iki farklı araştırmayla, bu tür yiyeceklerin daha önce bilinmeyen olumsuz etkilerine dikkat çekildi.

 Kaliforniya’daki Scripps Research Enstitüsü’nde farelerle gerçekleştirilen ilk araştırmada, Fast Food türü gıdaların her tür uyuşturucu gibi, beyindeki kimyasal dengeyi bozduğu anlaşılmış. Hazır gıdalar, insan ve hayvanda geçici olarak rahatlama duygusu veren “ödüllendirme sistemini” (“Reward System”) etkilemekte. Sistem şişmanlara da oyun oynuyor. Mesela ne kadar çok patates kızartması yerlerse, beyin son seferde yarattığı mutluluk duygusunu yaratmak için daha fazla takviye gıda istiyor.

Araştırmayı yöneten bilim adamlarından biri olan Paul J. Kenny, farelerin araştırma sırasında yemek yeme kontrolünü tamamen kaybettiklerini söylüyor ki bu da bağımlılığın başlıca belirtisi. Farelere elektroşok uygulandığında bile yemekten vazgeçmemişler. Fareler sosis, yağlı et ve cheescake gibi yiyeceklerle beslenmiş. Araştırmanın başından itibaren şişmanlamaya başlayan farelere, yağlı yiyecek yerine salata ve sebze verildiğinde bunları yemeyerek aç kalmayı tercih etmişler.

Araştırma ekibi beyin, seks, abur cubur ve uyuşturucu gibi uyartılara tepki olarak dopamin üretiyor. D2 reseptörünün seks ve uyuşturucu bağımlılığı üzerindeki etkisi uzun bir süredir biliniyordu, son araştırmada D2’nin Fast Food tüketimine de tepki gösterdiği ortaya çıktı. Reseptör aşırı dopamin akışını daha iyi işleyebilmek için yavaşlamakta ve mutluluk duygusunu yaratmak için hep daha fazla abur cuburla uyarılan dopamine ihtiyaç duymakta. Aynı süreç uyuşturucu maddelerde de devreye giriyor.

Toronto Üniversitesi psikoloğu Sanford DeVoe ve Rotman, Chen-Bo Zhong ile birlikte McDonalds ve benzeri Fast Food lokantalarını inceleyerek ilginç bir sonuca ulaştı. Hazır yiyecek, beslenme alışkanlığı dışındaki davranışlarımızı da etkilemekte. Araştırmacılara göre hazır yiyecek lokanta zincirlerini düşünmek bile bizi daha sabırsız kılmaya yetiyor. Anlaşıldığı üzere hızlı yemek yeme kültürü, mutluluk ve ödüllendirme hissini daha çabuk tadabilmek için bizi sabırsızlaştırıyor. Demek ki hazır yiyecek davranışlarımız üzerinde sanılandan çok daha fazla etkili, diyor bilim insanları.

Prof.Dr. Kolsuz Agop

 
Muthiş bir yaşam öyküsü ve başarı.
Hepimiz adını duymusuzdur mutlaka…….
        

Cildiyeci Kolsuz Agop – çok etkileyici bir yaşam öyküsü…

Prof. Dr. Agop Kotoğyan yani meşhur ‘Cildiyeci Kolsuz Agop’, 41 yıl
hizmet verdiği İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden
geçtiğimiz 2004 kasım ayında emekli oldu. Tesadüf bu ya Agop Hoca, bundan
tam 66 yıl önce Cerrahpaşa’nın doğum kliniğinde dünyaya gelmişti.
Hastane, evlerine 15 dakika yürüyüş mesafesindeydi.

Doğduğu Samatya semtini diğer adı Kocamustafapaşa’yla seven Kotoğyan,
‘Doğma büyüme Paşalıyım’ diye övünüyor. Agop Hoca, yıllarca hasta
baktığı, laboratuvarında göz nuru döktüğü, kimileri şimdi namlı birer
profesör olan öğrencileri, vefalı hastaları ve mesai arkadaşlarının
katıldığı törenle uğurlandı.

Veda eden aslında azmin, direncin, ölümlerin eşiğinden dönüp hayata
sıkı sıkı sarılmanın simgesi, yaşayan bir efsaneydi. 30 yıl önce
mesleğinin zirvesine oturmuş, masal kahramanına dönüşmüştü. Hayatının
içine girmek zordu. Çünkü gazetecilerden uzak duruyor, doktorların
artist olmadığını, bilimsel tebliğler dışında dışarıya seslenmenin
reklam olabileceğini savunuyordu. Türkiye’de, cinsel yolla bulaşan
hastalıklar kürsüsünü ilk kuran, çeşitli bilim dallarında bölüm
başkanlığı yapan, yeni buluşlarla çığır açmış bu doktoru albüm
sayfalarımıza alabilmek için günlerce uğraştık. Sonunda hatırını
kıramayacağı dostlar araya girdi, bize hayatının kapılarını araladı.
İşte gördüklerimiz.

Aslında bu albüm şöyle başlayabilirdi: ‘Bir varmış, bir yokmuş. Evvel
zaman içinde, kalbur saman içinde Yozgat’ın Akdağ Madeni İlçesi’nin
Terzili Köyü’nde Kirkor adında bir çocuk varmış. Küçük Kirkor, kendi
halinde yaşayıp giden yoksul bir ailenin çocuğuymuş.’ Ama masalsı
hayatın içinde gerçeği kaybetmemek için kronolojik sırayla anlatmayı
doğru bulduk.

Agop’un babası Kirkor Kotoğyan, 1911 doğumlu. 1915 yılında, yani
Anadolu’daki o büyük kaos döneminde henüz dört yaşındayken babasını
kaybetmiş. Köyünü basan çeteler köydeki tüm erkekleri öldürmüş. Küçük
Kirkor’u annesi, onu madendeki mağaralara kaçırarak kurtarabilmiş.
Sonra da bir yakınlarının yanına sığınmışlar. Olaylar yatışıp
saldırılar durunca yanmış, yıkılmış, talan edilmiş köylerine
dönebilmişler.

Kirkor Bey, 25 yaşındayken Yozgat’ın İğdere Köyü’nde yaşayan Makruhi
Hanım’la evlenmiş. Aile 1938’de İstanbul’a gelmiş ve Samatya’ya
yerleşmiş. Bir yıl sonra da ilk çocukları Agop, İstanbul Üniversitesi
Tıp Fakültesi’nin Cerrahpaşa’daki hastanesinde doğmuş. Dünyaya
gözlerini açtığı, ilk görüntüleri, ilk sesleri duyduğu bu hastane ile
ömür boyu sürecek kader birliği de böylece başlamış.

Babası Kirkor Bey, inşaatlarda kalfa olarak çalışır, annesi de Samatya
yakınlarında bir fabrikada işçilik yaparmış.

KOLUNU PRES KAPTI

Çok yoksullarmış. Küçük Agop, Samatya Sahakyan Ermeni İlkokulu’na
başladığı yıl, babası ona bir ceket almış. Bir bahar günü
arkadaşlarıyla Samatya sahilinden denize girip çıkmış ve bir bakmış ki
ceketin yerinde yeller esiyor. Anasından bir ton dayak yediği gibi tam
üç yıl boyunca da ceketsiz kalmış. ‘Bana yeni bir ceket almaları
mümkün değildi. Ekmeği karneyle alıyor, aylarca et ve şeker yüzü
görmüyorduk’ diye annesinin köteğine hak veriyor şimdi.

Küçük Agop, daha ilkokuldayken işe başlamış. Mezun olduğu yıl bir
gümüş atölyesinde çalışıyormuş. Sıcak, çok sıcak bir yaz günü, gümüş
kalıpları plaka haline getirmek için kullanılan presin silindiri iş
önlüğünün kolunu kapmış. Sonra da elinin tamamı omuzuna kadar presin
altında un ufak olmuş. Hastaneye vardığında doktorlar, ‘Bu çocuk
yaşamaz’ demiş. Ameliyat olmuş, günlerce komada kalmış ve bir gün
gözlerini açıp hayata yeniden merhaba demiş. Kaderin cilvesi bu ya,
yine Cerrahpaşa Hastanesi’ndeymiş.

O yaz sonunda kendisini tamamen toparlamış ama çevresindekilerin
acıyarak bakması kalbini çok kırıyormuş. Bu yüzden kayıt yaptırdığı
halde okula gitmeyeceğini söylemiş babasına. Okula gitmemiş ama aldığı
ders kitaplarını her gün muntazaman okuyarak kendine göre bir tedrisat
yapmış. Okulsuz geçen bu yıl boyunca hep düşünmüş. O küçük ve artık
tek kollu bedeniyle bir meslek sahibi olamayacağına karar vermiş.
‘Okumalıyım, her ne pahasına olursa olsun okumalıyım’ demiş. Ve dönem
başlayınca Kumkapı Bezciyan Ortaokulu’nda eğitime geri dönmüş.

Bütün okul hayatı boyunca, yazları ve hafta sonları çalışmaya devam
etmiş. Tahtakale’de işportacılık yapmış. Konfeksiyon atölyelerinde
ilik makinelerinde çalışmış. Eve katkı olsun diye çalışırken çok
sevdiği kız kardeşleri Hripsima ve Maryam’a da küçük hediyeler almayı
ihmal etmezmiş.

FUTBOL YILLARI

Ortaokulda başarılı olmuş ama esas zirveyi Galata Getronogan
Lisesi’nde yapmış. Her yıl okul birincisi olmuş, takdirlerle dönmüş
evine. Agop Bey, hasta Fenerbahçeli. Tam 26 yıldır Fenerbahçe Kulübü
üyesi. Basketbolu çok seviyormuş. Ama tek kollu olduğu için
oynayamamış. ‘Ben de sahada top koştururum’ demiş ve lisede futbola
başlamış. Oynayamazsın demişler, aldırmamış. Çok da güzel oynamış. Ve
hatta, o devrin ünlü takımı Samatya Gençler Kulübü’nün kadrosuna
girmeyi başarmış.

1957’de İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni kazanınca doğduğu,
yeniden hayata döndüğü Cerrahpaşa Hastanesi’nde bulmuş kendini.
Kapısından içeri girdiği ilk gün ‘Bir zamanlar beni kurtardı bu
hastane, şimdi nöbet sırası bende’ diye düşünmüş. Bu dönemde lise
öğrencilerine özel dersler vererek okul parasını kazanmaya devam
etmiş. Ayrıca, Cerrahpaşa’nın futbol takımında oynamayı da ihmal
etmemiş.

1963’te okul birincisi olarak doktorluk diplomasını almış. Bir yıl
Çapa’nın Deri ve Frengi Hastalıkları Kliniği’nde çalışmış. 1964’te
Cerrahpaşa’daki Dermatoloji Kürsüsü’nde asistan olarak göreve
başlamış. Uzmanlık tezinin başlığı, ‘İmpetigo Herpetiformis Vak’aları
Üzerinde Klinik ve Biyoşimik Araştırmalar.’ Ben başlığından bir şey
anlamadım, Agop Hoca açıkladı: ‘Uçukla ilgili çok önemli bir
çalışmaydı.’

1967’de uzman olmuş. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde başasistan olarak
çalışırken üniversite tarafından Ekim 1969’da Almanya’ya gönderilmiş.
Dört ayda Almanca’yı öğrenmiş. Hamburg Saar Üniversitesi Dermatoloji
Kliniği’nde ünlü dermatolog Prof. Dr. Nödl’ün yanında çalışmaya
başlamış. Ayrıca aynı üniversitenin alerji ve histoloji bölümlerinde
çalışmış. Kliniklerde gösterdiği başarıdan dolayı, Alman Üniversite
Kurulu’nun talebiyle okulda kalma süresi bir yıl daha uzatılmış.

Dr. Kotoğyan, 1952’de geçirdiği kazadan önce çoğu kişi gibi sağ elini
kullanırmış. Onu kaybedince sol eliyle iş görebilmek için çok
çalışmış. En büyük zorluğu da üniversitedeyken çekmiş. Tek eliyle
tüplerden şırıngaya ilaç çekmeyi, bu ilacı hastaya enjekte etmeyi
öğrenmek için geceleri hastanede nöbete kalmış, evde portakallara su
şırınga edermiş. Dikiş atmayı öğrenmek için ise, evde ne kadar sökük
ve yırtık varsa dikermiş. İki yıl içinde tüm bu işleri kimseden yardım
almadan tek başına yapıyor hale gelmiş.

1972’de Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ne geri döndükten bir yıl sonra
doçentlik sınavını başarıyla vermiş. 1979’da ise, ‘Akne Vulgaris
Vak’alarında İmmunolojik Araştırmalar’ başlıklı teziyle profesör
kadrosuna atanmış. Almanca’dan sonra yine kendi çabasıyla, Fransızca
ve İngilizce öğrenmiş. Dünyanın birçok ülkesinde dersler, konferanslar
vermiş, nam salmış. Özellikle son iki yılda dışarıdan gelen hasta
sayısında büyük bir artış olmuş. Uluslararası tıp dergilerinde
yayımlanan makalelerinin sayısı 300’ü aşmış, cilt hastalıkları üzerine
iki kitap yazmış.

Suzan Hanım’la 1975’te evlenmiş. Üniversiteden emekli olduğu 21 Kasım
2004 günü yaptığı konuşmada ‘İki kişiye teşekkür etmiyorum: Biri beni
bu yolun başına kadar getiren anam, diğeri beni şu kürsüye kadar
çıkaran eşim Suzan. Teşekkür etmiyorum değil, aslında edemiyorum.
Çünkü onlara her şeyimi borçluyum’ demişti.

YURT SEVGİSİ BUDUR

Birçok ülkenin üniversitesinden teklif almış: Almanya, Fransa, Kanada,
Amerika… ‘Burada kal, kürsünün başına geç’ demişler. O, bunların
hepsini elinin tersiyle geri çevirmiş. ‘Ermeni olduğun için dedeni,
fukara olduğun için kolunu kaybettiğin o ülkede ne işin var’ demişler,
gülmüş geçmiş. Peki ne düşünmüş? ‘Evet doğrudur: Ülkemde çok acı
çektim. Sefaletin dibinde yaşadım. Doğrudur: Dedemi, çocukluğumu,
kolumu kaybettim. Ama yolumu kaybetmedim. Bu ülkede yaşayan
milyonlarca insandan hiçbir zaman farklı olmadığımı düşündüm. Bu
topraklarda yaşayan tüm insanları kardeşim olarak benimsedim. Bir
ülkeyi sevmek demek, bu topraklarda geçirdiğin güzel ve iyi günleri
sevmek demek değildir. İyi günde ve kötü günde burada olmak, vatanın
yanında kalmak demektir yurt sevgisi. Boş başak dik, dolu başak ise
eğiktir, derler. Ben hep eğik gezdim şu dünyada. Kibirden nefret
ettim. Boş başaklar gibi diklenmedim, caka satmadım, her şeyi
biliyorum demedim. Burnumun dikine gitmedim, bilginin ve bilimin ipine
sarıldım. İşimi şansa bırakmadım. Çünkü, çok çalıştım ve boşluk
bırakmadım.’

DOKTORLUĞA DEVAM

Bu efsane doktor üniversiteye veda ederken şöyle diyordu: ’32 yılını
öğretim üyesi olarak geçirdiğim, 41 yıl üç ay süren üniversitedeki
görevim fiilen sona ermiş bulunuyor. İnsanın hissetttiklerini
anlatabilmesi oldukça güç. Ayrılık günü gelip çattığında hiç
tanımadığınız bir boşluk hissine kapılıyorsunuz. İlk olarak geçmişin
yoğunluğu içerisinde hiç gerçekleşmemiş olan bir şey gerçekleşiyor:
Annesinin kuzusu Agop, gümüşçüde çalışan Agop, futbolcu, asistan,
Almanya’da görev yapan, doçentlik sınavındaki Agop, ilk dersini veren,
profesör olan Agop kafa kafaya verip ‘Şimdi ne olacak’ diyorlar. Neden
sonra aynı toplantıya emekli Agop gelip de, ‘Hey geçmişin kimlikleri;
utanmasanız Agop öldü diyeceksiniz. Şimdi, en büyüğünüz olarak ben,
işte buradayım’ diyene kadar…’

Neyse ki Agop Bey tecrübeleriyle şifa dağıtmaya veda etmedi.
Osmanbey’deki mimar oğlunun tasarladığı yeni kliniğinde, yine içten,
yine mütevazı, çalışmayı sürdürüyor.

Ciğerim Agop, bilesin ki anacığın seninle iftihar ediyor

Prof. Dr. Kotoğyan’ın emekli olduğu gün annesi Makruhi Hanım (87)
rahatsız olduğu için törene katılamadı. Kız kardeşi ünlü matematik
hocası Hripsime Kotoğyan, kürsüye çıktı ve annelerinin gönderdiği
mektubu okudu: ‘Ciğerim Agop. Baban da okuma yazma bilmez idi, ben de.
Sen, okudun. Sen hep okudun ve çok çalıştın can parçam. Biz
fukaraydık, senin yaptığın şu çok zor yolculukta yanına yetecek kadar
azık koyamadık. Bak, burada da açıklıyorum, herkes duysun: Oğlum, sana
yeterince yardım edemedik ve ben hep üzüldüm buna. Pek belli etmezdi
ama baban da buna çok üzülmüştü. Ama, sen bizim yüzümüzü hiç kara
çıkarmadım. Her zorluğun üstesinden geldin. Garip kuşun yuvasını yapan
Allah, uçmak istediğini anlayınca sana kanat taktı. Ciğerim Agop, çok
çalıştın, çok yoruldun. Sana biraz istirahat et diyeceğim ama
biliyorum ki beni dinlemeyeceksin. Şimdi, biraz hastayım ama sen
biliyorsun ki yanındayım. Bilesin ki anacığın seninle iftihar ediyor.
Baban da şimdi yukarıdan sana bakıyor ve gülüyordur. Ciğerim benim,
senin o kara gözlerinden öpüyorum.’

13 Şubat 2005

Kaynak: Anadolu Ajansı

Anayasa Mahkemesi, 5947 sayılı Üniversite ve
Sağlık Personelinin Tam Gün Çalışmasına ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına
Dair Kanun’un, bazı hükümlerinin iptali ve yürürlüğünün durdurulması istemiyle
açılan davanın ilk incelemesini yarın yapacak.

CHP, Kanunun 11 maddesinin bazı hükümlerinin iptali ve yürürlüğünün
durdurulması istemiyle Anayasa Mahkemesinde dava açmıştı.

Yüksek Mahkeme, yarın yapacağı toplantıda, davayla ilgili ilk
incelemesini yapacak. Başvuruda bir eksiklik saptanmazsa dava, daha sonra
belirlenecek bir günde esastan görüşülecek.

-İPTALİ İSTENEN MADDELER-

CHP’nin iptalini istediği maddeler şöyle:
-1. maddesiyle değiştirilen, 4.1.1961 günlü, 209 sayılı Sağlık
Bakanlığına Bağlı Sağlık Kurumları ile Esenlendirme (Rehabilitasyon) Tesislerine
Verilecek Döner Sermaye Hakkında Kanunun 5. maddesinin dördüncü fıkrası,
“personelin katkısıyla elde edilen döner sermaye gelirlerinden personele bir
ayda yapılacak ek ödeme tutarını” belirliyor.

-3. maddesiyle değiştirilen, 4.11.1981 günlü, 2547 sayılı Yükseköğretim
Kanununun 36. maddesinin birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü fıkraları, “öğretim
elemanlarının devamlı statüde görev yapmasını, belirlenen görevler ve telif
hakları hariç, yükseköğretim kurumlarından başka yerlerde ücretli veya ücretsiz,
resmi veya özel başka herhangi bir iş yapmamasını, ek görev alamamasını, serbest
meslek icra edemeyeceğini, öğretim üyesinin, kadrosunun bulunduğu yükseköğretim
birimi ile sınırlı olmaksızın ve ihtiyaç bulunması halinde görevli olduğu
üniversitede haftada asgari 10 saat ders vermekle yükümlü tutulmasını, öğretim
görevlisi ve okutmanların ise haftada asgari 12 saat ders vermelerini”
öngörüyor.

-4. maddesiyle değiştirilen, 2547 sayılı Yasanın 38. maddesinin, birinci
fıkrasının son tümcesinin, ikinci fıkrasının son tümcesi, “İhtiyaç halinde
geçici olarak görevlendirmelerde, YÖK, bağlı birimleri ve Üniversitelerarası
Kurul ile Adli Tıp Kurumunda görevlendirilenler hariç olmak üzere
görevlendirilenlerin , döner sermayeden yararlanamayacak” hükmünü içeriyor.

-5. maddesiyle değiştirilen, 2547 sayılı Yasanın 58. maddesinin (h)
fıkrası, “Üniversitelerde döner sermayeden yapılacak ek ödeme oranları ile bu
ödemelerin esas ve usullerinin, personelin unvanı, görevi, çalışma şartları ve
süresi, mesleki uygulamalar ile ilgili performansı gibi hizmete katkı unsurları
esas alınarak Maliye Bakanlığının uygun görüşü üzerine Yükseköğretim Kurulu
tarafından çıkarılacak yönetmelikle belirlenmesini” öngörüyor.

-6. maddesiyle, 2547 sayılı Yasaya eklenen geçici 57. maddesinin son
tümcesi, kısmi statüde görev yapmakta olan öğretim üyelerinden, Kanunun
yayımlandığı tarihten itibaren bir yıl içerisinde devamlı statüye geçmek için
talepte bulunmayanları istifa etmiş sayıyor.

-7. maddesiyle değiştirilen, 11.4.1928 günlü, 1219 sayılı Tababet ve
Şuabatı Sanatlarının Tarzı İcrasına Dair Kanunun 12. maddesinin, ikinci
fıkrasının “Tabipler, diş tabipleri ve tıpta uzmanlık mevzuatına göre uzman
olanlar, aşağıdaki bentlerden yalnızca birindeki sağlık kurum ve kuruluşlarında
mesleklerini icra edebilir” şeklindeki birinci tümcesinde yer alan
“…aşağıdaki bentlerden yalnızca birindeki… ” ibaresi, üçüncü fıkrasındaki
“Sözleşmeli statüde olanlar da dahil olmak üzere mahalli idareler ile kurum
tabipliklerinde çalışan ve döner sermaye ek ödemesi almayan tabipler iş yeri
hekimliği yapabilir” biçimindeki dördüncü tümcesi.

-8. maddesiyle, 1219 sayılı Yasa’ya eklenen ek 12. maddesinin birinci
fıkrasının son tümcesinde yer alan “… yarısı kendileri tarafından, diğer
yarısı…” ibaresi, kamu sağlık kurum ve kuruluşlarında çalışan tabip, diş
tabibi ve tıpta uzmanlık mevzuatına göre uzman olanların, “tıbbi kötü uygulama”
nedeniyle kendilerinden talep edilebilecek zararlarla, kurumlarınca kendilerine
yapılacak rüculara karşı yaptırmak zorunda oldukları sigorta priminin yarısının
kendileri tarafından ödenmesini” öngörüyor. Özel sağlık kurum ve kuruluşlarında
çalışanların sigorta primlerinin yarısının kendileri tarafından ödenmesini
öngören hükmün de iptali isteniyor.

-9. maddesiyle, 19.4.1937 günlü, 3153 sayılı Radyoloji, Radiyom ve
Elektrikle Tedavi ve Diğer Fizyoterapi Müesseseleri Hakkında Kanuna eklenen Ek
Madde 1, “İyonlaştırıcı radyasyonla teşhis, tedavi veya araştırmanın yapıldığı
yerlerde çalışan personel için haftalık çalışma süresini 35 saat olmasını”
öngörüyor.

-12 maddesiyle, 27.7.1967 günlü, 926 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri
Personel Kanunu’nun ek 17. maddesinin (C) fıkrasından sonra gelmek üzere eklenen
(Ç) fıkrasının “Türk Silahlı Kuvvetleri kadrolarında bulunan sağlık personeline
kanunda belirtilen oranları geçmemek üzere, orgeneral aylığının brüt tutarı ile
çarpımı sonucu bulunan miktarda sağlık hizmetleri tazminatının ayrıca
ödenmesini” öngören birinci bendindeki “…geçmemek üzere…” ibaresi.

-13. maddesiyle, 926 sayılı Yasa’ya eklenen Ek Madde 26, “Gülhane Askeri
Tıp Akademisi Komutanlığına bağlı eğitim hastaneleri ile askeri tıp fakültesinde
öğretim üyesi veya tabip ihtiyacı doğması halinde, Türk Silahlı Kuvvetleri Sağlık
Komutanlığının talebi üzerine Sağlık Bakanlığı ve Yükseköğretim Kurulu tarafından
öncelikli olarak görevlendirme yapılır.

Türk Silahlı Kuvvetlerine bağlı sağlık kurum ve kuruluşlarında ihtiyaç
duyulması ve Türk Silahlı Kuvvetleri Sağlık Komutanlığının talep etmesi halinde,
Sağlık Bakanlığına bağlı sağlık kurum ve kuruluşlarında veya üniversite
hastanelerinde görevli öğretim üyeleri ile diğer sağlık personeli, haftanın
belirli gün veya saatlerinde veya belirli vakalar ve işler için Sağlık Bakanlığı
veya Yükseköğretim Kurulu tarafından görevlendirilir. ” hükümlerini içeriyor.

-20. maddesinin (b) bendinde yer alan “Gülhane Askeri Tıp Akademisindeki
öğretim elemanlarından profesör ve doçentler çalışma saatleri dışında meslek ve
sanatlarını serbest olarak icra edebilirler” hükmünü yürürlükten kaldırılmasına
dair maddenin kanun yayımlandıktan altı ay sonra yürürlüğe girmesini öngörüyor

Bu hap hasta tarafından yutulduğunu doktorun cep telefonuna ya da bilgisayarına bildiriyor.

  Amerika’da Florida Üniversitesi araştırmacılarınca geliştirilen bir yöntemle artık ilaçlar, hastalarca yutulduklarını biyobozunur bir antenle doktorlara doğrudan iletebilecekler.

Verilen ilaçların kullanılmaması, ya da düzensiz alınması, tedavinin ve tıp araştırmalarının önemli bir sorunu. Hastaların ilaçlarını almayı unutmaları, reddetmeleri ya da ilaçları karıştırmaları, tıbbi sorunları ağırlaştırıyor, gereksiz yere hastanede bakımı gerektiriyor, pahalı müdahalelere yol açıyor, yeni ilaçlar üzerinde yapılan deneyleri de olumsuz etkiliyor. Yalnızca ABD’de ilaçların düzenli kullanılmaması nedeniyle yılda 218.000 kişinin yaşamını yitirmesi, sorunun büyüklüğüne bir kanıt.

Soruna bulunan pratik çözüm, Rizwan Bashirullah adlı genç araştırmacı ve ekibinin eseri. Geliştirilen sistem iki bileşenden oluşuyor: Birincisi, üzerinde gümüş renkli çizgiler bulunan bir işaret taşıyan standart beyaz bir kapsül. Toksik olmayan, metrenin milyarda biri ölçeklerdeki gümüş nanoparçacıklardan yapılı bir mürekkeple basılan çizgiler, anten görevi yapıyor. Kapsülün içinde ayrıca bir nokta büyüklüğünde bir mikroçip de bulunuyor.

Hasta tarafından yutulduğunda ilaç, sistemin ikinci bileşeni olan küçük bir elektronik aygıtla iletişim kuruyor. Bu aygıt şimdi hastanın vücuduna bağlanıyor ya da üzerinde taşınıyor; ama ileride cep telefonunun ya da saatinin içine de yerleştirilebilecek. Aygıt yutulma mesajını aldıktan sonra bunu bir cep telefonuna ya da bir dizüstü bilgisayara aktarıyor, buradan da doktorlar ya da hastanın aile bireylerine iletiliyor.

Kapsül’ün yayınını yapması için pile gereksinimi yok; çünkü hastanın üzerindeki aygıt, son derece düşük voltajdaki elektrik atımlarıyla gerekli gücü kapsüle sağlıyor. Bu atımlar mikroçipe gümüş anten aracılığıyla mesajını göndermesi için enerji veriyor. Sonunda anten mide asitlerinde çözünüyor ve mikroçip de görevini tamamlamış olarak dışkı yoluyla vücuttan çıkıyor.

Ekip, “konuşan hapı” önce yapay insan modelleri, daha sonra kadavralar üzerinde başarıyla denemiş. Geride bıraktığını incelemek için de anten, yapay olarak sentezlenen mide asitlerine tabi tutulmuş ve vücutta kalan gümüşün her gün musluk suyuyla alınandan daha az olduğu görülmüş.

Psikiyatristlere gün doğdu!

Ekonomik kriz nedeniyle iflas eden veya işi bozulan işadamlarının psikiyatri kliniklerine başvurularının 2009’da 5 kat arttığını belirten Psikiyatrist Doç. Dr. Özgür Öztürk, “İntihar girişiminde bulunan veya alkolik olan işadamlarının sayısındaki artış 2010’da da sürüyor. İflas eden müteahhitler ilk sırada; sağlık sektörüne yatırım yapanlar, bankacı, tekstilci de çok” dedi.

EKONOMİK kriz, hastanelerin psikiyatri servislerindeki profili de değiştirdi. Yedikule Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi’nin Psikiyatri Kliniği’nde çalışan Psikiyatrist Doç. Dr. Özgür Öztürk, krizin en yoğun hissedildiği 2009 yılında hastaneye gelen işadamı sayısının 5 kat arttığını belirterek, “Çoğu iflasa bağlı intihar girişiminde bulunmuş veya alkol bağımlılığı ileri seviyeye ulaşmış işadamları. İflaslar dışında işi ciddi anlamda bozulan, borç batağına saplanan işadamları da intihar, alkol bağımlılığı ve ağır depresyon vakaları olarak kliniğe çoğu zaman aileleri tarafından getiriliyor” dedi.

Alkolizm yüzde 50 arttı

Ekonomik krizlerde alkol ve madde bağımlılığının arttığına işaret eden Psikiyatrist Dr. Yasin Genç ise şu tespitlerde bulundu: “İş hayatında oluşan boşluğu alkol veya uyuşturucu madde ile doldurmaya çalışıyorlar. İntihar girişiminde bulunan işadamı ve buraya ailesi tarafından getirilenler geçen yıl 4’e katlandı. Bağımlılık da bir intihar türü aslında ama yavaş yavaş. Alkolizmde yüzde 50, madde bağımlılığında yüzde 30 artış var.”

2010’da toparlanma yok

Ekonomik toparlanma yaşandığı söylense de gelen hastalar açısından bir değişiklik gözlemlemediklerini vurgulayan Özgür Öztürk, “Açıkça bize gelen iş nedenli vakalarda bir azalma yok. Biz hangi sektörde sıkıntı olduğunu buraya gelen vakalardan önceden görebiliyoruz. Ekonomik kayıp babadan bütün aileye yayıldığı gibi depresyon da aileyi kaplıyor. Depresyon grip gibi bulaşıcıdır” dedi

Müteahhitler ilk sırada

Kendilerine gelen işadamlarının önemli bir çoğunluğunun iflas eden müteahhitlerden oluştuğunu dile getiren Öztürk, iş stresinin yoğunluğu nedeniyle bankacılık sektöründen de çok hasta geldiğini belirtti. Öztürk şunları söyledi: “Tekstil sektöründen de çok hasta var. Hem patron hem çalışan çok sayıda tekstilci. Tekstil sektöründe kadınların çok ezildiğini düşünüyorum. Sigortasız, 12 saat bir makinanın başında gününü geçiriyor. Bu kadınların çoğunu buraya baygın getiriliyorlar.”

Jakuzili, saunalı hastane yurtdışına gidenleri çekti

YEDİKULE Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi Başhekimi Op.Dr. Ardaş Akdağ, vakıf aracılığıyla bakım verilen kronik hastaların kaldığı akliye servisinin dışında, 2 milyon dolar yatırımla bir yıl önce yeniledikleri Saatçi ve Tarver servisleriyle üst gelir grubuna hizmet verdiklerini hatırlatarak şunları söyledi: “Psikiyatri kliniğine yatmakla ilgili önyargılar var. 5 yıldızlı otel konforunda jakuzili, saunalı, dev plazma TV’li, dubleks hasta odalarımız mevcut. Türkiye’de gizli çok sayıda psikiyatri hastaları var. Çoğu tedaviye yurtdışına gider. Onları ekonomik krizde buraya çektik. Yurtdışındakinin 5’te biri fiyatına tedavi olabiliyorlar. Yurtdışındaki gurbetçilerin son kuşağında madde bağımlılığı oranı yüzde 20. Yaz aylarında çok gurbetçi burada tedavi oluyor. Vakfımız aracılığıyla da her ay 4-5 madde bağımlısı sokak çocuğunu ücretsiz tedaviye alıyoruz. Zenginden alıyoruz yoksula veriyoruz.”

Ekonomik krizler seksi de etkiliyor

UZMAN Psikolojik Danışman Çiğdem Tiryaki, ekonomik krizlerin aile ortamını, cinsel yaşamı, eşlerin birbirlerine karşı tutum ve davranışlarını olumsuz etkilediğini belirterek şöyle konuştu: “Ekonomik krizlerde toplumsal anlamda genel ve yaygın bir umutsuzluk, ilgi kaybı, gelecekle ilgili kaygıların arttığı gözlenmekte. İş yaşamındaki olumsuzluklar özellikle kadına karşı şiddete, ilişkide problemlerin artmasına neden olabiliyor. Anneler de çocuklara karşı daha tahammülsüz ve agresif davranışlar gösterebiliyor. Erkekler için işdünyasında başarı ve gelirlerinin iyi olması güç-iktidar hissini arttırıyor. İşini kaybetmeş, iflas etmiş bir erkeğin depresyon ya da kaygıya bağlı olarak cinsel isteksizlik duyması, cinsel işlev bozukluğu yaşadığını söyleyebilirim.”

Erkek alkole vuruyor, kadın depresyona giriyor

Dr. Yasin Genç kadın ve erkek hastaların en çok hangi şikayetlerle geldiğini şöyle anlattı:
Erkeklerde genel olarak en büyük şikayet öfke kontrolsüzlüğü.
Alkol ve uyuşturucu erkeklerde önde.
Erkeklerde daha sonra depresyon ve kaygı bozuklukları geliyor.
Kadınlarda ise depresyon ve kaygı bozuklukları önde.
Kadında alkolizm az görülüyor ama daha dramatik ilerliyor.
Erkeklerin depresyonu daha zor.

İntihar girişimi kadında fazla, ölüm oranı erkekte daha yüksek

DOÇ. Dr. Özgür Öztürk intihar girişiminin kadınlarda daha yüksek olduğuna değinip, “Kadınlar dikkat çekmek için de intihar girişiminde bulunuyor. Erkeklerde intihar girişimi daha az ama sonuca götüren intihar daha yüksek” diye konuştu.

HÜRRİYET

Çoğumuz büyüme süreci içinde karşımıza çıkan belli durumlarda, sorunlarla yüzleştiğimizde kendimize olan güven duygumuzda sarsıntılar hissetmişizdir ya da en azından yapmak istediğimiz birşeyi gerçekleştirme konusunda yeterliliğimizden kuşku duyduğumuz olmuştur. Böylesi anlarda olaya olan yaklaşımımız sonucunda yeniden kendimize ilişkin olumlu duygular yaşamaya başlayabiliriz. Bazılarımız için ise hissedilen kendine güvensizlik, kalıcı bir duygu haline dönüşüp, gün geçtikçe daha yıpratıcı bir duruma gelebilir. Şunu bilmeliyiz ki : Farkına varmadan nasıl kendimize güvenmemeyi öğrendiysek, kendimize olan güvenimizi artırmayı da öğrenebiliriz. Bunu yapabilmek için öncelikle kendine güvenememenin nedenleri üzerinde duralım.

Çoğunlukla, kendimize olan güvensizliğimizden bulunduğumuz ortamı, çevremizi sorumlu tutma eğilimimiz vardır. Ancak, şu bir gerçek ki kendimize güvenimizi arttırırsak, çevremize ilişkin algımız da değişir. Bu değişim nasıl olmakta ? Biz hiçbir zaman çevreyi doğrudan değiştiremeyebiliriz, ya da olup bitenleri etkileyemeyebiliriz. Değişiklik çevrede değil bizim çevreyi nasıl yorumladığımızda, algıladığımızdadır. Özetle, kendimize olan güvensizliğimizi sürdürmemiz kişisel algılarımız nedeniyledir.

Kendinize saygınızı olumsuz etkileyen özel durumlar şunlardır:

  1. Kendinize koyduğunuz katı kurallar ve “olmalı”lar .
  2. Mükemmeliyetçilik (Kendinize koyduğunuz yüksek, erişilmez standartlar).
  3. Eleştiriye aşırı duyarlılık.
  4. Atılgan olamama: Kendini, duygularını ve düşüncelerini açıkça ifade edememe.

Tüm bu durumlarla iç içe giden bir zehirlenme söz konusudur. Zehirin temel kaynağı ise “hastalıklı eleştiri” dir. Bu sizin kendi kendinize yaptığınız, kendi kendinize sessizce sürdürdüğünüz bir konuşmadır.

Bu hastalıklı eleştiri türü…

  1. Sizi sürekli başkalarıyla kıyaslar onların başarılarını ve yeteneklerini gözünüze sokar.
  2. Ulaşılmaz yüksek standartlar koyar ve en ufak hatanızda sizi kırbaçlar.
  3. Hatalarınızın dosyasını tutar, ama hiçbir zaman güçlü yanlarınızı ve yeterli olduğunuz durumları hatırlatmaz. Onları kaynatır, eritir.
  4. Nasıl yaşamanız gerektiğine dair size hazır öyküler sunar. Bu yaşama kurallarının dışına çıktığınızda, hatalı ve beceriksiz olduğunuzu haykırır.
  5. En iyi olmanızı söyler, olamadığınızda sizi aptallık, çirkinlik, zayıflık ile yargılar.
  6. Arkadaşlarınızın, dostlarınızın beynini okur ve onların sizden sıkıldığına, onlara itici geldiğinize sizi ikna eder.
  7. Zayıflıklarınızı abartır. Bir yerde yanlış davrandıysanız “hep aptal olduğunuzu” söyler.

Hastalıklı eleştirinin sesi yaşamınızdaki normal akışı bozar, belli durumları yaşarken kafanızdan geçenleri, duygularınızı ezer geçer.

Örneğin: Biriyle çıktığınızda onun yanında hissettiklerinizi, yaşadıklarınızı yakalayıp inceleyemezsiniz. Bunun yerine “Benim oradaki hareketimi gördü, aptal olduğumu düşündü. Sevimsiz olduğuma karar verdi. Beni bir daha görmek istemez” dersiniz.

“Hastalıklı eleştiri” yaşayacağınız herhangi bir acıdan çok daha tehlikeli ve zehirleyicidir. Çünkü acıların hepsi bir zaman sonra geçer, ancak bu eleştiri hep sizinledir. Bu tarz bir kendi kendinizi yerme, zihninizin kontrolünü sizden alır ve hükmeder.

Birlikte büyüdüğünüz değerler ve kurallar “olmalı”lara dönüşebilir: “Hata yapmamalısın”; “Ona şöyle davranmamalısın”; “Sınavdan şu notu almalısın”… gibi. Bu da hastalıklı eleştirinin en önemli silahlarından biridir. Kendinize verdiğiniz bu emirlerin altında ezilirsiniz.

HASTALIKLI ELEŞTİRİNİN KAYNAĞI:

  1. Çocukların kişisel gereksinimleri için, kendilerini daha güvende ve iyi hissetmek için yaptıkları, Örneğin: Sık sık arkadaşları ile birlikte olmak istemesi; Belli bir saç kesimini tercih etmesi; Belli bir giyim tarzını tercih etmesi, ebeveynleri ya da yakın çevresindeki otorite figürleri (öğretmenleri gibi) tarafından “bencilce”, “kötü”, “serserilik” olarak adlandırılabilir. Bu durumlar gerçekte tümüyle kişisel zevklere ve tercihlere bağlı durumlardır. Ancak, çocuk bu yargılar nedeniyle ahlak dışı, kötü, hatalı birşeyler yaptığını düşünür. Hatta bir zaman sonra bu yargıların hangi duruma özgü söylendiği bağlantısı zihninde kaybolur ve yalnızca yargıları özümser: kötüsün, bencilsin, serserisin gibi…dolayısıyla kendine olan saygısı darbe alır. “Bende bir eksiklik var.”
  2. Ebeveynler ve diğer otorite figürleri hatalı davranışla kişiliği birbirine karıştırabilir ve yargılarını bu şekilde ifade edebilirler. Örneğin: “Bu davranışın çevreye zarar verebiliyor” – yerine – “Sen ne yaramaz çocuksun gibi…”.
  3. “Bende bir eksiklik var” ebeveynlerin ilk eleştirisi ile geliştirilen bir şey değildir. Sık sık tekrarlanması sonucunda gelişir. Sıklıkla duyduğunuz olumsuz bir yargıyı farkına varmadan içselleştirebilirsiniz.
  4. Ebeveynlerin eleştirileri tutarsızlaştığında, (Örneğin: Bir gün çocuk bir davranışta bulundu ve ebeveynlerinden sert bir tepki aldı: “Ne beter çocuksun ” Başka bir zaman benzer bir davranışa ise böyle bir tepki gelmedi. Daha başka bir zaman ise aynı davranış nedeniyle yine olumsuz yargılandı.) bu durum çocuğun şöyle düşünmesine neden olabilir: “Yaptığım davranış değil (çünkü o bazen doğru bazen yanlış) ben kendim kötüyüm.
  5. Eğer yargı ebeveynlerin aşırı öfkesi ya da terketme tehditi, veya gerçekten çocukla geçici de olsa ilişkilerini koparmaları ile birleşiyorsa, bu durum çocuk tarafından “Sen kötüsün ve ben seni reddediyorum” olarak algılanır ve ‘kötü olduğum için terkediliyorum’ şeklinde kodlanır.

Peki bu yollarla geliştirilmiş benlik algısı sonradan neden devam ettiriliyor?

Çünkü “eleştirinin” kafanızın içinde sürekli canlı kalmasına neden olan bir pekiştireç sistemi oluşabiliyor. Bakalım hangi motivasyonlar doğrultusunda ‘hastalıklı eleştiri’ pekişiyor ve gittikçe artan bir biçimde sürdürülüyor?

  1. Doğruyu yapma gereksiniminiz: İçinizdeki o katı kurallar ve değer yargıları listesine hatalı davranmamanın bir güvencesi gibi yapışıyorsunuz. “Böyle bir değer sistemine sahip olmazsam ya da bu değer sistemini gevşetirsem hatalarım gün geçtikçe artar”. Böylelikle, doğru davranma konusundaki kontrolünüzün bu “eleştiri” sayesinde kurulduğunu sanıyorsunuz.
  2. “Doğru” olduğunuzu hissetme gereksiniminiz: Zaman zaman bu “hastalıklı eleştiri” size çok kısa süre için bir üstünlük duygusu yaşatabilir.

    Standartlarınız gerçekte ulaşılmaz, mükemmeliyetçi standartlar olduğu için kendinizi sürekli başkalarıyla kıyaslarsınız (Zekànızı, başarınızı, çekiciliğinizi, yeterliliğinizi…, özetle kendi benliğinizin değerini). Çoğu zaman da kendinize yetersizlik damgasını vurur ve yetersiz hissedersiniz. Ancak çok ender, kendinizi birilerinden daha üstün bulduğunuz anlar olur ve aşırı ancak kısa süreli bir doyum yaşarsınız. Sırf bu geçici doyum uğruna bu “eleştiriye” iyice yapışırsınız.

    Ya da “eleştirinin öngördüğü ulaşılmaz standartlar nedeniyle hiçbirşeyi “yapılması gereken” biçimde yapamadığınız için, çoğunlukla yetersizlik duygusu yaşarsınız. Ancak, bir kez mükemmel gibi görünen bir durumu yakaladığınızı varsayalım, bu durum kısa süre içinde mükemmel olmadığını belli eder, ancak ilk ulaşıldığında öyle gibi görünür. Bir kez bulup da kaybettiğinizi düşündüğünüz, size geçici harikalık duygusu yaşatan bu durumun peşinde koşmayı sürdürürsünüz.

  3. Eleştirici anne-babaya yaranma… kabul görme gereksiniminizden dolayı onların kurallarını devralıp o kurallara göre kendinizi “eleştirdiğinizde”, onlara layık bir yaklaşıma sahip olduğunuz için kendinizi onlara daha bir yakın hissediyor ve kendinize saygınızı artırıyorsunuz. Bu da amansız eleştiriyi sürdürmenizi pekiştiriyor.
  4. Başarma gereksiniminiz oldukça yüksek olduğundan, mükemmele ulaşamasanız da, önünüzde size sürekli bir başarı ideali çizen bu hastalıklı eleştiriye yapışıyorsunuz. “Hani bir ulaşsanız müthiş bir şey olacak” dolayısıyla bu ideali gözünüzün önünden bir türlü itemiyorsunuz. Böylelikle, sürekli “başarının” yolunda ilerlediğinizi sanıyorsunuz.
  5. Acı veren duygularınızı kontrol etme gereksiniminize de yapay bir biçimde destek vermektedir.

 

Benim televizyon programıma konuk olarak davet ettiğim Prof. Kadir Özer’le
mutluluk üstüne konuştuk. Dedim ki, “evlenme teklif eden insanlar, mutluluk
vaat ederek evlenirler. Şimdiye kadar, “Benimle evlenirsen anandan doğduğuna
seni pişman edecem, inim inim inletip sürüm sürüm süründüreceğim, haydi gel
evlenelim,” diyen görmedim. Ama bakıyorsunuz evliliklerin çoğu sanki böyle
söylenmiş gibi bir yolda ilerliyor, niçin, diye sordum.

“Kişiler benim bildiğimi bilseler, aslında evlenenlerin çoğunun mutsuzluğa
davet olduğunu anlarlar,” dedi. Yani sen anlayabilir misin, diye sordum.
“Evet,” dedi ve açıkladı: (Konuşmalarımız aynen bu kelimelerle olmadı, ama
anlamları bu yazdıklarıma yakındı!)

“İnsan yaşamının üç gerçeği vardır: 1- İnsan yorum yapan bir yaratıktır ve
yaptığı yorumla insan olaylara, ilişkilerine ve yaşamına anlam verir. 2-
İnsanlar arasında bireysel farklar vardır; özellikle aynı konularda insanlar
birbirlerinden farklı yorumlar yaparlar. 3- Aynı insanın içinde birbirinden
farklı özler, farklı bakışlar, bilinçler, yorumlar vardır; yani insan tek
bir çiçek değil, farklı çiçeklerden oluşan bir demettir.”

Prof. Kadir Özer Bilişsel Varoluşçu Terapi uygulayan bir psikoterapisttir.
Ona göre yukarıdaki gerçekleri anlamamak insan ilişkilerinde oluşan
sorunların temelini oluşturuyor.

Sözüne şöyle devam etti: “Erkek karısının olaylara kendisi gibi bakmasını,
aynı anlamı vermesini ve aynı duyguları hissetmesini bekler. Niçin? Çünkü
doğru olan onunkidir de ondan. Kadın ise kendi yorumunun gerçekçi ve doğru
olan olduğunu düşünür; içinden bilir. Evlenmeden önce kadın ya da erkek bu
farklılıkları görmemezlikten gelir, evlenince onu değiştiririm, diye bir
umudu vardır. Kendisinin doğru olduğuna o kadar inanır ki, eninde sonunda
eşinin gerçeği göreceğine bilir.”

“Bir başka senaryo da şöyle gelişir: ben kendimin tek bir insan olduğumu
sanıyorum. Hâlbuki gerçekte ben birçok çiçekten oluşan çok renkli bir
buketim. Yeni tanıştığım, çekici bulduğum kişinin buketindeki bir çiçeği ile
benim bir çiçeğim uyuşur ve ben sevgilimin yalnız o çiçekten ibaret olduğuna
inanır ve yalnız o çiçeği çok severim. Bütün gördüğüm o tek çiçek. Ne
kendimin, ne de onun diğer çiçeklerimin farkındayım. Evlendikten bir süre
sonra kendimi aldatılmış hissediyorum, çünkü onun diğer çiçeklerinin de
olduğunun farkına varmaya başlıyorum. Yeni farkına vardığım çiçekler benim
için sürpriz ve pek sevdiğim çiçekler değil. Tabii, aynı süreçten öbürü de
geçiyor; o da bende yeni keşfettiği çiçekleri pek istenir görmüyor. İkimiz
de birbirimizden hayal kırıklığına uğruyoruz.”

O zaman öfke de işin içine girmiyor mu, diye soruyorum. “Evet,” diyor,
“öfke, kaygı ve çaresizlik mutsuzluğun bir parçası. Bana danışan kişilerin
en temel duyguları bu üç duygudur: değişik derecelerde olabilir, ama
hepsinde öfke, kaygı vardır ve hepsi az veya çok kendilerini çaresiz
hissederler. Terapinin amacı kişilerle öyle bir etkileşim kurmak ki, kişiler
bir yandan kendilerini tanısınlar bir yandan da yeni oluşturdukları bilişsel
şemaları, yani yorum sistemlerini davranışa dökebilsinler.”

Bu tür bir sorunun yalnız karı koca ilişkilerinde değil, anababa çocuk
ilişkilerinde de geçerli olup olmadığını sordum. Gülümseyerek tüm ilişkiler
için geçerli olduğunu söyledi. “Anababa çocuk, öğretmen öğrenci gibi
ilişkilerde biri güçlü diğeri güçsüz olduğu için, güçlü olan anne ya da baba
doğal olarak kendi yorumunun doğru, çocuğunkini yanlış kabul eder. Çünkü
kendisi daha deneyimli ve eğitimlidir, daha çok görmüş geçirmiştir.”

Gülümseyerek, “İnsanın kendisiyle ilişkisinde de geçerlidir!” dedi