Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

Gandi, özgürlüğü şiddete başvurmadan kazandı

Deniz Baykal’ın CHP Genel Başkanlığı’ndan istifa etmesinin ardından adaylığını açıklayan CHP İstanbul Milletvekili Kemal Kılıçdaroğlu’nun benzetildiği Hindistan’ın efsane lideri Mohandas Karamçand Gandi, İngilizler’e karşı yürüttüğü “sivil itiatsizlik” ile ön plana çıktı.

 2 Ekim 1869-30 Ocak 1948 tarihleri arasında yaşayan Gandi, Hindistan ve Hindistan Bağımsızlık Hareketi’nin siyasi ve ruhani lideriydi. Satyagraha felsefesinin öncüsü olan Gandi, bu felsefe ile Hindistan’ı bağımsızlığına kavuşturmuş ve dünya üzerinde vatandaşlık hakları ve özgürlük savunucularına ilham kaynağı olmuştu. Gandi, Hindistan’da resmi olarak Ulus’un Babası ilan edilerek, doğum günü olan 2 Ekim Gandhi Jayanti adıyla ulusal tatil olarak kutlanmakta ayrıca, 15 Haziran 2007’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu oybirliği ile 2 Ekim gününü “Dünya Şiddete Hayır Günü” olarak ilan edildi.

İlk olarak Güney Afrika’da Hint topluluğunun vatandaşlık hakları için barışçı başkaldırı uygulayan Gandi, Afrika’dan Hindistan’a döndükten sonra yoksul çiftçi ve emekçileri baskıcı vergilendirme politikasına ve yaygın ayrımcılığa karşı protesto etmeleri için örgütledi. Hindistan Ulusal Kongresi’nin liderliğini üstlenerek ülke çapında yoksulluğun azaltılması, kadınların serbestisi, farklı din ve etnik gruplar arasında kardeşlik, kast ve dokunulmazlık ayrımcılığına son, ülkenin ekonomik yeterliliğine kavuşması ve en önemlisi olan Swaraj yani Hindistan’ın yabancı hakimiyetinden kurtulması konularında ülke çapında kampanyalar yürüttü. Gandi, Hindistan’da alınan Britanya tuz vergisine karşı 1930’da yaptığı 400 kilometrelik Gandi Tuz Yürüyüşü ile ülkesinin Britanya’ya karşı başkaldırmasına öncülük etti. 1942’de Britanyalılara açık çağrıda bulunarak Hindistan’ı terk etmelerini istedi. Hem Güney Afrika hem de Hindistan’da birçok kere hapsedildi.
 

Tuz yürüyüşü

Tuz yürüyüşün amacı, 1762 yılında Doğu Hindistan Kumpanyası’nın mirası olan ve yılda 25 milyon pound’luk vergiye kaynaklık eden Tuz Yasası’nı (Britanya’nın tuz tekelini) ihlal etmek için denizden tuz çıkarmaktı. Gandhi, Mart 1930’da yürüyüşe başlamadan önce Britanya Genel Valisi Lord Irwin’e bir mektup yazmış ve yasanın kaldırılmasını, aksi takdirde şiddet içermeyen bir direniş yapacağını bildirmişti. Ardından da halka “kendinizi yeterince güçlü hissediyorsanız hükümetin işlerini terk edip, bu yürüyüşe katılın” çağrısını yapmıştı.

Gujarat Eyaleti’nin başkenti Ahmedabad yakınlarındaki Sabarmati Aşram’dan başlayan yürüyüşe yolda binlerce kişi katıldı. Hint Okyanusu kıyısındaki Dandi köyüne kadar 388 kilometrelik mesafeyi çıplak ayakla 24 günde kat eden 61 yaşındaki Gandhi, 6 Nisan sabahı İngiliz polislerinin şaşkın bakışları arasında denize yürüdü ve çamura karışmış bir topak tuzu avuçlarına alarak tatlı suda yıkayarak ufaladı. Böylece bir Hindu’nun tuz çıkaramayacağına dair Tuz Yasası’nı ihlal etti. Ardından Gandhi’nin çağrısına uyan binlerce köylü deniz kıyılarına akın ederek tuz çıkarmaya başladılar. Gandhi ve 60 bin eylemci hapse atıldı ancak yasa da işlemez hale getirildi.

19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramınız kutlu olsun.

“1919 yılı mayısının 19’uncu günü Samsun’a çıktım. Genel durum ve görünüş: Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu topluluk, genel savaşta yenilmiş, Osmanlı ordusu her yanda zedelenmiş, koşulları ağır bir “Ateşkes Anlaşması” imzalanmış. Büyük savaşın uzun yılları boyunca, ulus yorgun ve yoksul bir durumda. Ulusu ve yurdu genel savaşa sürükleyenler, kendi başlarının kaygısına düşerek, yurttan kaçmışlar. Padişah ve halife olan Vahdettin, soysuzlaşmış, kendini ve yalnız tahtını koruyabileceğini umduğu alçakça yollar araştırmakta. Damat Ferit Paşa’nın başkanlığındaki hükümet, güçsüz, onursuz, korkak, yalnız padişahın isteklerine uymuş ve onunla birlikte kendilerini koruyabilecek herhangi bir duruma boyun eğmiş. Ordunun elinden silahları ve cephanesi alınmış ve alınmakta… İtilaf devletleri, Ateşkes Anlaşması hükümlerine uymayı gerekli görmüyorlar. Birer uydurma nedenle, İtilaf donanmaları ve askerleri İstanbul’da. Adana iline Fransızlar; Urfa, Maraş, Antep’e İngilizler girmişler. Antalya ile Konya’da İtalyan birlikleri, Merzifon’la Samsun’da İngiliz askerleri bulunuyor. Her yanda yabancı devletlerin subay ve memurları ve özel adamları çalışmakta. Daha sonra, sözümüze başlangıç olarak aldığımız tarihten dört gün önce, 15 Mayıs 1919’da İtilaf devletlerinin uygun bulmasıyla Yunan ordusu İzmir’e çıkarılıyor. Bundan başka, yurdun dört bir bucağında Hıristiyan azınlıklar, gizli, açık, özel istek ve amaçlarının elde edilmesine, devletin bir an önce çökmesine çalışıyorlar. Bu açıklamadan sonra genel durumu, daha dar bir çerçeve içine alarak, çabucak ve kolayca, hep birlikte gözden geçirelim: Düşman devletler Osmanlı Devleti’ne ve ülkesine maddesel ve tinsel bakımdan saldırmışlar; yok etmeye ve paylaşmaya karar vermişler. Padişah ve halife olan kişi, hayat ve rahatını kurtarabilecek çareden başka bir şey düşünmüyor. Hükümeti de aynı durumda. Farkında olmadığ halde başsız kalmış olan ulus, karanlık ve belirsizlik içinde, olup bitecekleri bekliyor.

Felaketin korkunçluğunu ve ağırlığını anlamaya başlayanlar, bulundukları çevreye ve olaylardan etkilenebilme güçlerine göre kurtuluş çaresi saydıkları yollara başvuruyorlar… Ordu, adı var kendi yok bir durumda. Komutanlar ve subaylar, genel savaşın bunca sıkıntı ve güçlükleriyle yorgun, yurdun parçalanmakta olduğunu görmekle yürekleri kan ağlıyor; gözleri önünde derinleşen karanlık felaket uçurumunun kıyısında kafaları, çıkar yol, kurtuluş yolu aramakta… Burada, pek önemli olan bir noktayı da belirtmeli ve açıklamalıyım. Ulus ve ordu, padişah ve halifenin hayınlığından haberli olmadığı gibi, o makama ve o makamda bulunana karşı yüzyılların kökleştirdiği din ve gelenek bağlarıyla içten bağlı ve uysal. Ulus ve ordu, kurtuluş yolu düşünürken bu atadan gelen alışkanlık dolayısıyla kendinden önce yüce halifeliğin ve padişahlığın kurtuluşunu ve dokunulmazlığını düşünüyor. Halifesiz ve padişahsız kurtuluşun anlamını kavramaya yetenekli değil… Bu inançla bağdaşmaz görüş ve düşüncelerini açığa vuracakların vay haline! Hemen dinsiz, vatansız, hayın, istenmez olur. Bir başka önemli noktayı da söylemek gerekir. Kurtuluş yolu ararken, İngiltere, Fransa, İtalya gibi büyük devletleri gücendirmemek, temel ilke gibi görülmekteydi. Bu devletlerden yalnız biriyle bile başa çıkılamayacağı kuruntusu, hemen bütün kafalarda yer etmişti. Osmanlı Devleti’nin yanında, koskoca Almanya, Avusturya-Macaristan varken hepsini birden yenen, yerlere seren İtilaf kuvvetleri karşısında, yeniden onlarla düşmanlığa varabilecek durumlara girmekten daha büyük mantıksızlık ve akılsızlık olamazdı. Bu anlayışta olan yalnız halk değildi; özellikle, seçkin denilen insanlar bile böyle düşünüyordu. Öyleyse, kurtuluş yolu ararken iki şey söz konusu olmayacaktı. İlkin, İtilaf devletlerine karşı düşmanlık durumuna girilmeyecekti; sonra da, padişah ve halifeye canla başla bağlı kalmak temel koşul olacaktı.

Şimdi baylar, izin verirseniz size bir soru sorayım: Bu durum ve koşullar karşısında kurtuluş için, nasıl bir karar düşünülebilirdi? Açıkladığım bilgilere ve gözlem sonuçlarına göre üç türlü karar ortaya atılmıştı: Birincisi, İngiltere’nin koruyuculuğunu istemek; ikincisi, Amerika’nın güdümünü istemek. Bu iki türlü karara varmış olanlar, Osmanlı Devleti’nin bir bütün olarak kalmasını düşünenlerdir. Osmanlı ülkesinin çeşitli devletler arasında paylaşılmasından ise, bu ülkeyi bütün olarak bir devletin kanadı altında bulundurmayı yeğleyenlerdir. Üçüncü karar, bölgesel kurtuluş yollarıyla ilgilidir. Örneğin: Bazı bölgeler, kendilerinin Osmanlı Devleti’nden koparılacağı görüşüne karşı ondan ayrılmamak yollarına başvuruyor. Bazı bölgeler de, Osmanlı Devleti’nin ortadan kaldırılacağına, Osmanlı ülkesinin paylaşılacağına olup bitti gözüyle bakarak kendi başlarını kurtarmaya çalışıyorlar. Bu üç türlü kararın gerekçesi, yapmış olduğum açıklamalar arasında vardır. Baylar, ben bu kararların hiçbirini yerinde bulmadım. Çünkü bu kararların dayandığı bütün kanıtlar ve mantıklar çürüktü, temelsizdi. Gerçekte, içinde bulunduğumuz o günlerde, Osmanlı Devleti’nin temelleri çökmüş, ömrü tükenmişti. Osmanlı ülkesi bütün bütüne parçalanmıştı. Ortada bir avuç Türk’ün barındığı bir ata yurdu kalmıştı. Son olarak, bunun da paylaşılmasını sağlamak için uğraşılmaktaydı. Osmanlı Devleti, onun bağımsızlığı, padişah, halife, hükümet, bunların hepsi kavramı kalmamış birtakım anlamsız sözlerdi. Neyin ve kimin dokunulmazlığı için kimden ve ne gibi yardım istemek düşünülüyordu? O halde sağlam ve gerçek karar ne olabilirdi? Baylar, bu durum karşısında bir tek karar vardı. O da ulus egemenliğine dayanan, kayıtsız, koşulsuz, bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak. İşte, daha İstanbul’dan çıkmadan önce düşündüğümüz ve Samsun’da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulamaya başladığımız karar, bu karar olmuştur. Bu kararın dayandığı en sağlam düşünüş ve mantık şu idi: Temel ilke, Türk ulusunun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu, ancak tam bağımsız olmakla sağlanabilir. Ne denli zengin ve gönençli olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir ulus, uygar insanlık karşısında uşak durumunda kalmaktan kendini kurtaramaz. Yabancı bir devletin koruyuculuğunu istemek insanlık niteliklerinden yoksunluğu, güçsüzlüğü ve beceriksizliği açığa vurmaktan başka bir şey değildir. Gerçekten bu aşağılık duruma düşmemiş olanların, isteyerek başlarına yabancı bir yönetici getirmeleri hiç düşünülemez. Oysa, Türk’ün onuru ve yetenekleri çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir ulus, tutsak yaşamaktansa yok olsun, daha iyidir. Öyleyse, ya bağımsızlık ya ölüm! İşte gerçek kurtuluşu isteyenlerin parolası bu olacaktı. Bir an için, bu kararın uygulanmasında başarısızlığa uğranılacağını düşünelim. Ne olacaktı? Tutsaklık. Peki efendim, öteki kararlara uymakla da sonuç bu çıkmayacak mıydı? Şu ayrımla ki, bağımsızlığı için ölümü göze alan ulus, insanlık onur ve şerefinin gereği olan her özveriye başvurduğunu düşünerek avunur ve elbette, tutsaklık zincirini kendi eliyle boynuna geçiren uyuşuk, onursuz bir ulusla karşılaştırılınca, dost ve düşman gözündeki yeri çok başka olur. Sonra, Osmanlı soyunu ve devletini sürdürmeye çalışmak, elbette Türk ulusuna karşı en büyük kötülüğü yapmaktı. Çünkü ulus, her türlü özveriye başvurarak bağımsızlığını sağlasa da, padişahlık sürüp giderse, bu bağımsızlık güvenli sayılamazdı. Artık yurtla, ulusla hiçbir vicdan ve düşünce bağı kalmamış bir sürü delinin, devlet ve ulus bağımsızlığının ve onurunun koruyucusu durumunda bulundurulması nasıl uygun görülebilirdi?”

“…Son sözlerimi özellikle memleketimizin gençliğine yöneltmek istiyorum.Gençler!Cesaretimizi arttıran ve sürdüren sizsiniz. Siz almakta olduğunuz terbiye ve irfanla, insanlık meziyetinin, vatan sevgisinin, fikir hürriyetinin en kıymetli timsali olacaksınız.Ey yükselen yeni nesil!.. Gelecek sizindir. Cumhuriyeti biz kurduk. Onu yüceltecek, yaşatacak olan sizsiniz…”

“… Bu konuşmamla, milli hayatı sona ermiş sanılan büyük bir milletin bağımsızlığını nasıl kazandığını; ve bilim ve tekniğin en son esaslarına dayalı, milli ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu anlatmaya çalıştım.Bugün ulaşmış olduğumuz sonuç, yüzyıllardan beri çekilen milli felaketlerden alınan derslerin ve bu aziz vatanın her köşesini sulayan kanların bedelidir.Bu sonucu, Türk Gençliğine emanet ediyorum…”

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

 

 İnsanlık tarihinde üç büyük devrimci dönüşümden söz edilmektedir. İlki aristokrasiye karşı kazanılan Fransız Devrimi, ikincisi feodalizme ve oligarşiye karşı kazanılan Sovyet Devrimi ve üçüncüsü emperyalizme karşı kazanılmış Türk Devrimidir.

 Ali Ulusoy

Baskıya, sömürüye, dogmatizme, eşitsizliğe, Emperyalist işgallere karşı verilen mücadeleler sonucunda meydana gelen devrimler, insanlığın daha özgür ve eşit bir dünyada yaşama isteğinin haklı ve meşru talebiydi. Bizim kurtuluş serüvenimiz hem işgallere karşı bir bağımsızlık ve özgürlük hareketi hem de yeni, çağdaş bir ulus olma amacına dönük çoklu bir karakter taşımaktadır.

Gazi Mustafa Kemal, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktığında yeni bir dünyaya ilk adımı atmaktaydı. Bu yeni dünyaya ulaşmak her şeyden önce işgale son vermek, bağımsızlığı kazanmak sonrada çağdaş insanlık ailesinin bir parçası olmak için Cumhuriyet idaresini kurmak, demokratik, laik ve hukuka dayalı bir düzene geçişi sağlamakla mümkün olabilirdi.

Mustafa Kemal bütün bu sürecin yol haritasını zihninde oluşturmuş, insanlığın ve ulusumuzun bu büyük yolculuğuna öyle çıkmıştı. Ulusumuzun bağımsızlık ve özgürlük mücadelesinin dünya tarihinde bir eşi bulunmamaktadır. Bu mücadeleyi eşsiz kılan, onun demokratik ve özgürlükçü karakteridir.

Kurtuluş Savaşı öncesinde kongrelerin toplanması ve sonrasında meclisin oluşturularak mücadelenin kolektif, toplumsal, dayanışmacı bir temelde örgütlenmesi örneği olmayan bir kurtuluş serüvenine işaret etmektedir.

Mustafa Kemal’in “Milletin istiklal ve istikbalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” sözü aslında mücadelenin ruhuna ve metodolojisine ilişkin sağlam ve tutarlı bir siyasetin temel felsefesini ortaya koymaktadır. Mustafa Kemal’in en büyük başarısı milletin azim ve kararlılığını ortaya çıkarmak, onu örgütlemek ve kurtuluş için seferber etmektir. Kendi milletine verdiği inanç bağımsızlığın ve Cumhuriyetin en temel dayanağı ve gücü olmuştur. Sanıldığı gibi bizim en büyük savaşımız düşmana karşı değildir.

Bizim en büyük savaşımız kendimize, yüzyılların verdiği yılgınlığa, açlığa, yokluğa, yoksunluğa ve kimsesizliğe karşı olmuştur. Mustafa Kemal’in büyüklüğü ve eşsiz bir lider oluşu onun kendisini bir yok oluşa terk eden halkı ayağa kaldırması, kimlik ve kişilik kazandırmasıdır.

 Bu devrimci atılımın, değişimin ve dönüşümün mimarı olan Mustafa Kemal, yaşamı boyunca halkının iyiliğini ve geleceğini düşünmüş ve bu uğurda büyük bir çaba ortaya koymuştur. 19 Mayısın 91. yılında dünya bildiğimiz dünya. Bu dünyada var olmak, bağımsız ve özgür yaşamak, kendi kendine yetebilmekle orantılı bir durum. Dünya kapitalizminin emperyalist karakteri, 1919’da ve 2010’da da aynı içeriğe ve yönteme sahip. Başka ulusların, halkların ve toplumların sömürüsü üzerine kurulu bu düzen, ülkelerin işgal edilmesi dahil her türlü ekonomik, askeri, siyasal, sosyal ve kültürel aracı kullanarak bir bağımlılaşma yaratmaktadır.

 Bugün dünya üzerinde özellikle ülke içi çatışmalar klasik “böl-parçala-yönet” politikası, emperyalist siyasetin vazgeçmediği bir yöntem olarak ülkemizde de uygulanmaktadır. Etnik, dinsel ve mezhepsel farklılıklar emperyalist siyasetler ve devletler tarafından kışkırtılmakta; birlikte yaşama istenci kırılmaya çalışılmaktadır. 19 Mayıs 1919 öncesinde ve sonrasındaki isyan ve ayaklanmalara bakıldığında Anadolu coğrafyasında yüzlerce yıldır bir arada yaşamış halklar birbirlerine karşı kışkırtılmış ve çok büyük acılar yaşanmıştı. Bu gün aynı acıların ve gerilimlerin tekrar yaşanmaması için kardeşlik, barış, dostluk ve dayanışma duygusunu öne çıkarmak, inadına demokrasiyi, temel hak ve özgürlükleri savunmak karanlık güçlerin oyununu bozmanın en önemli anahtarıdır.

Vazgeçilmez bir rehber

 Mustafa Kemal’in başlattığı kurtuluş mücadelesi en nihayetinde bir ulus yaratmak ve yurttaşlık bağını esas almak kurgusu üzerine inşa edilmiştir. Bu kurgu bugün hala geçerliliğini koruyan, bir arada yaşamamıza imkân sağlayan devrimci ve ileri bir nitelik taşımaktadır. Cumhuriyet, demokrasi ve yurttaşlık olguları bugün hala aşılamamış, yeni türevleri üretilememiş kategorilerdir.

Bu noktada 19 Mayıs ve bunun sonucunda ortaya çıkan bağımsız ve özgür bir ülke tablosu bu topraklarda yaşayan bütün toplumsal kesimler için vazgeçilmez bir rehberdir. Mustafa Kemal, kurtuluş mücadelesi örgütlerken hiçbir etnik, dinsel, mezhepsel, sınıfsal ve cinsel ayrım gözetmemiş ve herkesi aynı amaç etrafında birleştirmişse; bugün de birlikte yaşamak konusunda hiçbir ayrım söz konusu olamaz.

 Herkes bu ülkede eşit derecede yaşama imkânına sahip olduğunun bilincinde ve kararlılığında olursa ülkemizdeki dostluk ve kardeşlik daha da pekişecek ve ülkede farklı bir iklim yaşanmaya başlayacaktır. 1919; bizlerin birlikte, eşit ve özgür biçimde yaşamamıza imkan sağlayan kurtuluş serüveninin başlangıç tarihidir.

 Bu tarihi sürekli akılda tutmak, onun anlam ve öneminin farkında olmak bizlerin ulus olarak büyük acılar yaşamamıza engel olacaktır. Mustafa Kemal’i ve 1919 Mayısla başlayan ve bugünlere kadar süren, bundan sonra da sürecek olan bağımsızlık ve özgürlük mücadelesine adanmış bütün hayatlara sevgi ve şükranlarımı sunuyorum.

>       *Mevlana demiş ki:*
>
>          Sonsuz bir karanlığın içinden doğdum.
>          Işığı gördüm, korktum.
>          Ağladım.
>
>          Zamanla ışıkta yaşamayı öğrendim.
>          Karanlığı gördüm, korktum.
>          Gün geldi sonsuz karanlığa uğurladım sevdiklerimi. ..
>          Ağladım.
>
>          Yaşamayı öğrendim.
>          Doğumun, hayatın bitmeye başladığı an olduğunu;
>          aradaki bölümün, ölümden çalınan zamanlar olduğunu
>          öğrendim.
>
>          Zamanı öğrendim.
>          Yarıştım onunla…
>          Zamanla yarışılmayacağını,
>          zamanla barışılacağını, zamanla öğrendim…
>
>          İnsanı öğrendim.
>          Sonra insanların içinde iyiler ve kötüler olduğunu…
>          Sonra da her insanin içinde
>          iyilik ve kötülük bulunduğunu öğrendim.
>
>          Sevmeyi öğrendim.
>          Sonra güvenmeyi…
>          Sonra da güvenin sevgiden daha kalıcı olduğunu, sevginin
> güvenin sağlam zemini üzerine kurulduğunu
>          öğrendim.
>
>          İnsan tenini öğrendim.
>          Sonra tenin altında bir ruh bulunduğunu.. .
>          Sonra da ruhun aslında tenin üstünde olduğunu öğrendim.
>
>          Evreni öğrendim.
>          Sonra evreni aydınlatmanın yollarını öğrendim.
>          Sonunda evreni aydınlatabilmek için önce çevreni aydınlatabilmek
>          Gerektiğini öğrendim.
>
>          Ekmeği öğrendim.
>          Sonra barış için ekmeğin bolca üretilmesi gerektiğini.
>          Sonra da ekmeği hakça üleşmenin, bolca üretmek kadar
>          önemli olduğunu öğrendim.
>
>          Okumayı öğrendim.
>          Kendime yazıyı öğrettim sonra…
>          Ve bir süre sonra yazı, kendimi öğretti bana…
>
>          Gitmeyi öğrendim.
>          Sonra dayanamayıp dönmeyi…
>          Daha da sonra kendime rağmen gitmeyi…
>
>          Dünyaya tek başına meydan okumayı öğrendim genç yasta…
>          Sonra kalabalıklarla birlikte yürümek gerektiği ! fikrine vardım.
>          Sonra da asil yürüyüşün kalabalıklara karşı olması gerektiğine vardım.
>
>          Düşünmeyi öğrendim.
>          Sonra kalıplar içinde düşünmeyi öğrendim.
>          Sonra sağlıklı düşünmenin kalıpları yıkarak düşünmek
>          olduğunu öğrendim.
>
>          Namusun önemini öğrendim evde…
>          Sonra yoksundan namus beklemenin namussuzluk olduğunu;
>          gerçek namusun, günah elinin altındayken, günaha el
>          sürmemek olduğunu öğrendim.
>
>          Gerçeği öğrendim bir gün…
>          Ve gerçeğin acı olduğunu…
>          Sonra dozunda acının, yemeğe olduğu kadar hayata da
>          “lezzet” kattığını öğrendim.
>
>          Her canlının ölümü tadacağını,
>          ama sadece bazılarının hayatı tadacağını öğrendim.
>
>          Ben dostlarımı ne kalbimle nede aklımla severim.
>          Olur ya …
>          Kalp durur …
>          Akıl unutur …
>          Ben dostlarımı ruhumla severim.
>          O ne durur, ne de unutur …

Günde 30 dakikadan fazla cep telefonu kullanmak beyin kanseri riskini artırıyor.
Dünya Sağlık Örgütü 10 yıl süren cep telefonu kullanımı araştırmasını açıkladı. Çalışmaya göre cep telefonuyla günde 30 dakikadan uzun konuşmak beyin kanseri riskini üçte bir artırıyor.

Dünya Sağlık Örgütü’nün 10 yıl süren çalışmasının sonuçları cep telefonu ve kanser arasındaki ilişkinin sonuçlarını ortaya koydu.

13 ülkeden 30 yaş üstü 5 binden fazla katılımcıyla yapılan araştırmada, günde 30 dakikadan fazla cep telefonuyla konuşanlarda beyin kanseri riskinin üçte bir arttığı gözlendi. Radikal’in Daily Mail’den aldığı habere göre Uzmanlar cep telefonlarının kulaklıkla kullanılmasını, direkt kulağa koyulmamasını öneriyor ancak cep telefonu kullanıcılarının büyük bölümü, cep telefonlarını kulaklıkla kullanmayı tercih etmiyor. Cep telefonunu günde 30 dakikadan az ya da kulaklıkla kullanmanın beyin kanseriyle doğrudan ilişkisi olup olmadığıysa gözlemlenmedi. Uzmanlar, cep telefonu kullanımının son 10 yıldır yoğunlaştığını, cep telefonu kullanmanın az ya da dolaylı olmasının beyinde nasıl bir hasara neden olduğunun henüz geniş çaplı bir araştırmaya konu olmadığını söyleyip uyarıyor: Yakın gelecekte cep telefonunun uzun vadeli zararlarını da göreceğiz.

30 YAŞ ALTI ‘AĞIR KULLANICI’

Uzmanlar özellikle 30 yaş altı kişilerin cep telefonunun en sık kullanan kitle olduğunu söylüyor. Araştırmacılar, 30 yaş altı cep telefonu kullanıcıları, ‘ağır kullanıcılar’ olarak tanımlanıyor. Bu kişiler cep telefonuyla günde 30 dakikadan fazla konuşuyor. 30 yaş üstü kullanıcıların genel cep telefonu kullanma ortalamasıysa ayda iki saat. Araştırmacıların bir sonraki adımı, çocukların cep telefonu kullanmasının beyin tümörü oluşumuna etkisini araştırmak olacak. Uzmanlar, çocukların beyin hücreleri henüz gelişmemiş olduğu için risk altında olduklarını düşünüyor.

Doğan Cüceloğlu
Yaşamın anlamıyla ilgili üç soru

 

İlk soru: İnsanın yaşamının anlamlı olması niçin önemli?

Çünkü anlam insanın en temel gereksinmesi. Victor Frankel Avusturyalı bir Yahudi psikiyatrist ve temerküz kamplarında eşini ve çocuklarını kaybediyor. Kendisi kamplarda en kötü şartlar altında sefil, aç, pislik içinde sürünüyor; bedensel ve psikolojik işkence her gün var. Anılarını ve düşüncelerini “İnsanın Anlam Arayışı” adlı kitapta topladı. Bedenen kuvvetli olan değil, manen kuvvetli olanların hastalıklara dayanabildiğini gözlüyor o kamplarda.

Çocuk büyütmek ne kadar meşakkatli bir iştir. Yaşamın en zor, en sorumluluk isteyen, en yorucu işidir. Ama çocuğu olmayan çok insan nice zahmetlere girerek o meşakkatli işe soyunur, ana baba olmaya çalışır. Niçin? Çünkü anne ve baba olmanın bir anlamı vardır.

Bir arkadaşım, “Annem değişik hastalıklarla mücadele edip duruyordu, sanki ölmeyi bekliyordu, mutsuzdu. Ben çocuk doğurunca torununa bakmaya başladı, o hasta kadın gençleşti, dinçleşti, turp gibi oldu, hiçbir şeyi kalmadı; şimdi çok mutlu,” dedi.

Yaşamını anlamlı bulanlar mutlu oluyor ve mutlu insanlar ortalama olarak daha sağlıklı ve uzun ömürlü oluyorlar. Bu araştırmalarda ortaya çıkmış bir olgu.

İkinci soru: İnsan anlam verme sistemini nasıl inşa eder?

Doğuştan altı saat sonra anlam verme sisteminin inşası başlıyor. İlk duygusal bellek hipokampusta yer alıyor. Çocuk, “Güvende miyim?” “Seviliyor muyum?” sorularına yanıt arıyor. Ve yanıtları buluyor. Bulduğu yanıtlara göre anlam verme sistemini inşa ediyor. Anlam verme sistemi aşağıdaki yetişme ortamlarının birinde gelişir:

1-    Umursamaz ortam: Bu ortam çocuğun ve çocuğun gereksinmelerinin farkında bile değildir. Çocuk bir ot gibi tesadüflere bağlı olarak ya ayakta kalır ya da ezilir, çiğnenir. Kafası karışık, etrafta gördüğü en baskın kişilerin anlam verme sistemini taklit ederek büyür.

2-    Kalıplayan korku kültürü ortamı: Çocuğu yetiştirenler çocuğa sürekli şu mesajı verirler: “Her şeyin doğrusunu ben bilirim: “Sen kimsin?” “Neye, niçin, nasıl inanmalısın?” “Amaçların ne olmalı, neyi niçin isteyeceksin ve nasıl elde edeceksin? Kısacası, “Nasıl ve niçin yaşayacaksın?” sorularının cevabını sen aramayacaksın, ben sana öğreteceğim. Benden farklı düşünmeyeceksin, sana öğrettiklerimi sorgulamayacaksın. İnanman ve itaat etmen gerekir. Bizim gibi olursan seni severiz ve ödüllendiririz, bizim gibi olmazsan seni sevmeyiz ve şiddetle cezalandırırız. Yalnız ve çaresiz kalırsın.

3-    Geliştiren saygı kültürü ortamı: Çocuğu yetiştirenler çocuğa sürekli şu mesajı verirler: Sen muhteşem bir potansiyelsin gözlem yaparak, soru sorarak, deneyerek yaşamı öğrenebilecek ve kendi anlam verme sistemini geliştirebilecek gücün var. Bu gücün var olduğuna inanıyorum; sen de kendine inan. Ben sana sürekli yardımcı olacağım, koçluk yapacağım, soruların olunca birlikte cevaplarını araştıracağız, ama anlam verme sistemini sen inşa edeceksin. Senin için en iyisini ancak sen kendin inşa edebilirsin.

Üçüncü ortamda yetişenler birey olma olanağı ve özgürlüğüne sahip olurlar. Bu üç ortamdan en zararlısı umursamaz ortamdır.

Üçüncü soru: Anlam verme sistemlerinin türleri var mı?

Evet, var. Birçok yönlerden anlam verme sistemleri farklılaşabilir, ama ilişkiler yönünden üç farklı anlam verme sistemi tanımlayacağım.

a-    Sen bilinci: Ben bilmem sen bilirsin, ben yokum sen varsın anlayışı. Mazlum kişi.

b-    Ben bilinci: Ben bilirim sen bilmezsin; ben varım sen yoksun anlayışı. Zalim kişi.

c-    Biz bilinci: Hem ben hem sen biliriz; hem ben hem sen, biz varız. Saygılı kişi.

Yaşamın anlamının oluşması konusunda ayrıntılı irdeleme Korku Kültürü kitabımda mevcut.

Norveç’in başkenti Oslo’da düzenlenen 55. Eurovision Şarkı Yarışmasında Türkiye’yi “We Could Be The Same” parçasıyla temsil edecek olan “Manga” grubu, 27 Mayıs’ta yapılacak ikinci yarı finalde 17. sırada, Telenor Arena kapalı futbol stadında sahneye çıkacak.

 Norveç’e Salı günü gelmesi beklenen grup, ilk provasını 19 Mayıs tarihinde yapacak.
Finalde olduğu gibi, bu yıl ilk kez yarı finallerde de seçim, yarısı SMS, diğer yarısı ülkelerin oluşturduğu jüri oylarıyla yapılacak.

Yarışmaya bu yıl, Lüksemburg, Macaristan, Andora, Çek Cumhuriyeti ve San Marino gibi ülkeler ya maddi sorunlardan ya da protesto amacıyla katılmıyor. Geçen yıl “We don’t wana Put-in” adlı parçayla Rusya’nın protestosuna uğrayan ve yarışmadan çekilen Gürcistan, bu yıl Oslo’da sahne alacak.

Öte yandan, yarışmanın yapılacağı alanın eski Oslo havalimanı olması dikkati çekiyor. Kontrol kulesinin yarışma salonu Telenor Arena ile yan yana olması değişik bir manzara sergiliyor.
Norveç’in birinci lig kulüplerinden Stabaek’ın da maçlarını oynadığı Telenor Arena, yaklaşık 23 bin kişilik kapasiteye sahip. Ancak Eurovision Şarkı Yarışması için 18 bin kişilik yer ayrıldığı, bu yılın ev sahibi olan Norveç’in resmi televizyon istasyonu NRK tarafından açıklandı.

ATATÜRK, İNÖNÜ, HİTLER ve ERDOĞAN

Dr. Orhan Çekiç, Maltepe Üniversitesi

Başbakan Erdoğan’ın İsmet Paşa’yı Adolf Hitler’e benzetmesi geniş bir polemiğe yol açtı. Bunun hemen ardından Başbakan Erdoğan gazetecilere bu kez Atatürk’ün İsmet Paşa’ya gönderdiği 19 Şubat 1931 tarihli bir mektuptan söz ederek, “…Aaah Atatürk ah!…asıl siz bu mektubu bir görseniz!…” anlamında bir gönderme yapınca bütün basın bu mektubun peşine düştü ve ortalık karıştı ama Başbakan Erdoğan dahil herkes değerlendirmelerinde yanıldı.

Bu yazı işte bu yanılgıya işaret etmek için kaleme alındı…

Atatürk Konya’da tetkiklerde bulunuyordu. 21 Şubat 1931 Cumartesi günü İsmet Paşa’ya gönderdiği bir telgrafla (yani 19 Şubat tarihli bir mektupla değil. Zira seyahat halindeyken kimseye mektup yazmaz, telgrafla mesaj gönderirdi), özetle şu bilgileri ve talimatı veriyordu:

“…Gezi boyunca uğradığım kentlerdeki müzelerimizi de ziyaret ettim. Büyük bir arkeolojik zenginliğe sahip olduğumuzu gördüm. Ancak bu konuda yeterli uzman elemanımızın olmadığı bilgisini aldım. Bu nedenle, yurt dışına eğitime gönderilecek talebelerin bir kısmının bu alana tahsis edilmesi yararlı olur fikrindeyim…”

Telgrafın buraya kadarını ele geçirenler buradan bir polemik çıkaramayacakları nı görünce biraz da “…ne varmış ki bunda…” anlamında soruşturmayı sürdürdüler, hatta işin aslını bana da sordular. Telgrafın devamını bulanlar ise konuyu çözer gibi olmuşlardı. Zira Atatürk telgrafında şöyle devam ediyordu:

“…Konya’da asırlarca devam etmiş ihmaller sebebiyle büyük bir harabe içinde bulunmalarına rağmen sekiz asır evvelki Türk medeniyetinin hakiki şaheserleri kıymette bazı mebâni (yapılar) vardır. Bunlardan bilhassa Karatay Medresesi, Alâeddin Camii, Sahip-Ata medrese, cami ve türbesi, Sırçalı Mescid ve İnce Minare, derhal ve müstacelen (süratle)  tamire muhtaç bir haldedirler. Bu tamirin gecikmesi, bu âbidelerin kâmilen (tümüyle) inhidamını mucip olacağından (çökmesine yol açacağından), evvela asker işgalinde bulunanların tahliyesinin (boşaltılmasının)  ve kâffesinin mütehassıs zevat nezaretiyle tamirinin (tümünün uzman kişiler gözetiminde tamirinin)   temin buyrulmasını rica ederim.”

Durum şimdi daha anlaşılır olmuştu. Bu telgrafa göre pek çok tarihî eserimiz ve camimiz asırlardır ihmal görmüş, bakımsız bırakılmıştı. Derhal onarılmazlarsa yıkılabilirlerdi. Üstelik bu eserlerin bir kısmı da askerlerce depo gibi kullanılıyordu. Bunları da asker acilen  boşaltmalıydı…İşte Başbakan Erdoğan bu noktaya dikkati çekmeye çalışıyordu. Gerçekten de İkinci. Dünya Savaşı boyunca  Türkiye’yi tüm baskılara rağmen  savaşa sokmayan İsmet Paşa benzer eleştirilere sıkça maruz kalacak, “…camileri buğday ambarlarına çevirdiği, onu da askere yedirip halkı aç-sefil bıraktığı…” propagandası yaygın olarak aleyhine kullanılacaktı .

Belli ki Başbakan, Atatürk’ün asker konusundaki eleştirisini günümüzdeki “asker karşıtı politikalara” malzeme olarak kullanmak istiyordu. Oysa Atatürk’ün hemen  ertesi gün, 22 Şubat 1931 Pazar günü Konya Ordu Evi’ni ziyareti esnasında  “ordu” için yaptığı konuşmayı bilse, bu polemiğe girer miydi acaba?

Atatürk o gün, beraberinde Konya Valisi İzzet Bey ve 2. Ordu Müfettişi Fahrettin (Altay) Paşa olmak üzere, gece saat 22.00 sıralarında Ordu Evi’ne geldi.

Burada yaptığı konuşmada şöyle diyordu:

“…Arkadaşlar! …Bilirsiniz ki Türk Milleti, ne vakit yükselmek için adım atmak istemişse, bu adımların önünde daima pişva (önder, baş) olarak, daima yüksek millî ideali tahakkuk ettiren (gerçekleştiren)  hareketlerin pişdarı (öncüsü) olarak, kendi kahraman çocuklarından mürekkep ordusunu görmüştür.

Bunun içindir ki, Türk Milleti tehlikelere karşı, elinde kılınç, yürümeye müheyya (hazır) bulunan kahraman çocuklarına derin emniyet beslemiştir. Ve bu emniyeti daima besleyecektir. Bundan sonra da Türk Milleti’nin ulvî idealinin husulü için kahraman asker evlatları hep önde gidecektir. Bütün Türk Milleti; muvaffak olduğu her  hayatî şeyin kahramanı olarak  kendi ordusunu, ordusuna kumanda eden öz evlatlarından mürekkep zabitler heyetini, yüksek kumanda heyetini görmektedir…Bu millî tecelli ile daima iftihar edebiliriz.”

Atatürk bir taraftan askerin kullanımında olan sivil yapıların boşaltılmasını istiyordu ama diğer taraftan da ordu ve her rütbeden mensupları için işte böyle sesleniyordu.

Bu O’nun Konya’ya dokuzuncu gelişiydi.  Hareketinden bir gün önce 1931 yılı bütçe görüşmesine katılarak Kabineye başkanlık etmişti. O gün de Milli Eğitim Bakanlığı bütçesi görüşülmüş, eğitim için Avrupa’ya gönderilecek öğrenciler konusu ele alınmıştı. Daha sonra seyahate çıkan Atatürk gittiği her kentte müzeleri ziyaret edip, Konya’da da benzer taleple karşılaşınca, İsmet Paşa’ya yukarıdaki telgrafı çekerek, “…hazır Avrupa’ya gönderilecek öğrenciler meselesini konuşuyorsunuz. Bu öğrencilerin bir kısmını arkeoloji sahasına kaydırın. Bu konuda büyük açığımız olduğunu gözlemledim. Ayrıca bazı çok önemli sanat eserlerimiz de çökmek üzere. Üzerinde çalışmakta olduğunuz bütçede, bu eserlerin bakım ve onarımları için de pay ayırın, yoksa geç olacak…”demek istemişti ve olay sadece bundan ibaretti. Basın bu ayrıntıyı bilmediği için, muhabirler dört yana dağılmış bilgi topluyorlardı .

Ancak hiç değilse şu kadarı bilinmeliydi :  Avrupa’da yükselen değerin nazizim ve faşizm olduğu dönemde, diğer ülkelerin de hızla komünizme kaydığı bir ortamda İnönü, istese diktatör olabilirdi zira O Balkanlardan, Çanakkale’den, Kafkaslardan, Suriye Cephesi’nden, İnönüler’den, Sakarya’dan, Büyük Taarruz’dan, nihayet Lozan’dan geliyordu…

İsmet Paşa’yı faşistlikle suçlayan Başbakan ise halkın içinden…Yani Kasımpaşa’dan, Rize’den, Siirt’ten…Övünülecek nokta budur.

Bu sonuç ise, demokrasinin zaferidir ve İsmet Paşa o demokrasiye giden yolun kapısını açandır. Bu gerçek değiştirilemez.

Tıpkı Anayasamızın ilk üç maddesi gibi…

ANTİDEPRESAN İLÂÇLAR BAĞIMLILIK YAPAR MI?

Sevgili kadim dostum Kardiyolog ve İç Hastalıkları Uzmanı Dr. Murat Kınıkoğlu Akşam Gazetesi’ndeki köşesinde ve http://www.doktormurat.net/ web mekânında şöyle bir yazı neşretti:

“Alo, doktor bey siz misiniz?”

“Evet, benim buyurun.”

“Merhaba ben A… Kusura bakmayın sizi rahatsız ettim. Kocam son günlerde çok sinirli. Bugün sizde randevusu var, ona bir antidepresan yazsanız çok iyi olur diyecektim.

“Depresyon ilâcı mı yazayım?” 

“Evet, depresyon ilâcı… Yalnız sakın benim aradığımı söylemeyin.”

“Peki, ama depresyon ilâçlarının bâzı yan tesirleri oluyor.”

“Ne gibi?”

“Mesela kocanızın performansı düşer, cinsel isteksizlik olabilir.”

“………..”

“Alo orada mısınız?”

“Evet, dinliyorum, tamam yazmayın o zaman, yalnız söyleyin sinirlenmesin.”

“Olur söylerim.”

Yukarıdakine benzer telefon görüşmelerini oldukça sık yaparım. Kadınlarımızın ne kadar kocalarının sıhhatine düşkün olduğunu(!) bilmek beni mutlu ediyor. Tabii her görüşme yukarıdaki gibi sonlanmıyor, bazılarına, “Kocanızda isteksizlik başlar” dediğimde, “Siz gene de ilâcı yazın. Benim kocada performans zaten sıfır. Sinirli olunca da hiç çekilmiyor” cevabını alıyorum.

Geçen hafta İngiliz Hull Üniversitesince yapılan bir araştırmanın sonuçları yayınlandı. Kamuoyunda geniş olarak tartışılan bu çalışmada Prof. Irving Kirsch, antidepresan ilâçların ağır depresyon dışındaki hastalarda yararsız olduğunu söylüyor. Basınımız “Antidepresan ilâçlar etkisizdir” gibi bir sonuç çıkarınca hastalarımız haklı olarak huzursuz oldular. Doktorlarını arayıp “Bu ilâçları boşuna mı kullanıyoruz?” diye soranlar olmuş. (Esasında içlerinden “Doktor bey ne iş? Sen yıllardır bu ilâçları bize yutturup duruyorsun, meğer bir işe yaramıyormuş” demek geliyor ama kibarlıklarından söyleyemiyorlar). Peki, bu İngiliz profesör neden ortalığı karıştırıyor derseniz adam şunu diyor: “Burnunuz aktığı için mide ilâcı almayın, işe yaramaz”. Bir diğer deyimle “çok sinirliyim” veya “bugünlerde biraz canım sıkılıyor” diye antidepresan ilâç alınmaz. Antidepresan ilâçlar adı üstünde sâdece “depresyonda” alınır.

Hazır konu antidepresan ilâçlardan açılmışken birkaç şey daha söyleyelim.

  1. Antidepresan ilâçlar konu komşunun, eş dostun tavsiyesi ile alınacak ilâçlar değildir. Mutlaka bir doktorun önerisi ile ve onun takibi ve kontrolü altında alınmalıdır.
  2. Antidepresan ilâçların önemli yan tesirleri vardır. Pek çok hasta, ilâca başlar başlamaz ortaya çıkan çarpıntı, fenalık hissi, ağız kuruluğu gibi tesirler yüzünden ilâcı bırakmak zorunda kalır. Uzun vâdede, kullanılan antidepresanın türüne göre değişmekle birlikte hastaların yüzde sekseni kilo alır.
  3. Antidepresan ilâçların “sinirlenmeyi önlemek” veya “rahatlamak” veya “küçük şeyleri kafaya takmamak” veya “sözlüsü ile daha az kavga etmek” amacıyla kullanılması yanlıştır. Kendinizi aşırı sinirli buluyorsanız telkinle, mantığınızı kullanarak, düşüncelerinizi ve hareketlerinizi kontrol etmeye çalışın.
  4. Antidepresanların bir diğer önemli yan tesiri “Seksüel performansı negatif etkileyebilmeleridir”. Orgazm olmayı güçleştirebilir, bâzen isteksizlik yaparlar.
  5. Antidepesanlar bağımlılık yapmaz denilmesine bakmayın, bal gibi yaparlar. Uyuşturucu ilâçlar gibi gittikçe doz artırmak istemezsiniz ama bırakmaya kalktığınızda ortaya çıkan şikâyetler tekrar ilâca sarılmanıza neden olabilir. Konu komşu tavsiyesiyle ilaca başlayan ama bırakınca ortaya çıkan şikâyetler yüzünden bir türlü ilâçtan kurtulamayan hastalar çok. Doktor kontrolünde ilâç alanlar için böyle bir tehlike yoktur. Yeterli iyilik sağlandığında ilâcın dozunda kademeli azaltma yaparak veya başka ilâçlar ikame ederek hiçbir şikâyet olmadan ilâç bırakılabilir.

***

Maâlesef pek de doğru mesaj vermediğini düşündüğüm bu yazı hasebiyle Murat’la haberleştik ve ona şu mesajı yolladım:

Sevgili Murat,

Bağımlılık nedir, ne değildir konularında kendi web mekânımda (www.keremdoksat.com) bir yazı yazacağım; sana da yollarım. Şimdilik kısaca cevap vereyim çünkü benim sayfam Akşam gazetesinde değil ve milyonlara ulaşmıyor; dezenformasyonun her plânda yaygın olduğu günümüzde, sağlık konularında bâri bu olmamalı diye düşünüyorum.

Mezolimbik sistem (ventral tegmental alan ve nuk. akkumbens arasındaki DAerjik ve peptiderjik devre) davranışsal bağımlılığa sebep olur. Meselâ senin güzel yazılarını okumanın bağımlılık yapması bu türden… Bâzı hastaların ilâçlarına bağlılıkları böyle oluşur.

Fakat farmakolojik bağımlılığın epey alt tipi var: GABA A reseptörü üzerinden olanlar (alkol, benzodiyazepinler, barbütiratlar); kannaboidler üzerinden olanlar (mu ve kappa reseptörleri, keza K1 reseptüörleri), ACh üzerinden olanlar (öforizan olduğu için), DA üzerinden olanlar (amfetamin, kokain, ekstazi) gibi…

Hiç bir legal antidepresan bu türlerden bir bağımlılık yapmaz. Sâdece beyindeki dengeler değiştiği için, fluoksetin hâricindekiler (bunun hem kendisi hem de metaboliti aktiftir ve wash-out’u yâni vücuttan tamamen atılması 8 haftayı bulur) tedricen azaltılarak bırakılmalıdır, yoksa istenmeyen etkiler ortaya çıkar. Hepsi bu.

Bahsettiğin “bağımlılık” konusuna gelince… O hastalar haklılar aslında. Çünkü artık netleşti ki, ikinci, hele üçüncü majör depresif epizoddan sonra ömür boyu ilâç kullanmak gerekiyor. Hâttâ, ilk epizod çok şiddetliyse + süisidalite (intihar eğilimi veya girişimi) varsa + soygeçmişte psikiyatrik morbidite varsa, bunlara “mental diabetics: zihinsel şeker hastaları” deniyor ve tıpkı ensülin kesilemeyeceği gibi, antidepresan ilâcı da hiç kesmiyoruz.

Bir başka önemli husus da, idame dozu tedavi dozudur.

Depresyon %100 tekrarlayan bir hastalık; bütün vak’aların %10-15’i de 3. dereceden tedaviye direnç gösteriyor. EKT’ye dahi dirençli (4. dereceden) vak’alarda ketamin, skopolamin verilmesi, hâttâ psikoşirurji uygulanması gündemde… WHO, depresyonu en önemli 3. sağlık sorunundan 2.’ye terfi ettirecek. Bütün ünipolar majör depresyon vak’alarının en fazla %15’i tedavi görüyor; bu %15′in ise sâdece %5′i doğru tedavi ile buluşuyor. Bipolar Bozukluk’ta (Manik Depresif Hastalık) ise işler çok daha vahim. Bu sebeple pratisyenlere ve diğer uzmanlara bu konuda sürekli eğitimler veriyoruz.

Yâni, tabii ki konu komşu tavsiyesiyle ilâç alınmamalı ama doktorların da, hâttâ psikiyatrların da ciddi bir kısmı bu ilâçları hangi doz ve sürede kullanacaklarını bilmiyorlar.

Bu arada, yakınlarda bütün medyanın gündeme düşürdüğü bir araştırmada bu ilâçların şekerli tabletlerden farksız, yâni etkisiz olduğu iddia edildi, bundan sen de bahsetmişsin (Kirsch I, Deacon BJ, Huedo-Medina TB, Scoboria A, Moore TJ, Johnson BT [2008] Initial Severity and Antidepressant Benefits: A Meta-Analysis of Data Submitted to the Food and Drug Administration. PLoS Med 5(2): e45 doi:10.1371/journal.pmed.0050045); araştırıcılar arasında hiç psikiyatr olmadığı gibi, venlafaksin’in ve çoktan piyasadan kaldırılmış olan nefazodon’un SSGİ olduğunu zannediyorlardı; metodoloji de kötüydü, uzun vâdeli sonuçları es geçmişlerdi. Neyse ki bu garip yayının etkisi pek yüksek olmadı…

“Pek çok hasta, ilâca başlar başlamaz ortaya çıkan çarpıntı, fenalık hissi, ağız kuruluğu gibi tesirler yüzünden ilâcı bırakmak zorunda kalır” ifâdene de katılmıyorum, kusura bakma. İyi bir psikoedükasyon (hastanın ve yakınlarının eğitilip bilgilendirilmesi) ve hekim hasta iletişimiyle, ilâcı terk etme oranı %10’un da epey altına düşer.

Kısmen tedavi edilmiş depresyon azıcık gebe olmak gibidir.

Dostlukla…

Mehmet Kerem Doksat – İstinye – 01 Nisan 2008 Salı

1. Çevremize baktığımızda herkesin birer takıntısı var. Peki, bunun bir hastalık olduğu nasıl anlaşılıyor?

Ufak tefek takıntılar toplumun %90’ına yakınında vardır. Bâzısı kültürden ve/veya bâtıl itikatlardan kaynaklanır: Kötü bir şeyden bahsedilince “Allah korusun” deyip üç kere tahtaya vurma bunun tipik örneği… Çeşitli hayvanlardan korkma da sık rastlanan bir durumdur; kara kedi görünce başına bir felâket geleceğini düşünmek de buna bir örnek. Bu gibi mâsumca takıntıların hiçbir mahzuru yoktur; hâttâ elini üç kere tahtaya vurunca rahatlayan kişiye stresten kurtulma anlamında faydası dahi olur. Prensip olarak, bu davranışları sergileyen insanlar aslında saçma olduklarının farkındadırlar ama gene de yaparlar.

Buna karşın, eğer takıntılar kişinin hayatının ciddi bir kısmını kaplıyor veya kapsıyorsa, meslekî, âilevî, toplumsal ve akademik performansında işlev kaybına yol açıyorsa, bu takdirde bu durum bir “hastalıktır”. Meselâ mütedeyyin bir Müslüman beş vakit namaz kılmazsa huzursuzluk duyar; bu kültürel açıdan çok normâldir. Ama “ya şu duayı eksik okudumsa, ya secdeye başımı yanlış koduysam” diye gününün neredeyse tamamını namaz kılarak geçirmeye başlamışsa, hastalık da başlamış demektir. Sorulduğunda da “biliyorum, bu çok saçma ama ne yapayım, elimde değil” cevabını alırsınız.

2. Takıntısı olan herkes obsesif mi?

Halk arasında “saplantı” veya “takıntı” diye isimlendirilen obsesyon terimi eski Lâtince’de “rahatsız etme” anlamındaki “obsideratum” veya “obsidere” kelimesinden gelir. Fransızca “idee fixe veya idée fixede benzer anlam taşır, sâbit fikir demektir. Türkçeye de “idefiksli adam” diye geçmiştir. Kişinin iradesi dışında kafasına takılan, musallat olan ve istenmeyen düşünce, fikir veya imajlar demektir.

Kompulsiyon (zorlantı) ise eski İngilizce’de, Anglo-Fransız veya Yakın dönem Lâtincesi’ndeki compulsion, compulsi’dan, gene Lâtince compellere’den gelir (zorlama, icbar, mecbur etme). Kompulsiyonlar, genellikle obsesyonları nötralize etmek veya rahatlatmak için yapılan hareketler veya zihinsel eylemlerdir.

Tipik bir örnek verecek olursak, eğer ellerini üç kere yıkamazsa sevdiklerinin başına kötü bir şey geleceğini, günaha gireceğini düşünen (obsesyon) kişi ellerini üç kere yıkar (kompulsiyon); bunu yaparken saçmalığının da farkındadır (içgörü yerinde). Sâdece böyle kalıyorsa sorun yoktur. Ama, “ya tam üç kere yıkamadıysam, hatalı saydıysam veya tam temizlenemediysem” diye kafaya takıp (obsesyon) bu sefer üç kere daha, o da yetmeyip “üç kere üç dokuz eder” diye dokuz kere yıkarsa (kompulsiyon) ve bu böyle uzayıp giderse, işte hastalık başlamış demektir; bekârlarda evlilerden daha fazla görülür.

Takıntıları olan kişilerde genel olarak “Obsesif Kompulsif Bozukluğa veya Hastalığa” dâir eğilimler söz konusudur. Ama her takıntılı kişi hasta değildir. “Obsesif Kompulsif Hastalık veya Bozukluk” demek için ise yukarıda anlattığım üzere, düşünce ve davranışların işlevsellik kaybına yol açması ve kişinin adaptasyonunu bozması gerekir.

Çok ağır vak’alar evden dahi çıkamayan, âdeta kronik bir şizofrenler gibi düşkün bir duruma düşerler. Bir kısmında da şizofrenik belirtiler ortaya çıkar ki, Bunlara “Şizo-Obsesif Hastalar” deniyor.

3. Ne zaman tehlike çanları çalıyor?

Obsesyonlar ve kompulsiyonlar kişinin uzun zamanını alıyorsa (meselâ yıkanıp temizlenme ve ritüeller sebebiyle obsesif gecikme varsa), bir yerden bir yere yetişmesini veya işine, okuluna gitmesini geciktirecek kadar şiddetliyse, randevularına geç kalmasına veya kaçırmasına yol açıyorsa, âilevî ve toplumsal ilişkilerini örseliyorsa tehlike çanları çalıyor demektir.

4. Görülme sıklığı nedir?

Obsesif Kompulsif Hastalık/Bozukluk yüz kişiden iki veya üçünde görülür. Başlangıç yaşı ortalama 20 civarındadır. Hastaların yaklaşık üçte ikisi 25 yaşın altında hastalığa yakalanırken, yüzde on beş kadarı da 35 yaş sonrasında hastalanır. Erkeklerde kadınlara göre daha erken yaşta başlar. Erkeklerde 6–15 yaş arası sıklıkla başlarken, kadınlarda bu 20–29 yaş arasında daha sıktır. Çocukluk çağında da ender değildir. Hâttâ streptokok enfeksiyonlarına bağlı oto-immün (bağışıklık sisteminin kendi bünyesine zarar vermesi tarzında) ve geçici obsesif kompulsif belirtiler görülür ve PANDAS (pediatric autoimmune neuropsychiatric disorders associated with streptococcal infections) denir; tedavide de antiobsesyonel ilâçlar değil, antibiyotikler kullanılır tabii… Bâzı tik hastalıklarında da eşlikçi olarak görülür.

5. Bu konuda Türkiye’de ve dünyada yapılan araştırmalara göre en çok hangi takıntılar öne çıkıyor?

En sık olarak kirlilik ve bulaşma takıntıları görülüyor. Bunu, sık el yıkama ve mikrop kapılabilecek yerlerle temastan kaçınma takip ediyor. İkinci sıklıkla emin olamama ve kontrol etme davranışları yer almakta: Evden çıkarken tekrar tekrar fişleri ve kapıları kontrol etme, hâttâ bu yüzden gideceği yere gidememe gibi…

6. İlginç takıntılardan birkaç örnek verebilir misiniz?

Önce çok ünlü ama bilenin bildiği bir örnek vereyim. Efsanelere, birçok edebî esere konu olmuş olan bu hastalığın en çarpıcı ve meşhur örneklerinden biri de Shakespeare’in Macbeth adlı eserinde mevcuttur: Lady Macbeth’in etkisiyle kocası, Kral Duncan’ı öldürür ve zamanla Lady Macbeth’de bir el yıkama hastalığı başlar. “Arabistan’ın bütün parfümleri getirilse bu elin kirleri temizlenemez” der ve ellerini yıkamaya devam eder.

Diğer tipik belirtilerden örnekler vereyim:

—Elektrik fişlerini prizden çekip çekmeme, suları, ocağı, kapı ve pencereleri tam olarak kapatıp kapatmadığından emin olamama,

—Sokakta hiç tanımadığı bir insanın sâdece yanından geçerken dahi onunla cinsel ilişkiye girmiş olabileceğini düşünme,

—Evin dışında her hangi bir yerde bir yere oturulduğunda bulunması muhtemel olan spermlerden hâmile kalmış olabileceğini düşünme,

—Sevdiği insanlara zarar verebileceğini, bıçak saplayabileceğini, öldürebileceğini, zehirleyebileceğini düşünme,

—Yapabileceği her hangi bir basit davranış sonucunda, Allah’a ve Kutsal Kitap’a küfür ve hakaret etmiş olabileceğini düşünme, aklına bunlara sövme obsesyonunun takılması,

—Umumî yerlere gidildiğinde, kapı kulplarına, musluk kurnalarına dokunulduğunda şiddetli hastalıklara yol açabilecek şekilde mikrop kaptığını düşünme (böyle hastalar eldivenle veya ellerinde mendillerle dolaşır ve aşırı yıkanmaktan dolayı elleri yara olur).

7. Adını hiç duymadığımız ilginç takıntılardan birkaç örnek verebilir misiniz?

—Kızının ırzına geçeceğini takıp evini terk eden baba;

—Homoseksüel olacağını taktığı için bir de depresyona girip intihara teşebbüs eden erkek;

—Söylediklerinden veya yaptıklarından emin olamadığı için sürekli olarak etrafındakilere teyit ettirip herkesi bıktıran bir hasta…

8. Size başvuranlar arasında isim vermeden ilginç birkaç örnek anlatabilir misiniz?

—Bir hastam cinsel organı çağrıştırdığı şüphesiyle evinde bıçak kullanamıyor, kapı kulplarını açamıyor, süpürge süpüremiyor, mutfakta havuç, patlıcan gibi sebzeleri görmeye dayanamıyordu. Yolda gördüğü insanlarla cinsel ilişkiye girebilme ihtimâli yüzünden evinden dışarı çıkamıyordu.

—Başka bir hastam evine yabancı insan davet edemiyordu. Aksi takdirde sperm ve mikroplardan arındırabilmek için koltukları günlerce temizlemesi gerekiyordu.

—Bir başkası sürekli olarak tabloları düzeltmek, en ufak bir asimetri görünce eleştirmek, sürekli olarak düz çizgide ve koyu renkli yerlerden yürümek, kendisini ve eşini onlarca kere yıkayıp sonunda yorgunluktan cinsel ilişkiye girememekten dolayı kimsesiz kalmıştı. Yolda giderken sürekli olarak araba plâkalarını ve etraftaki tabelâları okuyor, kelime türetip hesaplar yapıp bunu da yanındakilere anlatıyordu.

—Ünlü bir san’atçı bâzen on beş yirmi kere Âyet-el Kürsî okuyup falcısına da anı sayıda fal baktırmadan sahneye çıkamıyordu.

9. Kişiler nasıl tedavi ediliyor? Örneğin temizlik hastası bir kadının eline kömür verilerek tedavi edildiğini okumuştum.

Öncelikle bu tablo biyolojik bir hastalık olduğu için, ilâç verilerek tedavi ediliyor. Hangi ilâçların nasıl kullanılacağı gerçekten tam bir uzman işidir. Bilhassa ağır vak’alarda tavan dozda ilâçlar verilir. İlâç tedavisi pek çok hastada ömür boyu sürer; kesince bozulurlar çünkü…

Ek olarak davranışçı ve bilişsel psikoterapi yöntemlerinden de faydalanılmakta. Kişinin en takıntılı olduğu kaçındığı olayların listesi çıkartılarak, en az rahatsızlık duyulandan en çok rahatsızlık duyulan uyarana doğru bir sıralama yapılır. Hafiften ağıra doğru kişi bu uyaranlarla yüzleştirilerek yavaş yavaş duyarsızlaştırılır. Buna “sistematik duyarsızlaştırma ve üstüne gitme yöntemi” denir. Davranışçı bilişsel psikoterapi yönteminin özü budur.

10. Sokaktaki vatandaşın anlayabileceği şekilde bir belirtiler listesi verebilir misiniz?

Tabii, önce uzun, sonra da kısa birer sorgulama listesi vereyim…

PADUA ENVANTERİ

Aşağıdaki ifâdeler hemen herkesin günlük hayatında karşılaştığı düşünce ve davranışları tanımlamaktadır. Lûtfen her bir ifâde için size en uygun görünen ve bu tür davranış veya düşüncelerin oluşturabileceği rahatsızlık derecesine en uygun olan tek bir seçeneği işaretleyiniz.

No

Hiç
Çok az
Çok
Epeyce Çok
Aşırı
1
Paraya dokunduğumda ellerimi kirlenmiş hissederim 0 1 2 3 4
2
Vücut salgıları ile (ter, tükürük, idrar, vb. gibi) Hafif bir temasla bile giysilerim kirlenebileceğini veya bir şekilde zarar görebileceğimi düşünürüm. 0 1 2 3 4
3
Yabancıların veya belirli insanların dokunduğunu biliyorsam, bir nesneye dokunmakta zorlanırım. 0 1 2 3 4
4
Çöpe veya kirli şeylere dokunmakta zorlanırım. 0 1 2 3 4
5
Mikrop kapmaktan ve hastalıklardan korktuğum için umumî tuvaletleri kullanmaktan kaçınırım. 0 1 2 3 4
6
Bulaşıcı hastalıktan korktuğum için halka açık telefonları kullanmaktan kaçınırım. 0 1 2 3 4
7
Ellerimi gereğinden daha sık ve daha uzun süre yıkarım. 0 1 2 3 4
8
Bâzen sâdece kirlendiğim veya mikrop kaptığımı düşünerek derhâl yıkanır veya temizlenirim 0 1 2 3 4
9
Bir şeye dokunduğumda “mikrop kaptığımı” düşünerek, derhâl yıkanır veya temizlenirim. 0 1 2 3 4
10
Bir hayvanın bana dokunması hâlinde, kendimi kirli hisseder ve derhâl yıkanmam veya üstümdeki giysileri değiştirmem gerekir. 0 1 2 3 4
11
Kaygılar ve üzüntüler aklıma geldiğinde, onlar hakkında güvenebildiğim birisiyle konuşmadan rahat edemem. 0 1 2 3 4
12
Konuşurken aynı şeyleri veya aynı cümleleri birkaç kez tekrarlama ihtiyacı duyarım. 0 1 2 3 4
13
İnsanların söyledikleri ilk seferinde anladığım hâlde birkaç kez tekrar ettirme ihtiyacı duyarım. 0 1 2 3 4
14
Giyinirken, soyunurken ve yıkanırken, özel bir sırayı takip etme zorunluluğu hissederim. 0 1 2 3 4
15
Yatmadan önce belirli şeyleri belirli bir sırayla yapmak zorundayım. 0 1 2 3 4
16
Yatmadan önce giysilerimi özel bir şekilde asmak veya katlamak zorundayım. 0 1 2 3 4
17
Belirli sayıları nedensiz yere tekrarlama zorunluluğu hissederim. 0 1 2 3 4
18
Bir şeyleri doğru olarak yapıldığından emin olana kadar, birkaç kez tekrarlamak zorundayım. 0 1 2 3 4
19
Bir şeyleri gereğinden daha sık kontrol etme eğilimindeyim. 0 1 2 3 4
20
Ocağı, muslukları ve elektrik düğmelerini kapattıktan sonra tekrar tekrar kontrol ederim. 0 1 2 3 4
21
Tam olarak kapalı olduğundan emin olmak için, kapıları, pencereleri, çekmeceleri kontrol etmek uğruna eve geri dönerim. 0 1 2 3 4
22
Doğru bir şekilde doldurduğumdan emin olmak için formların, evrakın veya çeklerin ayrıntılarını sürekli kontrol ederim. 0 1 2 3 4
23
Sigara, kibrit gibi yanan cisimlerin tam olarak söndüğünden emin olana kadar geri dönüp bakarım. 0 1 2 3 4
24
Elime para aldığım zaman, üst üste birkaç kez sayarım. 0 1 2 3 4
25
Mektupları postalamadan önce pek çok kez dikkatle kontrol ederim. 0 1 2 3 4
26
Önemsiz meselelerde bile, karar vermeyi zor bulurum. 0 1 2 3 4
27
Gerçekte bir şeyi yaptığımı bildiğim hâlde, bâzen bundan emin olamam. 0 1 2 3 4
28
Özellikle benimle ilgili önemli konular konuşulurken, bir şeyleri hiçbir zaman tam olarak ifâde edemeyeceğim izlenimine kapılırım. 0 1 2 3 4
29
Bir şeyleri özenli bir şekilde yapsam bile, hâlâ yaptığım işi kötü yaptığım veya eksik bıraktığım izlenimini içimde taşırım. 0 1 2 3 4
30
Belirli şeyleri gerektiğinden daha fazla yapmaya devam ettiğim için, bâzen geç kalırım. 0 1 2 3 4
31
Yaptığım şeylerin pek çoğuna ilişkin kaygılar ve problemler üretirim. 0 1 2 3 4
32
Belirli şeyler üzerinde düşünmeye başladığımda, onlara takılıp kalırım. 0 1 2 3 4
33
Kendi isteğim dışında, hoşa gitmeyen düşünceler aklıma gelir ve onlardan kurtulamam. 0 1 2 3 4
34
Müstehcen veya kötü kelimeler aklıma gelir ve onlardan kurtulamam. 0 1 2 3 4
35
Beynim sürekli olarak kendi bildiğini yapıyor ve ben çevremde olup bitene ayak uydurmakta güçlük çekiyorum 0 1 2 3 4
36
Dalgınlığımın veya yaptığım küçük hataların felâket sonuçlar doğuracağını düşünürüm. 0 1 2 3 4
37
Birilerine bilmeden zarar verebileceğime ilişkin uzun süre düşünür veya kaygılanırım. 0 1 2 3 4
38
Ne zaman bir felâket haberi duysam, bir şekilde benim hatam olduğunu düşünürüm. 0 1 2 3 4
39
Bazen kendime zarar verdiğim veya bâzı hastalıklarımın olduğuna ilişkin uzun süre sebepsiz yere kaygılanırım. 0 1 2 3 4
40
Bazen hiç nedeni yokken nesneleri saymaya başlarım. 0 1 2 3 4
41
Önemsiz sayıları tamamıyla hatırlamam gerektiği hissine kapılırım. 0 1 2 3 4
42
Bir şey okuduğum sırada, en azından iki veya üç defa, önemli bir şeyleri kaçırdığım kaygısıyla geri dönmek ve pasajı yeniden okumak zorunda olduğum izlenimine kapılırım. 0 1 2 3 4
43
Önemsiz şeyleri bütünüyle hatırlayabilmek uğruna kaygılanır ve onları unutmamak için çabalarım. 0 1 2 3 4
44
Bir düşünce veya şüphe aklıma takıldığı zaman, onu bütün yönleriyle gözden geçirmem gerekir ve bu şekilde yapana kadar rahat edemem. 0 1 2 3 4
45
Belirli durumlarda, kontrolümü kaybetmekten ve utanç verici şeyler yapmaktan korkarım. 0 1 2 3 4
46
Bir köprüden veya yüksek bir pencereden aşağıya baktığım zaman, kendimi boşluğa bırakacakmış gibi hissederim. 0 1 2 3 4
47
Yaklaşan bir tren gördüğüm zaman, bazen kendimi onun altına atabileceğimi düşünürüm. 0 1 2 3 4
48
Bâzı zamanlar içimden kalabalığın içinde soyunmak gelir. 0 1 2 3 4
49
Araba sürerken bâzen içimden bir his arabayı birilerinin üstüne veya bir şeylere doğru sürmeye zorlar. 0 1 2 3 4
50
Silâhlara bakmak beni heyecanlandırır ve şiddet içeren düşüncelere sürükler. 0 1 2 3 4
51
Bıçakların, kamaların ve diğer kesici âletlerin keskin tarafından rahatsız olurum. 0 1 2 3 4
52
Bazen içimde gerçekten aptalca ve yapmak istemediğim şeyleri bana yaptıran bir şey olduğunu hissediyorum. 0 1 2 3 4
53
Bâzen sebepsiz yere bir şeyleri kırmak veya hasar vermek ihtiyacı hissederim. 0 1 2 3 4
54
Bazen içimden bir his hiçbir işime yaramadığı hâlde, başka insanların eşyalarını çalmaya zorlar. 0 1 2 3 4
55
Bâzen neredeyse karşı konulmaz bir biçimde süper marketten bir şeyler çalmak içimden geçer. 0 1 2 3 4
56
Bâzen savunmasız çocuklara veya hayvanlara âniden zarar verecekmişim gibi gelir. 0 1 2 3 4
57
Belirli hareketleri yapmam veya özel bir şekilde yürümem gerektiği hissine kapılırım. 0 1 2 3 4
58
Belirli durumlarda, sonrasında rahatsız olacağımı bildiğim hâlde aşırı yeme isteği duyarım. 0 1 2 3 4
59
Bir intihar veya bir cinayet haberi duyduğumda, uzun bir süre boyunca üzülürüm ve bu olay üzerinde düşünmekten bir türlü kendimi alamam. 0 1 2 3 4
60
Mikroplar ve hastalıklara ilişkin gereksiz kaygılar üretirim 0 1 2 3 4

Yukarıdaki sorulardan birkaçına dahi ÇOK ilâ AŞIRI cevabı verdiyseniz, vakit geçirmeden bir psikiyatra gitmelisiniz.

Daha kısa bir soru listesi de Modsly Obsesif Kompulsif Soru Listesi’dir. Aşağıdaki sorulara EVET veya HAYIR diye cevap verin. Yaklaşık yarısına EVET diyorsanız, gene psikiyatrik yardım almalısınız:

1. Bana bir hastalık bulaşır korkusuyla herkesin kullandığı telefonları kullanmaktan kaçınırım.
2. Sık sık hoşa gitmeyen şeyler düşünür, onları zihnimden uzaklaştırmakta güçlük çekerim.
3. Dürüstlüğe herkesten çok önem veririm
4. İşleri zamanında bitiremediğim için çoğu kez geç kalırım.
5. Bir hayvana dokununca hastalık bulaşır diye kaygılanırım.
6. Sık sık havagazını, su musluklarını ve kapıları birkaç kez kontrol ederim.
7. Değişmez kurallarım vardır.
8. Aklıma takılan nâhoş düşünceler hemen her gün beni rahatsız eder.
9. Kaza ile bir başkasına çarptığımda rahatsız olurum.
10. Her gün yaptığım basit günlük işlerden bile emin olamam.
11. Çocukken annem de babam da beni fazla sıkmazlardı.
12. Bâzı şeyleri tekrar tekrar yaptığım için işimde geri kaldığım oluyor.
13. Çok fazla sabun kullanırım.
14. Bana göre bâzı sayılar son derece uğursuzdur.
15. Mektupları postalamadan önce onları tekrar tekrar kontrol ederim.
16. Sabahları giyinmek için uzun zaman harcarım.
17. Temizliğe aşırı düşkünüm.
18. Ayrıntılara gereğinden fazla dikkat ederim.
19. Pis tuvaletlere giremem.
20. Esas sorunum bâzı şeyleri tekrar tekrar kontrol etmemdir.
21. Mikrop kapmaktan ve hastalanmaktan korkar ve kaygılanırım.
22. Bâzı şeyleri birden fazla kontrol ederim.
23. Günlük işlerimi belirli bir programa göre yaparım.
24. Paraya dokunduktan sonra ellerimi kirli hissederim.
25. Alıştığım bir işi yaparken bile kaç kere yaptığımı sayarım.
26. Sabahları elimi yüzümü yıkamak çok zamanımı alır.
27. Çok miktarda mikrop öldürücü ilaç kullanırım.
28. Her gün bâzı şeyleri tekrar tekrar kontrol etmek bana zaman kaybettirir.
29. Geceleri giyeceklerimi katlayıp asmak uzun zamanımı alır.
30. Dikkatle yaptığım bir işin bile tam doğru olup olmadığına emin olamam.
31. Kendimi toparlayamadığım için günler, haftalar, hâttâ aylarca hiçbir şeye el sürmediğim olur.
32. En büyük mücadelelerimi kendimle yaparım.
33. Çoğu zaman büyük bir hata veya kötülük yaptığım duygusuna kapılırım.
34. Sık sık kendime bir şeyleri dert edinirim.
35. Önemsiz ufak şeylerde bile karar verip işe girişmeden önce durup düşünürüm.
36. Reklâmlardaki ampûller gibi önemsiz şeyleri sayma alışkanlığım vardır.
37. Bâzen önemsiz düşünceler aklıma takılır ve beni günlerce rahatsız eder.

Prof. Dr. Mehmet Kerem Doksat – İstinye – 08 Temmuz 2008 Salı