Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

Her gün binlerce kişinin ziyaret ettiği Anıtkabir’deki incelemede, bazı kameraların sürekli arızalandığı ve bomba-silah araması yapan yazılım sisteminin de çalışmadığı ortaya çıktı.


Terör örgütü PKK’nin, sansasyonel saldırı listesine Anıtkabir’i de aldığına ilişkin bir istihbarat notu, Anıtkabir’de “ciddi” olarak algılanan bir güvenlik zafiyetini ortaya çıkardı. İstihbarat birimleri bir süre önce Türkiye’de son dönemde saldırılarını artıran terör örgütü PKK’nin Türkiye’yi kaos ortamına çevirmek için sansasyonel eylemler planladığını ortaya çıkarmıştı. Bu çerçevede hazırlanan bir istihbarat bilgi notunda, Atatürk’ün ebedi istirahatgâhı Anıtkabir’in de PKK’nin sansasyonel saldırılar listesine girdiği tespiti yapıldı. Bu şok istihbarat devletin üst kurumlarına “acil” kodu ile iletildi.

YAŞ ve 30 Ağustos tespiti

Sabah gazetesinin haberine göre PKK’nin yaklaşan Yüksek Askeri Şura (YAŞ) toplantısı ve 30 Ağustos Zafer bayramı törenleri öncesinde Anıtkabir’de bir saldırı planı üzerinde çalıştığı tespiti yapıldı. Bu gelişme üzerine yurtdışından gelen yabancı devlet ve hükümet başkanlarının yanı sıra her gün binlerce kişinin ziyaret ettiği Anıtkabir güvenliği masaya yatırıldı.

Kameralar arızalı

Yapılan incelemelerde Anıtkabir’de bazı kameraların sürekli olarak arıza verdiği ve Tandoğan girişindeki 1 nolu nizamiyedeki araç altlarında bomba-silah araması yapan “Araç Altı Arama Cihazı Sistemi” yazılımının çalışmadığı tespit edildi. Bu gelişme üzerine sadece “mouse arızalı, klavye arızalı” notlarının düşüldüğü Anıtkabir Haftalık Güvenlik Sistemleri Arıza raporları değerlendirmeye alındı. Çalışmayan yazılım sistemi nedeniyle Anıtkabir’e giren tüm araçların sadece lokal olarak izlenebildiği, araç altı aramalarının kaydının yapılamadığı, plaka tanıma sisteminin de çalışmadığı belirlendi.

Her gün binlerce kişi ziyaret ediyor

Atatürk’ün ebedi istirahatgâhı olan Anıtkabir’i her gün binlerce kişi ziyaret ediyor. Genelkurmay Başkanlığı verilerine göre, 1-3 Temmuz tarihlerinde Anıtkabir’i 86 bin kişi ziyaret etti. Haziranda ise 525 bin kişinin ziyaret ettiği Anıtkabir’i yılın ilk 6 ayında ziyaret edenlerin sayısı 3 milyon 500 bine ulaştı. Anıtkabir’i 2009’da ziyaret edenlerin sayısı 9 milyonu aşarken bu rakam 2008’de 6 milyon olarak gerçekleşmişti.

Dokuz Eylül Üniversitesi (DEÜ) Acil Tıp Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Gürkan Ersoy, aşırı sıcaklar nedeniyle sıcak çarpmasına dikkat edilmesi gerektiğini söyledi.

Dokuz Eylül Üniversitesi (DEÜ) Acil Tıp Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Gürkan Ersoy,  hava sıcaklıklarının mevsim normallerinin üzerinde seyrettiği dönemlerde, sıcak çarpması vakalarında artış gözlendiğini anlattı. Haziran ayı itibariyle acil servis başvurularının, sıcaklığa bağlı olarak yüzde 10 ila 20 oranında arttığına işaret eden Ersoy, ”Özellikle yaşlılar, çocuklar ve hamileler sıcaktan çok etkileniyor. Kalp hastalıkları, sıcak çarpmaları artıyor. Sıcakla birlikte insanların tahammülü gücü azalıyor ve kavgalar yaralanmalar, darplar artıyor” dedi.

Sıcak havanın olumsuz etkileri konusunda çocuklar, hamileler ve yaşlıların yüksek risk grubunda bulunduğunu, ancak çeşitli meslek gruplarında bulunanların da sıcak havadan etkilenme riskine karşı önlem alması gerektiğini belirten Ersoy, şöyle konuştu: ”Tatil sezonu başladı ve havalar son derece sıcak seyrediyor. Geçen haftalar biraz serin olmasına rağmen, sıcaklıklar birden arttı. Ağustos ayında görülen sıcaklık değerlerine vaktinden önce ulaşıldı. Sıcak çarpmasına dikkat edilmeli. Sıcak çarpmasına karşı en ucuz ve etkili yöntem, tedbir almaktır. 11.00 ile 17.00 saatleri arasında çok mecbur kalmadıkça dışarı çıkmamak gerekiyor. Dışarı çıkılması gereken hallerde, açık renkli, ince giysiler giyerek, şapka ve şemsiye kullanılmalı, güneş gözlüğü takılmalı ve yüksek koruma faktörlü güneş kreminden yararlanılmalı. Eğer doktorunuz aksini söylemediyse 2 litrenin üzerinde sıvı tüketmelisiniz. Alkol kullanımı, mümkün olduğunca akşam saatlerinde olmalı ve az miktarlarla kısıtlanmalı. Kızartma ve baharatlı yemeklerden uzak durulmalı. Kalp, tansiyon ve böbrek hastalığınız yoksa, kortizonlu ilaç kullanmıyorsanız, doktorunuz tarafından yasaklanmadıysa, aldığınız tuzu biraz artırabilirsiniz. Terle birlikte tuz da kaybettiğimiz için halsizlik, yorgunluk, bitkinlik yapabilir.”

Güneş çarpması halinde yapılması gerekenler

Doç. Dr. Ersoy, güneş çarpan kişilere yapılacak en önemli yardımın, süratle 112 Acil Servis ekibine haber verilerek, sistemin harekete geçmesini sağlamak olduğunu söyledi. Acil durumların her an gerçekleşebileceği ihtimaline karşı bireylerin ilkyardım eğitimi almasının faydalı olacağını söyleyen Ersoy, şunları kaydetti: ”İlkyardım eğitimi bulunmayan kişilerin yapılabileceği en iyi şey, sağlık ekiplerine haber vermek olacaktır. Doktorlar gelene kadar, hasta, usulüne uygun olarak serin bir yere taşınmalı, üzerine ıslak çarşaf örtüldükten sonra el bileği, kasıklar, koltuk altı gibi damarların yüzeye yakın geçtiği bölgelere havluya sarılı buz torbaları konulmalı, vücut sıcaklığının düşmesi sağlanmalıdır. Eğer şuuru açıksa, vücut sıcaklığını düşürmek amacıyla hastanın soğuk içecekler tüketmesine yardımcı olunmalıdır.” Ersoy, sıcak havalarda çocukların kesinlikle otomobilin içinde yalnız bırakılmaması gerektiğini, araç içi sıcaklığın yüksek oluşunun, çocuğun hayatını tehlikeye düşüreceğini sözlerine ekledi.

Son yıllarda artan bilişim suçları ile ilgili olarak uzmanlar yurttaşları uyardı. Özellikle mobil ve sabit internet kullanımı ile sosyal ağların yaygınlığına dikkat çeken Bilgi Güvenliği Derneği Başkanı Şeref Sağıroğlu, “Öncelikli korumayı bireylerin sağlaması lazım. Bilgisayarlara şifre koymak alınabilecek ilk önlemdir. Şifresiz bilgisayarlar kapısı açık evler gibidir” dedi.

 Teknolojinin giderek yaygınlaşması ile birlikte artan bilişim suçlarına karşı uzmanlar yurttaşları uyardı. Bireylerin cep telefonları ve bilgisayarlarında alacakları küçük önlemlerle kişisel verilerini bir nebze de olsa koruyabileceğine dikkat çeken uzmanlar, son bir yıl içinde artan tehditleri ve önlemleri sıraladı.

Bilgi Güvenliği Derneği Başkanı ve Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Şeref Sağıroğlu, vatandaşların ilk olarak yapması gereken şeyin ihtiyaçlarını belirlemesi ve ona göre cihaz kullanması olduğuna dikkat çekti. Cep telefonlarında 3. Nesil teknolojisi ile birlikte mobil internet kullanımının yaygınlaştığını belirten Sağıroğlu “Cep telefonunu sadece konuşma ihtiyacı için kullanan birinin internet özellikli bir telefon alması gereksizdir. Bunun yanında her bilgisayar kullanıcısının bilgisayarlarına şifre ile giriş yapmaları önemlidir. Şifresiz bilgisayarlar kapısı açık evler gibidir” diye konuştu.

Kamusal çözümler noktasında ise öncelikle alınması gereken önlemin ortak kullanılan bilgisayarlarda önemli bilgi ve belgelerin sınıflandırılması ve şifrelenmesi olduğunu belirten Sağıroğlu, elektronik imza ve mobil imza uygulamalarının yaygınlaştırılması gerektiğine bu konuda üniversite, devlet ve özel sektörün ortak çalışması ve projeler geliştirmesinin önemli olduğuna dikkat çekti.
 

Siber dünyanın tehditleri

Teknoloji ilerledikçe imkanlarının yanında tehditleri de farklı şekiller alıp büyümeye devam ediyor. Bilişim hukuku uzmanları son bir yıl içinde en fazla karşılaşılan siber tehditleri şu şekilde sıralıyor:

– SMS, mail ya da msn üzerinden dolandırıcılık; “Kontör ya da hediye kazandınız” tuzağı ile dolandırıcılık en yaygın tehditlerin başında geliyor.

– Bankacılık şifrelerinin çalınması; kullanıcı adı ve şifreler kolaylıkla kırılabiliyor. Tek kullanımlık şifre uygulamaları ise sim kartlar kopyalanarak etkisiz hale getiriliyor.

– Zombi bilgisayarlar; bilgisayarlara dışarıdan bir program yüklenmesi ile bilgisayarın sahibi farkına varmadan arka taraftan programın çalıştırılması. Bu uygulamada sadece verilerin çalınması değil, kişilerin IP adresleri üzerinden bilişim suçlarının gerçekleştirilmesi tehlikesi de mevcut.

– Telefon ve ortam dinlemesi; 2009 yılının en yaygın tehdidi şüphesiz ki bu konu oldu. Sadece bir kalem boyutunda cihazlarla ya da küçük yazılımlarla gerçekleştirilebiliyor.
 

Düşük maliyetli önlemler

Tüm bu tehditlerin yanında uzmanlar vatandaşların alacağı küçük ve düşük maliyetli önlemler ile siber dünyada korunma imkanı bulunduğuna dikkat çekiyor. Prof. Dr. Şeref Sağıroğlu, 8 maddede siber tehditlerden korunma yöntemlerini şu şekilde sıralıyor:

– İhtiyaçlarınızı belirleyin; Sınırsız kullanım çılgınlığına kapılmayın. İhtiyaçlarınıza göre araç kullanın. Sadece konuşmak için telefon kullananlar internet bağlantısı özelliği olan cep telefonlarını satın almamalı. Bu sayede ortam dinleme yazılımlarından ya da mobil hackerlık yöntemlerinden koruma sağlanabilir.

-Şifre kullanın; Kişisel bilgisayarlarda ve kablosuz internet erişimlerinde muhakkak şifre kullanılmalı. Cep telefonlarının Bluetooth uygulamaları gerekli değilse kapatılmalı veya şifrelenmeli.

-Paylaşmayın; Kablosuz internet hizmetinin birkaç apartman sakini tarafından paylaşılması tehlikeye davetiye çıkarıyor. Size özel olan internet hizmetinizle, bir başkasının işleyeceği bilişim suçunun sizin üzerinize kalması tehlikesinden korunursunuz.

– Güncel ve yasal yazılımlar kullanın; Antiviral yazılımlar (Antivirüs, Antispyware vs.) ve Güvenlik Duvarı muhakkak kullanılmalı ve güncelleştirilmeli. Bilişim suçluları her geçen gün yeni yöntemler bulurken, yazılımlarınız bu yöntemleri çözebilecek yenilikte olmalı.

– Bilgilerinizi gizleyin; Bilgiler önem derecelerine göre sınıflandırılmalı. Gerekiyorsa önemli belgeler farklı dosya formatlarında saklanmalı. Hatta önemli bir Word belgenizi müzik dosyası biçiminde saklayabilirsiniz. Ya da belgelerinizi şifrelerle koruyabilirsiniz.

– 4 TL’ye birikimlerinizi koruyun; Özellikle finansal işlemler için muhakkak elektronik imza veya mobil imza kullanılmalı. Bankalar bu işlemi zaruri tutmuyor. Maliyeti en fazla 4 TL olan bu yöntemle birikimlerinizi koruyabilirsiniz.

– Download ederken dikkat; İnternetten dosya indirirken dikkatli olun. Güvenmediğiniz sitelerden ya da kişilerden yönlendirilen dosyaları indirmeyin. İndirdiğiniz dosyaları da açmadan önce Antivirüs programları ile kontrol edin.

– Sosyal ağlara dikkat edin; Üye olduğunuz ve pek çok bilginizi paylaştığınız sosyal ağlara dikkat edin. Bu tarz sitelerin kendi otokontrol sistemleri güncel olmayabiliyor. “Sizi kim takip ediyor” uygulamaları sizi ve arkadaş listelerinizi üçüncü şahıslara açık hale getiriyor.

Liderler siyah giyer

İlhan Selçuk’un gömlekleri bir ara çalışma arkadaşlarını da etkisi altına almıştı. Gerçi onlarınki hevesti ve kısa sürdü. Modacı Faruk Saraç’ın “zıbın yaka” olarak adlandırdığı, rahatlığı ön plana çıkaran bu gömlekler önümüzdeki sezon dünyayı saracak. Biz de Faruk Saraç’la İlhan Abi’nin hafızalara kazınan şıklığını konuşup, onu başka bir yönüyle analım istedik.

Kravatın hikâyesini bilirsiniz; Hırvat kadınların erkekleri askere gönderirken kötülüklerden korusun diye boyunlarına bağladıkları atkı daha sonra Fransızların elinde kravata dönüştü. Bu süreç gömleklerin yakalarını da etkiledi. Kravata uygun olarak çift yakalı oldular.

İlhan Selçuk, kravat takmazdı. Onun için de “Eğer kravat takmıyorsan ikinci yakanın anlamı yok” derdi. Her zaman şık ve bakımlı İlhan Selçuk’un giyimindeki en belirgin özellik işte bu çift yakasız gömlekleriydi. “Atatürk yaka”, “hâkim yaka” olarak da adlandırılan bu gömleklerin aslında “zıbın yaka” olduğunu Faruk Saraç’tan öğrendik. Faruk Saraç, uzun bir dönem İlhan Selçuk’un giysilerini de hazırlamıştı. Faruk Saraç’ın da dediği gibi İlhan Selçuk “tarzı olan” biriydi. Faruk Saraç’ın Levent’teki moda atölyesine gittiğinde de ilk söylediği şey “Ne olur bana hiçbir şey değil de hâkim yaka gömlek” yapın olmuş. 90’ların sonuydu, Faruk Saraç 4-5 yıl boyunca İlhan Selçuk’un pantolonlarını, ceketlerini ama en çok da gömleklerini hazırladı. “İlhan Selçuk yarım astar ve dökümlü ceketleri seviyordu” diyor, “keyjıl (rahat, şık) giyinmeyi seven bir insandı.”

Gömleklerde tercihi siyahın yanında beyaz ve boyuna ince çizgiliydi. Yakalarının hepsi de aynıydı. Faruk Saraç, “Hâkim değil de zıbın yaka demek daha doğru olur” diye anlatıyor: “Eski zıbınlarımızı düşünün, hâkim yaka onun biraz daha yükseğidir. Bizim İlhan Abi’ye çıkardığımız kalıp ise tamamıyla hâkim yaka ile zıbın yakanın ortasıydı. Yani 1.5-2 santim civarında yaka boyu. Hâkim yakada ise 3.5-4 santim olur boy. Yani cübbedeki yakayı düşünmeyin, hâkim yaka odur esasında, zıbın yakadan biraz daha yüksektir.”

Peki özelliği nedir o yakanın, neden tercih edilir? Faruk Saraç’a göre yazarlar, sanatla uğraşan insanlar giyside rahatlık ister. Onun için de kravattan uzak dururlar. Masa başında çalışırken kendisini sıkmamasını isterler.

“Normalde zıbın yakada gömleğin boyun kısmı açık giyilir ama İlhan Abi’nin fotoğraflarına da dikkat ederseniz yakası hep kapalıydı. Biz de rahat etsin diye yakayı hep bir santim daha geniş tutardık” diyor Faruk Saraç, “Ne olur benim yakam çok fazla dar olmasın derdi. Zaten biz gömleklerinin kol manşetlerini bile düğmesiz hazırlıyorduk, rahat olsun diye”.

Tarzı dışında hiç mi bir şey önermedi Faruk Saraç, İlhan Abi’ye? Hayır, diyor, ona göre bu tür insanları yönlendirmek çok doğru bir şey değil. Zaten Türkiye’de image-maker sisteminin oturmadığından söz ediyor. Ama şunu da eklemeden edemiyor. “Kendisine hazırladığımız hiçbir gömlekte polyester kullanmadık. Hepsi tamamıyla pamukludan hazırlanmıştı. Çünkü saatlerce çalışan, kalemle işi olan bir insanın rahat olması lazım. Polyester bir kumaş stres yaratır, elektriği dışarı atmayı zorlaştırır oysa pamuklu vücudu daha rahatlatır. Hatta spala deriz biz robalarını da biraz daha geniş bırakırdık, kol evini biraz daha geniş tutardık ki kalemle çalışırken rahat olsun diye. Takım elbiseleri ve ceketlerini de daha çok siyah olarak hazırladıklarını anlatıyor Saraç, zaten lacivertin imajı belli değil mi? Son yerel seçimlere bakın mesela diyor Saraç, “Hepsi lacivert elbise, beyaz gömlek, kırmızı kravatlıydı. Oysa kişinin yapısı, yürüyüşü, konuşması, hareketi, eli, kolu hepsi bir bütündür. Urfa’da bir söz vardır; para insana saymasını öğretir diye. Ben de o söze şunu ekliyorum; güzel bir kıyafet de insana yürümeyi öğretir. Güzel bir kıyafetin içinde insan daha mutlu daha rahat hisseder.”

Provalar sıkıcıdır ya zor biri miydi İlhan Abi? Mütevazılığını orada da sürdürdüğünü öğreniyoruz. Hatta Faruk Saraç, “utangaç ve sıkılgan” olduğunu söylüyor provalar sırasında. Bu sırada 98 yılında Atatürk kıyafetlerini hazırladığı koleksiyonu nedeniyle kendisini takdir edişini anımsıyor. Yaşadığı yüzyıl içersinde hatta şimdi bile Atatürk’ün en şık giyinen liderlerden birisi olduğunu anlatıyor: “Atatürk’ün bütün giysilerini kumaşlarını inceledim, kalıplar çıkarttım. Bir insan bu kadar zevkli olamaz diye düşünüyorum. Atatürk bir stilist ayrıca. Kendi kıyafetlerini çizen bir insan, çok şaşırtıcı. Atatürk’ün hiç lacivert elbisesi yoktu, siyah giysileri çoğunlukta. Siyah, lider rengidir. İlhan Abi de hep siyah kullanırdı.”

Ve bir noktaya daha dikkat çekiyor Faruk Saraç, zıbın ve hâkim yakalar şu anda çok moda, önümüzdeki yıl ise tamamen modayı kuşatacak.

Peki İlhan Selçuk’un giyim tarzını nasıl tarif ediyor bir modacı olarak: “Rahatlığı ön planda tutan, uç noktalardan ve gösterişten kaçınan, sade ve şık giyinen bir insandı. Ceketlerde de rahatlığı tercih eder, kup denilen olayı istemezdi. Ceketleri de hep koyu renkti. Geceler için siyah takım elbiseyi tercih ederdi. Pantolon üzerine bol bol griler giyerdi. Beyaz gömleklerinde çok ince çizgiler olurdu. Sonraki yıllarda da giyim tarzını hiç değiştirmedi.”

İlhan Abi’den bahsederken modayı konuşmanın biraz yersiz olduğunu düşünse de onun şıklığını ve zarafetini anımsatıp “giyim çok farklı, bu konuda da öncü olmak lazım” diyor.

Kelaynaklar gibiyiz neslimiz tükeniyor

Bu yıl Fikret Hakan, sanat hayatındaki 60. yılını kutluyor. Onca yıllık emeği de arşiv niteliğinde bir kitapla, ‘Türk Sinema Tarihi’ ile taçlandırıyor. Artık onun için 70’inden sonrası yeni bir dönem. Üretimini yazın dünyasına kaydırdığı ve kendini yenilediği bir devir. Hayat onun için şimdi başlıyor.

Zuhal Aytolun

 Fikret Hakan, sanatta 60 yılını devirdi. 60 yıl içinde sinemaya büyük emek harcayan, 200’ü aşkın filmde oynayan Fikret Hakan, işin mutfağında acısını da yaşamış tatlısını da. Yarı yolda bırakanları da tanımış, sözde “dürüst”leri de. Anlatacak çok şeyi var, sözlerinden ve gözlerinden belli oluyor. “Biz Sizin Çocuklarınızla Büyüdük” adıyla yazacağı anı kitabına saklıyor asıl söyleyeceklerini.

Şimdilerde akademik bir yayınla karşımızda Fikret Hakan. “Türk Sinema Tarihi” adıyla yayımladığı, 60 yıldır arşivlediği belgelerle düzenlediği yaklaşık bin sayfalık arşiv niteliğinde bir kitapla. Üç yıl boyunca gece gündüz çalışarak ortaya çıkardığı bu kitap 1914-1996 yılları arasında, 82 yıl içinde sinema tarihiyle beraber Türkiye’nin de bir dönemine ışık tutuyor. “Bağrına taş basıp gerçekleri, tarafsız bir şekilde ortaya koyacaksın. Bu akademik bir kitap. Ama daha söyleyecek çok sözüm var” diyor Hakan.

Edebiyatçı yönüyle de tanıdığımız Hakan yazıyor, yazmaya da devam edecek. 1950’li yıllarda Türkiye’deki sınıf atlama savaşını veren kadınların öyküleri üzerine kurduğu Gece Limanı romanı yayın evinde. Yakın zamanda da üçlü bir nehir romana başlayacak. Onun için artık varsa yoksa mürekkep ve kağıt. Yıllardır ertelediklerini hayata geçiriyor ve diyor ki “Hayat 70’inde başlar.” İşte Hakan’ın yeni bir enerjiyle başladığı yeni dönemi… Anlatıyor.

– Türk Sinema Tarihi kitabını yazmaya nasıl başladınız? – 1952 yılında tiyatrodan sinemaya geçtim. O yıllarda baktım ki başı boş ve gelişmekte olan bir sinema var. Birtakım belgeleri arşivlemek gerektiğini düşündüm.

– O yıllarda çok da gençsiniz.

– Daha önce Abdi İpekçi’nin çıkardığı İstanbul Express gazetesinde öykülerim ve küçük röportajlarım çıkıyordu. Gençtim ama edebiyatçılıktan gelmenin vermiş olduğu bir uyanıklık vardı. O yıllarda başladım şirket şirket dolaşarak belge toparlamaya. Kitaba karar verdiğimde ise öğretim üyeliği yapıyordum ve öğrencilerin bilgi çaresizliğinin farkındaydım. O yüzden de akademik bir kaynak olarak hazırladım.

– En hassas olduğunuz nokta neydi kitabı hazırlarken?

– Akademik bir kitap yazmak için tarafsız olmak gerekiyor. Sanıyorum bunu yapabildim. Hırslarımı, küfürlerimi ve övgülerimi bir sonraki anı kitabıma saklıyorum.

– Donanımlı bir sanatçısınız. Sinema tarihinin 60 yılını da bizzat içinde yaşadınız. Ancak sinemada alaylısınız. Bu çalışma sizin için nasıl bir serüven oldu?

– 1968 yılında bir dergide çok ünlü Fransız bir yazarın günah çıkardığı bir makaleyi okudum. Yunanlıların ünlü drama oyuncusu Katina Paxinou ile görüşüyor. Yazar, Katina’ya Fransız ukalalığı içinde “alaylı olduğunuz söyleniyor, siz hangi akademiden mezunsunuz?” diye soruyor. Kadın gülümsüyor, “Atina’da akademiyi ben kurdum” diyor. Yazar, yazısında utancından nasıl yerlere düştüğünü anlatmıştı. Baktığınız zaman akademik yapıları alaylıların kurduğunu görürsünüz. Bu kitabı yazabilecek o kadar çok akademisyen varken, ben yazdım. Demek ki onların zamanları yoktu.

– Bu çalışmanın sizin için bir yenilenme süreci olduğundan da söz edebilir miyiz?

Her ne kadar ayakta kalmak için Yeşilçam’ın bazı kurallarına boyun eğip harcı alem bir yığın film yapmış isem de hiçbir zaman o edebiyatçı ve şair yönümü bırakmadım. Olaylara onların ışığında baktım. O yıllar benden sadece bir şey çaldı. Yazmam gereken ürünlere engel oldu. Şimdi de yazabildiğim için yenilendiğimi hissediyorum.

– Peki sinema uğruna erteledikleriniz için pişmanlık duyuyor musunuz?

– Kesinlikle hayır. Çünkü beni yoğuran onlardı. Türk yazınında, sineması ve tiyatrosunda işin mutfağının hem pisliğini hem de güzelliklerini gördüm. O kayıp, yitik diye gördüğüm yıllar aslında benim karanlıklarıma ışık tuttu.

– Kitapta son sözlere baktığımızda büyük bir kızgınlık, kırgınlık ve öfke çıkıyor satırlarınızdan.

– O kadar da olacak. Türk sineması, evet kabuk değiştirdi. Yeşilçam, işletmeci tezgâhına dayanan garip bir sinemaydı ve 1996 yılında bitti. 96-2000 arası da geçiş dönemi oldu. Gençler film yapmaya başladı. Ama bunlar hep bireysel kaldı. O süreç, Türkiye’deki izleyicinin daha önce yapılan parkalı sahtekârlıklardan bıktığı dönemdi. Zaten 80 kuşağı da apolitize edilmişti. O yüzden şimdilerde bireysel filmler ön planda. Çünkü yetişme tarzları içinde sosyolojik endişeler, öğretiler yok. Bunları da söylemeden geçemezdim.

– Peki bu da mı bir geçiş süreci?

– Çok fazla film çekiliyor diye seviniyoruz. Aralarında bireysel sinemanın çok güzel örnekleri olsa da, salt bireysel sinemayla bu iş olmaz. 1980 ile 2010 arasında, yani 30 yılda Türkiye’de çok şey değişti. Ama toplumsal sorunları kimse irdelemiyor. Tek kollu bir insandan dünyanın en büyük savaşçısı olmasını bekleyemezsiniz, değil mi?

– Tüm bunlara bir etken de sinemanın yıllar içinde sektörleşememesi değil mi?

– “Adam olacak çocuk b…dan belli olur” Araştırıp yapsalardı.

Eleştirmenler bize savaş açtı

– Bu yıl sanattaki 60. yılınız. Dünü konuştuk ama yarına baktığınızda nasıl bir duygu kalıyor size?

– Kelaynaklar gibiyiz, neslimiz tükeniyor. Ay geçmiyor ki bizden birini musalla taşına yollamayalım. Geriye dönüp baktığımda bürokratlar, politikacılar, bizim yıllarımızı nasıl yediler, buna nasıl izin verildi diye düşünüyorum. Ülkeyi bu hale onlar getirdi. Türkiye’de komik bir şekilde demokrasi adı altında faşizan düzenler kurdular.

– Peki ya sanat dünyası?

– Eleştirmenler bize savaş açtı diyorum, kızıyorlar. Ben onları eleştirmiyorum ki. Önce sınıflandırma yapmak gerek. Eleştirmen, tenkitçi, münekkit. Eleştirmenler aynaya baksın ve kendini hangisinin sınıfına koyabildiğine namuslu bir şekilde karar versin. Kendisiyle hesaplaşırken “ben sadece eleştirmenim” diyorsa, onu alkışlarım. Ama geçen yıllar içinde yabancı sinemacıların borazanını çal, Türk sinemasını yok say, ondan sonra kahramanlık yap. Ne güzel memleket!

– Siz hep düşüncelerinizi net ve sert bir şekilde ifade ettiniz. Bu konuda da epey eleştiriliyorsunuz.

– Açık açık söylüyorum çünkü. İnsanlar doğruyu duymak istemiyor. Eleştiren varsa çıksın, hesaplaşalım. Herhangi bir canlı yayında her kim olursa dokümanlarla karşı karşıya gelir, hesaplaşırım. Yürek ister.

Doğada yapılan yürüyüşler
Yürüyüş… Adımların birbirini takip etmesi… Ayrıca bir spor… Arabaların çoğalmasıyla neredeyse unutulan yürüyüş aslında bir yaşam şekli ve incelikleri olan bir spor aynı zamanda. “Doğada yapılan yürüşüyler Trekking&Hiking” yürüyüşün tüm incelikleri okurlara sunuyor.

Şehir ve insan hayatının yoruculuğundan kurtulmak isteyenlerin en sık başvurduğun kaçamaklardan biri trekking. Aynı zamanda doğayı tanımanın da ilk adımı olan trekkingin de kendine has incelikleri var.

Kutsal Zafer Şahin’in hazırladığı “Doğada yapılan yürüşüyler Trekking&Hiking” yürüyüş meraklılarına rehber olmaya aday.Bir Trekking rehberi olan Şahin’in kitabı, Dijital Sanat Yayınları tarafından çıkarıldı. Kitabı aynı zamanda internet sitelerinden de temin edebilirsiniz.

Kutsal Zafer Şahin

Şahin, yazar, paraşüt, atıcılık, dağcılık lisanslarına ve çeşitli sertifikalara sahiptir. 1998 de kısa bir süre Beyoğlu’nda Fotografevi isimli acentede Trekking Yardımcı Rehberi ve Trekking Rehberi olarak çalıştı. Böylelikle profesyonel trekking rehberliği hayatı başlamış oldu. 1998-2001 seneleri arasında İstanbul ve Yıldız Teknik Üniversitelerinin yamaç paraşütü branşında ilk eğitmenliklerini yaptı. 2001 de ilk çalışmalarına başladığı Pusula Doğa Sporları Merkezi’ni 2003 de resmileştirdi ve 2004 de de “Serüvenci Kahvesi” ismini verdiği kafeyi açtı. 2006 de “Doğada Yapılan Yürüyüşler-Trekking & Hiking” İsimli başvuru kaynağı niteliğindeki bu kitabı hazırladı. 2006-2007 de Ogzala Turizm’in işletmesini yürüttü. 2007’de ortak çalışmalara başladığı 4×4 Super Sport Dergisi’nde kısa bir süre yazı işleri müdürlüğü yaptı ve halen derginin doğa sporları editörlüğünü yürütmekte.

Tam Gün Yasası’na itirazlar devam ediyor
Tam Gün Yasası’nın çıkarılma sürecinde özellikle tıp fakültesi öğretim üyeleri, doktorlar hazırlanan yasaya çeşitli kitlesel gösteri ve eylemlerle tepki göstermişlerdi.

Hocaların, doktorların itirazlarının tekrar gündemde olmasının en önemli sebepleri; Tam Gün Yasası gereğince devlet hastanelerinde çalışan doktorların 30 Temmuz 2010’a kadar ya muayenehanelerini açık tutarak kamu görevlerinden ayrılmak ya da görev yaptıkları hastanede kalmak arasında seçim yapmaları, 31 Temmuz 2010’a kadar zorunlu mesleki sorumluluk sigortası yaptırmaları gerekliliğidir, yine yasaya göre tıp fakültesi hocalarının da 31.01.2011 tarihine kadar görev alacakları yer konusunda karar vermeleri istenmektedir.

Tam Gün Yasası’yla ilgili 25 Ocak 2010 tarihinde yazdığımız yazıda doktorların, üniversite hocalarının düşüncelerini, yasanın gerekçesini, daha önceki uygulamaları ve gelinen noktayı yazmıştık. Yine o yazıda değerli görüşleriyle yazımıza katkıda bulunan İ.Ü’den Prof. Dr. Fuat Demirkıran’ın görüşlerine yer vermiştik. Bu yazıda Türk Tabipleri Birliği (TTB) ve üniversite hocaları ile görüşmelerimizdeki açıklamaları dile getirmek istiyorum.

Türk Jinekoloji ve Obstetrik Derneği Bşk. Prof. Dr. İsmail Mete İtil “Yeni yasada sağlığın tamamen paralı hale geldiği bir sisteme doğru gidilmektedir. Muayenehaneler bozuk sistemin sorumlusu olarak gösterilmekte ve hasta ile hekim arasındaki para ilişkisinin kesildiği iddia edilerek hastanın her adımda para verdiği bir sistem olumlanmaktadır” şeklinde açıklama getirmektedir. Memorial Hastanesi’nden Prof. Dr. Bingür Sönmez de “Getirilmek istenen yöntemin sakıncalı yönü, Bakanlığın özel ve devlet arasındaki geçişleri kısıtlayabilmek için yaptığı uygun olmayan düzenlemelerdir. Bir tercih yapıldıktan sonra o tercihten geri dönememe, Bakanlığın hiç görevi olmamasına rağmen özel hastanelerin kadrolarını devlet hastanesi gibi sınırlaması doğru değildir” yaklaşımıyla yasaya bu noktada itirazda bulunmaktadır.

İ.Ü’den Prof. Dr. Tamer Erel, yeni yasadaki doktorların ücretlendirilme kıstaslarına ilişkin “Performans kriterlerine göre çok riskli bir operasyon ile aynı sürede bakılabilecek daha risksiz sayılabilecek teşhis aynı ücretlendirilmeye tabii tutulmaktadır. Bunun sonucunda da doktorlar riski gerektirecek ameliyat gibi işlemlerden kaçınacaklardır. Hastalar kendilerini ameliyat edecek doktor bulamayacaklardır” açıklaması ile toplum sağlığının risk altına gireceğine işaret etmektedir. İ.Ü’den Prof. Dr. Yavuz Dizdar da “Hekimler arasında sayıları beşi onu geçmeyecek arsız bir kesim var, bunlar hastayı gerçekten Kunta Kinte yerine koyuyorlar. Oysa doktorların yüzde 90’ı da altyapı yetersizliklerine rağmen elinden geleni tam kapasite yerine getiriyor. Tam günün yeni Kunta Kinteleri işte bu arkadaşlarımız olacaktır” diyerek gerçek mağdurun kim olacağını ortaya koymuştur.

İ.Ü’den Prof. Dr. Sezai Şahmay’a göre yasa, doktorları sadece baktıkları hasta sayısına göre değerlendirirken bilgi, emek ve tecrübeyi yok saymaktadır. Bilimsel makaleler veya konferanslar değerlendirmeye alınmamaktadır. Şahmay, “Bir veterinerin ineği doğurtması 610 lirayken bir doktorun bir kadını doğurtmasına biçilen ücret 220 lira” sözleriyle yasayla doktorların ucuz işgücü haline getirilmeye çalışıldığını ifade etmektedir.

25.01.2010’daki yazıyı bitirirken bu yasanın uygulanması halinde doğacak olumsuzlukları sıralamış, sağlığın ticarileştirilmesine ve tıp alanında kalitenin düşmesine neden olacağına ilişkin öngörüde bulunmuştuk. Sayın Şahmay bu yasa yüzünden eskiden okul birincileri arasından ancak en başarılılarının seçildiği doktorluk mesleğinin kan kaybedeceğini ve artık kimsenin bu mesleğe rağbet etmeyeceğini dile getirmektedir. Dileğimiz CHP’nin Anayasa Mahkemesi’ne götürdüğü yasanın iptal edilmesi. TTB, bize yaptığı açıklamada, “Anayasa Mahkemesi Başkanlığı’na yasa hakkında görüşlerini sunma olanağı tanınması için talepte bulunduğunu, başkanlığın yasa ile ilgili tarafların sözlü açıklamalarını 31 Temmuz 2010 tarihinden önce dinlemeye karar verdiğini” belirtmiştir. Şükrü Kızılot’un 26 Haziran 2010’daki köşesinde söylediği gibi, “Tam Güm Yasası” gümlemeden tek umut, Anayasa Mahkemesi’nin bu düzenlemeyi iptal etmesidir. Şimdi söylenecek tek söz, “İyi ki bu ülkede yargı var” olacaktır ve en önemlisi yargının daha da bağımlılaştırılmamasıdır; çünkü unutmayalım ki bir gün herkes adaletin kapısını çalmaya ihtiyaç duyacak, yargı bir gün herkese lazım olacaktır.

Mercedes-Benz Türk’ün Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD) ile 2004 yılında başlattığı ”Her Kızımız Bir Yıldız” projesi kapsamında desteklenen öğrencilerin sayısı 2010-2011 eğitim öğretim yılında 1.000’e çıkarılacak.

 Mercedes-Benz Türk’ün Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD) ile 2004 yılında başlattığı ”Her Kızımız Bir Yıldız” projesi kapsamında bu yıl Adana, Aksaray, Denizli, Sinop, Trabzon ve Van’dan gelen ”yıldız kızlar”, ÇYDD Başkanı Prof. Dr. Aysel Çelikel ve Mercedes-Benz Türk Direktörler Kurulu Başkanı Wolf-Dieter Kurz ile buluştu.

Aysel Çelikel, konuşmasında, her bireyin insanca yaşam hakkı bulunduğunu ve bunun yolunun, çocukların, özellikle kızların eğitiminden geçtiğini belirterek, dernek olarak bireyin eğitiminden yola çıkmak gerektiğini fark ettiklerini söyledi. Eğitime verilen desteğin, sadece burs vermekten ibaret olmadığını, kız öğrenci yurtları, okullar, anaokulları, anasınıfları, kütüphaneler açıklarını kaydeden Çelikel, şu anda 42 projeyi aynı anda aynı biçimde yürüttüklerini vurguladı. Çelikel, Türkiye’nin 2020’ye kadar kız-erkek arasındaki eğitim farkının ortadan kaldırılamayacağı ülkeler arasında görüldüğünü dile getirerek, ”Ama biz bunu aşacağız” dedi.

Wolf-Dieter Kurz da programı kriz yılında da sürdürmüş olmaktan dolayı mutluluk ve gurur duyduklarını ifade ederek, ”Böylece bu sosyal sorumluluk projesi, kişilerden bağımsız, sürdürülebilir, istikrarlı bir proje olduğu kanıtladı” diye konuştu. Eğitime destek verenlerin sayısının artığını belirten Kurz, sadece kendilerinin desteklediği kızların sayısının artmadığına dikkati çekti.

”Her Kızımız Bir Yıldız Projesi”, olanakları kısıtlı, çalışkan ve kısa sürede meslek sahibi olmayı amaçlayan ilköğretim okulu mezunu kız öğrencileri mesleki eğitime teşvik etmeyi amaçlıyor. Bu kapsamda desteklenen öğrencilerden bir grup, geleneksel bir etkinlik halini alan ”yaz buluşması” için bir hafta İstanbul’da ağırlandı. Öğrenciler, İstanbul gezileri sırasında Mercedes-Benz Türk’ün Hoşdere Otobüs Fabrikası’nı gezip Mercedes-Benz Türk’ün üst yönetimi ile bir araya geldi, Dolmabahçe Sarayı, Miniatürk, Florya Atatürk Köşkü, Koç Müzesi ve İstanbul Akvaryum’unu ziyaret etti.

Proje kapsamında, Adana, Afyon, Aksaray, Ankara, Antalya, Aydın, Batman, Bingöl, Bolu, Bursa, Çanakkale, Çorum, Denizli, Diyarbakır, Düzce, Edirne, Erzurum, Eskişehir, Gaziantep, Gümüşhane, Hakkari, Hatay, Isparta, İstanbul, İzmir, İzmit, Kayseri, Kırklareli, Konya, Malatya, Mardin, Mersin, Muğla, Osmaniye, Samsun, Sinop, Sivas, Şanlıurfa, Tekirdağ, Trabzon, Van ve Zonguldak olmak üzere 42 ilden öğrencilerle yürütülen projede, öncelik verilen mesleki branşlar motor, elektrik/elektronik, torna/tesviye, makine ressamlığı, bilgisayar ve muhasebe olarak sıralanıyor.

2004-2005 eğitim-öğretim yılında 200 kız öğrenci ile başlayan proje, Mercedes-Benz Türk’ün yanı sıra bayiler, yan sanayi firmaları ve Mercedes-Benz Türk çalışanlarının desteği ile bugün 950 öğrenciyi kapsıyor. Desteklenen öğrencilerin sayısı 2010-2011 eğitim-öğretim yılında 1.000’e çıkarılacak.

    Gözlerinin pınarında

     Bir bulut,

     Boşandı boşanacak

     Nerdeyse.

     Aklımdan geçenleri

     Okuyorsun su gibi.

     Dünya gördü

     Bizi boğazladılar.. .

 

     Tutma gözyaşlarını

     Onur da ağlar…

     Bırak yıkansın gökyüzü,

     Lacivert, yeşil, altın

     Işıkları günbatının.

     İşte şafaktayız gene

     Çırılçıplak

     Ve mavi.

     İşte sanki dağ yeli

     Ve işte sanki meltem…

 

     Kimse toz konduramaz

     Kesip attığımız tırnağa bile.         

     Sen en güzel kızısın 

     Bütün galaksilerin

     Bense tözüyüm artık 

     Akkor tözüyüm      

     Prometheus’u yakan

     Kara sevdanın…

 

     Ne alnımızda bir ayıp

     Ne koltuk altında

     Saklı haçımız

     Biz bu halkı sevdik

     Ve bu ülkeyi.

     İşte bağışlanmaz

     Korkunç suçumuz…

     Ahmed ARİF

Stephenie Meyer’ın kitap serisinden uyarlanan Alacakaranlık serisinin üçüncü filmi bugün gösterime girdi.

Stephenie Meyer’ın çok satan kitap serisinden sinemaya aktarılan “Alacakaranlık”  serisinin üçüncü filmi, “Alacakaranlık Efsanesi: Tutulma”, bugün ABD ile eşzamanlı olarak Türkiye’de de gösterime girdi.

Catherine Hardwicke’in yönettiği, Kristen Stewart, Robert Pattinson ve Billy Burke‘ün başrollerinde yer aldığı filmde, Bella Swan, Edward Cullen ve Jacob Black arasındaki aşk üçgeninin bir dönüş noktasına ulaşması, Cullenlar ve Kurt Sürüsü’nün ortak bir tehlikeye karşı birleşmek zorunda kalması bekleniyor.