”Mithat Paşalar, Namık Kemaller, Tevfik Fikretler ve daha sonraları Mustafa Kemaller, Abdülmecit döneminde aydınlığa ve bilimselliğe açılan pencereden ışık alarak yetişmişlerdir.”
Batı kültüründen esinlenerek bir dizi reforma girişen, genç yaşta yaşama veda eden zarif ve duygusal bir padişahın hüzünlü öyküsünü “Abdülmecit, İmparatorluk Çökerken Sarayda 22 Yıl” kitabında anlatan Hıfzı Topuz, “Abdülmecit’in Batı’ya açtığı pencere Türkiye’de bir takım müesseselerin kurulmasına neden olmuştur. O müesseselerde yetişen insanlar Türkiye’nin geleceğine yönler verdiler. Namık Kemaller, Ziya Paşalar, Mithat Paşalar, Tevfik Fikretler, Mustafa Kemaller o dönemde kurulan müesseselerde yetiştiler ve onlar Türkiye’yi başka bir yöne götürdüler” dedi. Osmanlı padişahları arasında romanını yazmak için neden Abdülmecit’i seçtiğini sorduğumuz yazar Hıfzı Topuz, “Abdülmecit’i niye seçtim? Abdülmecit genel olarak az tanınan bir padişah. Romana başlamadan önce çeşitli toplantılarda okurlarla buluştuğum zaman okuyuculara ve öğrencilere ‘Abdülmecit hakkında ne biliyorsunuz’ diye sordum. Çoğunun Abdülmecit’i son halife Abdülmecit Efendi ile karıştırdığını gördüm. Oysa Abdülmecit önemli bir padişahtır. 16 yaşında tahta çıkıyor. ‘Tanzimat Fermanı’ onun zamanında ilan ediliyor. ‘Kırım Savaşı’ onun döneminde oluyor, ‘Islahat Fermanı’ ilan ediliyor. Ne yazık ki sarayın masrafları ve harem kadınlarının savurganlığı hazineyi batırıyor. Yine bu dönemde köle satışlarının yasaklanması gibi önemli kararlar alınıyor’’ dedi. Abdülmecit döneminde tarihte önemli rol oynayan olaylar arasında Batı’ya yaklaştığımıza da dikkat çekerek şöyle dedi: ‘‘Batı’yla yakınlaşma 3. Selim döneminde başlıyor. Ondan sonra da 2. Mahmut’un araladığı pencereyi Abdülmecit daha da açıyor. Batı müziği, tiyatro ve opera saraya giriyor. Batılı besteciler padişaha besteler yapıyorlar. Padişah Fransızca öğreniyor ve elçilerle Fransızca konuşuyor. Yabancı dergileri okuyor. Bunlar önemli ama Batı kültürüne geçiş için yeterli değil. Ve Abdülmecit Batı’yı uzaktan izliyor, bu kadar az bilgiyle aydınlanma akımını öğrenmesi mümkün değil. Aydınlanmayı öğrenmek için geniş bir eğitim gerekli, klasiklerin ve Avrupalı düşünürlerin yazdıklarını bilmeden Aydınlanmayı öğrenmek kolay değil. Bu da bir eğitim meselesidir. Bu bağlamda Abdülmecit’in ki yüzeysel bir Batı sempatizanlığıdır.’’ ‘Abdülmecit’i çevresi yönlendiriyor’ O dönem Batı’ya yaklaşılmasında Reşit Paşa’nın, Ali ve Fuat Paşalar’ın da rolü olduğunu kaydeden Topuz şöyle diyor: ‘‘Bir taraftan da devletin tutucu kanadı var. Bir takım sadrazamlar, paşalar, vezirler şeriatçı. Bunlar devrimlere engel olmaya çalışıyorlar. Abdülmecit bunların arasında bocalıyor. Abdülmecit aslında çok iyi niyetli, hoşgörülü, alçak gönüllü ve duygusal bir insan ama devleti yönetmek için bunlar yeterli değil. Belki iyi bir yazar, iyi bir şair, iyi bir besteci, iyi bir sanatçı olabilirdi. Ama devleti yönetmek için başka yetenekler lazım ve bu yetenekler onda yok.” Hıfzı Topuz, Abdülmecit’in çabuk etkilenen bir insan olduğunu belirterek ‘‘Padişah, kadınların ve sarayda çevresindeki insanların etkisindeydi. Bunlar Abdülmecit’e her zaman yön veriyorlar” dedi. ‘Ona suikast hazırlayanları bile affediyor’ Abdülmecit’in oldukça zayıf bir insan olduğunu söyleyen Topuz, şunları anlattı: ‘‘O devrim düşüncelerini gerçekleştirirken engellerle karşılaştı ve hoşgörülü olduğu için fazla dayatamadı. Ona suikast hazırlayan insanları bile affetti. Onun zamanında kimse asılmadı. Yurt gezilerinde halkını tanıdı ve çok etkilendi. İnsanlarla kucaklaştı. Padişahı dev gibi bir insan olarak düşünenler çok şaşırdılar.” ‘Onun zamanında Avrupa Topluluğu’na katıldık’ Abdülmecit önemli işlere de imza atıyor. Onun iş başına getirdiği insanlar Batı’ya yakınlaşmamızda önemli roller oynuyorlar. İlk defa Avrupa Devletler Topluluğu’na Osmanlı Devleti kabul ediliyor. Türkiye şimdi bunun için hala uğraşıyor. “Abdülmecit’in kadınların etkisinde kaldığını belirtmiştik. Hünkar çok aşık oluyor ama sevdiği kadınlar onu alabildiğine sömürüyorlar. O bunlara karşı koyamıyor. Kendisini aldatan kadınları bile affediyor.” Topuz, ‘‘Bu konuda önemli kaynaklarımdan biri anneannemdir. Bu ayrıntı kitapta yok. Anneannem Abdülmecit’in yaveri Şerif Paşa’nın gelini ve ilk romanımın kahramanı Meyyale Hanım’ın kızı Rebia Hanım’dır. Çocukluğumda anneannemden kayınpederinin hikayelerini dinlerdim. Serfiraz hikayesi de onlardan biri. Onlar beni etkiledi, sonra baktım tarih kitaplarında bunlar var, bunları değerlendirmeye başladım. Abdülmecit’in torunlarından Prenses Fevziye Osmanoğlu ile Paris’te Unesco’da 20 yıl beraber çalıştık. Ondan da büyük dedesinin insancıl yanlarını öğrendim. Bu da tabii ki beni etkiledi.” ‘22 yıllık bir iktidar’ Topuz, padişahın o zamanlar sarayda çok yaygın olan verem hastalığına yakalandığını söylüyor. Abdülmecit’in eşlerinin çoğunun, annesi Valide Sultan ile babası İkinci Mahmut’un da veremden öldüğünü kaydederek, “Kendisi de vereme tutuluyor. Bu kurutuluşu olmayan bir yol. 22 yıllık bir iktidarın sonunda 39 yaşında hayata veda ediyor.” ‘Ekonomik bağımsızlık yavaş yavaş kaybediliyor’ Abdülmecit zamanında olumlu işler yapılmış olmasına karşın padişahın bilincine varamadığı bazı kararların da alındığını belirten Topuz şöyle diyor: “İkinci Mahmut hastayken İngilizlerle imzalanan bir ‘ticaret anlaşması’ var. Bu anlaşma Türkiye’de İngilizlere ticari ilişkilerde bir takım haklar tanıyor. Abdülmecit zamanında bu haklar başka devletlere de tanınıyor. Devlet yavaş yavaş ekonomik ve mali bağımsızlığını kaybediyor.” Topuz konuşmasını şöyle sürdürüyor: “O dönemde Avrupa’da büyük gelişmeler olmuştur. Ama biz Sanayi Devrimi’nden çok uzaktık. Abdülmecit zamanında Avrupa’da büyük sosyal olaylar meydana geliyor. ‘1848 Devrimleri’ oluyor, ‘İşçi Devrimleri’ oluyor. Proudhon, Karl Marx, Engels, Bakunin gibi insanlar çıkıyor. Bu isimler Avrupa’da işçi hareketlerine yön veriyorlar. Sosyalizm akımları doğup gelişiyor. Komünist Manifestosu ilan ediliyor. Biz bunları izleyemiyoruz. Abdülmecit bunları merak ediyor, dışarıdan gelenlere sorular soruyor. Çevresindekiler de bu akımları benimsemiş insanlar değil. Onun için o sosyal ve siyasal olayların dışında kalıyoruz. Abdülmecit Osmanlı Devleti’nin bu gelişmelere ayak uydurması gerektiği kanısında değil. Padişah ‘Osmanlı Devleti’nin koşulları başkadır, bize uymaz onlar’ diyor. O zaman bizde sanayileşme yok, işçi sınıfı yok, bilinçlenme yok. Bunları izleyecek durumda değiliz. Ama tabii ki o dönemde bunların dışında kalmamız biraz üzücü.’’ ‘Beni karılarım ve kızlarım bitirdi’ Abdülmecit döneminde kadınların biraz özgürlüğe kavuştuğunu belirten Topuz şunları anlattı: ”O dönemde kadınlar sarayın dışına çıkıyorlar, dolaşıyorlar. O zamana kadar kadınlar dışarı çıkamıyorlardı. Kadınlar Kapalıçarşı’ya, mesire yerlerine gidiyorlar. Başka insanları görüyorlar. Kadınlar giyimlerine de özen gösteriyorlar. Mücevherciler saraya gelerek onlara takılar satıyorlar. Kadınlar bunları alabildiğine satın alıyorlar. Kadınlar fiyatlarını hiç düşünmeden mücevher satın alıyorlar. Kadınlar ne beğenirlerse alıyor. Kadınların aldığı mücevherlerin parası saray masraflarının yarısını geçiyor. Abdülmecit maalesef bunlara karşı koyamıyor. O zaman tutucu çevreler bu olaylara büyük tepki gösteriyorlar. Mesela Cevdet Paşa kadınların bu özgürlüklerine deli oluyor.” ‘Küçük Fesli’ Saraydaki cariyelerin sarayın dışındaki kişilerle gönül ilişkileri olduğunu söyleyen Topuz bu konuda şöyle bir hikaye anlatıyor: “Abdülmecit’in delicesine âşık olduğunu kızlardan biri Serfiraz adında bir Rus güzeliydi. Bu kızın roman konusu olabilecek ilginç bir yaşam öyküsü vardı. Onu Trabzon’da iki kızkardeşiyle birlikte valiye satmışlar. Vali bu kızları İstanbul’a dönüşünde Valide Sultan’a hediye ediyor. Kızlar o zaman 10 – 12 yaşlarında… Abdülmecit Serfiraz’ı gözüne kestiriyor ve bir süre sonra Serfiraz padişaha müthiş hakim oluyor ve yapmadığı rezillik kalmıyor. Saraya mücevher satan Agop adında bir Ermeni var, bir gün de oğlunu gönderiyor. Serfiraz bu Ermeni gencini beğeniyor ve ona ‘Küçük Fesli’ adını veriyor. Aralarında bir ilişki başlıyor ve bunu çevrede duymayan kalmıyor. Padişahın yakınları bu rezaleti bir türlü hazmedemiyorlar ve sonunda Küçük Fesli’yi yok ediyorlar. Her şeye rağmen hünkar Serfiraz’ı affediyor. ‘Abdülmecit, iki gözün kör olsun’ Hıfzı Topuz padişahın Bezmara adlı cariyesi ile yaşadıkları ilginç hikayeyi de kitabında şöyle anlatıyor: “Abdülmecit cariyesi olan Bezmara’nın kaprislerine dayanamadı, ona olan bütün sevgisini yitirdi ve sonunda Bezmara’yı boşadı. Haremden atılmak Bezmara’ya çok ağır geldi, onuru kırıldı, şaşkına döndü. Boşanmış ve saraydan atılmış bir kadın olarak yaşamak ona çok kötü geliyordu. Bu kadar güzel, zarif ve genç bir kadının konağına kapanması beklenemezdi. Yalnızlık canına tak etti. Mutlaka yeniden evlenmek istiyordu. Ama hünkârın boşadığı bir kadının başka biriyle evlenmesi görülmüş şey değildi. Bu bir rezalet sayılırdı. Ama böyle şeyler Bezmara’nın umurunda değildi. Kesinlikle evlenmeye karar verdi. Yakınları ona ressam Tevfik Paşa’yı önerdiler. Sordu, soruşturdu, paşayı bir gün uzaktan gördü, sonra da tanıştılar. Tevfik Paşa genç ve yakışıklı bir adamdı. Bezmara, ‘Paşa beni isterse bir an tereddüt etmem, varırım,’ diye haber gönderdi ve evlendiler… Bezmara, Tevfik Paşa’yla mutluydu ama Abdülmecit’ten boşanmış olmayı da bir türlü içine sindiremiyordu. Eski günleri aklına geldikçe ağlıyor ve Abdülmecit’e beddualar ediyordu. Yine böyle karalar bağladığı günlerin birinde piyanosunun başına geçerek yıllarca halkın ağzından düşmeyen şu şarkıyı besteledi: ‘Ah efendim, a sultanım Nedir suçum, günahım.’ Tevfik Paşa bunları duymazdan geliyordu. Kışın konağa taşındılar. Günün birinde cariyeler, ‘Sultanım, koşun koşun, bakın hünkâr geçiyor,’ diye bağırıştılar. Bezmara pencereye koştu, hünkâr arabasına kurulmuş yoldan geçiyordu. Bezmara kafesi kaldırdı ve kendisini tutamayarak, ‘Abdülmecit, iki gözün kör olsun!’ diye bağırdı. Hünkâr bu sesi işitince başını kaldırıp pencereye baktı, Bezmara’yla göz göze geldiler. Hünkâr, her zamanki hoşgörülü ve çelebi haliyle gülümseyerek geçti. Eski sevgili eşinin ona beddua etmesi umurunda bile değildi. Zaten yorgundu, günden güne çöküyordu, vereme yakalanmıştı, ama bunun farkında değildi. ‘Yarı sömürge dönemi o yıllarda başladı’ Daha önce derme çatma saraylarda otururlarken, bu dönemde saray yapımlarının başladığını söyleyen Hıfzı Topuz şöyle diyor: “Abdülmecit dışarıdaki sarayların ne kadar muazzam olduğunu okuduğu dergilerden, çevresindeki insanlardan biliyor. Ve İmparatorluğa yakışacak şanlı şöhretli saraylar yaptırmaya kalkıyor. Hatta Lamartine geldiği zaman onu nerede karşılayacağını çok düşünüyor. Diyor ki: ‘Topkapı Sarayı çok eski o sarayda bir yabancıyı konuk edemem. Keşke Dolmabahçe Sarayı tamamlanmış olsaydı da orada karşılasaydım. Eski Çırağan Sarayı var o da derme çatma onun üzerine daha basit bir yerde kabul edeyim.’ Ihlamur’da şimdiki Ihlamur Köşkü değil ama bir bağ evi var. padişah ‘Lamartine’i o bağ evinde kabul edeyim’ diyor. Lamartine de şaşırıyor. ‘Beni ağırladığı yer Fransa’nın güneyindeki bağ evleri gibi, ne kadar mütevazi adam’ diyor. Çok hoşuna gidiyor, böyle bir devletin başında olan birinin bu koşullar altında yaşamasını görmek onu çok heyecanlandırıyor?” Abdülmecit’in ise bu eksikliği gidermek için saray inşaatlarına hız verdiğini anlatan Topuz, şunları kaydetti: ‘‘Padişah yalnız kendine değil eşlerine ve kızlarına da saraylar yaptırdı. Bunlar büyük masraf kapıları açtı. Rokoko ve barok stili saraylar ve köşkler padişahın hoşuna gidiyor. Ama bunların masrafları nasıl karşılanıyordu? Borç gırtlağı aşıyordu. Onun üzerine sarraflardan borç aldılar. Yetmedi, dışarıdan borç almaya kalktılar. Fuat Paşa da borçtan yanaydı. Abdülmecit buna uzun süre karşı koyamadı ve borçlanmayı kabul etmek zorunda kaldı. O borçlar Osmanlı Devleti’nin çöküşünü hazırladı. Devlet borç yüzünden mali bağımsızlığını kaybetti ve borç veren devletlerin egemenliği altına girdi. Onlar yönetime yavaş yavaş el koydular. Yani Türkiye’nin yarı sömürge olması o dönemde başladı. Şimdi IMF ve ABD nasıl maliyemize yön vermeye yöneliyorsa o zamanda Avrupa devletleri, Avrupalı iş adamları, tüccarlar, ülkenin ekonomisini ve maliyesini ele geçirmeye başladılar.’’ “Abdülmecit’in sonu” Topuz Abdülmecit’in son günlerini kitabında şöyle anlatıyor: “Hünkâr günden güne zayıflıyor, çöküyor ve saraydan çıkmak istemiyordu. Oysa daha otuz sekiz yaşındaydı. 1861 yılında bir Kurban Bayramı günü herkes Abdülmecit’in bayram törenine nasıl gideceğini merak ediyordu. Hünkâr ne derece güçsüz olduğunu biliyor, ama kötü yorumları önlemek için törene katılmasının zorunlu olduğuna inanıyordu. Yüzü sapsarıydı, gözleri içine çökmüştü, güçlükle yürüyebiliyordu. Yaveri Hüseyin Şerif Bey onu törene gitmekten vazgeçirtmek için ne kadar uğraştıysa da sözünü dinletemedi. Seyislerin yardımıyla atına bindi. Atın üzerinde güçlükle duruyor ve düşmekten korkuyordu. O halde ağır ağır Topkapı Sarayı’na geldi. Kendisini görenler ağlamaklı oldular. Hünkârın bu kadar genç yaşta bu hallere düşeceği kimin aklına gelirdi? Sadrazam da gözyaşlarını gizlemeye çalışıyordu. Hünkârın halsizliği yüzünden tören kısa tutuldu. Hünkâr Topkapı Sarayı’ndaki dairesine çekilerek bir divana uzandı ve bir süre dinlendi. Sonra da Hüseyin Şerif Bey’e, ‘Buradan gidelim artık’ dedi. ‘Ben hemen Dolmabahçe’ye dönmek istiyorum.’ Hünkârın ata binecek gücü kalmamıştı. Arabası hazırlanan hünkâr Topkapı Sarayı’nda kalanlara veda ederek Dolmabahçe’ye döndü ve hemen biraderi Abdülaziz Efendi’yi huzura çağırttı. Az sonra Abdülaziz telaşla odaya geldi. Abdülmecit kendisini divanın üzerinde kabul etti, kucaklaştılar ve kardeşine şunları söyledi: ‘Birader, benden artık hayır yok. Ben bugün bayram törenine, vükela vesaireyle vedalaşmak için gittim. İşte her şey artık sana kalacak. İnşallah muvaffak olursun. Evlatlarımı sana emanet ediyorum, onlara zaruret çektirme.’ ‘Gönül eğlendirmek için yazmıyorum’ “Ben gönül eğlendirmek için roman yazmıyorum” diyen Hıfzı Topuz, ‘‘Ben bir mesaj iletmek için roman yazıyorum. Tarihten ders almak gerekir. ‘Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar. Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?’ diye de bir söz vardır. Ben her tarihi olayda ibret alınacak bir şeyler arıyorum. Yani Osmanlı Devleti’nin mali bağımsızlığını kaybetmesi çöküşüne neden oldu. Bugün Avrupa Birliği’nin ve ABD’nin Türkiye ile olan ilişkilerinde de tarihten ders almak gerekir.” Bir otele kapanıp roman yazmadığını söyleyen Topuz, roman yazarken nelere dikkat ettiğini şöyle anlattı: ‘‘Çalışırken masamın üstünde her zaman 10 – 15 tane kitap vardır. Onları karıştırırım, kaynaklarımın doğruluğunu araştırırım. Ve hata yapmamak için çok titiz davranırım. Bu kitabın sonunda da 20 – 30 kitap adı yazılı. Dil için sade bille yazmak çok önemli. Okuyucunun anlamayacağı sözcükler kullanmıyorum. Örneğin bu kitapta Valide Sultan’ın oğluna yazdığı mektuplar var. Bunları bugünkü dile çevirmeseydim anlaşılamazdı. Cevdet Paşa’nın yazılarını da bugünkü dile çevirdim. Bazı insanlar, ‘Okur arasın bulsun’ diyorlar. Ben o kanıda değilim. Okuyucu sözlüklere, ansiklopedilere başvurmak zorunda kalmamalı.” Halkı ilgilendirmeyecek ayrıntıları verirken dikkatli davrandığını ifade eden Topuz, ‘‘Ben olayları özetliyorum ve anlaşılır hale getiriyorum. Bir roman konusu seçerken çeşitli alternatifler üzerinde duruyorum. Topluma bir yarar sağlamayacağını düşündüğüm konuları eliyorum. Toplumla ve okuyucuyla sürekli ilişkide olmaya ve onlardan esinlenmeye her zaman özen gösteriyorum” dedi.