Rıfat Ilgaz, Vedat Türkali, Hrant Dink, Eflatun Nuri, Mihri Belli, Emil Galip Sandalcı, Ahmet Piriştina… Kimiyle yolu öğrencilik yıllarında kesişti, kimiyle gazeteci olduktan sonra. Hepsi de acılara rağmen hayata şarkı söyleyebilen insanlardı. Celal Başlangıç onlarla yaptığı röportajları bir kitapta topladı: Hayata Söylenmiş Şarkılar. Kitap, dünü hatırlatırken, bugünü anlamak için iyi bir fırsat. Hele de pek çok aydının yeniden cezaevlerini doldurduğu şu günlerde…
İlk tanıştıklarında adının Fırat olduğunu söylemişti. Aynı mücadeleyi paylaşıyorlardı. Yıllar sonra tekrar karşılaştıklarında adının Hrant olduğunu öğrendi; azınlıkların, özellikle de Ermenilerin toplumda sorun yaşamamak için bir Türkçe ada sahip olmak zorunda kaldığını da… Değişmeyense, ikisinin de hâlâ aynı hedefi paylaşıyor olmasıydı; dürüst, ahlaklı habercilik yapabilmek. Artık Hrant yok, ancak o hâlâ aynı amaç için çalışıyor… Ona, mesleğin başında bu yolda en büyük direnci sağlayan, Eflatun Nuri’ydi. Adalet Partisi’nin yaygın organı gibi haberler hazırlayan, genel yayın yönetmeni Adalet Partisi’nin il yönetim kurulu üyesi olan bir gazetede çalışırken, Demirel’i “olduğu gibi” karikatürize edecek kadar cesaret sahibi biriydi Eflatun Nuri. Onunla çalışma fırsatı bulduğu günlerde anladı meslek onurunun önemini. Sohbetin rakının tadını arttırdığını; kereste fabrikası sahibinin intikam almak için 90 yaşında işkence tezgâhlarına yolladığı, başı belaya girmesin diye eşinden boşanmak zorunda kalan Rıfat Ilgaz’la kurdukları sofralarda daha iyi anladı. Vedat Türkali de vardı hayatında, Kemal Türkler de… 55 yıllık yaşamında kimlerle kesişmedi ki yolu; Ayşe Nur ve Ragıp Zarakolu, Emil Galip Sandalcı, Mihri Belli, Nihat Sargın, Ahmet Piriştina, Alaaddin Dinçer, Babür Kuzucuoğlu, Celalettin Can, Fethiye Çetin, Giovanni Scognamillo…
Kimden mi söz ediyorum? Gazeteci Celal Başlangıç’tan. Acılara, haksızlıklara rağmen “hayata şarkı söyleyebilen” bu insanlarla yaptığı röportajları şimdi bir kitapta topladı Başlangıç: “Hayata Söylenmiş Şarkılar”. Everest Yayınları’ndan yeni çıkan kitapta 48 insanın hayatını anlatıyor, tabii her zamanki gibi Türkiye siyasi tarihi okuması yapma imkânı vererek. Mesela, bu topraklarda ne çok kültürün yaşadığını daha iyi anlıyorsunuz kitabı okuduğunuzda, sonra da bu medeniyetleri nasıl dışladığımızı… Türkiye’nin bir zorunlu göç haritasını çıkarmak bile mümkün; sürgünleri, darbelerden dolayı yurtdışına kaçmak zorunda kalanları…
Yıllar önce yazdıklarını bugün neden mi sunuyor bize? “Çünkü” diyor, “bunların kalıcı yazılar olduğunu düşünüyordum, ancak kitap yapar mıyım, yapmaz mıyım kestiremiyordum. İzmir ve İstanbul’daki bazı iletişim fakültelerinde ders veren arkadaşlarım aradılar, ‘Arşivden parça parça çıkarıyoruz artık şu yazılarını bir araya topla, çünkü günümüz gazetelerinde iyi röportaj yok, bu iş bitti” dediler.”
İşte bize insan hikâyeleri üzerinden Türkiye siyasi tarihini döken bu hikâyeler, gazete sayfalarında kaybolmaktan böyle kurtuluyor… İyi de oluyor, çünkü yıllar geçse de bazen hayat çok da hızlı akmıyor, hele de Türkiye gibi ülkelerde, hele de bazı noktalarda… Kitap bize, acıda ve haksızlıkta ortaklaşmış yaşamlar üzerinden bir ülkeyi tanıma fırsatı sunuyor. Belki daha çok ağıt söylüyor hikâyelerin sahipleri, acısı yoğun bir yaşamın izlerini sunuyor bize, ama yine de hep “umudu” diri tutmayı da bildiklerini ele veriyor cümleleri. “Hayattan çıkardıkları bir keyif var” diyerek anlatıyor onları Başlangıç, “Onla dalga geçmeyi biliyorlar, yaşadıklarını bir durum komedisine dönüştürebiliyorlar. Dolayısıyla acıyı yaşarken de hayata şarkı söylüyorlar. İnsan sistemle dövüşürken başına gelenlere rağmen hayata şarkı söylemeyi devam ettirebilmeli. Aslında bugünlerde bunu koro halinde söylüyoruz.”
“Ustalar, Şefler, Ölümsüzler”, “68’liler, 78’liler ve Daha Gençler” ve “Renkler, Farklar, Zenginlikler” olarak üç bölümden oluşuyor kitap… Edebi bir dille, ama gazeteciliğin gerçekliğine zarar vermeden anlatıyor her şeyi Başlangıç. Ama kendini yazar olarak görmüyor, gazeteci o, insanların gazeteciliğin yanına bir de yazar titrini eklemeye çalışmasını da anlamıyor, sanki gazetecilik tek başına yetersizmiş gibi. O gazetecilikte Eduardo Galeano’nun “Aşkın ve Savaşın Gündüz ve Geceleri”nde dediği gibi, “İyi bir gazetecilik aynı zamanda iyi bir edebiyat örneğidir” sözüne inanıyor. “Özellikle röportaj bana göre, edebiyat örneklerinin en önde gelenlerinden, en dinamik olanlarından, hayatın içinde var olanlardan ve hayatın içinden kurgulananlardan biridir ve hayata bağlı kalmak zorundadır” diyor.
Hem anlatıcı hem tanık
Sadece bir anlatıcı değil Başlangıç, satırlara döktüğü tarihin tanığı da. Anlattığı çoğu insanın hikâyesiyle kendi kişisel tarihinin yıllar önceden kesişmesi bundan. Onu en neşelendiren ve şaşırtan kesişmeyi kimle mi yaşadı? Durun anlatalım…
12 Mart koşullarından yeni çıkıldığı bir dönemde üniversite öğrencisiydi Başlangıç… Muhalefet daha yeni yeni toparlanıyordu, o da nerede örgütleneceğini düşünmeye başladı. Gözü TKP’deydi. Atılım dergisi yeniden elden ele dolanıyor, cepte anlaşılamayacak kadar ince ve küçük boyutta, pırıl pırıl basılıyordu. Arkadaşlarıyla TKP’li olabiliriz diye düşündüklerinden bir de radyo aldılar; “Demokratik Almanya”dan yayın yapan TKP’nin Sesi radyosunu dinlemek için. Büyük tartışmalara neden oldu o radyo: Kır gerillası olurlarsa radyoyla ne yapacaklardı, ya bu mülkiyet ilişkisi onları şehre bağlarsa… Mülkiyetle ilişkileri işte bu kadar naifti. Atılım dergisine çok kutsal muamele yapıyorlardı, kim bilir Almanya’dan buraya ne büyük zorluklarla getiriliyordu dergi, nasıl içeri sokuluyordu… Bu sorularının yanıtını yıllar sonra röportaj yaptığı birinden öğrendi; Halep’te çadırda doğmuş, Türkiye’ye gelmiş, Kumkapı’da marangozluk yapan Sarkis Çerkezyan, marangozhanenin ortasındaki kuyunun içine ahşap bir düzenek kurarak, teksir makinesini oraya gizleyip, dergiyi bastığını anlattığında… TKP’nin pek çok yönetici kadrosuna gizli bölmeli özel masalar yaptığını da ekleyecek anlattıklarına…
Demin de dedim ya, sadece anlatıcı değil, tanık da Başlangıç. Bu röportajları başkası yapsaydı, onun da hayatı dökülecekti bu satırlara. Çünkü o da bir 78’li. “Bizim kuşak, çok farklı dönemlerden geçti. 12 Mart sonrasına 12 Eylül öncesine denk geldik, dolayısıyla bizden önceki kuşakla tanıştık, ortaklaştık, kendi yolumuzu çizdik. Bu sırada da hem siyasi değişimin, hem mesleki değişimin bütün süreçlerini yaşadık. Bu bizim kuşaktaki gazetecilere inanılmaz derecede zenginlik getirdi. En basitinde, kurşun kalıpla sayfa da yaptım, mumlu kâğıtla pikaj da yaptım, şimdi bilgisayarda sayfa yapıyorum.”
Kaleminin hep insana dokunması, insan odaklı habercilik anlayışı da o yılların getirisi. Neden mi? “12 Mart sonrasının sosyalistleriydik” diye başlıyor açıklamaya, “gazetecilik yaparak daha çok insana ulaşma şansımız vardı. Bazı arkadaşlarımız sırf Marksist klasikleri çevirmek için çevirmen oldu. Marx, ‘İnsana ait olan her şey beni ilgilendirir’ diyordu, işte benim çıkış noktam da bu”.
Tabii o zamanlar gazetecilikte insan odaklı habercilik yapma şansına sahip oldukları bir zemin olduğunu da hatırlatmadan geçmiyor. Şimdi mi? “Artık duyarlılık istatistik yönünde. İnsanla ilgili hikâyeleri şu an gazetelerde ancak iç gıcıklayıcı olursa buluyorsunuz, o da çok pespaye halde… Neoliberalizm insan odaklı sistemi tümüyle reddeder çünkü. Yazıişleri müdürü, genel yayın yönetmenleri vapurla, otobüsle gelirdi gazeteye o zamanlar. Gazeteler şehrin göbeğindeydi, insanlar gelip sorunlarını anlatırlardı. Şimdi hiçbiri yok.”
Ancak hâlâ devam eden şeyler de var; baskılar mesela, yazdıkları için yargılananlar… Tıpkı 12 Mart’ta Uluslararası Af Örgütü’yle “gizli örgüt” bağı olduğu gerekçesiyle yargılanan Ragıp Zarakolu’nun bugün de KCK’den tutuklu olması gibi… O günden bugüne bir arpa boyu yol gidememiş miyiz yani? Yanıt Başlangıç’tan:
“Kitaptan bir örnekle anlatayım; Alaattin Dinçer’in babası öğretmen, TÖS mücadelesinden geliyor, Alaattin Dinçer Eğitim-Sen’le devralıyor örgütlenmeyi, şimdi oğlu öğretmenlik yapıyor. Üç kuşak da yıllardır aynı mücadelede, aynı sorunlarla uğraşıyor. Deniz Zarakolu hakkında annesi Ayşe Nur’un cenazesinde yaptığı konuşmadan dolayı dava açılmıştı. Şimdi cezaevinde Deniz. Ragıp gibi hayatını barışa adamış, namuslu bir aydın da yeniden cezaevine atıldı. 12 Eylül’de de insanları dizerlerdi masa arkasına, önlerinde ‘suç’ unsuru daktilolar, kitaplar… Şimdi de Büşra Ersanlı’nın notları suç delili. Eski eşinin Yahudi olmasının bile anlatıldığı bir dil gelişti bugün basında, bu 12 Eylül döneminde bile yoktu.”
Herkes 12 Eylül’ü lanetleyedursun, biz kendi 12 Eylül’ümüzden geçiyoruz. Celal Başlangıç’ın kitabı da bu süreçte geçmişi hatırlayıp, yarın çok geç olmadan bugünü değerlendirebilmemiz için bir fırsat… Yakında iki kitabı daha çıkacak Başlangıç’ın, “İnsanın Sekizinci Rengi”nde yine bu coğrafyanın sıkıntılarından payına düşeni almış insanların hayatlarını anlatacak bize, sadece bu sefer onları bir arada toplayan başlık farklı; kültür. Üçüncü kitabı ise Kürtlere ayırıyor.
Fotoğraf: Vedat Arık