Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

Metabolik Sendrom Derneği Başkanı Prof. Dr. Aktekin Oğuz, hareketsiz ortamda çalışan bireyleri tehdit eden ve ”modern çağ hastalığı” olarak nitelenen metabolik sendromun (bel çevresi kalınlaşması ve obezite), 20. yüzyılın, 21’inci yüzyıla bıraktığı en kötü miras olduğunu söyledi.

Türkiye Metabolik Sendrom Derneği’nce Antalya’da düzenlenen 6. Metabolik Sendrom Sempozyumu’nda basın toplantısı düzenlendi. Metabolik Sendrom Derneği Başkanı Prof. Dr. Aytekin Oğuz, toplantıda kardiyoloji ve diyabet uzmanlarının ele aldığı metabolik sendromun, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de büyük artış gösterdiğini bildirdi.

20. yüzyılın çarpık kentleşme ve çevre sorunlarının yanı sıra, metabolik sendromu da günümüze devrettiğini belirten Oğuz, ”Metabolik sendrom 21. asrın hastalığı, sendromudur. Bel çevresi kalınlığı ve obezleşme 20. asrın, 21. asra bıraktığı en kötü mirastır. Türkiye’de her 3 kişiden 1’inde metabolik sendrom görülmektedir. Doğal ve sağlıklı olmayan bir yaşam tarzını seçmememiz nedeniyle doğa bize bedel ödetiyor” dedi.

Masa başında ve yoğun stres altında çalışanlarla, beslenme düzensizliği yaşayan kişilerin daha fazla etkilendiği metabolik sendromun, kalp hastalıkları ile şeker hastalığına yakalanma olasılığını artırdığına dikkati çeken Oğuz, şöyle devam etti:

”Metabolik sendrom, hipertansiyon, diyabet, kan yağlarında bozulma ve kalp ve damar hastalıklarının ortaya çıkmasında etkilidir. Türkiye’de yaygınlaşan hastalıklarda diyabet ve hipertansiyon en ön sırada gelmeye başladı. Diyabet, kronik böbrek yetersizliği ile hipertansiyonun da en önemli sebebidir. Metabolik sendrom günümüzde psikiyatrinin de en önemli konularından biridir ve cinsel yaşamı da olumsuz etkilemektedir. Türkiye’nin en önemli problemlerinden biri de egzersiz yapılmamasıdır. Bu problem nedeniyle de metabolik sendrom artmaktadır.”

Metabolik sendromun neden olduğu diyabet ve kalp hastalıklarına karşı uzmanların ve medyanın toplumu doğru bilgilendirmesinin önemine değinen Oğuz, diyabet tedavisinin başarısında en önemli unsurun ise hastanın tedavisi ile diyetini sağlıklı uygulaması olduğunu bildirdi. Diyabet için satılan ürünlerin de yanıltıcı olabildiğini ifade eden Oğuz, ”Gıda endüstrisi un ve şekere dayalı ürün takdimi yapıyor. Diyabetik ürünlere dikkat edilmelidir” dedi.
Diyabetteki artış

Dernek Genel Sekreteri Prof. Dr. Kubilay Karşıdağ da, Türkiye’de diyabet hastalığındaki ciddi artışın devam ettiğini belirterek, ”Türkiye’de diyabet hastalarının sayısında 2030’da yüzde 50 artış olması bekleniyor” dedi.

Diyabet hastalarının 3’de 2’sinin hasta olduğu bilmediğini, kilo alıp verme ile kaşıntı gibi farklı belirtilerin iyi değerlendirilemediğini dile getiren Karşıdağ, ”Diyabet keşke insanın canını acıtan bir hastalık olsaydı. Türkiye’deki diyabet hastalarının yüzde 90’ından fazla Tip 2 diyabettir. Bu önlenebilir ancak hasta olan bu insanlar diyabet olduğundan habersizdir” diye konuştu.

 

Ev kadınlarının tarzı

Metabolik Sendrom Sempozyumu Bilimsel Düzenleme Kurulu Üyesi Doç. Dr. Ahmet Temizhan da, Türkiye’de şişmanlık ve obezite oranının yüzde 30.4’e çıktığını, kilo problemi yaşayanların da, nüfusun yüzde 36’sına ulaştığını bildirdi.

Şişman, obez ve kilo sorunu olanların toplamının, toplumun yüzde 66’sına tekabül ettiğine işaret eden Temizhan, ortaya çıkan yüzde 66’lık oranının ABD ile aynı noktaya geldiğine dikkati çekti. Doç. Dr. Temizhan, şunları söyledi:

”Ülkemizde obez olan ve fazla kilo problemi yaşayanların oranı nüfusun 66’sıdır. Türkiye’de ev kadınlarının yaşam tarzını değiştirirseniz, Türkiye’yi değiştirirsiniz. Ev kadınları hedef kitle seçilmelidir. Kadınlar eşlerinin, çocuklarının beslenmesinde ve spor yapmasında bile belirleyicidir.”

Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Kardiyoloji Ana Bilim Dalı’ndan Doç. Dr. Meral Kayıkçıoğlu da, diyabet hastalıklarının ABD’de 14, Türkiye’de 20’li yaşlarda görülmeye başlandığını belirterek, ”20’li yaşlarda diyabeti görmeye başladık. Halk arasında gizli şeker denilen diyabeti yakalayabilirseniz, önleyebiliyorsunuz. Bu hastalıklara karşı doğru beslenme ve spor, şehirde de köylerde herkesin önceliği olmalıdır” dedi.

Metabolik Sendrom Derneği Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Yüksel Altuntaş da, kilolu ve bel çevresi geniş olan kişilerin diyabet testi yaptırmalarını isteyerek, ”Belirti aramayın. Diyabet yaşam ve beslenme tarzı bozuk olan herkesin kapısını çalabilir. İleriki yıllarda ne yazık ki çocuklarımızda diyabete yakalanma riski daha fazla olacaktır” dedi.

Toplantıya Türkiye Kardiyoloji Derneği Genel Başkanı Prof. Dr. Çetin Erol da katıldı.

“23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı” kapsamında İzmir’de buluşacak dünya çocuklarına, Türkiye’yi Eurovizyon’da da temsil edecek olan Hadise, bir konser verecek.

İzmir“23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı” kapsamında İzmir dünya çocuklarına ev sahipliği yapacak. TRT’nin 3. kez düzenlediği etkinlikler çerçevesinde binlerce minik konuk bu kez İzmir’de buluşacak. Bir hafta sürecek şenlikler boyunca dünyanın çeşitli ülkelerinden İzmir’e gelecek 2 bin 500 minik öğrenciye, İzmir Büyükşehir Belediye’since yaptırılan “Ulusal Doğal Yaşam Parkı” ev sahipliği yapacak.

Dünya televizyonlarınca yayınlanacak şenlikler süresince çocuklara 26 bin adet kumanya dağıtılacak, hafta boyunca, Büyükşehir Belediyesi tarafından tahsis edilen 2 vapur çocuklara körfez turu yaptıracak.

Türkiye’yi Eurovizyon’da temsil edecek olan Hadise, “23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk” bayramı programı kapsamında bu kez minikler için “Düm tek tek” diyecek. Hadise, 23 Nisan günü, Halkapınar Spor Tesisleri’nde bir konser verecek. Yine “Hepsi” gurubu 18 Nisan’da, sarkıcı Ege de, 19 Nisan’da konser verecek.

Aydın Doğan Vakfı’nca düzenlenen “Aydın Doğan Ödülü”nün bu yıl tiyatro dalında Genco Erkal’a verileceği bildirildi.

Aydın Doğan Vakfı’ndan yapılan yazılı açıklamada, Aydın Doğan Ödülü’nün, 13 yıldır kültür, sanat, edebiyat, bilim gibi, her yıl farklı alanlarda alanının en saygın, tanınmış, memleketine, dünyaya ve insanlığa katkılarda bulunmuş kişileri ödüllendirme amacı taşıdığına işaret edildi.

Her yıl değişik alanlarda Aydın Doğan Ödülü vererek, sanatçıları ve bilim insanlarını desteklemeyi amaçlayan Aydın Doğan Vakfı Yönetim Kurulu’nun, bu çaba ve katkıları ödüllendirmeyi amaçlayarak bu yıl ödül dalı olarak tiyatroyu seçtiği kaydedilen açıklamada, Ödül Seçiciler Kurulu’nun, ödül sahibini, adaylar üzerinde açık tartışma ve eleme yöntemiyle belirlediği ifade edildi.

Açıklamada, Seçici Kurul’un, yaptığı toplantıda, oyuncu, yönetmen, dramaturg, uyarlamacı olarak 50 yıldır tutarlı çizgisinden ödün vermeyen, 40 yıldır Dostlar Tiyatrosu’nu aynı çizgide sürdüren ve başarılarının yanı sıra çağına tanık olan Genco Erkal’ı ödüle değer bulduğu vurgulanarak, Erkal’a ödülünün, 13 Nisan Pazartesi akşamı, İstanbul Hilton Oteli’nde gerçekleştirilecek törenle verileceği duyuruldu.

Uluslararası İstanbul Film Festivali kapsamında “Sinema Onur Ödülü” verilmek üzere yapımcı ve yönetmen Uluslararası İstanbul Film Festivali Türkiye’ye geldi. Sevilen yönetmene ödülü Beyoğlu Emek Sineması’nda ”Belalı Düğün” filminin gösteriminden önce törenle verildi.

Sinemanın usta karakter oyuncusu, yapımcı ve yönetmen John Malkovich‘e, 28. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nin ”Sinema Onur Ödülü” verildi.

Malkovich’e ödülü, Beyoğlu Emek Sineması’nda ”Belalı Düğün” filminin gösteriminden önce törenle takdim edildi. Kaldığı otelden Emek Sineması’na İstiklal Caddesi boyunca yürüyerek gelen Malkovich’e sinemaseverlerin ilgisi büyük oldu. Malkovich’ten imza almak veya beraber fotoğraf çektirmek için sinemaseverler birbiriyle yarıştı.

Malkovich, sinema salonundaki törende, İstanbul’a yeniden gelmenin kendisini çok memnun ettiğini, festivale davet edildiği için onur duyduğunu belirterek ”Bilmiyorum hak ettim mi, hak etmedim mi? Ama bu sıcak karşılama için çok teşekkür ederim” dedi.
İstanbul Kültür Sanat Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Şakir Eczacıbaşı da, Malkovich’e ödülünü verirken, sanatçının ”en çok beğendiği oyunculardan” biri olduğunu, Türk izleyicisinin de kendisiyle aynı fikri paylaşmasından memnuniyet duyduğunu ifade etti.
Uluslararası İstanbul Film Festivali 2008-2009 ”Sinema Onur Ödülünü” alan Malkovich de, ”Kariyerim boyunca yaptığım her filmden çok büyük keyif aldım, bunun için de ödüllendirilmek çok büyük bir kıvanç, çok teşekkür ederim” diye konuştu.

Basınla bir araya geldi

Malkovich, tören öncesinde, basın mensuplarıyla bir araya gelerek soruları da yanıtladı.
Türkiye ve İstanbul Film Festivali hakkında düşünceleri sorulan Malkovich, festivale daha önce katılmadığı için bir şey söylemesinin doğru olmayacağını belirterek ”Türkiye’ye de daha önce sadece bir kez geldim. O zaman çok büyük keyif aldığımı hatırlıyorum” dedi.
Malkovich, ”Türk sineması” hakkındaki düşüncesinin sorulması üzerine, Türk sineması ya da başka bir dünya sineması hakkında çok fazla bilgisi bulunmadığını, kendisini bir şeyler söyleyecek kadar donanımlı görmediğini belirtti.

”Uzun süredir ABD dışında yaşaması”, ”ABD ve Avrupa sinemasını karşılaştırması” ile ilgili sorular üzerine Malkovich, Avrupa’da yaşamasının sebebini ”birlikte olduğu kadın ve çocuklarını Avrupa’da yetiştirmek istemeleri” şeklinde açıkladı.

Malkovich, ABD ve Avrupa sineması arasındaki farka ilişkin de, ”ABD’de bir iş üretme odaklı, aynı zamanda kar elde ederek kendinizi rahat rahat ifade edebileceğiniz bir yaratım süreci var. Avrupa’da çekilen filmlerin bu denli kar modeline bağlı olduğunu söylemek doğru olmayacaktır” değerlendirmesinde bulundu.

”Oynayacağı rolü seçerken dikkat ettiği unsurların” sorulmasına karşılık John Malkovich, seçilmiş senaryolar arasından tercih yaptığı için seçme şansının çok kısıtlı olduğunu söyledi. Yine de senaryoya karar verirken çok büyük gişe başarısı getirmesi gibi bir endişesi olmadığını ifade eden Malkovich, ”Yapmak istediğim şeye en yakın olanı seçerek kariyerime devam etmeye çalışıyorum” dedi.

Malkovich, Güney Afrikalı bir edebiyat profesörünü canlandırdığı son filmi ”Disgrace-Utanç” filminde oynamaya kendisini çeken unsurun sarılmasına karşılık, kişinin kendisi ya da toplumla çatışmasını içeren dramları çok sevdiğini, ayrıca senaryonun uyarlandığı öykünün de çok başarılı olduğunu ifade etti.

John Malkovich, filmdeki karakterin kızıyla olan ilişkisinin de kendisini çok etkilediğini bildirdi.

”Disgrace” filmine ilişkin yöneltilen bir soru üzerine Malkovich, ”henüz filmi izlemediğini, filmin yönetmeninin kendisine bir DVD gönderdiğini, ancak bu DVD’nin çalışmadığını” anlattı.

Malkovich, son dönemde senaryolar okuyarak zamanını geçirdiğini ifade ederek, bu senaryolar içerisinde 1974 yılında Kıbrıs’ta meydana gelen çatışmaları konu alan ”Ceasefire” adlı bir öykünün de olduğunu bildirdi. Bununla birlikte tiyatrodan hiç kopmadığını dile getiren Malkovich, geçen yıl Meksika ve Paris’te oyunlar yönettiğini kaydetti.

Ey Büyük Ata,

Varlığımızın en kutsal temeli olan, Türk İstiklâl ve Cumhuriyetinin sonsuz bekçisiyiz. Bu karar, değişmez irademizin ilk ve son anlatımıdır. İstikbâlde, hiçbir kuvvet bizi yolumuzdan döndürmeyecektir. Bizler, bütün hızımızı senden, ulusal tarihimizden ve ruhumuzdaki sönmez inanç ateşinden alıyoruz. Senin kurduğun güçlü temeller üzerinde attığımız her adım sağlam, yaptığımız her atılım bilinçlidir.

En kıymetli emanetimiz olan, Türk İstiklâl ve Cumhuriyeti, varlığımızın esası olarak, eğilmez başların, bükülmez kolların, yenilmez Türk evlatlarının elinde sonsuza dek yaşayacak ve nesillerden nesillere devredilecektir.

İstiklâl ve Cumhuriyetimize kastedecek düşmanlar, en modern silahlarla donanmış olarak, en kuvvetli ordularla üzerimize saldırsalar dahi, ulusal birliğimizi ve yenilmez Türk gücünün zerresini bile sarsamayacaktır.

Çünkü, bu aziz vatanın toprakları üzerinde yetişen azimli ve inançlı Türk gençliği, dökülen temiz kanların ve Cumhuriyet devrimlerimizin aydın ürünleridir. Vatanın ve milletin selameti için her zorluğa iman dolu göğsümüzü germek, gerçek amacımızı olacaktır.

Ey Türk’ün büyük Ata’sı !

İstiklâl ve Cumhuriyetimizi korumak gerektiği zaman, içinde bulunacağımız durumlar ve şartlar ne olursa olsun, kudret ve cesaretimizi damarlarımızdaki asil kandan alarak, bütün engelleri aşıp her güçlüğü yenmek azmindeyiz.

Türk gençliği olarak özgürlüğün, bağımsızlığın, egemenliğin, cumhuriyet ve devrimlerin yılmaz bekçileriyiz. Her zaman, her yerde ve her durumda Atatürk ilkelerinden ayrılmayacağımıza, çağdaş uygarlığa geçmek için bütün zorlukları yeneceğimize, namus ve şeref sözü verir, kendimizi büyük Türk ulusuna adarız.

Türk Gençliği

Andreas Frangias, Veba’da kişisizlikleştirilen, baskı altında tutulan, ağır biçimde çalıştırılan ve benliği yok edilen insanı ve onun yaşama tutunma mücadelesini okuyucuyla buluştururken, romanıyla günümüz insanına da gönderme yapıyor.

Ali Bulunmaz

Cumhuriyet Kitap– Veba deyince, edebiyat tarihinde ilkin Albert Camus‘nün yapıtı akıllara geliyor. Ancak aynı adlı bir eser daha var; o da Andreas Frangias’ın Veba’sı. Yunan edebiyatının başyapıtlarından biri olarak nitelenen Veba, anti-ütopya olma özelliği de taşıyor. Bu bağlamda öncelikle ütopya ve anti-ütopya kavramları üzerinde kısaca durmak zorunlu gözüküyor.

Ütopya ve Anti-Ütopya

Kelime anlamı ‘olmayan yer’ şeklinde açıklanabilen ütopya, Yunanca ‘ou’ (yok) ile ‘topos’ (yer, ülke) sözcüklerinin bileşiminden meydana geliyor. Thomas More‘un 1516’da kaleme aldığı Ütopya (özgün adı De Optimo reipublicae Statu de que Nova Insula Utopia) isimli yapıtıyla yaygınlık kazanan kavram, gerçekleşmesi imkânsız toplum tasarımlarına işaret ediyor.

Ütopyanın olumsuz kullanımı olan ‘distopya’ veya ‘anti-ütopya’ ise, totaliter ve baskıcı toplum ve yönetimleri betimleme amacı taşır. George Orwell’ın 1984’ü ve Aldous Huxley‘in Cesur Yeni Dünya’sı, anti-ütopyaların en bilinenleridir. Anti-ütopyaların en belirgin özelliği, ütopyalardakine benzer şekilde, mümkün olanın ortaya konmasıdır. Ancak çoğunlukla olabileceklerin dehşeti ana tema şeklinde işlendiği için ütopyalardan ayrılır.

Baskı ve Yıldırı

Yukarıdaki anlatıma bakıldığında, anti-ütopyanın tüm özelliklerini barındıran Veba’da, bir toplama kampı niteliğindeki kentte uygulanan baskı ve yıldırının en baştaki örneği, çalışanların su içmek için bile müdürlerinden izin alması gerektiğine dair betimlemedir.

Sineklerin saldırısına uğrayan kentte, kişiliği elinden alınmış, herkesleştirilmiş ve silikleştirilmiş insanlar için belli bir süre sonra ‘varoluşun anlamı’ yakaladığı sineklerin çokluğuna indirgenir. Bu, aynı zamanda bir emirdir. Ağır koşullara boyun eğme ve çalışma ‘ruhların temizlenmesi’ ve ‘ahlaki açıdan yeniden yapılanma’ demektir öte yandan.

Kentteki insanların ‘varoluşunun anlamı’ ya da ‘varlık nedeni’ hiç durmadan çalışmaktır. Kişilere, vaat edilen ‘en yüce hedefe’ çalışmayla ulaşılacağı; böylece varoluşlarının boşa gitmeyeceği ve bunun rüzgârla bile sürüklenemeyeceği benimsetilir. Taşlar kırılır, çukurlar kazılır, bunlara ek olarak da kenti istila eden sineklerden yirmi adet toplaması için insanlar üzerindeki baskı arttırılır. Sinek avlamanın ödülü ise yemek alabilmektir. Sayıyı tutturabilen, o günkü yemeği almaya hak kazanır. Ancak yeterli sayıda sinek yakalamayanlar önce yetkili kurul önüne çıkarılır, sonra da ağır cezalara çarptırılır.

‘Taş gibi olmak’

Avlanan sinekler borç kapatmakta da kullanıldığından, sinek hırsızlığı yaygındır. Sinek yakalamak, taş taşımak gibi bir yarıştır aynı zamanda; yarışın kendisi de hayatta kalmaktır:

‘İşte sinekler ve taşlar, doğanın iki temel unsurudur. Gün boyunca yaşam bu ikisiyle ölçülmektedir. Sanırsın ki dünyanın kuruluşundan beri bu böyledir. Sinekler ve taşlar. Hayatın boyunca taş taşıyordun ve sinek topluyordun. Elinden kaçırdığın bir tanesini avuçlamak için elini uzatırken öleceksin. Böylece dünya üzerindeki borcunu azaltmış olacaksın. Hayatın boyunca kaç sinek yakaladığın, kaç defa elinden taş düşürdüğün, gülünç ve aynı zamanda alçak bir insan olduğunu dağın tepesinden haykırırkenki açık isteksizliğin de dahil, tüm bunların hepsi haneye kaydedilmektedir’ (s. 46). Böyle bir ortamda yaşayabilmenin, daha doğrusu olup bitene katlanabilmenin temel koşulu ‘taş gibi, umursamaz olmaktır’ (s. 49).

Sinekler avlanır ve borçlar ödenirken her şeye rağmen hayatta kalma mücadelesi buradaki en önemli istektir. ‘Yaşamı güya değeri olmayan bir şey zannedip yanlış bir izlenime kapılmamak için her şey eksiksiz, güzel ve hoş olmalıdır.’ Tüm çaba bunun içindir! Çünkü ‘hayatın değerinin olmadığı düşüncesi, burası için ağır bir hakaret ve altından kalkılamayacak bir günahtır’ (s. 62).

Fareler ve ‘insanlar’

Yaşamın, daha yerinde bir ifadeyle işleyişin değişmezliği çarpıcı biçimde şöyle vurgulanır: ‘Tüm nüfus çalışıyor, sinekleri yakalıyor ve akşam olunca, kötü ve uygun olmayan hal ve hareketlerinin kaydedilmesini bekliyor. Bunlar, ruhlarına ebediyen yük olan eski ve yeni günahlardır. Bunun ötesinde hiçbir şey yok’ (s. 65-66).

İnsanların gelip yaşadığı mekânlar, görevli ekiplerin kazdığı harçsız duvarlarla örülü mezarlardan başka bir yer değildir. Hastalık taşıyan farelerle birlikte yaşayan insanlar için mezarlar ‘ev’ demektir. Taş taşıyan, sinek avlamak zorunda olan ve fare imha eden; benliğinden koparılmış, kişisizlikleştirilip değersizleştirilmiş ‘insanlar’ın ‘evleri’ mezarlar olunca, ölü gibi yaşama gibi bir gerçek de belirir. Bir başka deyişle, onca eyleme rağmen yaşam durağandır; baskı ve yıldırı, yaşamı bu şekle sokmuştur.

İnsanın değeri

Romanda geçen karşılıklı konuşmada, insanların ‘değeri’ ve işlevi de tam olarak anlaşılır: ‘Gayet iyi bilmen gerekir ki burada insanları birbirine düşürüyorlar’ (s. 174). Bunun yanı sıra, sistematik baskı ve yıldırının sürdüğü bir ortamda direnişin anlamını yitirdiğini düşünenler de bulunur: ‘Et ve kemikten oluşuyorsun, niye kendini sakatlayasın ki ? (…) Kahraman mı olmak istiyorsun? Karanlıkta kalacak bir kahramanlık anlamını yitirir kahramanların her zaman adı duyulur, yoksa sıradan kurban olup giderler’ (s. 188).

Direnişin anlamsızlığını savunanların yanında, umutsuzluğa kapılanlar da yok değildir. Kendini güçsüz hisseden, çalışma koşullarının ruhunu elinden alıp götürdüğünü duyumsayanlar da bulunur: ‘Hepimiz zayıfız, çok zayıf; çok önceden yenilmişiz. Eğer olur da bu gece dayanırsanız, yarın, ertesi gün, üç yıl sonra, sekiz yıl sonra, bilemedin yirmi beş yıl sonra ne olacak?’ (s. 189).

Sineklerle beraber, farelere karşı yürütülen savaş, beri yandan ‘doğaüstü güçlere ve kadere karşı’ da sürdürülmektedir (s. 196). Özellikle farelerin imha edimesi en yüce görev olarak belirlenmiştir. Öte taraftan, fareler için alınan önlemler ve hazırlanan ilaçlarla beraber kentteki gerginlik de artmaktadır. Tedbirler ve baskı sıkılaştırılır. Frangias, romanın sonuna doğru şunu vurgular: ‘Orman kanunlarının egemen olduğu yaşam seni dört bir taraftan kuşatarak sıkıştırmaya başlıyor. İnsanın vicdanı acaba böyle mi değerlendiriliyor? Yani vücudunu delip geçmelerinin, kemiklerini kırmalarının ve beynini zorlamalarının verdiği acıyla mı?’ (s. 220). Romanın bitişinde Frangias’ın da dediği gibi o kadar baskı ve yıldırıya, ezilen onura, yok edilen kişiliğe rağmen ‘o inanılmaz insanlar hayatta kalmayı başarmıştır’ (s. 224).

Makronisos

Açıkça belirtmese de Veba’da olayların geçtiği yer, Frangias’ın 1950-52 yılları arasında tutuklu olarak askerlik hizmetini tamamladığı Makronisos adasıdır. Buranın temel özelliği insan onurunun ayaklar altına alındığı, kişiliğin ortadan kaldırıldığı ve insanın çözüldüğü ya da çözülmeye çalışıldığı bir yer olmasıdır.

Nazi işgaline ve Yunanistan’daki iç savaşa tanıklık eden, yapıtları nedeniyle soruşturulan Frangias’ın 1972’de tamamladığı Veba adlı romanında, mekânla beraber insanların da adı yoktur. Kişiler, yalnızca karakteristik özellikleriyle (örneğin denetçi, usta başı, ürkek, avcı olarak) okuyucu karşısına çıkar.

Veba’nın bir başka özelliği, 21. yüzyıl insanına da dokunmasıdır. Ekonomik özne veya daha doğru deyişle nesne olduğu ölçüde ‘değerli’ sayılan insan, Veba’da yakaladığı sinek, taşıdığı taş ya da öldürdüğü fareye göre ‘değer’ biçilen insanla eşleştirilebilir.

Romanda yer verilen ağır çalışma koşulları altında ezilmenin; adı, benliği ve onuru silinen ya da örselenen insan betimlemesi, bugünün insanıyla benzerlikler taşımaktadır.

Veba’da, Makronisos adasında her şeye karşın hayatta kalmayı başaran insanı ve onun mücadelesini anlatan Andreas Frangias, çağının baskıcı yönetimlerinden zarar gören herkese ve aslında onuru her şeyin üstünde tutan insanlara sesleniyor. Veba/ Andreas Frangias/ Çeviren: İbrahim Kelağa Ahmet/ İthaki Yayınları/ 224 s.


Sinema dünyasının dehşet saçan karakteri Freddie Krueger, Elm Sokağı’na geri dönüyor. İzleyiciyle 25 yıl önce tanışan ve 9 filmle süren ”Elm Sokağı Kabusu-A Nightmare on Elm Street”, yeniden beyazperdeye taşınıyor.

Ankara”Elm Sokağı Kabusu-A Nightmare on Elm Street”, yeniden beyazperdeye taşınıyor .

Sinema sektörü yayın organı Variety’nin haberine göre, korku serisinde Freddie’yi canlandıran ve bu karakterle özdeşleşen Robert Englund’un koltuğuna, ”Watchmen” adlı filmle tanınan 48 yaşındaki aktör Jackie Earle Haley oturdu.

New Line ve Platinum Dunes şirketlerinin projesinde filmin prodüktörlüğünü Michael Bay, Brad Filler ve Andrew Form üstlenecek. Samuel Bayer’ın kamera arkasına geçeceği filmin senaryosunu Wesley Strick kaleme alacak.

Filmin çekimlerine gelecek ay Chicago’da başlanacak. Platinum Dunes, ”13. Cuma-Friday the 13th” adlı korku serisini de yeni versiyonuyla beyazperdeye getirmişti. Film, sinemalarda 65 milyon doların üzerinde gişe hasılatına imza atmıştı.

Kırmızı çizgili kazaklı kabus

Korku ustası Wes Craven’ın senaryosunu yazıp yönettiği gerilim filmi ”Elm Sokağı Kabusu”,
izleyiciyle 1984 yılında tanıştı.

Film için stüdyo tarafından 1.8 milyon dolar harcanırken, New Line Cinema tarafından yapılan film, korku türünde çığır açtı. 1980’li yılların en iyi korku filmi olarak kabul edilen ve sonraki yıllarda da ”en iyi gerilim filmleri’‘ listelerinde her zaman ilk sıralarda yer alan ”Elm Sokağı Kabusu”, devam filmleriyle de izleyiciyle buluştu.

Konusu Elm Sokağı’nda geçen ilk filmde, boşanmış bir aileye, dedikoducu arkadaşlara ve sürekli rahatsızlık veren bir erkek arkadaşa sahip olan Nancy Thompson’ın başından geçenler işlenmişti.

Kirli kahverengi şapkası, kırmızı-yeşil çizgili kazağı, parmakları bıçaklarla dolu eldiveni ve yanık yüzüyle gençlerin rüyalarına giren ve uyanamadıkları takdirde onları öldüren Freddie, yıllar önce mahalle sakinleri tarafından yakılarak öldürüldüğü için o çevredeki gençlere musallat olan bir varlıktı.

1984 yapımı orijinal filmde, Robert Englund’un yanı sıra, John Saxon, Ronee Blakley, Heather Langenkamp, Amanda Wyss ve Jsu Garcia rol almıştı. Filmde, ünlü aktör Johnny Depp de ”Glent Lantz” rolünde filmin kadrosundaydı.

Bu yapımı 9 film ile 2 televizyon filmi izlemiş ve ”Elm Sokağı Kabusu”, New Line şirketinin ”Yüzüklerin Efendisi” filminden sonra en karlı yapımı olarak sinema tarihine geçmişti.


Uykunun sadece stresi ve yorgunluğu atmaya yardımcı olmakla kalmadığı, aynı zamanda uyku esnasında yeni bilgiler için beyinde yer açıldığı anlaşıldı.

Ankara– Daily Mail’in haberine göre, bilim adamları uyku durumları insanlarınkine benzeyen meyve sinekleri üzerinde yaptıkları araştırmada, vücut dinlenirken, beynin de beyin hücreleri arasında yapılacak yeni bağlantılar (değişik sinir hücrelerinin uzantılarının bir araya geldiği yer olan sinaps) için yer açmakla meşgul olduğu görüldü.

Gün içinde kurulan bazı bağlantılar ortadan kaldırılmadıkça, beynin alınan bilgiyle doyma noktasına gelebildiği ve öğrenme kapasitesini yitirebildiği düşünülüyordu.
Yeni araştırmada uykunun, meyve sineklerinin beyinlerinin yeni bilgiler için yer açmasına yardım ettiği belirlendi.

Washington Üniversitesi’nden Nörobiyolog Dr. Paul Shaw, “Öğrenme deneyimleri sırasında meyve sineklerinde yeni sinapsların oluşumunu ve uykunun bunların sayısını azalttığını izleyebildik” dedi. Ancak bu sinapsların nasıl ortadan kaldırıldığı henüz bilinmiyor.


Stresin özellikle tip 2 şeker hastalığının gelişiminde anahtar rol oynayabileceği tespit edildi. Ayrıca, bel çevresi kalınlığı fazla olan kadınların, yapılan stres testi sonuçlarında da daha yüksek kan şeker düzeyine sahip oldukları gözlendi. Şeker hastalığının tanısı ise açlık kan şekeri düzeyinin 125 mg/dl’nin üzerinde olması ile konuluyor.

Ankara– Sağlık Araştırmaları Sitesi’ndeki ABD’de siyahi kadınlar üzerinde yürütülen bir araştırmada, stresin tip 2 şeker hastalığı gelişiminde anahtar rol oynayabileceği sonucuna ulaşıldı.

Çalışmanın bulguları Amerikan Psikosomatik Topluluğu’nun yıllık toplantısında tartışmaya sunuldu. Çalışma şeker hastalığı olmayan 62 sağlıklı Siyahi kadının, kendileri için stres nedeni olan bazı olayları hatırlaması sağlanarak gerçekleştirildi. Bu sırada kadınların kanlarındaki şeker düzeyi ile stresle başa çıkma hormonu olan epinefrin düzeyi ölçümü yapıldı.

Stres nedeni olan olayı hatırladığında kan epinefrin düzeyi 25 pikogram/ml’nin üzeri olan ve bel çevresi kalınlığı yüksek olan kadınlarda, açlık kan şekeri düzeyinin daha yüksek olduğu bulgusuna ulaşıldı. Kan epinefrin düzeyi yüksek olan ve bel çevresi kalınlığı fazla olan kadınların, yapılan stres testi sonuçlarında da daha yüksek kan şeker düzeyine sahip oldukları gözlendi.  Şeker hastalığının tanısı ise, açlık kan şekeri düzeyinin 125 mg/dl’nin üzerinde olması ile konuluyor.

Haritaya bi de böyle bakalım

Üç tarafı denizlerle çevrili memleketimin, üç tarafı Deniz Baykal’la çevrilince, bir harita geyiğidir gidiyor tabii…
Kimi balık yemenin zihni açtığını iddia ediyor, kimi karbonhidrat yiyenlerin AKP’ye oy verdiğini öne sürüyor.

Şekilci zihniyetin zavallılığıdır bu.

Haritaya şeklen baktığın için…
Iğdır’ı DTP kazandı diye panik yaparken; Iğdır’dan kat be kat fazla Kürt vatandaşımızın yaşadığı İzmir’de CHP’nin neden rekor kırdığını kavrayamazsın.

Veya…
AKP’nin kazandığı Kayseri’de MHP’ye oy verenlerin sayısının, MHP’nin kazandığı Uşak’ta MHP’ye oy verenlerin sayısının 3 katı olduğunu göremezsin!

Ya da…
Birinci çıkan parti alt tarafı 200 tane fazla oy aldı diye, diğerlerinin toplamına bakmadan, o şehrin komple AKP’li olduğunu filan sanırsın.

Demem o ki…
Zarfa değil, mazrufa bakacaksın.

Yani?

22 Temmuz 2007’de…
81 şehrimizin 41’inde açık ara fark yapmış; yüzde 50’den fazla oy almıştı.
29 Mart 2009’da?
81 şehrimizin sadece 13’ünde yüzde 50’den fazla oy alabildi.

AKP’yi “çoğunluk“la istemeyen şehirlerin sayısı, 40’tan 68’e çıktı.

AKP artık, “azınlığın iktidarı“dır!

Hatırlarsınız, kasım kasım kasılarak soruyordu Başbakan, “azınlığın çoğunluğa tahakküm ettiği bir demokrasi duydunuz mu?” diye…

AKP AKP duy sesimizi…
Bu gelen çoğunluğun ayak sesleri!