Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

Türkan Saylan ölümsüzlüğe vardı.. Ardında ona minnet, ona şükran dolu on binler, sevgi, saygı dolu milyonlar bırakarak..
Türkan Saylan ölümsüzlüğe vardı.. Yenilmeden.. Eğilmeden.. Dimdik..
Türkan Saylan ölümsüzlüğe vardı.. Ölümüyle bir takım alçakların canına okuyarak..
Bugün, 19 Mayıs’ta, Atatürk’ün Cumhuriyeti kurmak için Samsun’a ayak bastığı günün yıldönümünde, Cumhuriyet tarihinin gördüğü en büyük törenlerinden birine hazır olun.. Yüz binler gidecek.. Milyonlar ekran başında izleyecek..
Türkan Saylan’ın şahsında Atatürk’ün ilkelerine, çağdaşlığa ve cumhuriyete saldıran alçaklar ise sinecek, saklanacak delik arayacak, insan içine çıkmaya cesaret edemeyecekler..
O alçaklar ki, bütün dünyanın sevdiği, saydığı bir bilim kadını, insanlığa, insana, özellikle de bu ülkenin ezilmiş, silinmiş kadınlarına, kızlarına adanmış bir hayat için utanmadan, sıkılmadan, yüzleri kızarmadan “Darbeci” dediler.. Onu öldüren darbeyi, ölümle savaşırken acımasızca, haince vurdular..
Bu ithamı hiç anlayamadı, sindiremedi.. Zaten çok hassas giden sağlığı, evine yapılan baskın ve bu baskını bahane ederek yapılan alçakça, haince saldırılar yüzünden iyice sarsıldı ve bir daha kendisini toparlayamadı..
Nasıl toparlardı ki..
Nasıl toparlasın, nasıl dayansın, böylesi bir alçaklığa, o zayıf, o naif bünye..
Bütün dünyanın önünde eğildiği bilim adamlığı, cüzamla savaşta yaptığı dünya çapında önderliğin yanında, ikinci bir hedefte daha odaklandı.. Okutulmayan, okuyamayan kız çocuklarını sahiplenmek.. Onların çağdaş eğitim yapmalarını sağlamak..
Onu da başardı.. Şu an tam 29 bin kız öğrenci, Saylan’ın önderlik ettiği sivil toplum örgütünün sağladığı bursla okuyor..
Gerek bilim kadını, gerek sivil toplum örgütü yöneticisi olarak ulaştığı başarılar, ona yığınla, ulusal ve uluslararası ödüller kazandırdı.. En son geçen hafta Boğaziçi Üniversitesi ona iki Onursal Doktorluk Ünvanı birden verdi.. Saylan hastalığı çok ağırlaştığı için, törene katılamazken, Atatürk ve Cumhuriyet düşmanları hâlâ ona ve onurlandıran Boğaziçi Üniversitesi’ne sövmekle meşguldüler.
Bu muhteşem kadının, bu anıt insanın iki büyük günahı vardı..
Atatürkçüydü ve laikti.. Atatürk düşmanları, laiklik denince tüyleri ürperenlerle ve de onlara yaranmak için düşüncelerini satan dönekler, açık seçik Atatürk’e sövemedikleri, laikliği lanetleyemedikleri için bir hain formül buldular..
Bu ülkede ne kadar Atatürkçü, Cumhuriyetçi ve laik varsa, onlara “Darbeci” demeğe başladılar.. Türkan Saylan’ı listelerinin başına koydular.
Saylan bir eşsiz toplum lideri olduğu için, en ağır saldırılara da o uğradı.. Hiç utanmadan, hiç sıkılmadan sövdüler Saylan’a.. Ne iğrenç şeyler yazdılar, söylediler hakkında..
Utanmadan..
Ama o eşsiz kadını yürekten vuran “Darbeci” ithamı oldu.
Darbeci, bir ömrü, pek çoğunun yanına bile yaklaşmadığı cüzamlılara adar mı?..
Darbeci, bir ömrü, bu ülkenin genç kızları çağdaş eğitim alsınlar, okusunlar, uygar Türk kadını olarak ülkeye hizmet etsinler diye tüketir mi?.
Darbeci öldüğü ana kadar, insan için, insanlık için, bilim, çağdaşlık için savaşır mı?.
Türkan Saylan doktordu. Hastalığını biliyordu. Sonunu da.. “Ölüme hazırım” diyecek kadar biliyordu..
Yılları değil, günleri sayılı insan “Darbeci” olabilir mi?. Darbeyi düşünebilir mi?.
Ama alçaklığın, ama hainliğin, ama utanmazlığın sonu yok.. Dediler..
Aslında diyerek kendi kuyularını kazdılar..
Nasıl kazdıklarını bugün sindikleri delikten, canlı yayın yapan televizyonları izlerken görecekler..
Bu hainliklerinin, bu alçaklıklarının, bu utanmazlıklarının, Atatürk Cumhuriyeti’nin yılmaz ve yenilmez sahiplerini nasıl birleştirdiğini, nasıl bir araya getirdiğini görecekler..
Türkan Saylan’ın ölüsü, yaşayanından çok daha ağır, çok daha müthiş, çok daha unutulmaz bir tokat atacak onlara..
Ölümsüz Türkan Saylan!..
Sana selam.. Sana saygı.. Sana şükran!..
Yaşarken ve ölürken yaptıkların için!.

İGDAŞ, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı bir şirket.
İstanbul’da doğalgaz dağıtıyor ve satıyor.
Şirket bir süre önce İstanbul’un beş yıldızlı otellerinden birinde görkemli bir tören düzenledi.

Törene İstanbul’un AKP sosyetesi, İstanbul Üniversitesi Rektorü falan tam kadro katıldı. Konser verildi, yediler içtiler, doyasıya eylendiler.
Peki bu törenin amacı neydi?
İGDAS şirketi, üç milyonuncu doğalgaz abonesine hoş bir armağan verecekti. Belediyede ve şirkette para nasılsa boldu ve bu armağanın da görkemli bir şey olması gerekiyordu.
Düşündüler taşındılar, üç milyonuncu doğalgaz abonesine 40.000 TL değerinde bir otomobilde karar kıldılar.
Şimdi sıra üç milyonuncu doğalgaz abonesinin kim olacağına gelmişti.
İşin içinde hile hurda, adam kayırmaca kesinlikle yoktu. Üç milyonuncu abonelik kime denk gelirse, otomobili o kazanıp götürecekti.
Günün birinde bu şanslı vatandaş belli oldu!
Mehmet KÖŞKER!
Peki kim bu Mehmet KÖŞKER?
Yeni Şafak Gazetesi var ya!.. Onun haber müdürü… Herhalde o güne kadar evinde doğalgaz yoktu ve tam tamına üç milyonuncu abone olmayı başarmıştı!

Talih kuşu dönmuş dolaşmış, Mehmet KÖŞKER’in başına konmayı başarmıştı!
Otomobilin anahtarını beş yıldızlı otelde düzenlenen görkemli törende İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı Kadir
TOPBAŞ’ın elinden aldı.
Devir teslim töreninde poz verdiler, birlikte fotoğraf çektirdiler.
TOPBAŞ kürsüye çıkıp KÖŞKER’i kutladı, KÖŞKER de bu değerli otomobili eşine vereceğini açıkladı.

Sakın hiçkimse yanlış anlamasın, “bunlar kitabına uydurup kendi adamlarına otomobil ikram ediyor” diye düşünmesin!.
Bunlar Müslüman. Hile yaparlar mı hiç?
Üç milyonuncu abonelik düzmece değil, kesinlikle rastlantı elbette.
Tamamen şans, kader ve kısmet!

Ebeveynlerin sık sık intihar etmekten söz eden çocukları ile yakından ilgilenmesi ve bu konuda profesyonel destek alması çocukların hayata tutunması için çok önemli.

Dicle Üniversitesi (DÜ) Rektör Yardımcısı ve Psikiyatri Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Aytekin Sır, ebeveynlerin sık sık intihar etmekten söz eden çocukları ile yakından ilgilenmesi ve bu konuda profesyonel destek alması gerektiğini söyledi.

Prof. Dr. Sır, intihar düşüncesinin ciddiyetle ele alınması gerektiğini belirterek, anne babaların çocuklarında intihara eğilim olduğunu fark ettikleri zaman hiç vakit kaybetmeden bir uzmana başvurması gerektiğini bildirdi.

Belirgin bedensel ruhsal ve toplumsal gelişmelerin görüldüğü çocukluktan erişkinliğe geçiş dönemi olan ergenlik çağındaki gençlerin mutluluğu yakalayabilmek için farklı arayış ve beklentilere girebildiğine dikkati çeken Prof. Dr. Sır, şöyle dedi:

”Günümüzde hayat standartları değişti. Gelir seviyesindeki artış nedeniyle insanların alım gücü de arttı. Buna bağlı olarak eskiden yılda bir veya iki kere alınabilen giysi veya oyuncaklara artık çocuklar ve gençler yılın her döneminde kolaylıkla ulaşabiliyor. Yılda bir veya iki kez kıyafet satın alınabilirdi. Alındığında da çocuklar sevinirdi. İnsanların artık istedikleri ürüne kolayca ulaşabiliyor olması, o eşyaları; eskiden alındığı zaman sevinilen, mutlu olunan bir obje olmaktan çıkardı.”

Prof. Dr. Sır, gençlerin mutluluğu yakalayabilmek için farklı arayış ve beklentilere girebildiğini kaydederek, gençlerin kimi zaman uyuşturucuya ve marjinal arkadaş gruplarının içerisine dahil olduğunu, kimi zaman da günü birlik yaşantılarla mutlu olmaya çalıştığını bildirdi.

”Değişimler dikkate alınmalı”

Prof. Dr. Sır, gençlerin sıkıntılı ruh halinin çoğu zaman depresyona dönüşebildiğine de dikkati çekerek, bu durumun erken dönemlerde saptanmasının tedaviyi kolaylaştırdığını söyledi.

İnsanın duyguları ile yaşayan bir varlık olduğunu, bu nedenle de çevreden, hayattan ve olaylardan çabuk etkilendiğini vurgulayan Prof. Dr. Sır, şunları söyledi:

”Gençler çevrelerindeki olaylardan çabuk etkileniyor. Bu etkileşime bağlı olarak meydana gelen sıkıntılı ruh hali ile çocuklar ve gençler sık sık intihardan söz ediyorsa bu düşünce hafife alınmamalıdır. Çocuğunuzun sizinle iletişimi, arkadaş çevresi değişmişse ve çocuk farklı gruplarla arkadaşlık yapmaya başlamışsa, gece gözleri kızarmış bir şekilde eve geliyorsa, daha çok para harcıyorsa, en küçük bir sıkıntı yaşaması halinde intihardan söz ediyorsa, bu değişimler dikkate alınmalıdır. Ebeveynler sık sık intihar etmekten söz eden çocukları ile yakından ilgilenmeli ve bu konuda profesyonel destek almalıdır. Anne babalara önerimiz çocuklarına arkadaşça yaklaşmaları, çocuklarını yargılamadan ve suçlamadan iletişim kurmalarıdır. Çocuk böylece ailesini arkadaşı gibi görmeye başlar ve yaşadığı her sıkıntıyı büyük boyutlara ulaşmadan rahatlıkla ailesi ile paylaşır.”

Bugün Anneler Günü… Sevginin, fedakarlığın sembolü olan anneler, bugün çocuklarının kendilerini hatırlamasını bekliyor. Öyle ki Türkiye’nin her yerinden bugüne dair mutlu manzaralar gözümüze çarpmıyor. 44 kişinin katliamına sahne olan Mardin’in Mazıdağı ilçesine bağlı Bilge köyündeki çocuklar, bugün annelerinin yanında olamıyor.

Bugün Anneler Günü! Oğlu şehit olan, yoklukla mücadele ederken çocuklarına sahip çıkan, Mardin’de geçen hafta yaşanan ve 44 kişinin hayatını kaybettiği katliamda çocuklarını kaybeden annelerin günü bugün. O anneler diğerleri gibi şanslı değil, tıpkı çocukları gibi… Buruk kutlanan Anneler Günü’nden işte Türkiye manzaraları…

Mardin’de anne olmak

Mardin’in Mazıdağı ilçesinde 44 kişinin ölümüne neden olan saldırının yaşandığı Bilge köyünde en buruk Anneler Günü yaşanıyor. Bilge köyünde bir hafta önce mutlu bir olay için akşam bir araya gelen köy sakinleri, tarif edilmez bir öfkenin etkisiyle silahlı saldırıya uğradı.

Saldırıda, henüz yaşamlarının baharında olanlar, çocukluklarını yaşayamayanlar ile anne karnında yaşama “merhaba” diyemeyenlerin de bulunduğu 6’sı çocuk, 16’sı kadın toplam 44 kişi öldürüldü.

Kadınlardan 3’ünün hamile olması, acının biraz daha artmasına neden oldu.
Kamuoyunda gerek güvenlik gerekse sosyolojik nedenleri üzerinde tartışılan saldırının ardından geriye, saflıklarıyla büyüklerinin ne yaptıklarını kavramaya çalışan bir avuç çocuk kaldı.

Hem annesi hem babası öldürülen 0-12 yaş arasında 15, 13-18 yaş arasında 16, annesini yitiren 10, babasını kaybeden 7 çocuk olmak üzere toplam 48 çocuk, Mardin Valiliği Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfınca köyün dışında kurulan çadırda uzmanların nezaretinde yaşadıkları acı olayın izlerini silmeye çalışırken, Anneler Günü’ne de anne kokusundan yoksun girdi.
Sabah saatlerinde köydeki sessizlik dikkat çekerken, köyden gelen bir grup çocuk kırlardan papatya topladı.

Köye girişlerine izin verilmemesi nedeniyle köy dışındaki gazetecilerin yanına gelip sohbet eden çocuklar, bugünün Anneler Günü olduğunu gazetecilerden öğrendi.
Yakınlarını kaybeden Devran (6), Baran (9), Abdullah (10) ve Vesile (8), papatyaları yakınlarının mezarlarına bırakmak için topladıklarını söyledi.

Basın mensuplarının çocuklara ilgisini gören köylüler, çocukları gazetecilerin yanından uzaklaştırdı. Çocukların daha sonra mezarlara çiçekleri bıraktığı görüldü.
Bu arada, köyde jandarma tarafından olaydan bu yana alınan geniş güvenlik önlemi sürüyor.
Bilge köyündeki silahlı saldırı sonrasında eşi ve oğlunu bırakmak zorunda kalan Asuman Çelebi de eşiyle severek evlendiklerini, saldırı sonrasında da isteyerek ayrıldıklarını söyledi.

Eşinin saldırıyı gerçekleştiren aileye mensup olması nedeniyle yavrusundan ayrılmak zorunda kaldığını belirten Çelebi, ”Benim kocam karşı taraftandır. Biz severek evlendik. Bu durumdan dolayı da isteyerek ayrıldık. Seçimimi kendim yaptım. Oğlumu, kendi isteğimle bıraktım. Karnımdaki bebeğe de babam bakacak” dedi.

Saldırıda başta eşi ve 4 yaşındaki oğlu Kenan olmak üzere ailesinden 7 kişiyi kaybeden Ayşe Çelebi, nasırlı elleri arasına sızmış kan izlerini yıkamaya kıyamamıştı. Kundakta bebeği olduğu için nişan töreni yapılan eve gidemediğini belirten Çelebi, şöyle konuşmuştu:
”Odaya gittiğimde korkunç bir manzarayla karşılaştım. Herkes yerde ve kanlar içindeydi. Hepsi ölmüştü. Kocamı ve oğlumu kucağıma alarak, dışarı çıkardım. Daha sonra diğerlerini çıkarmaya çalıştım. Ama hepsi ölmüştü. Ellerim kan içindeydi. Ellerimi yıkayamadım. Halen kocamın ve oğlumun kanı ellerimde duruyor. Olayda bizim ailemizden 7 kişi öldü. Benim 3 çocuğum yetim kaldı. Şimdi bunlara kim bakacak, biz ne yapacağız. Sahipsiz kaldık. Büyük bir şok yaşıyorum. Bunun üstesinden nasıl geleceğimi bilemiyorum.”

Anneler, şehit evlatlarını ziyaret etti

Kayseri Kartal Şehitliği’nde çocuklarının mezarlarındaki çiçekleri sulayan gözü yaşlı anneler, kendilerini ziyarete gelemeyen çocuklarıyla Anneler Günü’nü kutlamanın burukluğunu ve hüznünü yaşadı.

Şehit annesi Behiye Yılmaz, oğlu Osman Yılmaz‘ın 10 yıl önce Güneydoğu’da şehit olduğunu belirterek ”Oğlumla anneler gününü kutlamak için buraya geldim. O gelemedi, ben ona geldim” diye gözyaşı döktü.

Oğlunun acısının dinmediğini ifade eden Behiye Yılmaz ”Ateş düştüğü yeri yakar. Bu acıyı Allah kimsenin başına vermesin. Ben sadece oğlumun değil, tüm şehitlerin anasıyım” diye konuştu.

Yılmaz, ”Şehitliğe geldiğimde hem ağlıyor hem de huzur buluyorum. Oğlumla dertleşip konuşuyoruz. Anneler gününde yine beraberiz. Bayramlarda ve fırsat buldukça buraya mutlaka gelirim. Oğlum bu vatan için şehit düştü. Şehit anası olduğum için gurur duyuyorum” dedi.

Oğlu Necmettin Kabak’ın 8 yıl önce şehit düştüğünü bildiren Güllü Kabak da Anneler Günü’nü buruk kutlayan annelerdendi.

Güllü Kabak ”Oğlum, yerinde rahat uyu. Sen gelemedin ama bak ben geldim” diye gözyaşı dökerek mezarın üzerindeki çiçekleri suladı.

Hayatını çocuklarına adadı

Ağrı’da kemik erimesi hastalığı nedeniyle yürüyemeyen 4 çocuğuyla yaşam mücadelesi veren anne, çocuklarının ihtiyaçlarını karşılamak için adeta kendi yaşamını feda ediyor.
Kurtuluş Mahallesi’nde yaşayan Şükran Çetin, kemik erimesi hastalığı nedeniyle yürüyemeyen çocukları Sezer (17), Cennet (12), Demet (11) ve Ramazan’ın (9) ihtiyaçlarını karşılıyor.

Engelli çocuklarının her birinin ihtiyacını ayrı ayrı gören anne Şükran Çetin’e yardımcı olan baba Tufan Çetin, bu nedenle herhangi bir işte çalışamıyor.

Şükran Çetin, 5 yıl boyunca en büyük çocuğu Sezer’i sırtına alarak okula götürüp getirdiğini belirterek, ”Bel fıtığı olduğum için artık çocuklarımı kucağıma alırken zorlanıyorum. Bu yüzden eşim yardımcı oluyor. Çocukların tuvalet ihtiyacından yemeklerine kadar her şeye yardımcı oluyoruz. Haftanın 2 günü ise rehabilitasyon merkezinde eğitimlerine devam ediyorlar” dedi.

Baba Tufan Çetin ise çocuklarının 8 yaşına kadar sağlıklı olduğunu, bu yaştan sonra kemik erimesinin başladığını ifade ederek, bu duruma çok üzüldüklerini söyledi.
Eşiyle günün tamamını çocuklarla geçirmek zorunda kaldıklarını anlatan Tufan Çetin, şöyle konuştu:
”Çocuklarım günden güne eriyor. Evden dışarı çıkamıyoruz. Bu yüzden çalışamıyorum. Gelen yardımlarla ayakta durmaya çalışıyoruz. Sadece Melek adlı çocuğum özürlü değil, diğer 4’ü hastalıkları nedeniyle yürüyemiyor.”

Çocuklardan Sezer Çetin ise maddi imkanları olmadığından annelerine yıllardır hediye alamadıklarını belirtti.

Sezer Çetin, ”Sağlıklı olmayı çok istiyoruz. Diğer çocuklar gibi koşmayı, annemize sarılmayı çok istiyoruz. Keşke bu Anneler Günü’nde sağlıklı olup anneme hediye alsaydım. En büyük isteğim anneme sarılarak elini öpmekti, bunu bile yapamıyorum ve çok üzülüyorum” dedi.

62. Cannes Film Festivali’nde bu yıl “Altın Palmiye” için yarışan Türk filmi bulunmamasına rağmen, Türkiye’ye yönelen ilgi oldukça yoğun. Dünya sinema pazarının en önemli etkinliği olan festivalde yer alan Türkiye standı, bu yıl geçen yıllara oranla iki misli büyüklükte ve daha çok ziyaretçiye sahip.62. Cannes Film Festivali’nde bu yıl “Altın Palmiye” için yarışan Türk filmi bulunmamasına rağmen, dünya sinema pazarının bu en önemli etkinliği olan festivalde yabancı yapımcıların ve dağıtım şirketlerinin Türk sinemasına ilgisi dikkat çekiyor.

Festivalde bu yıl Türkiye’nin standının yer aldığı çadırın, daha önceki yıllara oranla iki misli büyüklükte ve yer olarak daha iyi bir konumda olduğu gözleniyor.

ABD’nin resmi standının hemen yanında ve festivalin sarayının tam karşısında bulunan Türk çadırını, daha önceki yıllara oranla daha çok ziyaretçi geziyor.

Türk standının sorumlusu Mine Vargı, yaptığı açıklamada, özellikle yabancı sinema yapımcıların, ortak projeler için, dağıtım şirketlerinin ise filmlerini pazarlamak için Türk çadırına yoğun ilgi gösterdiğini söyledi.

Kültür Bakanlığı ve Başbakanlık Tanıtma Fonu’nun desteğiyle açılan çadırda, Türk sinema meslek örgütleri temsilcileriyle uyumlu bir biçimde çalıştıklarını belirten Vargı, Türk sinemasına ilginin her geçen gün artmasının sevindirici olduğunu vurguladı.

Geçen yılki festivalde “en iyi yönetmen” ödülünü alan Nuri Bilge Ceylan’ın jüride bulunmasının büyük gurur kaynadığı olduğunu kaydeden Vargı, yine kısa metrajlı filmler bölümünde 13 genç Türk yönetmeninin filmleriyle katılmasını yine sevindirici olduğunu belirti.

Türkiye için diğer önemli bir gelişmenin ise Türk oyuncular Hatice Aslan, Saadet Işıl Atasoy ve Kerem Atabeyoğlu’nun, Bulgar yönetmen Kamen Kalev‘in çektiği ve festivalde yarışma dışı gösterilecek “Eastren Plays” isimli filminde yer alması olduğunu hatırlatan Vargı, bunun da Türk sineması için gurur verici olduğunu belirtti.

Vargı, bu yıl festival sırasında 18 Mayıs Pazartesi akşamı festivaldeki Türk çadırında yabancı konuklara bir davet verileceğini ve bu davette zengin Türk yemeklerinden örnekler sunulacağını sözlerine ekledi.

Ceylan, Türk pavyonunu ziyaret etti

62. Cannes Film Festivali’nde bu yıl jüri üyesi olarak görev yapan yönetmen Nuri Bilge Ceylan, festivalde kurulan Türk pavyonunu ziyaret etti.

Ceylan, ziyareti sırasında genç Türk yönetmen adaylarıyla bir süre sohbet etti ve genç sinemacıların sorularını yanıtladı.

Nuri Bilge Ceylan, yaptığı açıklamada, daha önce yönetmen olarak katıldığı festivalde bu yıl “Altın Palmiye” için yarışan filmleri değerlendiren jüride olmaktan memnuniyet duyduğunu söyledi.

Jüri üyeleri olarak yoğun bir tempoda çalıştıklarını belirten Ceylan, bir yönetmen olarak yarışmaya katılan filmleri seyretmekten keyif aldığını ifade etti.

Ceylan, geçen yıl festivalde “Üç Maymun” filmiyle en iyi yönetmen ödülünü kazanmıştı.
Festival, 24 Mayıs’ta, Jan Kouhehe’nin yine yarışma dışı gösterilecek “Coco Chanel et Igor Stravinsky” filmiyle sona erecek. Festivalde bu yıl 20 film “Altın Palmiye” için yarışacak.

Cannes Film Festivalinde “Altın Palmiye” ödülünü geçen yıl, Fransız Laurent Cantet’in yönetmenliğini yaptığı “Entre les murs” filmi kazanmıştı.

Dünya genelinde en önemli sağlık sorunları arasında yer alan ve hızla artış gösteren obezitenin en önemli nedeninin, sanılanın aksine hareketsizlik değil, gerektiğinden fazla tüketime yol açan büyük porsiyonlar olduğu belirtildi.

Dünya Sağlık Örgütü’nün obezitenin önlenmesi konusunda Avustralya’nın Deaken Üniversitesi ile açtığı Ortak Çalışma Merkezi’nde, Prof. Boyd Swinburn başkanlığındaki heyet tarafından yürütülen, sonuçları geçen hafta Hollanda’da yapılan Avrupa Obezite Kongresi’nde açıklanan ve internette yayınlanan araştırma, obezite sorununun başlamasında en öncelikli nedenin, kişinin vücudunun ihtiyacı olandan fazla kalori alması olduğunu gösteriyor.

Swinburn ve ekibi, bin 399 yetişkin ile 963 çocuk üzerinde sürdürdükleri araştırmada, kişilerin günlük kalori tüketimleriyle aldıkları kiloyu karşılaştırdıklarında, çocuklarda alınan kiloyla tüketilen gıdanın birebir örtüştüğünü, yetişkinlerde ise arada ufak bir fark olduğunu tespit etti.

Araştırmayı değerlendiren Prof. Swinburn, çocuklarda 1970’lerden bu yana artan obezitesinin birinci nedeninin gıda tüketimi olduğunu, artan fiziksel aktivitenin ise ancak obezitenin daha da endişe verici noktalara gelmesini bir ölçüde engelleyebildiğini kaydetti.

Prof Swinburn, obeziteyle mücadele konusunda gerek ulusal, gerekse uluslararası alanda yürütülmesi planlanan kampanyalarda, ağırlığın fiziksel aktivitenin artırılmasıyla birlikte, hatta fiziksel aktivitenin artırılmasından daha yoğun şekilde ”doğru porsiyonlarda ve içerikte” yiyecek tüketimine verilmesi gerektiğini belirtti.

Çocuk ve yetişkinlerdeki ortalama vücut ağırlığının 1970’lerin başındaki düzeye ulaşması için, çocukların günde 350 kalori (bir küçük porsiyon patates kızartması), yetişkinlerin 500 kalori (bir büyük boy hamburger) daha az tüketmeleri gerektiğine işaret eden Swinburn, aradaki farkı fiziksel aktiviteyle kapatabilmek için ise normal aktivitelere ek olarak çocukların günde 150, büyüklerin 110 dakika yürümeleri gerektiğini kaydetti. Prof. Swinburn, değerlendirmesinde, ”Elbette ideal olan gıdayı kısıp hareketi artırmak, ancak odak noktası her zaman kalori alımını kontrol olmalı” ifadelerine yer verdi.

Tencere yemeklerinden hazır gıdaya geçiş

Kilo kontrolü ve sağlıklı beslenme uzmanı Dr. Dilek Polat, söz konusu araştırmanın 1970’lerden bu yana değişen yeme alışkanlıklarının ”acı sonuçlarını” ortaya koyduğunu söyledi.

Dr. Polat, 1970’lerden 2000’li yıllara gelinirken, insanların da toplumsal yaşamdan bireysel yaşama geçtiklerini, bu değişimin en büyük etkisinin de yeme alışkanlıklarında görüldüğünü bildirdi.

”Tencere yemekleri giderek kayboluyor” diyen Polat, doymamış yağ oranı yüksek, yüksek karbonhidrat içeren ve yüksek kalorili hazır ya da kolay hazırlanan yemeklerin tercih edildiğini, bu yemeklere bir de yüksek kalori içeren gazlı içecekler eklenince, obezitenin kaçınılmaz olduğunu belirtti.

Fazla fiziksel aktivite gerektirmeyen bir işte çalışan yetişkin erkeğin günde 2 bin 500, kadının ise 2 bin kaloriyi aşmaması gerektiğine işaret eden Polat, çocuklarda giderek daha büyük tehlike haline gelen obezitenin önüne geçilebilmesi için anne babalara büyük görev düştüğünü söyledi.

Çocukların günde bir porsiyon ”kaçamak” hakkı bulunması gerektiğini ifade eden Polat, ”Çocuklara olabildiğince normal yemek yedirmek gerekiyor. Hazır yiyeceklerden uzak tutmaya çalışalım ve sağlıklarını korumak adına zaman zaman ‘hayır’ demeyi öğrenelim” dedi.

İlk insanın yeryüzünde görüldüğü zaman ortalama ömrü 18-20 yılken, özellikle çevresel faktörlerin etkisiyle bugün insanların 80’li yaşların üzerine çıktığı bildirildi.Cumhuriyet Üniversitesinde çok sayıda bilim adamının katılımıyla 7 Mayıs’ta düzenlenen ”5. Ulusal Yaşlılık Kongresi”ne katılan Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Antropoloji Bölümü Fizik Antropoloji Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Galip Akın, ilk insan yeryüzünde görüldüğünde ortalama ömrünün 18-20 yıl olduğunu söyledi.

Ancak, 18. yüzyılın sonunda başlayan sanayi devriminden sonra ve özellikle 1950’den itibaren dünyada ortalama ömrün hızla uzadığını ifade eden Prof. Dr. Akın, 2000’li yıllara gelindikçe ömür uzunluğunun giderek arttığını, örneğin Japonya’da ortalama ömrün 82-83 yıla ulaştığını bildirdi. Bunun nedeninin insanın genetik yapısının değişmesinden kaynaklanmadığını anlatan Prof. Dr. Akın, şöyle konuştu:

”İnsanın yeryüzünde görüldüğü andan günümüze kadarki süreçte, genetik yapısının büyük çapta değişmesini beklemek mümkün değildir. Küçük çapta değişmeler olabilir, ama ömür uzunluğunu etkileyecek bir değişme için çok uzun süre gereklidir. Burada en önemli faktör, çevre faktörüdür. Dolayısıyla çevresel koşullarda giderek iyileşme söz konusu olmuştur, onun için ömür uzunluğu artarak 80’li yaşların üzerine çıkabilmiştir. Beslenmeden tutun nefes aldığımız hava, yaşadığımız toprak, yaşanılan yerin jeolojik ve topografik yapısı, iklimi, insanın sosyoekonomik durumu, bilgi düzeyi gibi faktörlerin tamamı onun çevresini oluşturmaktadır.”

İnsanların özellikle 18. yüzyılın son çeyreğinde başlayan sanayi devrimi ile sahip olduğu teknolojik düzeyin hızla artmasına paralel olarak çevresindeki doğa koşullarından en iyi şekilde yararlanmaya başladığını anlatan Prof. Dr. Akın, ”İnsan çevresel koşulları kendi lehine çevirebildiği oranda yaşam standardı yükselmiştir. Böylece başlangıçta ortalama ömür uzunluğu 18-20 yılken, günümüzde 4 kattan fazla artarak 82-83 yıla kadar ulaşmıştır” dedi.

”İnsan 120 yıl yaşayabilme özelliğine sahiptir”

İnsanın genetik yapısı gereği 120 yıl yaşayabilme özelliğine sahip olduğunu bildiren Prof. Dr. Akın, şöyle devam etti:

”Bu çevresel koşulları biz ne kadar olumlu hale getirebilirsek, genetik yapısı gereği, yani maksimum ömür potansiyeli gereği her insan ortalama 120 yıl yaşayabilir. Onun için bu kadar bilgi, teknik ve teknolojik düzeyi yükselmiş insanın çevresini olumlu şekilde düzenlemeye çalışması gerekir. Bütün çaba, insanın sosyoekonomik düzeyini, yaşam koşullarını uygun hale getirmeye çalışmak olmalıdır.”

İnsan Genom Projesi

Genetik yapıyı kısa sürede değiştirmenin mümkün olmadığını belirten Prof. Dr. Akın, şunları kaydetti:

”Ancak bugünkü teknolojiyle insanın genetik yapısı değiştirilebilir. Çünkü 2003 mart ayı sonunda çözümlenen insan genom projesi gereği, insanda ne kadar gen var, her genin kromozom üzerindeki yeri, dolayısıyla her birinin görevi, birbirlerine göre oransal uzaklıkları tespit edilebilmiştir.”

ABD başta olmak üzere 17 ülkenin yaptığı bu projenin bittiği gün, 350 kalıtsal hastalığın ya tedavisi ya aşısı ya da teşhis yönteminin belirlenebileceğini ifade eden Prof. Dr. Akın, şöyle konuştu:

”Bundan sonra insanın genetik yapısını bile değiştirebilmek mümkün hale gelecektir. Ama önemli olan insanın olumlu yönde genetik yapısını değiştirilebilmesidir. Aksi yönde, yani nükleer enerjiyle temasta olması, aşırı sıcak ve aşırı zor iklim koşulları devreye girerse olumlu yönde değişmesini beklemek mümkün değildir. Hele hele çevre kirlenmesi dediğimiz su, toprak, hava kirlenirse bu 80-82 olan ortalama ömre gelecekte ulaşmak bile mümkün olmayacaktır.”

Bugün yapılan araştırmalara göre, mevcut içilebilir temiz suların üçte ikisinin kirlenmiş olduğunu bildiren Prof. Dr. Galip Akın, ”Her gün bu kirlenmiş suyu içen insanın sağlıklı kalmasını beklemek bir hayal olur. Bu nedenle önce çevrenin temiz tutulması ve doğanın korunması gereklidir” dedi.

Sağlıklı ve dinç kalmak için öneriler

Sağlıklı ve dinç kalmak için önerilerde bulunan Prof. Dr. Akın, uygun çevre koşullarının yanı sıra yeterli ve dengeli beslenilmesi gerektiğini ifade etti.

Prof. Dr. Akın, ”Yeterli ve dengeli beslenmenin ilk koşulu kesinlikle hijyen ve besinlerin taze olmasıdır. Çalışma şeklimize, yaşımıza ve aktivite düzeyine bağlı olarak diyet uygulanması şarttır” diye konuştu.

Ruhsal yapının da korunması gerektiğini vurgulayan Prof. Dr. Akın, insanoğlunun diğer canlılardan önemli farklılıklarından birinin onun kendine özgü ruhsal yapısının bulunması olduğunu belirtti.

Ruhsal yapısı sağlıklı değilse o insandan bazı iyi davranışları beklemenin mümkün olmadığına dikkati çeken Prof. Dr. Akın, sağlığın korunmasında ruhsal sağlığın son derece önemli olduğunu bildirdi.

”Nefes alıp vermek yaşamak değildir”

İnsanı insan yapan niteliklerden birinin sosyallik olduğunu vurgulayan Prof. Dr. Akın, ”Çevresi ve çevresindekilerle ilişki kuramayan insan yalnızdır. İnsana yalnızlık kadar zarar verebilen başka bir durum yoktur diyebiliriz. Kendisiyle, çevresiyle barışık ve ilişki kurabilen insan sağlıklıdır ve sağlıklı kalır” dedi.

Sağlıklı ve dinç kalmak için zihinsel aktivite yapılması, düzenli egzersiz yapmak ve bağışıklık sistemini güçlü tutmanın da büyük önem taşıdığını bildiren Prof. Dr. Akın, şunları kaydetti:

”Sağlıklı ve dinç kalarak uzun bir ömür sürebilmek insanın yapacağı çabalara bağlıdır. Sadece nefes alıp vermek yaşamak değildir. Aldığımız her nefesin anlamını, değerini ve önemini bilerek ona göre hareket etmeliyiz.”

İstanbul – Tiyatrocular ”Türkiye’de yargının siyasallaşması, bilimin ışığının karartılması, aydın onurunun çiğnenmesi, laik Cumhuriyetin tehlikeye girmesi, çağdaş eğitimin darbe yemesi” gerekçeleriyle ve ”yaşanan son gelişmelere duyarsız kalınmadığını göstermek” amacıyla Galatasaray Lisesi önünde buluşarak Taksim’e yürüyecek.

Özel tiyatro sahipleri, eleştirmenler, tiyatro yazarları, yönetmenler, sahne tasarımcıları, dramaturglar ve sahne emekçilerinin de aralarında bulunduğu tiyatrocular, Taksim Cumhuriyet Anıtı’na çelenk bırakarak, Ulu Önder Atatürk’e saygı duruşunda bulunacaklar.
Yürüyüşe katılacağı bildirilen şanatçılar şunlar:

”Haldun Dormen, Yıldız Kenter, Gülriz Sururi, Genco Erkal, Ferhan Şensoy, Engin Cezzar, Müjdat Gezen, Tilbe Saran, Zuhal Olcay, Füsun Akatlı, Zeliha Berksoy, Macide Tanır, Rutkay Aziz, Erol Günaydın, Hakan Altıner, Üstün Akmen, Tamer Levent, Emre Kınay, Dolunay Soysert, Sinan Tuzcuoğlu, Bennu Yıldırımlar, Işık Yenersu, Ali Poyrazoğlu, Demet Evgar, Tuncer Cücenoğlu, Osman Şengezer, Hülya Karakaş, Barış Dinçel, Hüseyin Köroğlu, Asuman Dabak, Eftal Gülbudak, Metin Serezli, Oya İnci, Suna Keskin, Seçkin Selvi, Metin Boran, Arif Akkaya, Orhan Kurtuldu, Üstün Akmen, Yılmaz Onay, Özen Yula, Ahmet Leventoğlu, Tuncay Özinel, Levent Üzümcü, Bülent Emin Yarar, Metin Belgin, Murat Karasu, Erol Keskin, Naşit Özcan, Nedret Güvenç, Hakan Gerçek, Hale Akınlı, Günay Karacaoğlu, Çolpan İlhan, Defne Halman, Dikmen Gürün, Nedim Saban ve Doğa Rutkay.”

Destek veren tiyatrolar ise şöyle:

”Ali Poyrazoğlu Tiyatrosu, Altıdan Sonra Tiyatro, Anatole Sokak Oyuncuları22, Antalya Akdeniz Sanat Merkezi, Arama Tiyatrosu, Asuman Dabak Tiyatrosu, Aysa Prodüksiyon Tiyatrosu, Bahariye Sanat Merkezi, Bartın Bölge Tiyatrosu, Bartın Sanat Tiyatrosu, Bizim Tiyatro, Dostlar Tiyatro, Duru Tiyatro, ESEK, Hayalbaz Oyun Atölyesi, Herkese Tiyatro, İstanbul Halk Tiyatrosu, Kartal İstanbul Tiyatra Kumpanyası, Levent Kırca Tiyatrosu, Moda Sanat Tiyatrosu, Müjdat Gezen Tiyatrosu, Nazım Hikmet Kültür Merkezi, Oda Tiyatrosu, Ortaoyuncuları Tiyatrosu, Sadri Alışık Tiyatrosu, Semaver Kumpanya, Su Gösteri Sanatları Merkezi, Tiyatro Açıkça, Tiyatro Adam, Tiyatro Gerçek, Tiyatro İstanbul, Tiyatrokare, Tiyatrokedi, Tiyatro Liman, Tiyatro Mahsülleri Ofisi, Tiyatro Pera, Tiyatro Z, Tuncay Özinel Tiyatrosu, Vizyon Sanat Kolektif.”

Yürüyüşe ayrıca, Eleştirmenler Birliği, Devlet Tiyatrosu Opera ve Balesi Çalışanları Derneği, Kültür Sanat Sendikası, Tiyatro Yapımcıları Derneği, Sapanca Kültür ve Tiyatro Topluluğu, Sinema Emekçileri Sendikası, Çağdaş Drama Derneği, Türkiye PEN Yazarlar Birliği gibi sivil toplum örgütlerinin de destek verdiği bildirildi.

Eurovision’da iki kez sonuncu olan Türkiye, dört kez de yarışmaya katılmadı. Yarışmayı uzun yıllar çift rakamlı sıralarda tamamlayan Türkiye, ilk defa 1986 yılında tek haneli sonuca ulaştı ve nihayet 2003’te Sertab Erener’in ”Every Way That I Can” parçasıyla birinciliği aldı.

Türkiye, Avrupa ülkeleri arasında düzenlenen dünyanın en ünlü ve uzun soluklu şarkı yarışmasında 1975 yılından bu yana ter döküyor. Kimi zaman siyasi yaklaşımların etkili olduğu düşünülerek önemini yitiren, kimi zaman da alınan başarılar nedeniyle merakla beklenen Eurovision, 34 yıldır her Mayıs ayı yaklaştığında Türkiye’nin gündemine girmeyi başarıyor.

İlk olarak 1997’de Şebnem Paker&Grup Etnik’in ”Dinle” parçasının üçüncü, ardından 2003’te Sertab Erener’in ”Every Way That I Can” şarkısının birinci olmasının ardından Türkiye, artık her yıl zirveye oynamaya çalışıyor.

Erener’den, sonra Kenan Doğulu ile Athena’nın dördüncülüğü dışında henüz bu umut gerçekleşmezken, şimdi de gözler bu yıl ”Düm Tek Tek” şarkısıyla Hadise’ye çevrilmiş durumda…

Türkiye, kıyafeti, dansı ve şarkı kliplerini tartıştığı Hadise’den yeni bir birincilik duygusu yaşatmasını bekliyor.

İKİ KEZ SONUNCULUK

Eurovision’la ”yatıp kalkmaya” başlayan Türkiye’nin 34 yıllık başarı ve hüzün hikayesi ise şöyle.

Türkiye, Eurovision’da iki kez sonuncu oldu. Bunlardan biri ilk katıldığı 1975 yılında gerçekleşti. Semiha Yankı’nın ”Seninle Bir Dakika” parçası, 19 şarkı arasında sonuncu olarak büyük hüsran yarattı. Ardından, sonraki yıllardaki sanatçıların da yaşadığı gibi şarkıcının saç modelinden elbisesine, politik nedenlerden şarkının seçimine, birçok tartışma yapıldı. Tüm bunlara rağmen, yıllarca dilden düşmeyen şarkı, 2003 yılında Eurovision Komitesince yapılan bir değerlendirmede ”Eurovision’un gelmiş geçmiş en iyi 20 parçası” arasında yer aldı.

Türkiye, ikinci olarak 1987’de Seyyal Taner ve Grup Lokomotif’in ”Şarkım Sevgi Üstüne” parçasıyla, 22 ülke arasında sonuncu oldu. O yıl da alınan sonuç nedeniyle büyük üzüntü yaşandı.

Bunun yanında, Türkiye, iki defa da sondan bir önceki ülke olarak yarışmadan döndü. 1983’te Çetin Alp ve The Short Waves’ın ”Opera” şarkısı, 20 parça arasından 19’uncu, 1989’da Pan’ın ”Bana Bana” şarkısı, 22 ülkenin parçaları arasında 21’inci sırada kaldı.

4 KEZ YARIŞMAYA KATILINMADI

Türkiye, 4 kez de yarışmaya katılmadı. Bu durum ilk olarak, 1975’te alınan üzücü sonucun hemen arkasındaki yıllarda, 1976 ve 1977’de gerçekleşti.

Türkiye’nin 1979’daki parçası ”Seviyorum” da yarışmaya katılmazken, 1994 yılında Eurovision’a girilmedi.

Bunun yanında Türkiye, yarışmayı uzun yıllar, çift rakamlı sıralarda tamamlandı. Örneğin, 1978 yılındaki yarışmaya Türkiye’nin önemli seslerinden Nilüfer ve Grup Nazar ”Sevince” parçasıyla katıldı. Ancak, şarkı, 20 parçanın arasından 18. olabildi. 1980’de pop star Ajda Pekkan ”Pet’r oil” parçasıyla 19 şarkı arasından 15., 1981’de Modern Folk Üçlüsü ve Ayşegül Aldinç ”Dönme Dolap” şarkısıyla 20 parça arasında 18., 1982’de Neco ”Hani” şarkısıyla 19 parça arasında 15. oldu. Şarkılar, Eurovision’dan eli boş dönse de halkın sevdiği ve yıllarca dinlediği parçalar arasında yerini aldı.

Eurovision’da 1984 yılından itibaren Türkiye’nin sıralamadaki yeri değişmeye başladı. O yıl, Beş Yıl Önce, On Yıl Sonra ”Halay” parçasıyla 12., 1985’te MFÖ ”Didai Didai Dai” ile 14. oldu.

Türkiye ilk defa 1986 yılında yarışmadan tek haneli bir sonuçla geri döndü. Klips ve Onlar’ın ”Halley” adlı parçası 20 şarkı arasından 9. oldu.

Ancak sonraki yıllar tekrar iki haneli rakamlara dönüldü. 1988’de MFÖ bu kez ”Sufi” parçasıyla 15., 1990’da Kayahan ”Gözlerinin Hapsindeyim” ile 17., 1991’de İzel, Reyhan Karaca ve Can Uğurluer üçlüsü ”İki Dakika” ile 12., 1992’de Aylin Vatankoş ”Yaz Bitti” ile 19., 1993’te Burak Aydos ”Esmer Yarim” ile 21. oldu. Bunun yanında, 1995’te Arzu Ece ”Sev” parçasıyla 16., 1996’de Şebnem Paker ”Beşinci Mevsim” ile 12. sırada yer aldı.

Türkiye, ilk kez zirveye 1997’de yaklaştı. O yıl Şebnem Paker ve Grup Etnik, yerel ezgilerin de kullanıldığı ”Dinle” parçasıyla 25 şarkı arasından 3.lüğe yükselebildi. Ancak 2003’e kadar yarışmada yine beklenen sonuçlara ulaşılamadı. Buna göre, 1998’de Tüzmen ”Unutamazsın” ile 14., 1999’da Tuba Önal ve Grup Mistik ”Dön Artık” ile 16., 2000’de Pınar Ayhan ve The SOS ”Yorgunum Anla” ile 10., 2001’de Sedat Yüce ”Sevgiliye Son” ile 11., 2002’de Buket Bengisu ve Grup Safir ”Leylaklar Soldu Kalbinde” ile 16. sırada kaldı.

EUROVISION’DA HADİSE UMUDU…

Türkiye ilk kez, 2003’te Sertab Erener’in ”Every Way That I Can” parçasıyla zirveye ulaştı. O yıl TRT, radikal bir kararla herhangi bir eleme yapmadan, Sertab Erener’i yarışmaya gönderdi. Sertab Erener de Demir Demirkan’ın sözlerini yazıp bestelediği bu İngilizce parçayı, muhteşem sesi ve sahne şovuyla tamamladı. Bu ödül, Avrupa Birliği için müzakerelerin başlaması yönünde girişimlerde bulunun Türkiye için bir moral kaynağı da oldu.

Sertab Erener’den sonra her yıl birincilik için yarışan Türkiye, ünlü sanatçılarla sahne alma yoluna gitti. Bir yıl sonra, 2004’te Athena grubu ”For Real” parçasıyla 24 parça arasından 4. oldu. Ancak, 2005’te Gülseren&Grup Shaman, çok tartışılan şarkıları ”Rimi Rimi Ley” ile 13. sırada, 2006’da Sibel Tüzün ”Super Star” ile 11. sırada yer alabildi.

Türkiye, 2007 yılında tekrar ilk 5’in arasına girdi. Kenan Doğulu İngilizce hazırladığı ritmik parçası ”Shake It Up Şekerim” ile 4. sıraya yükseldi. Geçen yıl ise Mor ve Ötesi grubu, şarkıları ”Deli” ile Türkiye’ye 7.’lik getirdi.

Bu yıl da gözler ”Düm Tek Tek” parçası ile Hadise’ye çevrildi. Belçika’da düzenlenen ”Pop Idol” yarışmasındaki performansıyla tanınmaya başlayan ve yaptığı albümleriyle dikkatleri üzerine çeken Hadise, daha yarışma yapılmadan gazetelerde çeşitli vesilelerle yer almaya, kıyafeti, dansları ve şarkı klipleriyle şimdiden tartışma konusu olmaya başladı. Bu yıl zorlu rakiplerle de karşılaşacak Hadise, 12 Mayıs’taki 1. yarı finalde 9. olarak sahneye çıkacak. Yarı final 12 Mayıs’ta.

KİMLER KATILDI?

  • 1975 – Semiha Yankı – ‘Seninle Bir Dakika’
  • 1978 – Nilüfer ve Grup Nazar – ‘Sevince’
  • 1980 – Ajda Pekkan – ‘Petrol’
  • 1981 – Modern Folk Üçlüsü ve Ayşegül Aldinç – ‘Dönme Dolap’
  • 1982 – Neco – ‘Hani’
  • 1983 – Çetin Alp – ‘Opera’
  • 1984 – Beş Yıl Önce On Yıl Sonra – ‘Halay’
  • 1985 – MFÖ – ‘Aşık Oldum’
  • 1986 – Klips ve Onlar – ‘Halley’
  • 1987 – Seyyal Taner ve Lokomotif – ‘Şarkım Sevgi Üstüne’
  • 1988 – MFÖ – ‘Sufi’
  • 1989 – Grup Pan – ‘Bana Bana’
  • 1990 – Kayahan – ‘Gözlerinin Hapsindeyim’
  • 1991 – İzel Çeliköz, Reyhan Soykarcı, Can Uğurluer – ‘İki Dakika’
  • 1992 – Aylin Vatankoş – ‘Yaz Bitti’
  • 1993 – Burak Aydos ‘Esmer Yarim’
  • 1995 – Arzu Ece – ‘Sev’
  • 1996 – Şebnem Paker – ‘Beşinci Mevsim’
  • 1997 – Şebnem Paker – ‘Dinle’
  • 1998 – Tüzmen – ‘Unutamazsın’
  • 1999 – Tuğba Önal ve Grup Mistik – ‘Dön Artık’
  • 2000 – Pınar Ayhan ve Grup SOS – ‘Yorgunum Anla’
  • 2001 – Sedat Yüce – ‘Sevgiliye Son’
  • 2002 – Grup Safir ve Buket Bengisu – ‘Leylaklar Soldu Kalbimde’
  • 2003 – Sertab Erener – ‘Everyway That I Can’
  • 2004 – Athena – ”For Real”
  • 2005 – Gülseren&Grup Shaman – ”Rimi Rimi Ley”
  • 2006 – Sibel Tüzün – ”Super Star”
  • 2007 – Kenan Doğulu – ”Shake It Up Şekerim”
  • 2008 – Mor ve Ötesi – ”Deli”
  • 2009 – Hadise – ”Düm Tek Tek”

Sağlık yönünden birçok faydası bulunduğu belirtilen ve ”gelecek yüzyılın meyvesi” olarak nitelendirilen cevizin özellikle çocuk beslenmesinde zeka gelişimi için aranan bir ürün olduğu bildirildi.

Cevizle ilgili çok sayıda araştırması ve ceviz yetiştiriciliğiyle ilgili kitabı bulunan Gaziosmanpaşa Üniversitesi (GOPÜ) Ziraat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Yaşar Akça, cevizin kanın pıhtılaşmasını önlediğini, koroner kalp hastalık riskini azalttığını, trigliserid ve kolesterol düzeyini düşürdüğünü söyledi.

Cevizin sinir iletimini sağladığını, yüksek enerji verdiğini, iyi bir protein kaynağı olduğunu belirten Prof. Dr. Akça, ”Ceviz içerdiği vitaminler, mineraller ve eser elementler nedeniyle metabolizmada önemli görevler üstlenir” dedi.

İnsan beslenmesinde önemli yeri olan ve eksikliğinde ciddi fizyolojik hastalıklara yol açan kalsiyum, demir, magnezyum, fosfor, bakır, mangan, selenyum ve özellikle de çinko minerallerinin cevizde domates ve elmaya göre daha fazla bulunduğunu bildiren Akça, günde 50 gram iç ceviz tüketiminin sağlıklı yaşam için önemli etkileri olduğunun artık herkes tarafından kabul edildiğini kaydetti.

Cevizin, içerdiği gümüş ve selenyum ile özellikle çocukların zeka gelişimlerine fevkalade olumlu etkide bulunduğunu, ”gelecek yüzyılın meyvesi” olduğunu belirten Prof. Dr. Akça, ”Protein yağ içeriği çok yüksek. Özellikle selenyum ve gümüş içermesi ile çocuk beslenmesinde zeka gelişimi için aranan kritik bir ürün. Kan biyokimyamızda kolesterol ve trigliserid düşüren enerji kaynağı bir ürün. Gelişmiş ülkelerde ceviz tüketimi çok yüksek” dedi.

Destek bekledikleri önemli bir konunun ülkede cevizin tüketim miktarını artırmanın yollarını bulmak olduğunu ifade eden Akça, özellikle beslenme sorunu yaşanan bölgelerde ilköğretim çağındaki çocuklara her gün 5 ceviz yedirmeyi hedeflediklerini söyledi.

Türkiye’nin 10 farklı bölgesinde kırsaldan seçilen yörelerde toplam bin çocuğa 12 ay süreyle düzenli olarak günde 25 gram ceviz yedirip çocukların zeka başta olmak üzere sağlık değişimlerini takip etmek istediklerini ifade eden Akça, ”Ayrıca kalp hastası, kolesterol ve trigliserid oranı yüksek yaşlı nüfus için de benzer bir projemiz var. Ancak bu projelerin yürümesi için maddi kaynak sorunu yaşıyoruz. Bu bağlamda sponsorlar arıyoruz” diye konuştu.