Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

Pink Martini dördüncü albümü ‘Splendor in the Grass’ ile yine çokdilli, yine hayatın içinden ve yine çok iyi… Albümün sürprizlerinden biri de Frida Kahlo’ya olan aşkıyla tanınan Chavela Vargas.

Dünyanın en çok sevdiği ‘küçük orkestra’lardan Pink Martini’nin dördüncü albümü ‘Splendor in the Grass’ dokuz yeni parça ve unutulmaz dört cover’la geliyor.

Daha önceki albümler gibi bu albüm de çokdilli bir özellik gösteriyor ve İtalyan pop’undan, bir Meksika ranchera’sına, eski bir Amerikan klasiğinden, bir Napoliten’e kadar farklı kültürleri ve tarzları temsil eden parçaları bir araya getiriyor.

Gündelik hayatın izlerini taşıyan temalar içeren ‘Splendor in the Grass’ın en özel şarkılardan biri, Meksika’nın efsane isimlerinden Frida Kahlo’ya olan aşkıyla tanınan Chavela Vargas ile kaydedilmiş. Topluluk bugün 90 yaşında olan Vargas ile Agustin Lara’nın eski bir şarkısı olan ‘Piensa En Mi’yi coverlamış.

Grubun muhteşem sesli solisti China Forbes ise bu albümde, Joe Raposo’nun ünlü parçası ‘Sing’i farklı dillerde seslendirerek albüme kendine has rengini katmış.

Ayrıca Peter Sellers’in unutulmaz filmi ‘The Party’de bizzat seslendirdiği, orijinali ünlü şov yıldızı Rafaella Cara’ya ait ‘Tuca Tuca’ albümün diğer sürprizlerinden biri.

70’lerin rock kültürüne en çok sahip çıkan gruplardan biri olan Dandy Warhols gitaristi Courtney Taylor da ‘Splendor in the Grass’de dinleyenlerin karşısına çıkıyor.

Sınırlı sayıda üretilen CD+DVD olarak yayınlanan ‘Limited Edition’, yeni albümle birlikte grubun Oregon konserini  de içeriyor.

Roland Emmerich’in yönetiği, ‘2012’, Türkiye’de tüm zamanlar en iyi yabancı film açılış hafta sonu hasılatını elde etti.

Warner Bros Türkiye’den yapılan yazılı açıklamaya göre, 13 Kasım Cuma günü vizyona giren film ilk 3 günde 3 milyon 507 bin 405 TL hasılata ulaştı.

Bu rakam ile tüm zamanlar en iyi yabancı film hafta sonu hasılatını elde eden film, ABD’de de yine gösterime girdiği ilk 3 günde yaklaşık 65 milyon dolar hasılat ile hafta sonu en çok izlenen film unvanını kazandı.

Film tüm dünyada, ilk 3 günde yaklaşık 225 milyon dolar hasılata ulaştı.

‘Independence Day’ ve ‘The Day After Tomorrow’ gibi filmleriyle tanınan yönetmen Roland Emmerich’in hem yönettiği hem de senaryosuna katkıda bulunduğu ”2012”de, asırlar önce yaşayan Maya uygarlığının takvimi doğrultusunda 2012 yılında yaşanması beklenen kıyamet konu ediliyor.

Görsel efektleriyle dikkat çeken filmin başrollerinde John Cusack, Chiwetel Ejiofor, Amanda Peet, Oliver Platt, Thandie Newton, Danny Glover ve Woody Harrelson yer alıyor.

Yazar Ayşe Kulin, Bodrum’daki imza gününde okuyucuları korsan kitap almamaları konusunda uyardı.

Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Bodrum Şubesi ve Bab-ı Ali Kitapevi tarafından, yazar Ayşe Kulin’in ”Türkan” kitabı için imza günü düzenlendi.

Kulin, Bodrum Bab-ı Ali Kitabevi’nde düzenlenen imza gününde okurlarıyla bir araya geldi. Her yaştan sevenlerinin katıldığı imza gününde Kulin, okurlarıyla sohbet ederek kitaplarını imzaladı.

Gazetecilerin sorularını da yanıtlayan Kulin, ”Türkan” adlı eserinin çok ilgi gördüğünü, belirterek, şöyle dedi:

”Kitapta tamamen Türkan Hoca’nın iç sesiyle konuştum. Bana Türkan Hoca’nın çok yakın bir arkadaşından gençliğinde yazışmış olduğu mektuplar geldi. Buradan esinlenerek Türkan Hoca’nın bilinmeyen yönlerini anlatarak hayatın içinden bazı resimleri aldım. Gösterilen ilgiden de çok memnunum. Bodrumlular Türkan hocalarını bugün de yalnız bırakmadılar.”

Kulin, ”korsan kitap” konusunda okuyuculardan duyarlı olmalarını istediğini belirterek, şunları söyledi:

”Korsan kitapların türemesi biraz da halka bağlı. Çünkü talep olmazsa arz da olmaz. Korsan kitap sadece yazara değil bir kitabın üstünde çalışan 20 kişiye zarar veriyor. Türkiye süratle bir ahlak erozyonuna uğramakta. Korsan kitap konusuna devletin mutlaka ciddi şekilde el atması lazım. Korsan kitabı aldığınız zaman karanlık bir güce katkı yapıyorsunuz. Korsan kitaplar konusunda halkın duyarlı olmasını bekliyorum.”

Bu hafta ikisi yerli 3 yeni film gösterime girdi. Yılmaz Erdoğan’ın merakla beklenen filmi ‘Neşeli Hayat’ ve Murat Aslan’ın yönettiği ‘Türkler Çıldırmış Olmalı’ haftanın yerli filmleri.

NEŞELİ HAYAT

Noel Baba olarak çalışan Rıza”nın ve çevresinin başından geçen komik ve hüzünlü öyküsünü beyazperdeye taşıyor.

Filmde Yılmaz Erdoğan, Büşra Pekin ve Ersin Korkut rol alıyor. Geri kalan rollerin büyük bölümünü yine BKM Mutfak Oyuncuları oluşturdu. Mutfağın yirmi beş kişilik kadrosu rolleri çeşitli ağırlıklarla paylaşıyorlar. Onlara Sinan Bengier, Rıza Akın, Erdal Tosun, Cezmi Baskın, Caner Alkaya, Ayberk Atilla, Celal Tak, Fatma Murat eşlik ediyor.

Rıza Şenyurt, Noel Babanın tam olarak ne olduğunu bilmemektedir!!! Sırtında dünyanın yükünü taşıyan Noel Baba işi sonunda öğrenir: Hayat dediğimiz şey, çocukların inandığı yalanlardan daha gerçek değildir!

TÜRKLER ÇILDIRMIŞ OLMALI
Murat Aslan’ın yönettiği ve Peker Açıkalın, Önder Açıkbaş, Durul Bazan ile Erdal Tosun’un oynadığı ”Türkler Çıldırmış Olmalı”, teknesiyle dünya turuna çıkan Türkiye’nin en zengin ve ünlü iş adamını kaçıran Somalili korsanlara karşı Türkiye’den gönderilen özel ekibin maceralarını anlatıyor.

Çekim mekanları Türkiye, Los Angeles ve Güney Afrika olan filmin konusu özetle şöyle: ”Film, Türkiye’nin en zengin iş adamının ailesi ile dünya turuna çıkması ve Güney Afrika kıyılarında Somalili korsanlar tarafından kaçırılması ile başlıyor. Korsanlar iş adamı için Türkiye’den yüklü miktarda fidye istiyorlar.

Türk Hükümeti de iş adamının kurtarılması için askeri bir tim gönderilmesine karar veriyor. Ancak bir diplomatın önerisi dikkate alınarak, uluslararası ilişkilerin hassas dengesi sebebiyle bu iş için resmi bir tim değil de, ‘Her Türk asker doğar’ sözünden yola çıkarak illegal bir tim oluşturuluyor. Hükümlülerden oluşan ve şartlı tahliye anlaşması yapılan bu timde hanutçuluk yapan dolandırıcı Kuru Kadir, elektronik mühendisi, ancak korsan CD basmaktan sabıkalı Korsan Ercüment, sokaklarda büyümüş, tek derdi ünlü bir şarkıcı olmak isteyen, düğün şarkıcısı Kirli Şahin, korkak kumarcı Kadırgalı Sarı Recep, kuru sıkı tabancaların namlularını delerek, gerçek tabancaya çevirip satmaktan hüküm giyen Laz Mahmut, birçok üst düzey bürokratı dolandıran Mahsun Güler ve uluslararası birçok terör operasyonunu başarı ile yönetmiş, ancak bir sebeple hapishaneye düşmüş Albay Mehmet Kara vardır.”

GİZEMLİ YOLCULUK
Bu bir “yeniden yapılanma” hikâyesidir. Başından trajik olduğu kadar suç da barındıran bir olayın yeniden yapılanması. Ve aynı zamanda iki farklı hayatın yeniden yapılanması. Bu yapılanmanın iki kahramanı, Leo ve kırılgan kız kardeşi Ale.

Ale’nin ansızın evleneceğini duyurması, iki kardeş arasında parçalanmaya sebep olur. İkisinin arasında her zaman oldukça hararetli bir bağ olmuştur, birer yetişkin olduktan sonra bile, tamamen onlara özgü ve mahrem bir bağ. Beklenmedik bir olasılıkla, gerçekte zihinleri daha önce hiç kesişmemişti.

Gizemli bir şekilde, kaderin inanılmaz, hatta zalim bir oyunu sonucunda, Leo, Ale’nin Sırp ressam nişanlısının (Emir Kusturica), Sicilya’da kızkardeşine bir ev almayı plânladığını öğrenir. Ancak bu evin kızkardeşinin bilmediği bir sırrı vardır; iki kardeş henüz çocukken daha sonra hiç konuşulmayan bir aile trajedisi sonucunda bu evden kaçmaya mecbur kalmışlardır.

Leo, böylece Sicilya’ya, köklerine doğru gizemli bir yolculuk yapmak zorunda kalır.

Çankırı’da askerlik görevini yapan 70 yaşındaki Ahmet Vatansever, tezkeresine 3 ay kala hayatını kaybetti.

Adrese dayalı nüfus kayıt sistemine geçildiği zaman askerlik yapmadığı ortaya çıkan, daha önce de çeşitli hastalıklar nedeniyle askere alınmayan 70 yaşındaki jandarma Er Ahmet Vatansever, 12 ay önce başladığı askerlik görevini tamamlayamadı.

Çankırı Hizmet ve Muhafız Bölük Komutanlığında jandarma er olarak askerlik görevini yerine getiren Vatansever, tezkeresine 3 ay kala, solunum yolu rahatsızlığından dolayı yaşamını yitirdi.

Vatansever’in cenazesi, yaşadığı Yalova‘da Merkez Camisi’nde kılınan namazın ardından şehir mezarlığına defnedildi.

Ahmet Vatansever’in kızı Hülya Coşgün, babasının 88/4 tertip olarak vatani görevini yaptığını belirterek, şöyle dedi:

”Yıllarca askere gitmek istemişti. Fakat bazı evrakının eksikliğinden dolayı bu arzusu 70 yaşında gerçekleşti. Yaş haddini geçtiği için isterse askerlik yapmayabilirdi, fakat o bunu çok istedi. Tezkeresine 3 ay kala solunum yetmezliği sonucu yaşamını yitirdi.” ÖDÜL ALMIŞTI Babasıyla askerdeyken sık sık görüştüğünü ifade eden Coşgün, ”O askerliği severek yapıyordu. Defalarca söylemimize rağmen gelmek istememişti. Çok mutlu olduğunu söylüyordu. Askerdeyken ‘en yaşlı asker’ olduğu için ödül almıştı” dedi.

2 çocuğu ve 4 torunu olan Ahmet Vatansever’in torunlarından Sevda Coşgün ise dedesinin askerlik yaptığı yerde çok sevildiğini ifade ederek, ”70 yaşında büyük bir hevesle askerlik yapıyordu. Tezkeresine 3 ay kala kendisini kaybettik” diye konuştu.

Yeşilin sarıya dönüştüğü, doğanın içine kapandığı, kuru yaprakların ”biten bir ömrü” simgelercesine dalından koptuğu sonbahar mevsimi, şu günlerde görsel bir şölen sunuyor.

”Ömrümüzün son demi, sonbaharıdır artık” dizeleriyle başlayan ve yıllarca dillerden düşmeyen hüzünlü şarkıda olduğu gibi, güftelerin ilham kaynağı olan sonbahar, yerini çetin kış koşullarına bırakmaya başlarken, herkesi farklı duygulara sürüklüyor.

Doğanın suskunlaştığı, rüzgarın sesinin ıslık gibi duyulduğu, kuruyan yaprakların etrafa savrulduğu sonbaharda, dalından düşen her yaprak kimine göre bir ”son” olarak görülüp acı verirken, kimine göre, düşen her yaprağın yerine yenisi yeşereceğinden ”sonun başlangıcı” olarak değerlendiriliyor.

Şarkılarda, türkülerde, ‘‘hüzün, ayrılık ve yaşamın son döneminin’‘ vurgusu olan sonbahar için psikologlar da ”hüzün tetikleyicisi” değerlendirmesi yapıyor, ancak ‘‘sonbaharın güzelliklerine haksızlık olur” diyerek, bu mevsimin, bir son değil, güzel bir başlangıç olarak görülmesini öneriyor.

Psikolog gözüyle sonbahar

Psikolog Göksu Göktaş Telmaç, sonbahar aylarında renklerin pastelleşmesi, havanın erken kararmaya başlaması ve güneşli günlerin yok olmasının birçok insanı strese sürükleyebildiğini söyledi.

Telmaç, ”Yağmurlar ve sabah kalktığımızda havanın yaz aylarındaki gibi pırıl pırıl değil, grimsi olmasının ruh sağlığımız üzerinde önemli etkisi var. Ancak, farklı yapılar gereği, kimi birey bu ayları çok sever, kimisi ise hüzünlü ve iç karartıcı bulur, bunalıma girebilir” dedi.

”Ben yaz insanıyım” diyenlerin, sonbahar ve kışı sıkıcı nitelendirdiklerini anlatan Telmaç, şunları söyledi:
”Her zaman şunu düşünmek gerekir, dışarıdaki insanların, iş yaşamımızın getirdiği stresleri, beraberinde getirdiği depresif durumu üzerimizde taşımaya ne kadar istekliyiz? aynı şeyi şunun içinde sorabiliriz: Hava biraz soğuk, renkler gri, hüzünlü olabilir ama hayatta yakalanacak mutluluklar da mı tamamen kayboldu?”

Telmaç, romantik, duygusal ve mutlu olmasını bilmeyenlere, mevsimlerin stres için bahane olduğunu belirterek, şöyle devam etti:
”Bir birey spor yapıp, sevdiği dostlarını arayıp onlarla görüşüyorsa, yalnızlık anlarının tadını çıkarıyorsa, insanları değiştirmekten vazgeçip, kendi farkındalığıyla yaşıyorsa, akşam yatağına yattığında ne düşünür? Elbette şunu der: Mutluyum, bugün güzel bir gündü.

Unutmayınız ki doğa, mutsuz olmamız için hiç bir handikap yaratmamıştır. Tüm engeller, ön yargılar bizim içimizdedir.”


“Fotoğrafçıların atölyesi gibi”

Bu arada, sonbahar, kişilerde yaratabileceği ruhsal değişimin yanı sıra Türkiye’nin ”cennete” benzetilen birçok yöresinde şu günlerde görsel şölen sunuyor. Bunlardan birisi de Bolu’ya yaklaşık 42 kilometre mesafedeki Yedigöller.

Sonbaharın tüm güzelliklerini görmenin mümkün olduğu Yedigöller, Türkiye’nin dört bir yanından gelen fotoğraf sanatçılarına ve amatörlerine ”atölye görevi” yapıyor.

Görsel şöleni fotoğraflarına yansıtmak için gün boyu deklanşöre basan fotoğraf sanatçılarının kimi düşen bir yaprağı, kimi kurumuş dallar arasındaki böceği, mantarı, ya da bir avuç yeşili görüntülemeye çalışırken, ”sonbaharın güzelliğinde” fikir birliği yaptıkları gözleniyor.

Son 5 yılda, sinemaya giden 122 milyon 897 bin kişiden, 65 milyon 598 bini yabancı, 57 milyon 298 bini ise yerli filmleri tercih etti. Film başına düşen izleyici sayısında ise Türk filmleri, yabancı filmleri geride bıraktı.

Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın yaptığı çalışmada, yıllara göre sinemadaki gişe rakamları ortaya çıkarıldı. Buna göre, 2005 yılında 27’si yerli, toplam 205 film vizyona girdi. Bu filmleri izlemek için, 11 milyon 92 bin 328’i yerli filmi olmak üzere, toplam 26 milyon 735 bin 404 kişi sinemaya gitti. 2005’te yerli filmler 69 milyon 811 bin lira, yabancı filmler ise 107 milyon 562 bin lira hasılat elde etti.

2006 yılında vizyona giren 33’ü yerli toplam 237 filmi izlemek için, 30 milyon 506 bin 233 seyirci sinemaya giderek, 216 milyon 619 bin lira hasılat bıraktı. Bu yıl, 14 milyon 178 bin 19 kişi yerli filmi, 16 milyon 328 bin 214 kişi de yabancı filmi tercih etti. 40’ı yerli 248 filmin vizyona girdiği 2007 yılında, toplam 225 milyon 784 bin lira hasılat elde edildi. Yerli filmlerin hasılatı 75 milyon 363 bin lira olurken, yabancı filmler yerli filmlerin iki katına ulaşarak, 150 milyon 421 bin liralık hasılata ulaştı. 2007’de yerli filmler 10 milyon 291 bin 993, yabancı filmler de 18 milyon 427 bin 947 olmak üzere toplam 28 milyon 719 bin 940 izleyiciyi sinemalara çekti.
 

En çok gişe yapılan ve hasılat elde edilen yıl 2008

2008 yılı son 5 yılda, sinemacıların yüzünü güldüren yıl oldu. Bu yıl, 50’si yerli 264 film vizyona girdi. Toplam 291 milyon 846 bin liralık hasılatın; 164 milyon 142 bin lirası yerli filmlerden, 127 milyon 703 bin lirası da yabancı filmlerden sağlandı. Toplamda 36 milyon 935 bin 780 kişinin sinemaya gittiği 2008’de, 21 milyon 736 bin 58 kişi yerli filmleri, 15 milyon 199 bin 722 kişi de yabancı filmleri tercih etti.

Ekim 2009 itibariyle, 40’ı yerli 187 film vizyona girdi. 9 milyon 818 bin 474’ü yerli filmleri izlemek için olmak üzere, 22 milyon 378 bin 642 kişi sinemalara akın etti. Bu yıl, 74 milyon 826 bin lirası yerli filmlerden, 109 milyon 726 bin lirası da yabancı filmlerden olmak üzere, toplam 184 milyon 552 bin lira hasılat elde edildi.

Yabancı filmler, 2005-2006-2007-2009 yıllarında seyirci ve hasılatta yerli filmleri geçerken; bu yıllara göre daha çok yabancı filmin vizyona girdiği 2008’de ise yerli filmler yabancı filmleri geride bıraktı. Türkiye’de son 5 yılda, toplamda 150’si yerli 954 film vizyona girdi. 122 milyon 897 bin 357 seyirci sinemaya giderken, bu kişilerin 57 milyon 298 bin 398’i yerli filmleri, 65 milyon 598 bin 959’u ise yabancı filmleri tercih etti.
 

Film başına izleyici sayısında yerli filmler önde

Son 5 yılda 404 milyon 519 bin lirası yerli filmlerden, 507 milyon 104 bin lirası da yabancı filmlerden olmak üzere toplam 911 milyon 623 bin lira hasılat elde edildi. Toplamda, yabancı filmleri daha çok kişi izlemiş ve bu filmlerden daha çok hasılat elde edilmiş olmasına rağmen, film başına düşen izleyici sayısında ise daha çok yerli filmlerin tercih edildiği görülüyor. Film başına düşen izleyici sayısında, yerli filmleri 381 bin 989 kişi izlerken, yabancı filmleri 81 bin 590 kişi tercih etti.

Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi (ÇOMÜ) Su Ürünleri Fakültesi Temel Bilimler Bölüm Başkanı Prof.Dr. Mustafa Alparslan, her balığın mevsiminde tüketilmesi gerektiğini belirterek, taze tüketilen balığın vitamin ve mineral kaybına uğramadığını söyledi

Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi (ÇOMÜ) Su Ürünleri Fakültesi Temel Bilimler Bölüm Başkanı Prof. Dr. Mustafa Alparslan, tüm deniz canlılarının üreme ve yaşama mevsimleri olduğu gibi tüketilme mevsimlerinin de olduğunu bildirdi.

Prof.Dr. Alparslan, balıkların avlandıkları ve tüketilmesi gerektiği aylara ilişkin şu bilgileri verdi: ”Ocak ayında uskumru, lüfer, palamut, istavrit lezzetlerini muhafaza eder. Kefal ve hamsi tam yağlı durumdadır. Çinekop, kofana, minakop boldur. Midyenin mevsimi başlamıştır. Tekir, kırlangıç fazla miktarda avlanır. Şubat ayına gelindiğindeyse, pahalı sofraların önemli karakteri olan kalkan mevsimi başlar, mayıs sonuna kadar devam eder. Tekir bu ayda bol çıkar. Uskumru, lüfer, palamut ise bu ayda yağını kaybetmeye başlar. Gümüş balığı, kefal, dere pisisi ve midye lezzetle yenir. Mart ayında kefal, levrek ve kalkanın en lezzetli zamanıdır. Uskumru ise çiroz olmaya başlar. Nisanda kalkan lezzet bakımından yine liste başında gelir ve en bol zamanıdır. Mercan, levrek, kılıç, kırlangıç bolca çıkmaya başlar. Dolayısıyla diğer aylara göre bu ayda balık türü daha boldur. Mayıs ayına bakılınca ıstakoz, levrek, barbunya, dil balığı, tekir, kılıç, kırlangıç, pavurya, karides, iskorpit bolca çıkar, zevkle yenir. Kalkan yavrusu ve gelincik balıkçı ağlarına yüz göstermeye başlar.”

Haziran ayında balıkların az tutulduğunu ve geçici olarak Karadeniz’e gittiklerini bildiren Prof.Dr. Alparslan, şöyle devam etti: ”Dip balıkları da yumurtalarını dökmüş olduklarından dolayı dağınık gezerler. Bu sebeple haziran ayı verimsizdir. Temmuzda sardalyanın mevsimi başlamıştır. Ekim ayı sonuna kadar lezzetini devam ettirir. Tekir, barbunya yine tadını devam ettirir. Istakoz, pavurya, böcek bol miktarda çıkar. Ağustos çingene palamudu mevsiminin açtığı aydır. Sardalya, kılıç, mercan, sinarit, ıstakoz ve pavurya yine nefis lezzetlidir. Eylülde sardalya, kılıç nefasetini devam ettirir. Palamut irileşmiş olup çeşitli yemeği yapılır. Lüfer, kolyoz, izmarit, kırlangıç bolca çıkar. Ekim ayında geçici balıkların yazın Karadeniz’de beslenip Marmara’ya dönüşe başladığı aydır. Bu, balığın her çeşidinin bollaşması demektir. Kasım ayında ekim ayındaki balıkların bolluğu ve lezzeti devam eder. Pisinin en nefis olduğu aydır. Torik akışa başlar, lakerdası yapılır. Aralık ayında ise uskumru, lüfer, palamut, torik yağlı olduklarından her türlü yemeği yapılır. Bu ayda tekir boldur, hamsinin de tam lezzetli zamanıdır.”
 

Balığı nasıl pişirmeli?

Halkın balık pişirme konusuyla ilgili olarak bilinçlendirilmesi gerektiğini belirten Prof.Dr. Mustafa Alparslan, ”Balığın doğru zamanda ve doğru yöntemlerle pişirilmesi halk sağlığı ve halkın beslenmesiyle de çok yakından ilgili olan bir konudur. Balıklar özellikle diğer yemeklerde olduğu gibi pişirme sırasında kesinlikle yanlarından ayrılmamamız gereken besin maddeleri” dedi.

Balıkların pişirilmesi esnasında, aşırı sos ve katkı maddelerine başvurulmaması gerektiğini dile getiren Alparslan şunları kaydetti: ”Balığı sağlıklı bir şekilde pilaki ve mümkünse kızgın yağda pişirilmeden, ızgara, fırın ve mevsimin yeşillikleriyle beraber doğaçlama bir şekilde pişilmesi uygundur. Ancak pişirilmesi konusunda en önemli olan etken balığın içine sevgi katılarak pişirilmesidir. Bu mevsimin balığı olan lüfer özellikle daha büyük boyutlarda iri kofana ve sırtı kara cinsteyse harika bir şekilde pilaki yapılabilir. Balığın insan sağlığı ile doğrudan ilişkili ve günlük beslenmemizde çok önemli bir vitamin ve mineral kaynağı olduğunu unutmamalıyız. Sonuç itibariyle balık, zevkle tüketilen hayvani gıdalarımızın en başında gelen önemli bir üründür”. Alparslan, balığın mevsiminde tüketilmesi gerektiğini, taze tüketilen balığın, vitamin ve mineral kaybına uğramadığını sözlerine ekledi.

Erdal İnönü, ölümünden önce Can Dündar ile yaptığı uzun söyleşide babasını, özel hayatını, siyaset deneyimini, unutamadığı anıları anlattı…

‘Küçükken babam bir konuşmada bana ‘Sonuna kadar görevimi yapacağım’ dedirtmişti. Bu söz, içime işlemiş. Okulda başladım. Üniversitede görevler yaptım. Ondan sonra siyasete çağırdılar, gittim. Bir yerde görev yaparsanız, başka bir görev veriyorlar. Ben de hep bana verilen görevleri yaptım.

Uğraştığım işlerin hiçbirinde büyük bir şey yapmadım; ama hepsinde azar azar bir şeyler yaptım. Öyle olunca insan birçok yerde iz bırakıyor, ama hiçbirinde çok büyük bir şey yapmamış oluyor.

Pişman olduğum bir şey yok, ama hayatım baştan yazılsa sadece bilimle ve yazmakla uğraşırdım.’
Erdal İnönü’nün ‘son söyleşi’si…

Tarihin kucağında büyümüş ve kucağında tarih büyütmüş bir filozof, yürüdüğü uzun yolu, yolun sonunda bütün içtenliği ve bilgeliğiyle anlatıyor.

Can Dündar’dan :

Bugün Erdal İnönü’nün ölüm yıldönümü
2.5 yıl önce 14 Şubat günü, kendisiyle en yakın arkadaşlarından Feza Gürsey’in adını taşıyan enstitüdeki odasında buluşmuştuk. Onunla uzun bir söyleşi kitabı çıkarma fikri yayınevinden gelmişti. Daha önce babasının belgeselini hazırlamıştık. 1983’ten beri de gazeteci olarak kendisini hayranlıkla izliyordum.
O yüzden gururla kabul etmiştim. Erdal Bey de böyle bir çalışmadan memnun olacağını söyledi. Her hafta çarşamba sabahları buluşmak üzere sözleştik.
9 kez buluştuk. 30 saate yakın konuştuk.
Anlattıkları salt kişisel öyküsü değildi; cumhuriyet tarihiydi. Tarihin yazıldığı bir evde doğmuş, politikanın içinde büyümüştü. Atatürk’ü, babasını, tarihin kilometre taşlarını büyük samimiyetle anlattı.

Domuz gribi bir yandan korkutmaya devam ederken, diğer yandan kendi pazarını da yarattı. Bu yeni pazarda sunulan her ürünü kullanmak ise kimi zaman çok da yararlı değil.

Türkiyede domuz gribi son aylarda hızla yayılıyor. Dolayısıyla korunma yöntemleri konusunda herkes telaş halinde. Hangi ürün kullanılmalı, ne tür yemekler yemeli, bağışıklık sistemi nasıl güçlendirilmeli gibi sorular, sorunlar tartışılmaya devam ediyor. Antibakteriyel el temizleme jelleri, koruyucu yüz maskeleri, antibakteriyel sabunlar, aktarlardan alınan bitkisel ürünler, direnç güçlendirici ilaçlarla domuz gribi bir anlamda kendi ekonomisini de yarattı. Bu işten karlı çıkan pek çok sektör de oluştu haliyle.

Domuz gribinden korunmak, bağışıklık sistemini güçlendirmek, zinde kalmak ve keza virüslerle başa çıkabilmek için bitkilerden faydalanmak herkesin başvurduğu bir yol. Bağışıklığı güçlendiren ve mikrop öldürme özelliğine sahip bitkilerin adı ilk defa duyulmuş olsa dahi peşinden koşmayanı yok gibi. Aktarların yolu bugüne dek hiç bu kadar aşınmamış, kapısı bu kadar çalınmamıştır herhalde. Artık her evde en az bir uzman bulunuyor. Peki bunları ne kadar tüketeceğimizi biliyor muyuz? Fazlasının zararlı olduğunun ne kadar farkındayız? Sadece aktarlar da değil. Yemek tariflerinin bile adı değişti. Öksürük çorbası”, “Gribi yok eden yemek”, “Mikrop öldüren çorbagibi isimlerle yemekler pazarlanarak televizyon programları ve gazeteler için bir reyting, tiraj aracı haline geldi. Günlük hayatta yediğimiz yemekleri bir anda bu çarpıcı isimlerle duyunca, daha bir dikkatli dinler olduk.

 

Dikkat edilmeli

Bir de gün içinde bıkmak bilmeden sürülen antibakteriyel jeller, sabun ve mendillerle yüz maskelerinden de söz etmek gerekir. Bir yandan bunların kanser yapıcı etkisi tartışılıyor, diğer yandan da virütik etkisi olmadığı için gerekli olmadığı belirtiliyor. Bunca yapılan yayın da toplumda bir obsesyona yol açıyor. Takıntılı bir halde defalarca her yer siliniyor, jeller çantadan cebe giriyor; hemen ulaşılabilmesi için. Hatta toplu taşıma araçlarında ya da yollarda, kimi zaman komşuya giderken dahi maske takılıyor. Peki bu ürünler ne kadar korumaya sahip?

Hastalık bu, elbette dikkati elden bırakmamak gerekiyor. Önüne geçmek için ne yapmak gerekiyorsa, uygulanmalı. Ancak yeni pazara bu kadar hizmet etmek hangi noktaya kadar mantıklı? Uygulanan bu yöntemlerde aşırıya kaçılması, domuz gribinden korunayım derken başka hastalıklara da yol açabilir mi?

 

‘Su ve sabun yeter’

Pek çok yöntemin sağlığa etkisi olduğu kesin. Ancak pazar büyüdükçe, kendi ekonomisini yaratan domuz gribi için yapılması gerekenler listesi de uzadıkça uzuyor. Bu da tabii başka tartışmaları da gündeme taşıyor. İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Enfeksiyon Hastalıklar ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı’ndan Prof. Dr. Şadi Yenerle kullanılan antibakteriyel ürünlerin etkisini konuştuk. Söyledikleri çok çarpıcı: Kapitalist pazarda iki temel unsur vardır. Biri korku ve beklenti yaratmak, diğeri de kar marjı oluşturmak. Her toplumsal korkuda veya olayda bundan yararlanılır ve korku abartıldıkça abartılır.Prof. Dr. Yener, önerilen tüm antibakteriyel ürünlerin yanlış bir uygulama sonucu yoğun kullanıldığına dikkat çekiyor. El temizliği için kullandığımız sabun ve su, en kesin çözüm. Antibakteriyel ürünlerin virüse herhangi bir etkisi bulunmuyor. Aksine bakterilerin direnç gelişimine dahi yol açabiliyor. Keza okulların dezenfekte işlemlerinin de gereksiz olduğunu dile getiriyor Prof. Dr. Yener. Çünkü dezenfekte işlemi yapıldıktan kısa bir süre sonra okula gelen öğrenciler bakteri ve virüs yayılımını hemen sağlayabiliyor. Prof. Dr. Yener, domuz gribinin kendi pazarını yarattığına özellikle dikkat çekiyor. Bu yeni pazarın bir ürünü de yüze takılan maskeler. Prof. Dr. Yener, bu konuda da uyarıyor: Yüze takılan maske hastalığı olan kişinin etrafındaki kişilere virüs bulaştırmaması için kullanılır.

 

Bitkiler hem faydalı hem zararlı

İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Farmakognozi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Filiz Meriçli ise bağışıklık sistemini güçlendirici bitkilerin kullanımında sakınca görmüyor. Tabii bilinçli kullanılması halinde: Her bitkinin faydası olduğu kadar zararı da vardır. Eczacılar bunu bilir. Ne yazık ki sağlık sistemindeki eczacılık uygulamaları bu bilgileri aktarabilecek ortam yaratmıyor. Aktarlar ise bu konudaki gelişi güzel önerileriyle tehlike altında bırakıyor. Domuz gribinden korunmak için aktarlara danışanlar, kimi zaman özensiz önerilerle karşılaşabiliyor. Prof. Dr. Meriçli, Kimi aktarların sarı kantaron önerdiğini duyduk. Antidepresan etkili bir bitkidir, antiviral etkisi yoktur. Başka ilaçlarla beraber kullanılırsa yan etkilerinin oluşması söz konusudiyor.

 

Melisa içilebilir

Melisa çayını öneriyor Prof. Dr. Meriçli. Stresi yönetmek açısından da faydası olduğunu söylüyor. Ancak sekiz haftaya kadar. Daha uzun süreli kullanımlarda de 5-10 gün ara verilmeli. Hatta Prof. Dr. Meriçli, tüberküloz ve MS hastalarının kesinlikle kullanmaması gerektiğini söylüyor. Ekinezya çayı ise insanlarda yarım ila bir derece ateş arttırıcı özelliğe sahip. Ateş konusunda rahatsızlık yaşayanların da kullanmasını önermiyor. Zerdeçal ve zencefil gibi baharatların aşırı tüketilmesi de sakıncalı. Bitkisel ürünler bilinçli tüketildiği zaman vücuda yararlı. Aksi halde yararı kadar zararı da var.

Bilinçli olunduğu durumlarda toplumu bir korku bulutu olarak da saran domuz gribini yenmek mümkün. Ancak gelişi güzel kullanılan ürünlerle zararlarını da görmek olası.