Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

İzmir Eczacı Odası Başkanı Tuncay Sayılkan, ilaçların marketlerde satılmasının Türkiye’de uygulanamayacağını söyledi.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan‘ın, ilaçların marketlerde satılabileceği yönündeki açıklamalarını değerlendiren İzmir Eczacı Odası Başkanı Tuncay Sayılkan, hükümetin eczacılarla anlaşma masasına oturmadan önce meslek örgütünü baskı altına almak için böyle bir öneri ortaya atıldığını belirterek, ”Böyle bir düzenlemenin Türkiye’de uygulanabilirliği yoktur” dedi.

Eczacıların kendilerine yapılan uyarılara karşın kepenk kapatmaları ve Sağlık Bakanlığı ile tek tek masaya oturup anlaşmayı reddetmeleri nedeniyle ”cezalandırıldığını” ifade eden Sayılkan, şöyle konuştu:

”İlaç, dünyada sadece ABD’de marketlerde satılıyor ve ABD, hatalı ilaç kullanımından hayatını kaybedenler sayısı bakımından listenin ilk sırasında yer alıyor. ABD’deki modelde vitaminler, öksürük şurubu, pastil gibi reçetesiz ilaçlar satılmaktadır marketlerde. Çünkü orada ilaç reklamı serbesttir, ilacı ticari mal olarak algılarlar. Kişi başına en fazla ilaç harcaması da 680 dolar ile ABD’de yaşayanlara aittir, Türkiye’de bu rakam 68 dolardır. Reklamla pompalanan bu endüstride market sahipleri kazanır, ilaç firmaları kazanır. Bu sistemin devlete de vatandaşa da faydası yoktur.

ABD, hatalı ilaç kullanımından ölümlerde de dünyada ilk sırada yer alır. Böyle bir sistemin Türkiye’ye ne faydası vardır, ne de uygulanabilirliği.”

“Doğru kullanılmayan ilaç ciddi sonuçlar doğurur”

Sağlıkta ilaçların doğru kullanılmamasının çok ciddi sonuçlar doğurabileceğine işaret eden Sayılkan, ilaçların doğru, danışmanlık desteğiyle ve etkileşimleri hakkında sağlıklı bilgi alınarak kullanımını sağlayan tek meslek grubunun ise eczacılık olduğunu söyledi. Sayılkan, ”Eczacılar eylem yaptı diye kızarsanız, böyle tepki verirseniz, ortaya böyle tehlikeli bir durum çıkar. Sadece eczacılar değil, toplum olarak da tepki koymamız gerekiyor” dedi.

Türkiye’de yıllarca eczacılar ile yurttaşlar arasında sıcak bir ilişki olduğunu, son dönemde arka arkaya gelen uygulamalar ile bu ilişkinin bozulmaya çalışıldığını savunan Sayılkan, sözlerini şöyle sürdürdü:

”İlaç, insan sağlığı açısından önemli bir ürün. Eczacısız sağlık hizmeti olmaz. İlacı sadece ticari bir mal olarak algılayan uygulamalara giderseniz, bundan yalnızca ilaç firmaları ve yabancı sermayeli bazı gruplar kazanç sağlar. Biz ilaç fiyatlarındaki indirimlere karşı değiliz. 5 yılda 100 kez indirim olmuş, hiçbirine tepki göstermedik. Sorun, eczane raflarında bulunan parası, KDV’si ödenmiş ürünlerimizin bir gecede yüzde 25 değer kaybetmesi. Bir anlamda yüzde 25 kamulaştırma yapılıyor ama eczacıların zararlarını gidermeye yönelik bir düzenlemeye yanaşılmıyor.”

Türkiye’deki 24 bin eczaneden 20 bininin küçük ve orta ölçekli olduğunu, yapılmak istenen yüzde 25’lik indirimin bu eczaneler için ciddi bir kayıp olduğuna dikkati çeken İzmir Eczacı Odası Başkanı Tuncay Sayılkan, bu uygulamadan ecza depoları ile ilaç firmalarının değil, eczacıların zarar gördüğüne işaret etti.

Konuşmasını, ”Biz çözüm istedikçe tehdit geldi. Yangın o kadar büyüktü ki, anlaşmaların feshi tehdidine karşın, eczacıların tamamı eyleme katıldı. Fesih sonrası ‘Gelin tek tek anlaşalım’ dendi, eczacıların yüzde 98’i buna da karşı çıkınca, şimdi ‘Marketlerde satarız’ deniyor” şeklinde sürdüren Sayılkan, yaptıkları her görüşmede aynı taktiğin uygulandığını, hep masada bir şeyler kaybettiklerini savundu. Sayılkan, ”Bizi öyle bir hale getirmeye çalışıyorlar ki, masada artık söylenen her şeye razı olalım, hatta yeni kayıplar verelim. Oysa öyle bir noktaya geldik ki, artık sıtmaya razı olmayız’‘ dedi.

Sayılkan, ilaç satacak tüm marketlerde birer eczacı istihdam edilmemesi durumunda, birçok sorunla karşılaşılacağını da belirterek, ”Bir market görevlisi, reçetesiz de satılsa, bir şeker hastasına farkında olmadan içindeki şeker oranı çok yüksek bir öksürük şurubu verebilir, böyle bir sorumluluğu kimse almak istemez” dedi.

Sağlıkta dönüşüm

Yapılan ilaç indirimlerine karşın, sağlıkta yurttaşların cebinden çıkan paranın her gün biraz daha artırıldığını söyleyen Sayılkan, muayene ve katkı paylarının, hizmetin yüzde 30-40’ına kadar ulaştığını söyledi.

”Hükümetin sağlıkta dönüşüm politikası, sağlıkta yıkıma dönüşüyor, sağlık sektöründe çalışan, geleceğini aydınlık gören, mutlu tek insan gösteremezsiniz” diyen Sayılkan, nihai olarak yapılmak istenenin sağlığın tamamen özelleştirilmesi olduğunu savundu.
Sağlıkta dönüşüm adı altında altyapısı olmayan uygulamalara imza atıldığını, bu uygulamaların da beraberlerinde doğal olarak sorunlar getirdiğini ifade eden Sayılkan, ”Altyapısı olmayan bir şey, yukarı doğru taşınmaya çalışılıyor. Bu ayaklar o yükü taşımaz, her seferinde vatandaş mağdur oluyor”
diye konuştu.

Orman Genel Müdürü Osman Kahveci, yeni yıl kutlamaları için kullanılabilecek türdeki ağaçlardan oluşan ormanlık alanlarda, görevli sayısını artırdıklarını bildirdi.

 

 Orman Genel Müdürü Osman Kahveci,  yeni yıl kutlamalarını fırsat bilerek orman alanlarına zarar vermek isteyenlere karşı gerekli her türlü tedbiri aldıklarını belirtti.

Her yıl yılbaşı kutlamaları nedeniyle başta büyük illere yakın yerlerden ağaç kesimi için girişimler olabildiğini anlatan Kahveci, şu ana kadar bu konuda önemli bir tahribat yaşanmadığını söyledi.

Kahveci, bilinçlendirme çalışmaları ve önleyici tedbirlerle kaçak ağaç kesiminin önemli ölçüde azaldığını belirterek, şunları kaydetti:

”Yeni yıl dolayısıyla yılbaşı ağacı olarak kullanılan çam, köknar ve ladin ağaçları yasa dışı faaliyetlerle ormanlık alanlardan temin edenlere değişik cezai müeyyideler uygulanıyor. Orman teşkilatlarımız, her yıl yılbaşı için çam kesenlere karşı uyarı ve ikazlar yapıyor. Ayrıca, kaçak kesimin önüne geçmek için yeni yıl ağacı olarak değerlendirilebilecek nitelikteki ormanlık alanlarda, görevli sayısını artırdık. Motosikletli seyyar ekiplerimiz koruma ve kontrol için hassas bölgelerde devamlı ring halinde çalışıyor. Bu konuda jandarma ile de işbirliği yapılıyor.”

Orman Bölge müdürlüklerine ait fidanlıklarda yeni yıl ağacı olabilecek nitelikte çamlar üretildiğini ve bunların çok uygun fiyatlarla satıldığını ifade eden Kahveci, yurttaşların bu ağaçları tercih etmelerini istedi.

Osman Kahveci, ”Arzumuz, dileğimiz, vatandaşlarımızın ‘yeni yıla ağaç keserek değil, yeni bir fidan dikerek girelim’ düşüncesiyle hareket etmesidir” dedi.

Özcan: Anayasa değişikliği gerek

YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan, Türkiye’de özel üniversiteler de açılmasını istediklerini, ancak bunun için anayasa değişikliği gerektiğini bildirdi.

YÖK Başkanlığı görevine başlamasının ikinci yılı dolayısıyla eğitim muhabirleriyle bir araya gelen YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan, gazetecilerle sohbet etti ve sorularını yanıtladı. Özcan, YÖK Genel Kurulu’nun yarın toplanarak üniversiteye giriş sınavı kılavuzunu görüşeceğini bildirdi.

Vakıf üniversiteleriyle ilgili bir soru üzerine, bu üniversitelerin sayısının 47’ye yükseldiğini ifade eden Özcan, ”Artık vakıf üniversitelerini açarken butik ve tematik olmasına dikkat ediyoruz. Mesela birinin sadece sosyal bilimlerle, birinin güzel sanatlarla, birinin moda ve dizaynla ilgili olmasını istiyoruz. Bundan sonra açtıklarımızda bunlara dikkat edeceğiz. Biri diğerinin karbon kopyasıysa onlara çok iyi bakmıyoruz” diye konuştu.

Özcan, vakıf üniversitelerinin sayısının ne kadar artacağına ilişkin soru üzerine de, ”Ben bazen hesaplar yapıyorum, devlet ve vakıf üniversitelerinin toplamında Türkiye’nin 200 üniversiteyi kaldırabileceğini düşünüyorum. Talep olmayınca zaten açamayız. Arz ve talep dengelenince artık açmaya gerek kalmaz. Şimdi bizi zorlayan bir güç var. Korkunç bir talep var. Biz de o talebi karşılamak için böyle yapıyoruz. Talep yoksa bizi iten bir şey de olmayacak” dedi.
 

Özel üniversiteler

Yusuf Ziya Özcan, Türkiye’de özel üniversite açılıp açılmayacağına yönelik sorulara ilişkin, ”Özel üniversite Türkiye’de yok. Türkiye’de özel üniversiteler de olsun istiyoruz. Ama bu Anayasa değişikliği gerektiriyor. Onu yapmak lazım, o olsa iyi olur. Belki o zaman şimdiki vakıf üniversitelerinin bir kısmı o statüye geçecektir, bir kısmı da vakıf olarak kalacaktır” diye konuştu.

Vakıf üniversitesi ile özel üniversite arasında fark olduğuna işaret eden Özcan, ”Vakıfların kar amacının olmaması lazım, ama bazıları maalesef para için de bu işi yapmış olabiliyorlar” dedi.
Prof. Dr. Özcan, aynı yöndeki sorular üzerine, ”Para için yapan, serbestçe para için yapmalı bu işi, vakıf için yapan vakıf için yapmalı” görüşünü ifade etti.

”Bu konuda anayasa değişikliği gerektiği için Başbakan veya Cumhurbaşkanı ile görüşülüp görüşülmediği” sorusuna Özcan, ”Onlara daha söylenmedi. Herkes özel üniversite istiyor, ama böyle bir kamuoyu yaratmamız lazım. O yaratılmayınca Meclis’ten kolay çıkmıyor” yanıtını verdi.

”Adım atmayı düşünüyoruz”

Özcan, gazetecilerin, ”Bazı AK Partili milletvekillerinin özel üniversitelerle ilgili açıklamaları üzerine muhalefet partisi milletvekillerinin de ‘Siz Meclis’e getirin biz destekleriz’ yönünde açıklama yaptıklarını” belirtmesi üzerine, ”Adım atmayı düşünüyoruz özel üniversite için. Hoş olur” dedi.

Bu yönde bir çalışma yapılıp yapılmadığının sorulması üzerine Özcan, ”Henüz bir taslak veya rapor aşamasına gelinmediğini” belirterek, ”İşte bu konuyu konuşuyoruz, o bir hazırlık değil mi? Kendi aramızda fikir birliğine geliyoruz. Herkes istiyor, ama oturup bir metin hazırlamadık” diye konuştu.

Prof. Dr. Özcan, somut bir çalışmanın ne zaman oluşacağına yönelik soruya karşılık, ”2010’da bu işle uğraşırız” karşılığını verdi.
”Özel üniversite açılması halinde denetimin nasıl yürütüleceğinin” sorulması üzerine

Özcan, ”Yeterlilik Kurulu olacak, bununla uğraşıyoruz bugünlerde. Eğer o olursa Türkiye’de daha önce yaşanan tecrübeler yaşanmaz artık, çünkü onların kalitesi her zaman denetlenir bu kurul tarafından, bize de rapor edilir, biz de gereğini yaparız” dedi.

İş dünyasına ziyaret

YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan, ”mesleki ve teknik eğitime duyarlılığı gündemde tutmak için” iş dünyasının önde gelen kuruluşlarına ziyaretler yapmayı planladığını bildirdi.

”Mesleki eğitim destek için TÜSİAD’ı, İstanbul ve Ankara sanayi ve ticaret odalarını ziyaret edeceğim” diyen Özcan, ”Koç, Sabancı ve büyük grupları da ziyaret etmeyi düşündüğünü” kaydetti.

Prof. Dr. Özcan, ‘‘Mesleki ve teknik eğitim konusunda desteklerinin artmasını isteyeceğiz. Sadece bu Danıştay meselesinde değil, okul açılması vesaire… Genel bir destek isteyeceğiz. Yılbaşından sonra bu ziyaretleri yapmayı planlıyorum” dedi.

Bir gazetecinin ”RTÜK yasasının değiştirilmesine ilişkin taslağa göre üniversite radyoları da kapanacak. TRT dışında kamu kurum ve kuruluşları yayın yapamayacaklar” sözleri üzerine Özcan, ”Bu önemli bir konu. Bunu bir konuşalım. RTÜK Başkanından randevu alıp görüşürüm. Gerekirse Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç ile de görüşürüm” diye konuştu.

Muhabirlerle gündemdeki konuların dışında da sohbet eden Özcan, YÖK’ün bahçesinde oluşturulan barınaklarda köpek, güvercin, sincap gibi hayvanlar beslendiğini anlattı. Özcan, yakında midilli de almayı planladıklarını söyledi.

Türk Eğitim-Sen İsmail Koncuk, ”2009 yılında eğitimin en önemli sorunlarından biri yine fiziki mekan ve alt yapı yetersizlikleridir” dedi.

Türk Eğitim-Sen İsmail Koncuk, ”Eğitim alanında 2009 yılının kara bir yıl olduğunu, sorunların daha da arttığını” ileri sürdü. Koncuk, ”Eğitim çalışanları tüm umudunu yeni Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu’ya bağlamış, ancak Çubukçu da göreve gelmesinin üzerinden 8 ay geçmesine karşın dişe dokunur bir icraat gerçekleştirememiştir” ifadesini kullandı. 2009 yılında eğitimin en önemli sorunlarından birinin fiziki mekan ve alt yapı yetersizliği olduğunu belirten Koncuk, okullarda derslik açığının sürdüğünü, kalabalık sınıfların önüne geçilemediğini savundu. Okullarda ders araç-gereçleri, laboratuvar, bilgisayarlar, spor salonları yeterli düzeyde olmadığını ifade eden Koncuk, ”Okulların ihtiyaçları öğrencilerden toplanan paralardan karşılanmaktadır. Okullarda hijyen sorunu çözümlenememiş, okullar hastalıkların başlangıç adresi haline gelmiştir. Bazı okullarda hizmetli çalıştırılmamaktadır” dedi.

Okullarda ciddi bir öğretmen açığı sorunun olduğunu öne süren Koncuk, buna rağmen Türkiye’de atama bekleyen 310 bin öğretmen adayının bulunduğunu kaydetti.

Milli Eğitim Bakanı Çubukçu’nun, şubat ayında öğretmen ataması yapılmayacağını, 2010 yılının ağustos ayında 40 bin öğretmen atanacağını açıkladığını anımsatan Koncuk, ”Öğretmen ihtiyacı günden güne artarken, şubat ayında öğretmen ataması yapılmaması tam bir fiyaskodur. Yılda bir kez sadece 40 bin öğretmen ataması yapılması ne ihtiyacı ne de beklentileri karşılayacaktır” diye konuştu. Koncuk, ülkemizde öğretmen açığının ilköğretimde 216 bin 52, ortaöğretimde ise 98 bin 453 olduğunu ifade ederek, okul öncesinde önümüzdeki yıllarda ciddi bir derslik ve öğretmen açığı sorununun baş göstereceğini iddia etti.

‘Miting yapacağız’

Öğretmenlikte kadrolu, sözleşmeli, ücretli ve vekil adı altında farklı türlerde istihdamın söz konusu olduğunu ifade eden Koncuk, ”Hakka ve hukuka aykırı olan bu uygulamanın ısrarla devam etmesi, geleceğimiz olan çocuklarımızı yetiştiren öğretmenlerin kendi geleceğinden emin olmayarak çalıştırılması, Türkiye’nin büyük bir ayıbıdır” dedi. Bakan Çubukçu’nun ”sözleşmeli öğretmenlerin kadroya alınacağını ve bundan sonra sözleşmeli öğretmen alınmayacağını” açıkladığını ifade eden Koncuk, ancak bu sözün unutulduğunu ileri sürdü.

Türk Eğitim-Sen’in bu konuda bir gelişme olmaması halinde, tüm sözleşmeli öğretmenlerle birlikte Ankara’da büyük bir miting gerçekleştireceğini bildiren Koncuk, ”Tüm illerden Ankara’ya gelecek olan sözleşmeli öğretmenlerle yapacağımız mitingde Bakan Çubukçu’ya, verdiği söz en sert şekilde hatırlatılacaktır. Tüm öğretmenlerin eşit haklardan yararlanarak, geleceklerini güvence altına alarak, insanca yaşayarak öğretmenlik yapması gerekmektedir. Eğitim-öğretimde başarı için bu şarttır” dedi.

Koncuk, 2009 yılında eğitime ayrılan bütçe ile eğitimin temel sorunlarını çözmenin imkansız olduğunu iddia ederek, bütçenin 2009 yılında yüzde 10,64 iken, 2010 yılında yüzde 9,84’e düştüğünü kaydetti. Koncuk, ”Türkiye’de öğrenciye çok az yatırım yapıldığını” öne sürdü. ”Eğitimde usulsüz atamaların devam ettiğini” iddia eden Koncuk, ”Milli Eğitim Bakanlığının eğitim çalışanları nezdinde güven telkin edebilmesi için Bakan Çubukçu’nun tüm usulsüz atamaları iptal etmesi ve eğitim camiasında usulsüzlüğe, torpile, adam kayırmaya fırsat vermemesi gerekmektedir” dedi.

Yönetici atama konusunda hala bir gelişme sağlanamadığını belirten Koncuk, yönetici atamalarında her valiliğin ayrı uygulama yaptığını, bu nedenle yönetici atamalarında uygulama birliğin sağlanamadığını kaydetti. Kurumların hala vekaleten yönetildiğini ifade eden Koncuk, ”yönetici atamalarında tam bir kargaşanın hakim olduğunu” öne sürdü. İsmail Koncuk, ”2009 yılı gerek eğitim sistemimiz, gerekse eğitim çalışanlarımız için karabasana dönmüştür. Umuyoruz ki, 2009 yılı eğitim-öğretimle ilgili kangren haline gelen sorunlara çözüm bulunduğu, eğitimcilerin huzur içinde görev yaptığı, öğrencilerimizin başarıyı yakaladığı bir yıl olur” görüşünü dile getirdi.

Bilim alanında, son 10 yılda yapılan en önemli 10 atılım belirlendi… İşte bilimadamlarına göre en önemli 10 atılım…

Mars’ta su bulunmasından yüzyılın deneyi olarak adlandırılan Büyük Hadron Çarpıştırıcısına, Eris cüce gezegeninin ortaya çıkartılmasından klonlamaya, bilim adamlarının son 10 yıldaki en büyük 10 atılımı şöyle sıralanıyor;


Büyük Hadron çarpıştırıcısı

Yüzyılın en büyük deneyi olarak kabul edilen 10 milyar dolarlık araştırmada, Büyük Hadron Çarpıştırıcısıyla, 14 milyar yıl önce evrenin doğumuna yol açtığına inanılan Büyük Patlama ortamının yaratılması amaçlanıyor.

İsviçre’nin Cenevre kentindeki yeraltı tünelinde yapılan deneyde geçen yıl ilk kez çalıştırılan atom çarpıştırıcısı, bir ton helyumun tünele sızmasına yol açan elektrik bağlantısı arızası yüzünden kapatıldı. Bu yılın sonlarında yapılan ve gelecek yıl yapılacak asıl çarpıştırma operasyonunun provası olarak görülen “Atlas” adlı deneyde ise 1,18 trilyon elektrot volt gücünde, karşı yönlerde yol alan iki parçacık ışınının çarpışmayı doğurduğu açıklandı.
Çarpıştırıcının katedral büyüklüğündeki dev odasında bulunan belli başlı dört detektörden biri, ilk yüksek enerjili proton çarpışmasını dünya rekoru olarak kaydetti. Çarpıştırıcının enerjisi aşama aşama artırılmaya devam edecek.

Deney sırasında tünel boyunca ayrı yönlerde iki proton huzmesi veriliyor. Işın demetleri ayrı istikametlerde, ışık hızına yakın bir süratle halka şeklindeki tünelde yol alıyor. Proton ışınlarının birbiriyle büyük bir enerjiyle çarpışmasının ardından bilim adamları, kozmosun doğasını kavramaya yarayacak yeni parçacıklar görmeyi umuyor.


Cüce gezegen Eris

Tanımı konusunda gökbilimcileri ikiye ayıran ve en sonunda “cüce gezegen” sınıfında yer almasına karar verilen Eris, 2005 yılında keşfedildi.

Dünyaya 15 milyar kilometre uzaklıktaki Eris, keşfinden sonraki ilk yılında güneş sisteminin 10. gezegeni olarak anılırken, Uluslararası Astronomi Birliğinin gezegen tanımını yayımlamasının ardından “cüce gezegen” sınıfına sokuldu.

Buzullarla kaplı gezegenin yeni statüsü, kendisinden daha küçük olan Plüton’un da “cüce gezegen” kabul edilmesine yol açtı ve güneş sistemindeki gezegen sayısı Astronomi Birliğinin kararıyla 8’e düşürüldü.

Keşfedilen gezegene, tanımı üzerindeki tartışmalar nedeniyle, mitolojide kavga ve nifak tanrıçası olarak bilinen Eris’in adı uygun görüldü.

Plüton’dan yaklaşık 115 kilometre daha geniş olan Eris, güneş sistemindeki en uzak gezegen olarak biliniyor. Eris’in güneşten uzaklığı 14,5 milyon kilometreyi buluyor. 2005 yılında yapılan gözlemlerde Eris’in bir de uydusu bulunduğu keşfedildi ve bu uyduya Dysnomia adı verildi.

Eris’in yörüngesi, Güneş sistemindeki diğer gezegenlerin yörüngesel düzlemine 45 derece eğik konumda bulunuyor. Bu eğim yüzünden 2005 yılına kadar gözlerden uzak kaldığı düşünülen Eris, Güneş’in çevresindeki turunu 560 yılda tamamlıyor.


Güneş sisteminin dışınındaki gezegenler

Evrende yalnız olmadığımızı ispatlamaya yönelik araştırmaların odak noktasında bulunan güneş sisteminin dışındaki gezegenlere ilişkin keşiflerin tarihi, 1990’lı yılların başlarına dayanıyor. Bu yıllarda, güneş sisteminin dışında keşfedilen gezegen sayısı tek haneli sayılarla gösterilirken, 2000 yılında 20 kadar gezegen daha bulundu ve bu sayı son 10 yılda yüzlerce olarak anılmaya başladı.

Dünyaya trilyonlarca kilometre uzaklıkta bulunan bazı gezegenlerin teleskoplarla fotoğrafları çekilebildi. Keşfedilen 400’den fazla gezegenin büyük bölümünün, Jüpiter ve Satürn gibi devasa gaz gezegeni olduğu açıklanırken gökbilimciler çalışmalarını, yaşam izine rastlayabileceklerini düşündükleri Dünya benzeri gezegenler üzerinde yoğunlaştırdı


Kök hücrede büyük devrim

Japon bilim adamı Şinya Yamanaka, Kasım 2007’de, insan embriyosu kullanmadan kök hücre üretilebileceğini kanıtlayarak bilim dünyasının kanını donduracak bir atılıma imza attı.

Yamanaka, Kyoto Üniversitesi laboratuvarında, insan embriyosu kullanmadan kök hücre üretilebileceğini, farelerden alınan deri hücreleri üzerinde genetik oynama yaparak gösterdi. Araştırmayla elde edilen kök hücrenin insan embriyosu kullanılmadan üretilmesi, kök hücre çalışmalarına izin vermeyen çevreleri rahatsız etmeyecek olması dolayısıyla da büyük önem taşıyor.

Kısaca iPS olarak adlandırılan, yeni geliştirilmiş kök hücre tipi, yetişkin deri hücrelerine dört gen yerleştirerek ortaya çıkardı. Vücuttaki 220 hücre tipinden herhangi birinin sayısız kopyasını oluşturma yeteneğine sahip embriyonik kök hücreler gibi davranmaya başlayan iPS hücreleri, hastanın kendi yetişkin hücrelerinden türetildiği için bağışıklık sistemi tarafından reddedilme riski taşımıyor. iPS hücreleri, embriyolardan türetilmediğinden büyük bir ahlaki ve dini soruna yol açmıyor.

7 milyon yıllık kafatası

Afrika’nın Çad çöllerinde 2001 yılında bulunan ve 6-7 milyon yıllık olduğu tahmin edilen kafatası, insanoğlunun atasına dair tartışmaların merkezi haline geldi.

Toumai adı verilen kafatasını bulan Michel Brunet liderliğindeki Poitiers Üniversitesi ekibi, kafatasının bir insansıya, insanların atasına ait olduğunu duyurdu.

Bilim dünyasında bu görüşe karşı çıkanlar da oldu. Bir kısım bilim adamı, kafatasını, maymunlarla insan arasındaki kayıp halka olarak kabul ederken, bir diğer kısım bunun bir gorile ait olduğu tezini savundu.

Soyağacında halen belirsiz bir yere sahip olan Toumai’nin karakteristik özelliklerinde hem insan, hem de maymunla bağlantılar kuruldu, ancak halen nihai bir sonuca varılamadı. Bazı bilim adamları, bulunan kafatasından yola çıkarak, insansıların 7 milyon yıl iki ayak üzerinde yürüdüğü iddiasını da ortaya attı.


Klonlama

Klonlama çağı, 1997 yılında ilk memelinin, Dolly adı verilen bir koyunun klonlanmasıyla başladı.

Dolly’i 2000 yılında bir maymun takip etti ve dünyanın farklı yerlerinde birçok araştırmacı, bu iki örneğin ardından at, inek ve kedi gibi birçok hayvan türünü klonlamayı başardı.
2001 yılında Güney Asya öküzü, 2009 yılında ise bir deve ile bir bizon klonlandı.


Mars’ta su bulunması

Kızıl Gezegen Mars’ta su bulunduğu iddiası doğrulandı. NASA, uzay aracı Phoenix’in, suyun varlığını kanıtlamakla kalmadığını, suya temas ettiğini açıkladı.

Mayıs ayından bu yana Mars’ın yüzeyini, mekanik kolunu kürek yerine kullanarak inceleyen robotun, gezegenin daha önce tahlil edilmemiş bölgesinde suyla karşılaştığı belirtildi.


MicroRna

İlk kez 1993 yılında keşfedilen, ancak adını 2001 yılında alan microRNA’lar, sağlık ile hastalık arasında önemli bir rolü bulunan genetik şifre parçacıklarından oluşuyor.

Genin nasıl çalıştığını kontrol eden hücrelerin düzenli çalışması için ihtiyaç duyulan dengenin sağlanmasına yardımcı olan bu parçacıklar işlevini kaybettiğinde hastalıklar ortaya çıkıyor.

MicroRNA’ların bu nedenle yeni ilaçların keşfinde çok büyük önemi bulunduğuna inanılıyor.


Genom Hayvanat Bahçesi

Uluslararası bir çalışma olan Genom Hayvanat Bahçesi projesiyle, bir organizmanın DNA’sında kayıtlı genetik bilgilerin tamamına ulaşılmasında maliyetin düşürülmesi amaçlanıyor.

635 milyon avroya ve 10 yıllık bir çalışmaya mal olan proje, hücrelerin nasıl çalıştığının ortaya çıkarılmasına ve hastalıkların sayısız metotla araştırılmasına katkıda bulunuyor.
Bilim adamları, Genom 10K adı verilen Genom Hayvanat Bahçesi’ni yaratarak, 10 bin omurgalı türün kayıtlı genetik bilgilerinin tamamına ulaşmayı amaçlıyor.

Film sayısı arttı, kalite azaldı

Türk sinemasının, çoğu Hollywood orijinli yabancı filmler karşısındaki atağı 2009’da da sürdü.

Alper Turgut

Vizyona giren yerli filmlerin sayısı geçtiğimiz sene 50 iken bu yıl rekor bir artışla 70’e çıktı. Yabancı filmlerin adedi de 214’ten 185’e düştü. (2008’de vizyona giren toplam film sayısı 264, 2009’da ise bu rakam 255’e indi.) Evet, sinemamız adına nicelik konusunda emin adımlar atılıyor, peki ya nitelik? Ne yazık ki; sayısal artış, kaliteye pek yansıtılamadı. Üstelik geçen yılı baz aldığımızda yerli filmler, yaklaşık 4.5 milyon seyirci kaybetti. Ama bakın Fransa’ya; Avrupa sinemasının en önemli merkezlerinden olan bu ülkede, son 30 yılın gişe rekoru kırılmış ve 200 milyon insan, sinema salonlarına koşmuş.

“Recep İvedik” serisi, tek meselesi para kazanmak olan ve sinema-sanat ve hayat adına herhangi bir derdi bulunmayan filmlerin ortaya çıkmasına yol açtı. Gişeye oynamaya çabalayan ancak büyük bir hüsrana uğrayan taze soluklu bu yapımlar, umarız eskiye dönüşün sinyalleri değildir. Deneysel filmlere çok ama çok uzağız, belgesellere de gereken önemi vermiyoruz, bize dair bir sinemadan hâlâ bahsedemiyoruz. Ancak yine de haksızlık etmeyelim, bu yıl gösterim şansı yakalayan iyi ‘kotarılmış’ filmler de vardı. Misal, “Pandora’nın Kutusu”, “Hayat Var”, “Pazar: Bir Ticaret Masalı”, “Vavien”, “Kız Kardeşim Mommo”, “İki Dil Bir Bavul”, “Bornova Bornova”, “Neşeli Hayat”, “Karanlıktakiler”, “Gölgesizler”, “Uzak İhtimal”, “Süt”, “Dilber’in Sekiz Günü”…

Sinemaseverler, Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde seyrettiğimiz ve bence yılın en iyi yerli filmi olan Reha Erdem’in “Kosmos”u için ise 8 Ocak 2010’u bekleyecek. 2009’da en ses getiren Türk filmleri ise hiç kuşkusuz “Güneşi Gördüm” ve “Nefes: Vatan Sağolsun” idi. Hayal kırıklığı yaşatanların en başında ise usta ve kabiliyetli yönetmen Zeki Demirkubuz’un dönem filmi “Kıskanmak” vardı.

“11’e 10 Kala”, “Başka Dilde Aşk”, “Acı Aşk”, “Deli Deli Olma”, “Usta” ise yılın orta karar yapımlarıydı.

Festivallerden birçok ödülle dönen “Köprüdekiler”, vasatı aşamayan “Kara Köpekler Havlarken”, Adana Altın Koza’da görücüye çıkan “Pus”, Bursa İpek Yolu’nda yarışan “7 Avlu” ve “Bahtı Kara”, Antalya’da boy gösteren “Beş Şehir”, “40”, “İlkbahar, Sonbahar”, “Aya Seyahat”, “Babam Büfe” ve “Min Dît” (Ben Gördüm) ise henüz gösterime giremediler.

Türk sineması, 2009’da Halit Refiğ, Zeki Ökten, Yücel Çakmaklı, Ahmet Uluçay, Ersin Pertan gibi yerleri kolay kolay doldurulamayacak yönetmenlerini yitirdi. Aktör Aykut Oray’ın zamansız kaybı da yıla damgasını vurdu.

İlk filmler furyası

Dijitale geçiş, film çekmeyi daha da kolaylaştırdı. Bu bilinen bir gerçek… Ve 2009’un belki de en büyük kazancı, ilk filmlerin, genel toplamdaki bariz üstünlüğü olsa gerek. Özcan Alper’in “Sonbahar”ı gibi henüz ilk filmde, mutlak bir başarıyı sağlamak kolay değil. Yönetmenlerimiz en az ikinci ve üçüncü de çekecekler ki, tarz ve üslup üzerine konuşabilelim. Ustalaşmaya meyilli ve gerçekten yetenekli genç görüntü yönetmenlerinin varlığından ise rahatlıkla söz edebiliriz. Eyüp Boz, Gökhan Tiryaki gibi… Sinemamızın ses sorunu, yeni atılımlarla birlikte çözüme kavuşmak üzere… Senaryo ve kurgu konusunda ise hâlâ acemiyiz.

Benzeşen metinler, meselesizlik, kadınlara yönelik yazılan rollerin belirgin basiretsizliği, karakter analizinde derinleşememek, oturmayan karakterler, estetik yoksunluğu, oyuncu yönetimindeki zaaflar, gündelik hayatta karşılığı bulunmayan karikatürize tipler, merak uyandırmayan gidişat, temposuzluk, inandırıcılıktan uzak öykü, kötü finaller. Tek başına bir filmin her şeyi olmaya soyunmaktansa, ekip ruhuyla yukarda sözünü ettiğimiz olumsuzlukların aşılmasına gayret edilmeli…

Festivallere dair

Bu yıl sinema tutkunlarının haricindeki kitleyi de kucaklayabilmeyi başaran festivallerden biri Altın Koza’ydı. Adana’da “Okullar Sinemada-Sinema Okullarda” projesi kapsamında ortalama 100 bin öğrenciye ulaşıldı. İstanbul Film Festivali ise yüzde 5’lik seyirci kaybına rağmen 162 bin kişiyi sinema salonlarında toplayabildi. İpek Yolu hızla büyüyor, Altın Koza emin adımlarla ilerliyor, yönetimi değişen Altın Portakal ise tez zamanda silkelenip organizasyonu rayına oturtacaktır. Ankara Film Festivali, başkente yakışacak biçimde vitesi büyütmeli, Ege’nin incisi İzmir’in ulusal bir uzun metraj sinema festivali kurmak için daha ne kadar bekleyeceği ise ayrı bir merak konusu.
 

Üç boyutlu sinemaya doğru…

Dünya, ilerleyen teknolojinin de desteğiyle üç boyutlu sinemaya yöneliyor. Yılın en büyük bombası ise hiç şüphesiz yeni nesil sinemanın destansı bir örneği olan “Avatar” idi. Görselliği hoş, gerisi boş bir yapım hüviyetindeki “2012”, animasyon devi Pixar’ın 10. mucizesi “Yukarı Bak” (Up), bir tür bilimkurgu fenomeni “Yasak Bölge 9” (District 9), yılın en iddialı seyirlikleriydi. Quentin Tarantino’nun “Soysuzlar Çetesi” (Inglourious Basterds) ve Star Trek’i de es geçmeyelim. Bulgar usulü kara komedi “Zift”, 28. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde izlediğim uzak ara en güzel filmdi. İpek Yolu’ndaki Latin Amerika soslu “Ressam” ve Filmekimi’ndeki “Ay” (Moon) ise kişisel en iyi listeme eklendiler bile…

Romanın saltanatı sürdü

Yine bol romanlı bir yıl geçti. 2009’da yayımlanan 427 romandan 238’i ilk romandı. Ama aklımızda kalanların sayısı fazla değildi. Dünya klasiklerinden uyarlanan çizgi romanlar ilgi gördü. Şiir ve öyküde ise geçen yıllara göre düşüş vardı.

Metin Celal

 Oldukça sakin bir yıl geçirdik. Kayda değer tartışmalar, heyecan verici kitaplar pek olmadı. Yılın en çok satan kitapları, genç kızların gözdesi Stephenie Meyer’in vampir romanları (Epsilon), Elif Şafak’ın “Aşk”ıydı (Doğan). Dünya klasiklerinden yapılan çizgi romanlar çok satanlar listelerinde yer aldı.

İstanbul 2010 Kültür Başkenti Ajansı’nın edebiyat adına en somut projesi “40 Semt 40 Yazar 40 Kitap” (Heyamola) yayımlandı. Yapı Kredi Yayınları 3000. kitabını çıkardı. “Cumhuriyet Kitap” 1000. sayısını kutladı. Kitap ve eleştiri dergisi “Virgül” 12. yılında kapandı. İstanbul iki edebiyat festivaline kavuştu: Tanpınar Edebiyat Festivali ve Edebiyat Mevsimi.

Yayımlama özgürlüğü açısından da geçen yılların dava yağmuru biraz dinmiş gibiydi. 301’den pek söz etmez olduk, ama ufukta Muzır Yasası beliriverdi. Sel Yayınları’nın Apollinaire gibi yazarların da yer aldığı erotik edebiyat dizisi CinSel, muzır bulunup yargılanmaya başladı.

TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı Onur Yazarı Cevat Çapan oldu.

Bol roman

Yine bol romanlı bir yıl geçirdik. Ömer Türkeş’in belirlemesine göre 427 roman yayımlanmış, bunların 238’i ilk roman. Ama aklımızda kalanların sayısı pek fazla değildi. Okurun ilgisini daha çok Ayşe Kulin, Nermin Bezmen, Hande Altaylı gibi yazarların popüler romanları çekti. Yazgülü Aldoğan, Ece Vahapoğlu, Ömer Özgüner olaya dayalı, kolay okunan, çok satan kitaplarıyla gazeteci romancılar akımını başlattılar. Reşat Nuri Güntekin’in “Yaprak Dökümü” ve Halit Ziya Uşaklıgil’in “Aşk-ı Memnu”sundan sonra Orhan Kemal’in “Hanımın Çiftliği” de televizyon dizisi oldu. Dizileşen klasikler çok satanlar listelerine girdi.

Yılın önemli romanları Ayfer Tunç’un hem biçimi hem de anlatımıyla dikkati çeken, Türkiye’den insan manzaralarını anlattığı “Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi” (Can), Mahir Öztaş’ın 70’lerin siyasi havasının hâkim olduğu “Koparıldığımız Topraklar” (YKY), Behçet Çelik’in krizde işsiz kalmış bir adamın gözünden orta sınıfın iletişimsizliğini, yalnızlığını anlattığı “Dünyanın Uğultusu” (Kanat), Mehmet Eroğlu’nun “laik-Müslüman çatışması ekseninde bir aşk romanı” diye sunulan, “Fay Kırığı” üçlemesinin ilk cildi “Mehmet” (Agora), İrfan Yalçın’ın “Yorgun Sevda”sı (Can), Mehmet Açar’ın 80’li yıllar gençliğini anlattığı “Çok Uzaklarda Bir Yaz” (Turkuvaz), Sema Kaygusuz’un Dersim konulu “Yüzünde Bir Yer” (Doğan), Cahide Birgül’ün “Eflatun Koza”sı (Everest) ve Oya Baydar’ın “Çöplüğün Generali”ydi (Can).

Romanın aksine şiir ve öyküde hem ürün sayısında hem de dikkati çeken kitaplarda geçen yıllara göre düşüş vardı. Edip Cansever’in kitaplarına girmemiş şiirlerinin derlendiği “Öncesi de Kalır” (YKY), İş Bankası Yayınları’nın “Kayıp Şairler” dizisi, Cevat Çapan’ın “Ara Sıcak” (YKY), Hulki Aktunç’un “Sönmemiş Dizeler” (YKY), Çiğdem Sezer’in “Denizden Geçme Hali” (YKY), Emirhan Oğuz’un yirmi yıl aradan sonra ikinci kitabı “Myndos Geçişi” (Kırmızı), Onur Caymaz’ın “Yaz Tarifesi” (Metis) akılda kalan kitaplardı.

50 Kuşağı yazarları, ilk kitaplarının yeni baskılarıyla edebiyatta ellinci yıllarını kutladı. Metin Eloğlu’nun dergilerden derlenen öykülerinden oluşan “İstanbullu” (YKY), Onat Kutlar’dan yepyeni bir derleme “Karameke” (YKY), Feyza Hepçilingirler’in göç öyküleri “İşte Gidiyorum” (Everest), Mustafa Kutlu’nun uzun hikâyesi “Tahir Sami Bey’in Özel Hayatı” (Dergâh), Rasim Özdenören’in “İmkânsız Öyküler”i (İz), Murathan Mungan’ın “Eldivenler, Hikâyeler”i (Metis), Yekta Kopan’ın “Bir de Baktım Yoksun”u (Can), Aslı Erdoğan’ın cezaevi ve işkence temasını işlediği “Taş Bina ve Diğerleri” (Everest), Murat Yalçın’ın “Kesik Hava”sı (YKY), Emrah Serbes’in “Erken Kaybedenler”i (İletişim) sözü edilmeye değer öykü kitaplarından bazılarıydı.

Dünya edebiyatından çeviriler

Turgut Uyar’ın tüm yazı ve söyleşilerinden oluşan “Korkulu Ustalık” (YKY), Edip Cansever’in “Şiiri Şiirle Ölçmek”i (YKY), Yaşar Kemal’in “Binbir Çiçekli Bahçe”si (YKY), Faruk Şüyun’un derlediği “Füruzan Diye Bir Öykü”, Ayşe Sarısayın’ın “Erdal Öz” biyografisi (Can), Sevengül Sönmez’in “A’dan Z’ye Sabahattin Ali”si (YKY), Murat Belge’nin “Sanat ve Edebiyat Yazıları” (İletişim), Murat Gülsoy’un “602. Gece”si (Can) yılın önemli deneme ve inceleme kitaplarıydı.

Dünya edebiyatından çok sayıda değerli çeviri okuduk. Musil’in “Niteliksiz Adam”ının on yıl aradan sonra Ahmet Cemal çevirisiyle yayımlanan ikinci cildi (YKY), Italo Calvino’nun Kemal Atakay’ın ilk kez Türkçeye çevirdiği denemeleri “Yeni Bir Sayfa” (YKY), Sezer Duru’nun Thomas Bernhard’dan çevirdiği iki kısa anlatı “Yürümek – Evet” (YKY), Behçet Necatigil’in yıllar sonra bulunan çevirisi “Tûtinâme” (Can) ilk akla gelenler oldu.

Son günlerini yaşadığımız 2009 yılı, bazı komik ve şaşırtıcı olaylara da sahne oldu.

2009 yılında güldüren ve şaşırtan olaylardan bazıları şöyle:

Eşcinsel penguen çifti, yavru pengueni evlat edindi

Almanya’da Humboldt türü iki erkek eşcinsel penguen, bir yavru pengueni evlat edindi.
Bremerhaven kentindeki hayvanat bahçesinde “anne ve babasının” reddettiği penguene, eşcinsel penguenler babalık yaptı.

Çatlamadan önce biyolojik anne-babası tarafından reddedilen yumurta, veterinerlerin asıl ailenin yuvasına yeniden yerleştirmek için ısrarlı girişimlerine rağmen, penguen ailesi tarafından kabul edilmedi.

Veterinerler, bunun üzerine yumurtayı, “doğru besler ve büyütürler” diye hayvanat bahçesinin üç eşcinsel penguen çiftinden birinin yuvasına bıraktı. İki penguen, yumurtayı büyük bir sevinçle kabullendi ve severek yumurtanın üzerinde kuluçkaya yattı.

Yumurtanın çatlamasının ardından eşcinsel çiftin gerçek anne-baba gibi davrandığını, dört hafta boyunca yavru penguenin tuvalet eğitimiyle ilgilendiğini ve onu balıkla beslediğini belirten hayvanat bahçesi yetkilileri, “Hayvanlarda eşcinsellik alışılmadık bir durum olarak görülmemeli. Bu dünyada çiftleşme illa ki üremeye bağlı değil” ifadesini kullandı.

Altın kalpli patron

İtalya’da küçük bir metalürji şirketinin yöneticisi Marco Colombo (38), lotodan yaklaşık bir milyon Avro (2,2 milyon TL) kazandı ve bunun 350 bin Avro’sunu çalışanlarına dağıttı.

Colombo, herbirine 70 bin Avro verdiği çalışanlarına çekilişten önce, “Kazanırsam parayı paylaşacağız” sözünü vermişti.

Kadın askerlerin sutyen talebi

İsveç’te kadın askerler, ordudan savaş ve çatışma durumlarına uygun sutyen talebinde bulundu.

500 kadar acemi kadın askerin, sutyenlerini kendileri satın almak zorunda kaldığını ve bu çamaşırların çok çabuk koptuğunu, erkek askerlerin ise iç çamaşırlarını ordudan aldığını belirten sendika yetkilisi Paulina Rehbinder, kadın askerlerin dışarıdan satın aldığı çamaşırların savaş durumuna ya da yangına dayanıklı olmadığını, bu çamaşırların pratik bulunmadığını söyledi.

Ordunun tarafsızlık ve eşitlik örneği sergilemediğini öne süren Rehbinder, “aslında İsveç’in bu alanda birçok başka ülkeden daha ileri olduğunu” ifade etti.

Rehbinder, “Bu, kadınlara bir mesajdır. Çalışma ortamında gereken güvenli teçhizat verilmelidir. 30 yıla yakın bir süredir orduda kadınlar görev yapmaktadır. Ama ordu askerlere iç çamaşırı almak için para vermekte, kadınlara ise sutyen temin etmemektedir” diye konuştu.

Fransız sırıkçı Mesnil, “eBay”de sponsor aradı

Erkekler sırıkla yüksek atlamada dünya ikincisi Fransız atlet Romain Mesnil, internet üzerindeki açık artırma usulü alışveriş sitesi eBay’de sponsor aradı.

Sponsor firmanın kendisini bırakmasının ardından, elindeki sırıkla Paris sokaklarında çıplak koşup yeni sponsor arayan Mesnil, başarılı olamayınca eBay’i denedi. eBay’de atletizmdeki başarılarını anlatarak, kendini sponsor adaylarına tanıtan Mesnil, düzenlediği basın toplantısında, “Komik olacağını düşünerek, bir de bu yolu denemeye karar verdim. Bekleyip göreceğim” dedi.

Yarasa, Letonya’dan İsviçre’ye 28 gecede uçtu

8 gram ağırlığındaki bir yarasa, Letonya ile İsviçre arasındaki 1360 kilometrelik mesafeyi rekor kırarak 28 gecede geçti.

İsviçre Yarasaları Koruma Vakfı yetkililerinin açıklamasına göre, ekim sonunda ülkenin orta kesimindeki Selzach bölgesinde tespit edilen minik yarasanın, taşıdığı bilezikten, iki gün beslendikten sonra Letonya’dan 28 gün önce salıverildiği anlaşıldı.

Yetkililere göre, erkek yarasa geceleri en az 50 kilometre yol alarak ilerledi. Göçmen “Nathusius” türü minik yarasaların yere çok yakın uçtuğu ve yeryüzü şekillerini takip ettiği biliniyor.

1 milyon doları çöpe attı

İsrail’de bir kadın, içinde 1 milyon dolar bulunan yatağı yanlışlıkla çöpe attı. Annesine sürpriz yapmak için yaşlı kadının eski yatağını atıp yenisini alan, adı yalnızca Anat olarak açıklanan genç kadın, annesinin, yatağının içine biriktirdiği 1 milyon doları sakladığını bilmiyordu.

Yatağı attıktan sonra annesinden paranın varlığını öğrenince neredeyse düşüp bayılacak hale gelen kadının dünyası başına yıkıldı.

Yatağı bulmak için hemen evden dışarı fırlayan Anat, çöpçülerin yatağı çoktan aldığını gördü. Tel Aviv’in çöplüklerinde yapılan aramalar da sonuç vermedi.

Çöp biriktirme alanlarından biri olan Hiriya’nın yöneticisi İzhak Borba, Anat’ın “tamamen yıkılmış” halde olduğunu, ancak her gün 2 bin 500 ton çöp getirilen bu yerde eski yatağı bulmanın çok zor olduğunu söyledi.

Borba, “hazine avcılarını” bölgeden uzak tutmak için güvenlik önlemlerinin artırıldığını da eklerken, Anet, “İnsan payına düşene şükretmeli. İyilik de, kötülük de Allah’tandır” diyerek kendini teselli etmeye çalıştı.

Köpeğe 400 bin Avro’luk karşılama

Çinli milyoner kadın, yeni köpeğine havaalanında özel bir karşılama yaptı. Uzun süredir Tibet terrier cinsi bir köpek arayan Wang adlı kadına mutlu haber, Çin’in kuzeybatısındaki bir eyaletten geldi.

Köpek, Xi’an’a gelişinde 30 Mercedes’ten oluşan bir konvoyla karşılandı ve bu sevda milyoner kadına 400 bin Avro’dan fazlaya mal oldu.

Müstehcen plaka krizi

Suudi Arabistan’da genç zenginler arasında özel araç plakaları yayılırken, Arap harflerinin Latin harflerine çevrilmesiyle ortaya çıkan İngilizce kelimelerin bazıları büyük rahatsızlık yarattı ve 90 bin plaka yasaklandı.

Yetkililer, müstehcen anlamlar taşıyan üç harflik bazı dizilere yasak koyarken, yasaklananlar listesinin başındaki harf dizisi “USA” (ABD) oldu.

Bu özel plakalar, son dönemde açık artırmalarda 1,6 milyon dolara alıcı buluyordu.

Beyaz Saray’daki davetsiz misafirler

ABD Başkanı Barack Obama‘nın Hindistan Başbakanı Manmohan Singh onuruna Beyaz Saray’da verdiği yemeğe iki davetsiz misafir katıldı.

Beyaz Saray, tüm güvenlik önlemlerini ellerini kollarını sallayarak geçen Tarık ve Michaele Salahi çiftinin, yemeğin verildiği Mavi Salon’a, aralarında Barack Obama ile Singh’in de bulunduğu karşılama sırasından geçerek girdiğini gösteren bir fotoğrafı Amerikan basınıyla paylaştı.

Fotoğrafta Michaele Salahi’nin, kendisiyle tokalaşan Obama’nın sağ elini her iki eliyle sımsıkı tuttuğu, Tarık’ın da olanları seyrettiği görülüyor. Singh ise bu sırada Obama’nın hemen solunda bulunuyor.

Daha önce çiftin, kontrolden geçtiği için herhangi bir tehlike arz etmediğini belirten gizli servis, çiftin, hiçbir sualle karşılaşmadan ve davetli listesinde olup olmadıkları kontrol edilmeden içeri girmesinden ve hatta Başkan Obama’ya tokalaşacak kadar yaklaşabilmesinden utanç duyulduğunu açıkladı.

Tarık ve Michaele Salahi çiftinin, bir TV eğlence programına katılmak istediği, yaptıklarını Facebook internet sitesinde anlattığı ve kanıt olarak o gece orada çektirdiği bir fotoğrafı siteye koyduğu belirtilmişti.

“Yorulmak bilmez maratoncu”

65 yaşındaki Japon Akinori Kusuda, Guinness Rekorlar Kitabına girmek için 52 günde 52 maraton koştu.

Yorulmak bilmez maratoncu, arka arkaya 52 maraton koşarak bir İtalyan’ın rekorunu elinden aldı. İtalyan maratoncu arka arkaya 51 maraton koşmuştu.

“Thatcher öldü” mesajı ortalığı karıştırdı

Kanada’da Ulaştırma Bakanı tarafından bir başka bakana yollanan “Thatcher öldü” cep telefonu mesajı, ortalığı karıştırdı.

Mesajı Toronto’da bir galadayken alan bakan şoke oldu ve haber ışık hızıyla galadaki diğer üst düzey davetliler arasında yayıldı. Kanada Başbakanı Stephen Harper, İngiltere’nin “Demir Lady” lakaplı 84 yaşındaki eski Başbakanı Margaret Thatcher’ın hayatını kaybettiği yönünde bilgilendirildi. Diplomatik danışmanlar derhal Demir Lady’nin ölümü nedeniyle İngiltere’ye resmi bir taziye mesajı hazırlığına girişti. Downing Sokağı ve Buckingham Sarayı aranınca, telefonun diğer ucundaki İngiliz yetkililer şaşırdı.

İşin aslı sonradan ortaya çıktı. Ulaştırma Bakanı John Baird’in Demir Lady ile aynı adı taşıyan sevgili kedisi “Thatcher” ölmüştü.

Yetkililer, Demir Lady’nin ise Birinci ve İkinci Dünya Savaşında yaşamını yitiren askerlerin anıldığı “Anma Günü” törenlerine katıldığını ve hayatta olduğunu kesin bir dille ifade etti.

Kanada hükümeti adına resmi taziye mesajı yazmaya koyulan bir yetkilinin, öfke ve utançla “O kedi ölmemişse, onu kendi ellerimle öldürürüm” dediği de bildirildi.

Cumhuriyet gazetesinin değerli yazarlarından Hikmet Çetinkaya, gazetenin İmtiyaz Sahibi ve başyazarı İlhan Selçuk ile pazar sohbetlerine devam ediyor. Çetinkaya’nın İlhan Selçuk ile yaptığı son görüşmesi bugünkü Cumhuriyet’te…

Hikmet Çetinkaya

 
Hava bir açıp bir kapıyor… Lodoslar, poyrazlar arasında bir İstanbul…
 
Ve dün öğle saatleri…
 
İlhan Ağabey koltuğunda oturmuştu. Kız kardeşi Ülfet Ertel ve ben…
 
Türkiye’yi ve dünyayı konuştuk üçlü sohbetimizde. İlhan Ağabey anlattı, biz dinledik.
 
Türkiye’de yaşanan siyasi gerilim, hükümet-asker arasındaki gerginlik.
İlhan Ağabey, sürekli sorular soruyor ve yanıtlarını arıyordu.
 
Bir ara şöyle dedi:
 
“Her şeyimizi laik demokratik Cumhuriyete, Mustafa Kemal’e borçluyuz. Laik demokratik Cumhuriyeti yaşatacağız. Türkiye bir hukuk devleti. Hukuk her zaman bize gerekli. Kışkırtmalara gelmemeliyiz. Çünkü bu yurt bizim. Tüm siyasetçiler, bilim insanları, gazeteciler sağduyulu olmak zorunda. Aklımızı yitirmeyelim. Bölünmeyelim. Bizi ayrıştırmak isteyenlere karşı ulusça tümlüğümüzü koruyalım.”
 
Gözlüklerini düzeltti…
 
Gözlerinde eksik olmayan bir pırıltıyla devam etti konuşmasına:
 
“Hiç durmadan değişen çevre… Dünya olayları… Toplumsal koşullar… Bilim… Üretim güçleri… Üretim ilişkileri… Renkten renge giren dünya haritası… Dalgalanan koşullar…”
İnsan yanlış yapabilirdi, çevresini ve olayları değerlendirirken. .. İlhan Ağabey’in deyişiyle “her şeyi ben bilirim” şişinmesi içinde. Üstelik Türkiye’ye tepeden bakıp, dünya sorunlarını hallaç pamuğu gibi atarak gözü kapalı mı yürümeli insan?
Yoksa daha alçakgönüllü bir yaklaşım içinde, sağını solunu gözeterek mi olayları ele almalı?
İlhan Ağabey’in söylediği her kelimenin bir anlamı ve derinliği var…
***
Bilgece ve bir alçakgönüllülükle olaylara yaklaşmak erdem değil midir?
İlhan Selçuk, hem bir bilge, hem de alçakgönüllü…
Son olayları kaygıyla izliyor, devletin önemli kurumlarının yıpratıldığının altını çiziyor…
Konu dönüp dolaşıp etnik ve dinsel kimliğe geliyor:
“…Biz Türkçü değiliz, Turancı olamayız; Lozan sınırları içinde insan haklarını sonuna dek uygulayabilen bir uygarlık anlayışını yeğlemek güzeldir.
 
Ne var ki Kürtçü de olamayız, dinci de!
Kürt olmakla, Kürtçü olmak arasında da altı çizilmesi gereken bir ayrım var.
Anadolu halkı ne Türkçülüğün ardından koşacaktır, ne Kürtçülüğün, ne dinciliğin!
Çünkü, bu toprakları mezbahaya çevirmek için, şovenlik üstünde yükselen bir etnik çatışmanın tohumlarını ekmek isteyenlerin ardına yuvalanmış emperyalizmi, yakın tarihin ardında tanımıştır.”
Birinci Dünya Savaşı’yla Turancılık yıkılmıştı…Türkçülüğün düşün lideri Ziya Gökalp de değişen gerçeklere göre yeni yorumlar yapmak zorunda kaldı. Mütarekede İngilizlerin
Malta’ya sürdüğü Gökalp, 1924 yılında Diyarbakır milletvekiliyken gözlerini yaşama yumdu.
İlhan Ağabey, bir önemli noktanın altını çiziyor bu arada:
“İkinci Dünya Savaşı’nda Türkçülük yeniden canlanır gibi oldu. Hitler Almanyası’nın Yeni Nizam’ının etkisiyle Orta Asya’ya dönük Turancılık hevesleri başladı ama bu kısa sürdü.
Türkçülük, bir tür şovenliktir; Türk olmakla Türkçü olmak arasında bir ayrım var. Atatürk Cumhuriyeti kurulurken Türkçülük kapandı. Çağdaş ulusalcılığın sınırları çizildi. CHP’nin Aatı okundan birisi “milliyetçilik”ti ama ırkçılık değildi. Daha çok kültürel içeriği ağır basan bir ilkedir. Halkçılık ise demokrasi kavramıydı.”
 
***
 
Evet biz ne Türkçü oluruz, ne Kürtçü, ne dinci!
Birey olmamız gerekiyor!
İlhan Selçuk, son aylarda yaşananlardan, hükümet-TSK gerginliğinden kaygılanıyor.
İlhan Ağabey, “Demokrasi bilincimiz birey olduğumuz sürece gelişir” deyip ekliyor:
 
“Cumhuriyet devrimi bizi geçmişimizden koparmıyor; geçmişimize bağlıyor. Bu güzel ülkemizde yaşadığımız için mutlu olmalıyız. Kısır çekişmelerle uğraşmamalıyız. Bilim, araştırma, inceleme, önyargısız yaklaşım, bilimsel sentez çabası… Cumhuriyet devrimi bize bu fırsatı sağlıyor. Yoksa geçmişimizin cahili kalırız.
Mustafa Kemal Atatürk, laik Cumhuriyeti, yeni kuşakların eğitimini akla ve bilime dayalı öğretim düzeni üzerinde kurmuştu, şeriatçı bu düzeni değiştirdi; Milli Eğitim’de şeriata bağlı kuşaklar yetiştiriliyor, gün geçtikçe denge tersine dönüyor. Bu denge dönüşümü emperyalist güçlerin işine yarıyor.
Bugün Türkiye’de 12 Eylül yasaları hâlâ sürüyor, insanlar gece yarıları gözaltına alınıyor, tutuklanıyor.
Devletin kurumlarıyla hükümet arasındaki sürtüşme herkesi tedirgin ediyor.
Bu sorunları, demokrasimizi geliştirip temel hak ve özgürlükleri sağlarsak aşabiliriz.”
Sohbetimiz bitti… Dışarıya çıktım… İnceden bir yağmur altında yürümeye başladım…

Çörek otunun faydaları saymakla bitmiyor… Eğer kilo sorununuz varsa çörek otunu mutlaka menüden eksik etmeyin.

Antalya Eğitim ve Araştırma Hastanesi Tıbbi Biyokimya Klinik Şefi Prof. Dr. Necat Yılmaz, çağın salgını obezite ve tip 2 diyabetin insülin direnci ile birlikte gelişen çok önemli bir sorun olduğunu, uzun süreli antiviral tedavi gören kişilerde çörek otunun insülin direncini azaltarak hastaları antiviral tedavinin yan etkilerinden koruyabildiğini belirtti.

İnternethaber’den alınan bilgiye göre; Yaş ilerledikçe alınan fazla kaloriler ve hareketsiz yaşam tarzının kanda şekeri düzenleyen insülin hormonunun giderek etkisizleşmesine yol açtığını ifade eden Prof. Dr. Yılmaz, sözlerini şöyle sürdürdü:

”Etki edebilmek için daha fazla insülin pankreas bezinden salgılanır ve kanda insülin seviyesi artarak hiperinsülinemi (şeker metabolizması bozukluğu) oluşur. Hiperinsülinemi kişinin kolay kilo almasına yol açar ve bu kişiler kilo vermekte de zorlanırlar.

Hiperinsülinemisi olan kişiler özellikle göbek çevresinde yağ tutar ve zamanla kan şekeri yükselir ve şeker hastası, yani Tip 2 diyabet geliştirirler. Hiperinsülinemiye yol açan nedenler arasında bir diğer faktör de antiviral ilaçların uzun süreli kullanımıdır. Özellikle AIDS hastalarında veya domuz gribi gibi viral hastalıklara karşı kullanılan ‘yüksek aktivitede antiretroviral tedavi’ hiperinsülinemi yan etkisi yapmaktadır.”

Amerikalı bazı araştırmacıların yaptıkları bir çalışmada bu yan etkileri çörek otu kullanarak azalttıklarını ve antiviral terapinin hiperinsülinemi etkisini azalttıklarını söyleyen Prof. Dr. Yılmaz, ”Can J. Physiol Pharmacol dergisinin nisan sayısında çıkan bu çalışmada, Tulane Üniversitesi’ndeki bu araştırmacılar insülin direnci gelişen kişilerin tedavilerinde çörek otunun önemini göstermişlerdir” şeklinde konuştu.

İnsülin direncinin özellikle 45 yaş civarı kilo verme sorunu olan kişilerde mutlaka ölçülmesi gerektiğini ifade eden Yılmaz, ”HOMA indeksi kullanılarak kişinin insülin direncinin olup olmadığı değerlendirilir. HOMA indeksi 3.8’den büyük çıkan kişiler insülin direnci olan ve mutlaka izlenmesi ve tedavi edilmesi gereken kişilerdir” dedi.