Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

Avrupa Konseyi Sağlık Birimi tarafından domuz gribinin “sahte bir salgın” olduğu yönündeki açıklaması kafaları bir kez daha karıştırdı. Pandemi Bilim Kurulu üyesi Prof. Dr. Mehmet Ceyhan, dün Pandemi Kurulu olarak toplanıp konuyu görüştüklerini açıkladı ve “Böyle bir şey yok. Yanlış bir haber” dedi.

Ankara– Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İmmünoloji Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Vedat Bulut ise “Açıklama kısmen doğrudur, ölüm oranları biraz abartıldı” görüşünü savundu. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı öğretim üyelerinden Prof. Dr. Recep Akdur, domuz gribi paniğinin daha başından beri sahte olduğunun belli olduğunu savundu ve “ilaç firmaları ve bazı güç odakları Dünya Sağlık Örgütü ve ilgili sağlık kuruluşlarını etkilemek suretiyle dünya ölçeğinde panik yarattı” dedi. Türk Sağlık-Sen Genel Başkanı Önder Kahveci de Avrupa Konseyi Aile ve Sağlık Komisyonu Başkanı’nın açıklamalarının üzerinde dikkatle durulması gerektiğini söyledi.

Pandemi Bilim Kurulu üyeleri, bilim adamları ve Türk Sağlık Sen, domuz gribinin sahte bir salgın olduğu yönündeki haberleri değerlendirdiler. Açıklamalar şöyle:


Prof. Dr. Ceyhan: Böyle birşey yok

Hacettepe Üniversitesi Çocuk Enfeksiyon Hastalıkları öğretim üyesi ve Pandemi Bilim Kurulu üyesi Prof. Dr. Mehmet Ceyhan: “Dün, Pandemi Kurulu olarak toplandık, konuyu görüştük, böyle bir şey yok. Yanlış bir haber. Daha önce de Finlandiya Sağlık bakanı diye bir haber çıkmıştı. Oysaki bahsedilen kişi Finlandiya Sağlık Bakanı değildi, Finlandiya’nın bir bölgesinin yıllar önce Sağlık Müdürlüğü yapmış biriydi. Avrupa’daki insan sağlığıyla ilgili önerilerde bulunan kurum ECDC Avrupa Hastalık Kontrol Merkezi’dir. O kurum da hala bütün Avrupa için aşılamayı öneriyor. Geçen günlerde basında Harvard Üniversitesi’nin de bir açıklaması yer aldı, oysaki haber Harvard Üniversitesi’nin bir açıklaması değildi, 10 araştırmacının yazısıydı, bunlardan sadece 1 tanesi Harvard Üniversitesi’ndendi ki o da domuz gribinin önemli bir hastalık olduğunu ve aşının yapılmasının gerekli olduğunu söylemişti. Ayrıca, Harvard Üniversitesi’nin yüzlerce yayınında da aşının gerekli olduğu vurgulandı. Haber yanlış bir haberdir. İnsanlar hastalığa karşı aşı başta olmak üzere uygulanan önlemleri almak durumundadır. Çünkü salgının nasıl seyredeceğini baştan bilme şansımız yok. Alınan tedbirler ve aşı insanların sigortasıdır”.


Prof. Dr. Bulut: Kısmen doğru, ölüm oranları abartılı

Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi İmmünoloji Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Vedat Bulut: “Haber kısmen doğrudur, ölüm oranları biraz abartıldı. Ama aşıyla ilgili Türkiye’nin bir zararı yok. Çünkü Sağlık Bakanlığı’nın yaptığı anlaşma esnek bir anlaşmadır. Kullanılmayan ve alınmayacak aşıların başka kalemlerle değiştirilmesi mümkündür, zaten ücretleri de peşin olarak ödenmemiştir. Aşılar da ilaç firmalarının zararına olduğu için ilaç firmaları açısından bir kar söz konusu değildir. Aşılama ilaç ve tedavi giderlerini azaltır. Dolayısıyla sahte bir salgın değildir, ölüm oranlarının beklenenden daha düşük gerçekleşeceğini ben Mayıs ve Haziran ayında zaten söylemiştim. Ölüm oranlarında Şubat ve Mart’ta hafif bir artış bekliyoruz. Yazın grip durulacak. Seneye de mutasyon geçirmiş yeni bir türle karşılaşılabilir”


Prof. Dr. Akdur: Başından belliydi

Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı öğretim üyelerinden Prof. Dr. Recep Akdur: Daha başından beri sahte olduğu belli olan grip pandemisi ilaç firmaları ve bazı güç odakları tarafından başta Dünya Sağlık Örgütü ve ilgili sağlık kuruluşlarını etkilemek suretiyle dünya ölçeğinde panik yaratılmış ve basına aksettiği kadarıyla 4.4 trilyon dolarlık bir para değişimi sağlanmıştır. Bu para değişiminden 3 grup firma büyük kazançlar elde etmiştir. Bunlardan birinci grubu aşı üreten firmalar, ikinci grubu antiviral üreten firmalar, üçüncü grubu da maske, gözlük ve dezenfektan gibi tıbbi araç gereç üreten firmalar oluşturmuştur. Ayrıca turizm hareketleri de bu panik sayesinde manipüle edilmiş, turizm organizasyonlarında da çok ciddi değişiklikler yaratılmıştır. Türkiye ve benzeri ülkelerde okulların, işyerlerinin tatil edilmesi, insanların sokağa çıkmasında baskılama gibi nedenlerle de çok ciddi, ekonomik durgunluklar yaşanmıştır. Avrupa Birliği’nin bunu fark ederek bir soruşturma konusu yapması çok yerindedir. Başta Türkiye olmak üzere topluma bu ağır krizi yaşatan tüm ülkelerde soruşturma yapılmalı ve sorumlular bulunarak bir daha dünyaya bunu yaşatmamaları için gerekli ders verilmelidir.

Bildiğimiz kadarıyla Türkiye’deki Pandemi Bilim Kurulu’nun bu ağır harcama, bu kadar çok aşı alımı, ve okulların tatili vs. gibi davranışların sergilenmesine neden olacak bir raporu ve istemi söz konusu değildir ama sanki böyle bir rapor ve istem varmış gibi sorumluluk Bilim Kurulu’nun üzerine atılmıştır, oysaki gerçek sorumluluk onları zorlayan siyasal erktedir.

Domuz gribi benzeri hastalıktan 12 bin dolayında insan ölmüştür, oysa toplam gripten ölüm miktarı 300 bin dolayındadır. Bu yıl, her kış gerçekleşen grip ölümlerinden daha fazla ölüm söz konusu olmamıştır”


Kahveci: Açıklama dikkate alınmalı

Türk Sağlık-Sen Genel Başkanı Önder Kahveci: “Avrupa Konseyi Aile ve Sağlık Komisyonu Başkanın açıklamaları üzerinde dikkatle durulmalıdır. Bu konunun Avrupa konseyi tarafından soruşturulması teklifinin de kabul edilmesi yerinde ve doğru bir karardır.

Dünyada domuz gribi ile ilgili bir korku senaryosu üretildi. Milyonlarca aşı ve ilaç ülkelere satıldı. Büyük ilaç firmaları bu salgında servetine servet kattı. Fakat salgının seyrinin bahsedildiği gibi olmadığı anlaşıldı. Bizim ülkemiz de dahil olmak üzere özelikle Avrupa ülkelerinin elinde milyonlarca aşı kaldı. Şimdi ülkelere aşılarını satmak için Pazar arıyorlar. Tüm bu yaşanan gelişmeler bu aşının bir rant aracı olarak kullanıldığını düşündürüyor. Biyolojik silahlardan sonra biyolojik rant mikropları da mı üretiliyor sorusu insanların aklına geliyor. Bu nedenle bu iddialar değerlendirilmeli ve sonuçları tüm dünyaya açıklanmalı. Eğer insan sağlığı ile oynayarak para kazananlar varsa cezalar verilmelidir”

Sinema Yazarları Derneğince (SİYAD) bu yıl 42’ncisi düzenlenen ”Türk Sineması Ödülleri” 31 Ocakta sahiplerini bulacak. ‘Vavien’ filmi bütün dallarda ödüllere aday olarak 10 yıl sonra bir ilki başardı.

İstanbul – SİYAD Genel Başkanı Murat Özer, Club Connect’teki düzenlenen basın toplantısında bu yılki ödüller için belirlenen adayları açıkladı.

Özer, 13 dalda dağıtılacak SİYAD ödüllerine aday olan isimlerin, derneğin 55 üyesinin oylarıyla tespit edildiğini bildirdi.

SİYAD ödüllerinin bu yıl da Türk sinemasına farklı bir bakış ve soluk getireceğini ifade eden Özer, ”Vavien”in, uzun metrajlı filmlerin değerlendirildiği tüm dallarda adaylık elde ettiğini ve böylece ”Salkım Hanım’ın Taneleri” filminin ardından 10 yıl sonra bu başarıya ulaşan ilk film olduğunu kaydetti.

Özer, ”Onur Ödülü” ile ”Emek Ödülü”nün yanı sıra geçen yıl ödül kategorilerine eklenen ‘‘En İyi Kısa Film” ve ”En İyi Belgesel” ödüllerinin de sahiplerine verileceğini belirtti.

Onur ve Emek ödüllerinin sahiplerinin törenden önce duyurulacağını ifade eden Özer, ”Yılın umut veren sanatçısına verilen ödül, bu yıldan itibaren geçtiğimiz Kasım ayında kaybettiğimiz değerli sinemacı Ahmet Uluçay’ın adını taşıyacak. Yaşamı ve yapıtlarıyla sinemamızda umudun temsilcisi olan Uluçay’ın adı bundan böyle ‘Ahmet Uluçay Umut Ödülü’nde yaşayacak” dedi.

42. SİYAD Ödülleri, 31 Ocakta Beşiktaş Kültür Merkezi’nde düzenlenecek törenle sahiplerini bulacak.

Geçen yıl SİYAD Ödülleri’nde ”Üç Maymun”la En İyi Kadın Oyuncu ödülünü alan Hatice Aslan ve ”Sonbahar”la En İyi Erkek Oyuncu ödülüne uzanan Onur Saylak tarafından açıklanan adaylar şöyle:

-En İyi Kısa Film: ”Cennette Ölüm Var”, ”2932”, ”Üçte Bir”,”Yazlık”

-En İyi Sanat Yönetimi: Eren Akay, Ömer Atay, Nilüfer Çamur Giritlioğlu, Naz Erayda ve Elif Taşçıoğlu.

-En İyi Kurgu: Reha Erdem, Orhan Eskiköy, Thomas Balkenhol, Bora Gökşingöl, Çiçek Kahraman, Levent Semerci ve Erkan Erdem.

-En İyi Senaryo: Reha Erdem, Yılmaz Erdoğan, Engin Günaydın, İnan Temelkuran, Yeşim Ustaoğlu ve Sema Kaygusuz.

-En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Performansı: Erdal Beşikçioğlu, Kadir Çermik, Settar Tanrıöğen, Mustafa Uzunyılmaz,ve Onur Ünsal.

-En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Performansı: Derya Alabora, Övül Avkıran, Büşra Pekin, Damla Sönmez ve Serra Yılmaz.

-En İyi Erkek Oyuncu Performansı: Erdem Akakçe, Ömer Erkan, Mert Fırat, Engin Günaydın ve Nadir Sarıbacak.

-En İyi Kadın Oyuncu Performansı: Nesrin Cevadzade, Tsilla Chelton, Elit İşcan, Binnur Kaya ve Nergis Öztürk.

-En İyi Yönetmen: Reha Erdem, Semih Kaplanoğlu, Yağmur Taylan ve Durul Taylan, Yeşim Ustaoğlu, Derviş Zaim.

-En İyi Film: ”Hayat Var”, ”Pandora’nın Kutusu”, ”İki Dil Bir Bavul”, ”Süt” ve ”Vavien”
 

Eurovision için son karar verildi

TRT’nin Eurovision için kendilerini seçtiğini öğrendikten sonra bir türlü resmi teklifin gelmemesi nedeniyle sıkıntılı günler geçiren Manga Grubu nihayet muradına erdi. TRT ve Manga Grubu dün 2010 Eurovision Şarkı Yarışması için anlaşıp resmi sözleşme imzaladı.

İstanbul – Posta yoluyla gönderilen sözleşmeleri imzalayan taraflar, en kısa sürede şarkının belirlenip tanıtımına başlamak için anlaştı. 25, 27 ve 29 Mayıs tarihlerinde Norveç’in başkenti Oslo’da yapılacak 55. Eurovision Şarkı Yarışması’nda Manga Grubu ilk beşe girmek için yarışacak.

MTV Ödülü almışlardı

Habertürk gazetesinden Bülent İpek‘in haberine göre, TRT grubun tanıtım ve yarışma masrafları için 450 bin lira bütçe ayırdı. Ancak bu kez daha öncekilerden farklı olarak parayı peşin olarak ödemeyecek. Grup yaptığı masrafları faturayla belgeledikten sonra bunu kurumdan alabilecek. Hadise, Kenan Doğulu ve diğer eski yarışmacılar belirlenen tanıtım ve klip bütçesini peşin olarak almışlardı. Adını Japon çizgi film sanatından alan Manga Grubu “Bir Kadın Çizeceksin” adlı şarkılarıyla çıkış yapmış, geçen yıl çıkardıkları Şehri Hüzün adındaki albümleriyle MTV Müzik Ödülleri’nde Avrupa’nın En Sevilen Sanatçısı seçilmişlerdi.

Takvimlerin 2010’u göstermesiyle ”Avrupa Kültür Başkenti” unvanına sahip olan İstanbul’da, 16 Ocak’ta Haliç Kongre Merkezi’nde düzenlenecek resmi törenle etkinliklere başlanacak.

İstanbul– Taksim’de ”ateş” ve Kadıköy’de ”balon” gösterilerinin yanı sıra, Taksim’de Tarkan, Kadıköy’de Mor ve Ötesi, Beylikdüzü’nde Nil Karaibrahimgil, Sultanahmet’te Mercan Dede, Pendik’te Kıraç ve Bağcılar’da Zara konser verecek. İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı Yürütme Kurulu Başkanı Şekip Avdagiç ve Genel Sekreteri Yılmaz Kurt, açılış kutlamalarının detaylarını Çırağan Sarayı’nda düzenlenen basın toplantısında anlattı. Sanatçılar Zara, Kıraç ve Mercan Dede‘nin de katıldığı toplantıda konuşan Avdagiç, ”dünyanın en ilham verici kenti” İstanbul’un, 2010 yılı boyunca taşıyacağı ”Avrupa Kültür Başkenti” unvanı ve yıl sonuna kadar hayata geçirilecek 400’den fazla özel projeyle sahip olduğu enerjiyi Türkiye ve dünya ile paylaşmaya hazır olduğunu söyledi.

Haliç Kongre Merkezi’nde 16 Ocak Cumartesi günü düzenlenecek törene, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan‘ın yanı sıra 20 ülkeden bakan düzeyinde katılım olacağını belirten Avdagiç, açılış etkinliği için 8,5 milyon lira bütçe ayrıldığını bildirdi.

İstanbul ile 2010 Avrupa Kültür Başkenti olan Almanya’nın Essen kentindeki açılışa katıldığını belirten Avdagiç, ”Essen’deki açılışa bu kadar üst düzey bir katılım olmadı. Avrupa ülkeleri İstanbul’un nasıl bir açılış yapacağını merak ediyor” diye konuştu. Ajansın Genel Sekreteri Yılmaz Kurt, İstanbul’un açılış etkinliklerini kendisine yakışır bir görkemle başlattığını vurgulayarak, Haliç Kongre Merkezi’nde, Türkiye’nin yanı sıra Avrupa’dan da üst düzey diplomatlar, siyaset, iş ve kültür-sanat dünyasının önde gelen isimlerinden oluşan 5 bin davetlinin bir araya getirileceğini anlattı.

‘İstanbul’un Büyüsü’

Kurt’un verdiği bilgiye göre, Haliç Kongre Merkezi’ndeki resmi devlet töreni, açılış konuşmalarının ardından Yekta Kara’nın bu gece için özel olarak tasarladığı ve yönettiği ”İstanbul Büyüsü” adlı özel performansla devam edecek. Sanatın farklı dallarından 303 sanatçının sahnede yer alacağı 65 dakikalık gösteri, müzik, dans, şiir, İstanbul’a özgü ses ve görüntülerle İstanbul’un sahip olduğu çok katmanlı derin kültürel mirası, şehrin enerjisini ve ilham kaynaklarını gözler önüne serecek. Gösterinin ardından, etkinliğe katılacak protokol mensupları, Haliç Kongre Merkezi’nin önündeki iskelede enerjisini İstanbul’dan alan bir ”Kent Etkinliği” olarak tasarlanan özel ışık ve havai fişek gösterisi için butona basarak start verecek.

Bir kilometrelik alanda Haliç’i bir festival alanına çevirecek görsel şölen, Haliç Camialtı Tersanesi’nde kurulan yaklaşık 3 bin metrekarelik bir alanda yapılacak. 80 metreye 15 metre ebatlarında hazırlanan özel 2010 logosu, bu özel gösterinin Haliç’te aydınlığa kavuşacak ilk sembolünü oluşturacak. Şölen, aynı zamanda Taksim, Kadıköy, Pendik, Sultanahmet, Beylikdüzü ve Bağcılar meydanlarında kurulan özel ekranlardan izlenebilecek. Aynı zamanda televizyon kanallarından yayınlanacak görüntüler sayesinde Haliç’teki unutulmaz şölen tüm Türk halkına evlerinde de ulaşacak.
 

Ateş ve balon gösterisi

Taksim, Kadıköy, Pendik, Sultanahmet, Beylikdüzü ve Bağcılar meydanlarında DJ performansı, dans ve müzik gösterileri, gecenin ilk saatlerinde İstanbullularla buluşacak. Gecenin sürprizlerinden birisini de Taksim ve Kadıköy’deki özel gösteriler oluşturacak. Bugüne kadar Dubai, İngiltere, Fransa, İspanya ve Brezilya gibi birçok farklı ülkede düzenlenen dev organizasyonlarda gerçekleştirdikleri gösterilerle dünya çapında ün kazanan Fransız Group F tarafından Taksim’de, ”Ateş Tiyatrosu”, Kadıköy’de ise ”Balon Tiyatrosu” sahnelenecek. Gökyüzünün sahne olarak kullanılacağı her iki gösteri de diğer meydanlardaki ekranlardan izlenebilecek.

Taksim’de Tarkan, Kadıköy’de Mor ve Ötesi, Beylikdüzü’nde Nil Karaibrahimgil, Sultanahmet’te Mercan Dede, Pendik’te Kıraç ve Bağcılar’da da Zara konser verecek. Etkinliklerde, farklı sanat disiplinlerine mensup toplam 500 sanatçı sahne alacak, 900 kişilik teknik ekip çalışacak. 1550 kişilik bir organizasyon ekibinin yürüttüğü etkinliklerin sorunsuz bir şekilde yapılabilmesi için toplamda 3 bin 500 kişilik emniyet ve güvenlik ekibi görev alacak. Etkinliklerde, 100 kişilik yönetim, 750 kişilik koordinasyon ve 300 kişilik canlı yayın ekibi çalışacak. Aralarında Sakıp Sabancı Müzesi, Aşiyan Müzesi, Sadberk Hanım Müzesi ve Yerebatan Sarnıcı Müzesi’nin de bulunduğu İstanbul’un önde gelen kültür sanat merkezleri ve müzeleri 16 Ocak’ta saat 24.00’e kadar kapılarını açık tutacak.
 

450 kişilik dev gösteri

”İstanbul Büyüsü”
adlı sahne gösterisinin sanat yönetmeni Yekta Kara, gösteride 303 sanatçının sahne alacağını, sahne gerisinde de 150 kişilik bir ekibin bulunduğunu belirterek, ”Yaklaşık 450 kişi, aylardır dinmeyen bir coşkuyla çalışıyor. Amacımız İstanbul’u en güzel şekilde tanıtmak” diye konuştu. Gösterinin temelini, İstanbul’un sahip olduğu derin kültürel miras ve şehrin en önemli özelliği olan, farklılıkların bir arada yaşaması kültürünün oluşturduğunu anlatan Kara, gösteri hakkında şu bilgileri verdi: ”Bu sebeple, gösteriyi hazırlarken, farklı sanat disiplinlerini bir arada değerlendirmeye özen gösterdim. Şiir, dans, müzik, İstanbul ses ve görüntülerinden oluşan 5 farklı unsurun yer aldığı gösteride, aralarında Sultan Abdülaziz, Mozart, Ahmet Adnan Saygun, Minur Nurettin Selçuk, Orhan Veli Kanık gibi farklı isimler tarafından İstanbul hakkında üretilmiş 24 eser farklı sanatçılar tarafından yorumlanacak. Aynur, Bekir Ünlüataer, Cüneyt Türel, Dilek Türkan, Fatih Erkoç, Kevork Tavityan, Kubat, MFÖ, Sertab Erener, Yetkin Dikinciler ve Zuhal Olcay farklı performanslar sergileyecek. Ayrıca programda, İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası, İstanbul Tarihi Türk Müziği Topluluğu, Yarkın Perküsyon Grubu, Devlet Opera Korosu sanatçıları, Çocuk Korosu, Devlet Balesi Dansçıları ve Pulathane Halk Oyunları Grubu da yer alacak.”

Ateş, balon ve ışık şovlarını hayata geçirecek Group F’in sorumlu koreografı Christoph Berthonneau ise İstanbul’a 200 kişilik bir ekiple geldiğini belirterek, gösterisinde, enerji ve ateşi temsil eden gaz, hava ve suyu kullanacağını söyledi. Berthonneau, gösterilerini çok sayıda insanın izlemesini temenni ettiğini ifade etti.

Sağlık Bakanlığı, büyük şehirlerdeki hastaneleri kampüslerde toplayacak.

Ankara – İstanbul, Ankara ve İzmir’in de aralarında bulunduğu illerde kampüs hastaneler yapmayı planlayan bakanlık, şehir merkezlerindeki hastaneleri buralara taşıyacak. Sağlık Bakanlığı Müsteşarı Prof. Dr. Nihat Tosun, 2010 yılında çok sayıda hastaneyi hizmete açmayı planladıklarını bildirdi.

Yeni açılacak bu hastanelerin ihtiyacı olacak tıbbi cihaz ve ürünlerle ilgili sektörde bir açılım olacağını, bunu sektör temsilcileriyle de paylaştıklarını anlatan Tosun, ”Bu yıl ilk kez böyle bir şey yaptık. Sektör yetkilileriyle yaptığımız toplantıda, 2010’daki stratejilerimiz ve neler alabileceğimiz konusunda görüş alışverişinde bulunduk. Onlar da ilk kez önlerini görecek şekilde politikalarını belirleyecek” dedi.

Bu yıl, Sağlık Bakanlığının hastanelerinin bir arada, kampüs hastanelerde toplanmasını öngören kamu özel ortaklığıyla ilgili 5 yıllık çalışmanın sonuçlandırılmasının da planlandığını açıklayan Tosun, İstanbul, Ankara, İzmir, Samsun, Erzurum, Adana, Mersin, Antalya ve Kayseri gibi şehirlerde kampüs hastaneler yapılacağını belirtti.

İlk ihaleye Kayseri’de çıkıldığını, yeni terminal binasının arkasında toplam bin 500 yataklı bir kampüs hastane yapılmasının planlandığını belirten Tosun, ‘‘Bu, Kayseri’deki bütün hastanelerin ihtiyacını karşılayacak bir yatırım olacak. İçinde bin yataklı bir genel hastane yer alacak. Bunun içinde de çocuk, kardiyovasküler, onkoloji gibi 50-100 yataklı dal birimleri, rehabilitasyon ve psikiyatri hastaneleri bulunacak” diye konuştu.
 

”Etlik Kampüsü’nün ihalesine bu ay çıkılacak”

Üçer bin yataklı olacak Ankara Etlik’teki kampüs hastanenin ihalesine bu ay içinde, Bilkent’tekine ise kısa sürede çıkılacağını kaydeden Tosun, bin 800 yataklı İstanbul İkitelli’de inşa edilecek kampüsün ihalesinin baharda yapılmasının planlandığını, bu şehirde başka büyük araziler bulunabilirse ikinci ve üçüncü kampüslerin de yapılabileceğini söyledi.

Ankara’daki bütün hastanelerin Bilkent ve Etlik’teki kampüslerde kümelenmesini amaçladıklarını ifade eden Tosun, buralarda Sağlık Bilimleri Üniversitesi için de alan ayrılacağını anlattı. Tosun, ”Bu kampüsleri birbirinin simetriği olarak planlıyoruz. İçlerinde 6 genel hastane, rehabilitasyon ve psikiyatri hastaneleri, araştırma ve eğitim merkezleri, sağlık bilimleri üniversitesi için alanlar olacak. Sağlık Bilimleri Üniversitesinde sağlık alanında eğitim verilecek tıp, eczacılık, hemşirelik ve diş hekimliği fakülteleri bulunacak” şeklinde konuştu.

Bu üniversitenin açılmasına YÖK’ün de sıcak baktığını kaydeden Tosun, ”Şehir merkezinde hastanemiz kalmayacak, hepsini oralara taşıyacağız. Şehir içindeki trafik ve yoğunluktan kurtararak sağlık hizmetlerini daha verimli olacağını düşündüğümüz bu alanlara alacağız. Şehir merkezlerinde 1-2 acil istasyon, semt poliklinikleri kalacak” dedi.

Gişe rekorları kıran ve tüm zamanların en çok kazanan ikinci filmi haline gelen “Avatar”da filmin kahramanının Na’vi halkını kurtarması ve liderleri olması, ırkçılık tartışmalarına yol açtı.

 

Washington– Vizyona girdiği günden bu yana yüksek bütçesi, konusu, sahneleri ve kullandığı teknikle sürekli gündemde kalan “Avatar“ın şimdi de kullandığı sinematografik metaforları konuşuluyor.

Filmde, genetik mühendislik sonucu oluşturulan “yerli bedeni”yle Na’vi kabilesinin içine misyoner olarak giren, Sam Worthington’un oynadığı Jake Sully adlı karakterin, gezegeni ve yerli halkı insan ırkına karşı koruması ve “kurtarıcı-lider” olması akıllara, Hollywood’un kalıp “kahraman beyaz adam” figürünü getiriyor.

Bazı film yorumcuları, “Avatar”ın eski Hollywood kalıplarını kullandığını ve “beyaz mesih masalı”nı sürdürdüğü görüşünü ifade ederken, bazı eleştirmenler, filmin, Avrupalı göçmenlerin Amerika Kızılderililerini yerinden etmesi metaforunu kullandığını öne sürüyor.

“Yedi Yaşam”, “Köpek Oteli” gibi filmlerde rol alan oyuncu Robinne Lee de “Avatar”ın “Kızılderili kadının vahşi doğada ‘beyaz adama’ yol göstermesi ve sonunda ‘beyaz adam’ın bu insanların kurtarıcı olmasını içeren Pocahontas öyküleri”ni anımsattığını belirtiyor.

Yönetmen James Cameron ise bu tartışmalara filmin “ırkçı” mesajlar taşımadığını belirterek karşılık verdi. Cameron, filmin gerçek temasının diğerlerinin farklılıklarına saygı duymak olduğuna dikkati çekti.

Öte yandan, Box Office’ın verilerine göre, dünya genelinde geniş hayran kitleleri de oluşturmaya başlayan bilim kurgu filmi “Avatar“, ABD geneli ve Kanada’da dördüncü haftasında da birinciliğini sürdürdü.

Geçen hafta da büyük ilgi gören ve sinema salonlarının dolmasını sağlayan film, 50,3 milyon dolar gelir elde etti. “Avatar“ın, 4 hafta boyunca ABD ve Kanada’daki toplam hasılatı ise 430,8 milyon dolara ulaştı.

Bunun yanında, yönetmeni James Cameron’un ününe ün katan yapım, “Yüzüklerin Efendisi: Kralın Dönüşü“nün de hasılatını geçerek, dünya genelinde tüm zamanların en çok kazanan ikinci filmi oldu.

Tüm zamanların en iyi hasılatını yapan film ise hala, yine Cameron’un elinden çıkan “Titanik” filmi.

“Sherlock Holmes” da beğenildi

Geçen hafta ABD ve Kanada’da “Avatar“dan sonra en fazla “Sherlock Holmes” ilgiyle izlendi. Söz konusu hafta 16,5 milyon dolar kazanan film, vizyona girmesinin üzerinden geçen üç haftada da 85,3 milyon dolar hasılat elde etti.

ABD ve Kanada’da geçen haftanın üçüncüsü ise hem çocukların hem de büyüklerin beğenisini kazanan “Alvin ve Sincaplar-2 (Alvin and the Chipmunks: The Squeakquel)” oldu. Üçüncü haftasına giren film, şimdiye kadar toplamda 178,4 milyon dolar gelir elde etti.

Haftanın en fazla izlenen diğer filmleri ise sırasıyla şöyle:
“Daybreakers”, “İlişki Durumu: Karmaşık (It’s Complicated)”, “Aşka Yolculuk (Leap Year)”, “The Blind Side”, “Aklı Havada (Up in the Air)”, “İsyankar Gençlik (Youth in Revolt)”, “Prenses ve Kurbağa (The Princess and the Frog)”

Vücudun birçok hastalığa karşı daha dirençli olmasını sağlayan üzüm suyunun, hafızayı da güçlendirdiği bildirildi.

İtalyan La Stampa gazetesinde yer alan habere göre, ABD’deki Cincinnati ve Tufts üniversitelerinin yanı sıra beslenmeyle ilgili bir araştırma merkezinde görevli bilim adamları, hafıza zayıflığından şikayetçi 12 kişiyi iki gruba ayırarak, 3 ay süreyle gözlemledi.

İlk grubun üyelerinden siyah üzüm suyu içmeleri istendi ve deney süresince her iki gruba düzenli olarak hafıza testi uygulandı.

Araştırmanın sonucunda, saf siyah üzüm suyu içenlerin kısa süreli ve sözsüz hafızalarında gelişme kaydedildiğini belirten uzmanlar, üzümün antioksidan özelliklerinden dolayı insan sağlığına muhtemel faydaları olan polifenoller bakımından zengin olmasının bu sonuçta rol oynadığını söylediler.

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, beş gün sonra resmi açılışı yapılacak olan Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde en son teknolojilerin kullanıldığını bildirdi.

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, tiyatrocu Kenan Işık, Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yayın Yönetmeni Ayşe Nil Şamlıoğlu ve belediyenin Basın Yayın ve Halkla İlişkiler Daire Başkanı Ayşenur Suberk Özturanlı ile birlikte, 18 Ocak’ta perdelerini açmaya hazırlanan Muhsin Ertuğrul Sahnesi’ni gezerek, incelemelerde bulundu. Görevlilerden bilgi alan Topbaş, daha sonra basın mensuplarına yaptığı açıklamada, Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nin 16 Ocakta resmi açılışının, 18 Ocak’ta sanatsal açılışının yapılacağını, 19 Ocak’ta ise Gala Gecesi’nin gerçekleştirileceğini anımsattı.

Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nin son dönemde yapılan bir tiyatro sahnesi olduğu için, burada en son teknolojilerin kullanıldığını bildiren Topbaş, ”Özellikle ses düzeni olarak dijital düzen kullanıldı. Yani gerekirse burada sinema da oynatılabilecek, ışık gösterileri yapılabilecek. Tiyatronun dışında başka müzikaller ve başka oyunlar da burada sergilenebilecek. Bu mükemmelliğini ortaya çıkaran ekibe teşekkür ediyorum. Işıklandırma oldukça başarılı. Sadece tiyatro için değil her oyun için değerledirilmiş bir yapı ortaya çıktı” diye konuştu.

Kadir Topbaş, Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nin Türk tiyatrosu ve İstanbul için önemli bir sahne olduğunu vurgulayarak, sözlerini şöyle sürdürdü: ”Bütün teknolojik imkanları kullandık. Orkestra çukurundan, dönen sahnesine, perde aparkatlarına, ses-ışık sistemine kadar her şey hareketli, kumandalı. Altıyüz seyirci kapasiteye sahip, sanatçıların odalarından depolarına, tiyatrolarına, arşivine, dekor odalarına kadar her şeyi bünyesinde bulunduran güzel bir tiyatro oldu. İstanbul’a bir yılı aşkın bir zamandan sonra tekrar merhaba diyecek. Adeta bir zaman tünelinden geçmiş gibi. Keşanlı Ali Destanı’yla kapanmıştı, tekrar ayın 18’inde Keşanlı Ali Destanı’yla halka açılıyor. İstanbul’a hayırlı olsun diyor ve emeği geçen herkese teşekkür ediyorum.”

Bir gazetecinin, ”Sahnenin açılışında muhaliflere yönelik bir belgesel sunulacağı” ile ilgili sorusu üzerine Topbaş, bunun yanlış anlaşılmasını istemediğini ifade ederek, belgeselin ”Muhsin Ertuğrul kimdir?” ve ”Tiyatronun, başlangıcından günümüze kadar olan evresi” üzerine bir sunum olacağına işaret etti. Topbaş, belgeselde muhaliflerin, duygusal davrananların ve bunu siyasi olarak kullananların da kısmen yer alacağını açıklayarak, ”Ama tabii ki bu, sadece onlar üzerine kurgulanan bir belgesel değil. Bu, özellikle Muhsin Ertuğrul’un bu kadar mükemmel hale gelişini ve başlangıcındaki niyetlerinden günümüze kadar olan sürecini kayıt altına almak. Bunu, sadece ayın 16’sında göstereceğiz. Esas açılış olan 18 Ocak ve galada da bunun tekrarı yapılamayacak. Böylelikle Muhsin Ertuğrul arşivine bir katkımız olacağını düşünüyorum” şeklinde konuştu.

‘Gala Gecesi’ne herkes davetli’

Başka bir gazetecinin ”Gala Gecesi için, Muhsin Ertuğrul Sahnesi yıkılıp yeniden yapılırken tepki gösterenlere de davetiye gönderilecek mi?” sorusuna ise Topbaş, şöyle cevap verdi: ”Sanatçının hassasiyetini hepimiz biliyoruz. Ben her zaman sanatçıları bir güvensizlik olabilir, duygusal davranabilirler diye dışta tutmaya çalıştım. 19 Ocaktaki galaya onları da davet edeceğiz. Önyargılı olduklarını düşünmüyorum, geleceklerdir. Belki siyasiler tavırlı ve kendilerince bu olayları bir fırsat olarak değerlendirmiş olabilirler. Neticede insanız. Bu yapılan iş, İstanbul’a ve ülkeye yapılan bir iştir. Aklıselim olanlar takdir edecektir, kırgınlıklar geride kalacaktır. Bundan sonrakilerinde sonucun ne olacağını düşünerek davranacaklarını düşünüyorum. Bunun bir milat olacağına, olması gerektiğine inanıyorum. Demokrasinin kuralları çerçevesinde tabii ki herkes söylemek istediğini rahatlıkla söyleyebilmeli, rencide etmeden ikaz etmeli ama bunu baskı unsuru haline getirmemeli. Tavırları siyasi malzeme olarak kullanmamalı.”

Tiyatro için yapılan harcamayla ilgili de bilgi veren Topbaş, sadece sahnenin maliyetinin 17 milyon lira civarında olduğunu açıkladı. Kadir Topbaş, Atatürk Kültür Merkezi’yle (AKM) ilgili bir soru üzerine de Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı olduğunu hatırlattığı merkezin 2010’da onarımının düşünüldüğünü ve ancak konunun yargıya taşındığını belirtti. Bununla ilgili çok ciddi baskılar yapıldığını ifade eden Topbaş, sürecin sonucunda dokunulmaz kararların alındığını belirterek, ”İstanbul için bir kazanç olmasını diliyorum. Atılan her adım bu şehre bir şeyler katmak adına olmalı. Yok etmek, engellemek, başarısız kılmak adına olmamalı” dedi.

‘2010’da 10 milyon turist bekliyoruz’

Topbaş, İstanbul’un 2010 Avrupa Kültür Başkenti (AKB) olmasının öncelikle kentin kendi hafızasındaki bir takım değerleri ortaya çıkarmasını sağlayacağına dikkati çekerek, 3 Şubatta Brüksel’de, Yenikapı’daki arkeolojik bulgulardan ortaya çıkan değerlerin resim sergisinin sergileneceğini bildirdi. Bunun İstanbul’un turizmine de katkı sağlayacağını vurgulayan Topbaş, ”Biz göreve başladığımızda İstanbul’a 2 milyon 800 bin turist gelirken şimdi 8 milyon geliyor. Bu yıl 10 milyonları bulmasını bekliyoruz. Bunun katma değer olarak bu kente katkısı var, ekonomik girdisi var. İstihdam oluşturulmakta, otellerde 23 bin civarında yatak inşaatı devam ediyor. Demek ki bu kent, kültürel aktivitelerin yanı sıra turizmi de kalkındırmış oluyor. İşsiz olan iş bulma imkanına kavuşacak” dedi.

Cemal Süreya’nın ölümü üzerinden 20 yıl geçmesi, zamanın görece olduğunu düşündürüyor. Şiirleriyle, yazılarıyla güncelliğini koruduğu için ölümü yadırganıyor. Yirmi yılda onar yıllık iki kuşak değişti. Bu kuşakları bile etkileyen bir özelliği olması, onun güncelliğini sürdürmesi anlamına gelir.

Mustafa Şerif Onaran

Kitap / Cumhuriyet– Yaşarken kendini önemsetmeye çalışan ozanların unutulmuşluğuna bakıp, Cemal Süreya’yı canlı kılan özelliklerin neler olduğunu anlamaya çalışalım. Önce ‘İkinci Yeni’nin en duyarlı, en içtenlikli ozanı sayılması, kendinden önceki, kendinden sonraki edebiyatın nabzını tutan, ‘derin görü’sü olan bir edebiyat insanı olması. Yalnız içki masalarında ortam yaratan değil, edebiyat dergiciliğine işlev kazandırarak etkisini sürdürmesi. Özellikle görmezden gelinen edebiyatçılara, geride duran ozanlara arka çıkarak onlara da edebiyatta yer açması. Kendinin uzağına çekilirken, dargın olduğu ozanlara bile gülümsemeyi bilmesi…

Ancak Cemal Süreya gibi kendine güvenen bir ozan özverili olabilir. Yoksa edebiyatımızın karmaşık ortamında nice değerleri görmezden gelmek alışkanlık edindiğimiz bir gelenektir.

Ölümünün 20. yılında biraz anılardan yola çıkıp şiirinin daha aşılamayan özelliklerine, edebiyatı değerlendirmedeki ustalığına bakarak Cemal Süreya’nın kişiliğini anımsamaya çalışalım.
 

50’li yılların Ankarası

Bir ozanı tanımış olmak, onunla nice anıları paylaşmak bir ayrıcalıktır. Edebiyata bakışın anılarla bütünleşen bir anlamı, bir özelliği vardır.

Kimi edebiyat ortamlarında; ister Türk Dil Kurumu gibi bir yerde, ister bir içki masasında, ister bir derginin yönetim yerinde olsun, onu, hep yüzündeki üzgün gülümsemeyle anımsarım.

Erzincan’dan Bilecik’e zorunlu göç yüzünden mi, bir üvey annenin baskısı mı, bilinmez, ama o üzgün gülümsemede bağışlayan bir incelik vardır.

Ellili yılların Ankara’sında Siyasal Bilgiler Okulu da özel bir kültür ortamıydı. Benim Tıp Fakültesi öğrencisi olduğum ellili yıllar Ankara’sında Siyasal Bilgiler Okulu’nda Cemal Süreya ile Sezai Karakoç’u görmeye giderdim. O birlikteliğin eskimeyen bir anısı vardı.

O zamanlar Nejat Tunçsiper ‘Mülkiye’ dergisini çıkarırdı. ‘Mülkiye’ sıradan bir okul dergisi değildi. Cemal Süreya’nın ilk şiirleri bu dergide yayımlanmıştı. Nejat Tunçsiper’i oldukça yakından tanırdım. Bana Sait Faik’in dergiyi beğendiğini yazdığı mektuplarını okurdu.

O dönemlerde Siyasal Bilgiler Okulu’nu bitirenler arasında Ece Ayhan ile Tevfik Akdağ da vardı. Erdoğan Alkan’ı daha sonra tanıdım. Cemal Süreya’nın ‘Güvercin Curnatası’ dediği ‘İkinci Yeni’ oluşumuna bu ozanlar da katılmıştı.

Ama Muzaffer İlhan Erdost, bir şiirbilim anlayışı içinde, bu oluşumun gelişmesini açıklamasaydı, ‘İkinci Yeni’ kişilik kazanabilir miydi?

‘İkinci Yeni’ toplumcu şiire karşı mıydı? Belki şöyle düşünmek gerekir: ‘Kırk Kuşağı Toplumcuları’nın kurtulamadığı savsöz şiirine karşı, ‘İkinci Yeni’, örtülü bir şiirle toplumcu duyarlığı yoklamaya çalışıyordu.

Cemal Süreya toplumcu duyarlığa cinsellikten bakmayı deniyordu. Daha ‘Üvercinka’ yayımlanmamıştı. Eskişehir’de 1955’te birlikteydik. O vergi dairesinde görevli, bizim dönem, Hava Hastanesi’ne bir inceleme için gelmiştik. O, Nasuh Akar’ın kahvesinde oturduğumuzu anımsıyor. Kahvenin önünden zamanın güzellik kraliçesi Güler Arıman geçiyor. İkimiz de kapıya doğru doğrulmuştuk.

Cemal Süreya toplumcu duyarlığa cinsellikten bakmayı deniyordu:

‘Yüzünde ne var biliyor musun?

Ev dağınıklığı var.’

Bir evin kapısı örtülünce hangi acıların yaşandığı bilinmez. Ama Cemal Süreya gibi bir ozan bir kadının yüzündeki yalnızlıktan toplumcu duyarlığa açılan yolu bulabilir.

İçki masaları acımasızdır. Kendini pek önemseyen bir ozanın defterinin dürüldüğü yerdir. Ama Cemal Süreya, sol dirseği masaya dayalı, bakışlarındaki üzgün gülümsemede, bağışlamasını bilen bir gönül insanıdır.

Cinsellikten toplumsallığa

Cemal Süreya’nın şiirindeki içtenlikle duyarlık insanı yavaşça etkilese de, şiirinin dokusunu çürütmez. Sevi ilişkisinde yenilmiş görünmenin dalgınlığı içindedir:

‘Önce öp

Sonra doğur beni.’

‘Üvercinka’yı 1958’de benim için imzalarken başlığın altına el yazısıyla ‘sensualite’ diye yazmıştı. Yaşamanın anlamsızlığına kösnüye sığınarak katlanacağını umuyordu. Bir tutkulu sese, yara izine bağlanıyordu. Belki de bırakılmış biri onun için yeni bir başlangıçtı:

‘Şu senin tutkulu sesin var ya:

Ortak güzellik artı yara izi.’

Karanlık bir toplumun kurtuluşuna cinsellikten de bakılamaz mı? Yaşamaya dargın duran şiirinin gizli yerinde, sessiz bir örge gibi durur cinsellik.

Anlatı kolaylığından kurtulan Cemal Süreya sözcükler arasındaki şiirsel yükü cinselliğe taşıtarak yeni bir söyleyiş özgürlüğüne ulaştı.

Bir sevi ilişkisi ölümün kıyısından insanı çekip kurtarabilir mi?

Oktay Rifat o ilişkiye yenilmek istemiyordu:

‘Köşeyi tutan leylak kokusu

Yakamı bırak da gideyim.’

Oysa Cemal Süreya’yı ölümden kurtaran bir ‘leylak sesi’dir:

‘Sen tam tabancayı

Şakağına dayamışsın;

Kapı açılıveriyor

Ve üstündekileri

Bir bir fırlatıp atan

Bir leylak sesi.’

Cemal Süreya’nın insanın kurtuluşuna sevi ilişkisinden bakmasını, düşlem gücünün oyunu olarak yorumlayabilirsiniz. Sevi ilişkisi yaşamaya direnmeyi sağlasa bile onun genç ölümüne engel olamadı.

Ölüme doğru

Muzaffer Buyrukçu’nun günlüklerinde Cemal Süreya’nın önemli yeri vardır. Ölümünden bir gün önce, 8 Ocak 1990 tarihli günlükte, İstanbul Gazeteciler Cemiyeti’nde, dergi sorunlarının tartışıldığı, öğle rakılarının içildiği bir masada Cemal Süreya da vardır.

Yirmi yıl önceki bu günlüğe günümüzden bakarken Cemal Süreya ölümün eşiğinde görünüyordu. Bu görüntüyü şöyle saptamışım:

‘Cemal Süreya biraz gecikerek, ölümün gölgesiyle birlikte gelecektir’ (Cumhuriyet KİTAP, Ölümünden Bir Gün Önce Cemal Süreya, 28 Mayıs 2008).

Muzaffer Buyrukçu bu görüntüyü daha ayrıntılı anlatıyor:

‘Saat 12,35’te Cemal Süreya göründü. Ama özlemimi gideren, beni sevindiren bir görünme değildi bu, çünkü sürüklenircesine, yalpalayarak yürüyor, güçlükle ayakta duruyordu, belki de iradesini zorlamasa oraya yığılacaktı. Vurgun yemiş bir süngerciydi sanki, ayılamayan bir sarhoştu; düşmanlarının elinden canını rastlantıların yardımıyla kurtaran ama bu arada adamakıllı hırpalanan biriydi; her şeyini, ama bu güne kadar kazandığı her şeyini yitiren bir talihsizdi (CEMAL SÜREYA ve SONRASI, ‘Cemal Süreya ile Son Gün’, Artshop Yayıncılık ve Cemal Süreya Kültür Sanat Derneği Ortak Yayını, Ocak 2008).

Halden anlamayan insanların iyilik olsun diye yaptığı kötülükler. Sonra da Cemal Süreya’nın kimseye borçlu kalmak istemediği bir aldırmazlıkla, ‘üstü kalsın’ diyerek hesabı ödemesi.

İyi ki Anadolu yakasına geçmesini kolaylaştıracak bir koruyucu melek yardımcı olur da onu evine ulaştırır. Keşke İpek Tekil evine değil, onu hastahaneye yetiştirebilseydi. Ama geri dönülmez bir yola girmiştir artık. Şeker koması ile beyin kanaması ölümüne yol açmıştır.

Bir Ankara prensi

Metin Altıok soruyordu:

‘Bir Ankara prensi olan Cemal Süreya nerde şimdi?’

‘… Ne oldu Tavukçu’daki öğle rakılarına? Coşkularım tarazlandı benimse, umudumda güve yenikleri, pas kokuyor aşklarım ve artık patlak bir tefle dolaşıyorum elimde Ankara sokaklarını! En kötüsü de yaşlandı zamanımızın güzel kızları. Bir boşluk var yaşamımda, yüreğimde derin bir sacayağı’ (ŞİİRİN İLK ATLASI, ‘Ankara’, Kırmızı Yayınları, 2006).

Cemal Süreya’nın o içtenlikli, o duyarlı şiiri, bir bayrak yarışı gibi Metin Altıok’a geçmişti. Ama o da, 1993 Madımak yangınında içi kuruyuncaya kadar, ancak üç yıl daha taşıyabilidi o bayrağı.

Cemal Süreya gibi edebiyata geniş açıdan bakmasını bilen bir ozan kendine bakmayı bilemedi. Kendine bakmayı hep erteledi. Sevi ilişkisinin gücüne inanırız ama, dar zamanlar yüzünden o ilişkiyi hep ertelemek durumunda kalırız.

Cemal Süreya’nın nice evlilikler geçti başından. Yalnızca Zühal Tekkanat’la üç kez evlendiği bilinir. Evliliklerinde 28 kez kira evlerine taşındığı söylenir. Bir bakıma yorgunluğunu taşıyıp durmuştur.

Behçet Necatigil’in dizelerini anımsayalım:

‘Yılların telaşlarda bu kadar çabuk

Geçeceği aklımıza gelmezdi.’

Cemal Süreya öldüğü zaman daha 60 yaşına bile girmemişti. Onunla birlikte yalnız iyi bir ozan ölmedi. Edebiyatın ayrıntılarını bilen bir gönül insanı da öldü.

Edebiyatın ayrıntılarını bilmek ne demektir? Edebiyat beğenisi olmayan, eleştirel denemeden ayrıntıya bakmasını bilmeyen bu gerçeği kavrayabilir mi? Kapsamlı bir incelemede beğeni düzeyi eksik kalırsa yazı amacına ulaşamaz.

Cemal Süreya ‘kimliklerin izdüşümü’nü anlatırken alışılmış sözlerden yola çıkmıyordu.

Doğan Hızlan’ın yorumlamasına göre:

‘Gerçekten de ’99 Yüz’, bir izdüşümler toplamıdır. İzlenimlerin tanıklığıdır. Gördükleriyle, okuduklarıyla, duyumlarıyla, gözlemleriyle oluşturduğu bir tür kimlik kartı. Kimileri bu kartı bir iftihar levhası gibi yanında taşıyacak, kimileri de saklamak için yorgun düşecek.’

Unutulmuş bir ozanın ışıltılı bir dizesini bulur. O artık ‘Saklı Güldeste’de yerini almıştır. Birbirinden yararlanan şiir seçkilerinin tekdüzeliğine bakmayın. Cemal Süreya’nın ‘Saklı Güldeste’sindeki gizli gömüyü anlamaya çalışın.

Günler akıp gidiyor ama, Cemal Süreya’nın gündelik yazılarında, tarihsiz günlüklerinde zamanın geçmesini anlamlı kılan öyle ayrıntılar var ki, sanki kendini denetliyor gibidir. Oysa o, aldırmazlık içinde geçen bir gönül yorgunluğu çekerek, yaşamasını düzenceye sokmaya çalışan bir ozan olmanın çelişkisinde yaşadı.

Aradan sanki 20 yıl geçmemiş gibi, gene gözlerini kısarak kendinin uzağına dalmış gibi içkisini yudumlayan bir ‘Ankara Prensi’ o!

Belki de hep Ankara’da kalsa ölümü ertelenebilirdi. İnsan, zamanın akışında kendinin de bir payı olduğu yanılgısına düşüyor. Ama ölümün ertelenebileceği yanılgısı her zaman özlenecektir.

Sözü bize, hepimize…

İnsan, ömrüne neler sığdırabilir? Bu elbette kendisine bağlı. Dile kolay tam 80 yıldan söz ediyoruz. Karşımızdaki isim Erdal Atabek. Hayatını insanı anlamaya, insanı insana anlatmaya adamış bir emekçi. Hepsinden önemlisi sorumluluğunun bilincinde bir aydın. Dolayısıyla sözünü esirgemiyor; sevgi diyor, insan, emek ve çalışma diyor. İnsanın kirletilmesine, hayatın zedelenmesine; kişinin kendisine, insana, doğaya ile dünyaya yabancılaşması ve yabancılaştırılmasına karşı çıkıyor. ‘Güzel yaşayın’ çağrısında bulunarak herkese, hepimize sesleniyor.

Ali Bulunmaz

Kitap / Cumhuriyet‘Çağın tanıklığıyla sanıklığı iç içedir artık. Sanık olmayı göze almadan tanık olmak olanaksızlaşmıştır.’

‘İnsan olmanın sonu yok. İnsan olmanın sonu olmaması ne güzel. Yazarak insan olmak, okuyarak, dinleyerek, çalışarak ve insanla insan olmak, ne güzel.’

‘Özgürlük bu parmaklıkların dışında mı? Hayır, bin kere hayır. Özgürlük kafalarda, yüreklerde. Nerede olursan ol. Aklın özgürse, yüreğin özgürse, özgürsün. Aklın özgür değilse, yüreğin özgür değilse, tutsaksın. Hepsi bu.’

Erdal Atabek
Felsefeyle az biraz haşır neşir olanların zihninde kalmış olmalı: Sokrates’in en önemli buyruğu ‘kendini bil’dir. ‘Kendini bilmek’, bir yerde ‘haddini bilmek’ demek. Aynı zamanda ne bildiğini, beri yandan da (belki de asıl olarak) ne bilmediğini bilmek. Burası önemli. Çünkü ne bilmediğini bilmek insanın kendini tanımaya başlamasının ilk adımı.

Ne bilmediğini bilmek, başka insanların ne bildiğini veya bilmediğini anlamamak demek öte taraftan. Sonuçta, insan bu buyruğu yanına aldığında, hem kendini hem de başkalarını (kendi dışındakileri) anlamak için yola çıkar.

Kendini ve etrafındakileri anlamak ince bir iş. Gülten Akın, zamanında ne demişti: ‘Ah kimselerin vakti yok/ durup ince şeyleri anlamaya…’ İnsanı anlamak da aynı incelikte. Peki, ya anlatmak? O da zaman ve emek isteyen bir şey. İnsanı anlamak zor, ama insanı insana anlatmak belki daha zor. Bu zorlu yola giren kaç kişi var çevremizde? Şöyle bir bakın, bir tanesi yıllardır size sizi; daha doğrusu bize bizi hatta bize kendimizi anlatmaya çabalıyor. Kimden mi bahsediyoruz? Erdal Atabek’ten. Yaşamöyküsüne bakmak, eserlerine ve yazılarına göz atmak bile çabalarının anlamını ortaya koyuyor.

Atabek, 1930’da Adapazarı’nda doğar. Kabataş Erkek Lisesi’ni bitirdiğinde yıl 1948’dir. Birincilikle bitirilen lisenin ardından İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne girer. Ardından tıp doktoru olarak göreve başlar. 1965’te ilk yazısı Milliyet’te yayımlanır. Atabek o yıldan bu yana pek çok görev de üstlenir: Türk Tabipleri Birliği başkanlığı, Sosyal Güvenlik Bakanlığı müsteşarlığı, Müjdat Gezen Sanat Merkezi iletişim danışmanlığı, Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sosyal Psikoloji öğretim görevliliği… Tüm bu görevlerinin yanında politik duruşunun ‘ödülünü’ 12 Eylül’de Barış Derneği davası nedeniyle yargılanarak alır ve sonra diğer tüm sanıklarla beraber beraat eder.

1966’da düzenli olarak yazmaya başladığı Cumhuriyet gazetesindeki yazılarını ‘2000’li Yıllarda’ isimli köşesinde sürdürüyor Atabek. Siyasal ve toplumsal konularla birlikte eğitim, gençlik ve kişisel gelişim gibi temalarla bireylere yol göstermeyi amaçlıyor. Değişen toplumsal yapı ve değerler içinde aile, ergen ve genç etkileşimleri alanlarına yoğunlaşan Atabek, yazı, kitap ve konuşmalarıyla değişen birey ile toplumu anlamaya ve anlatmaya çalışıyor.

Sevgiden ve insandan yana olmak

Dedik ya anlatmak, hele insanı insana anlatmak daha zor diye; söyleyecek sözü bulunan insan olmanın da güçlükleri var. Bu, aynı zamanda bir şeylerden kaygı duymak veya rahatsız olmak demek. Elbette birilerini rahatsız etmek de…

Aslında söyleyecek sözü olmak, biraz da aydın olmanın sorumluluğunu sırtlanmak anlamına geliyor. Sesini kısmaya çalışanlara inat, konuşmak; mücadele etmek, doğru bildiğini söylemekten vazgeçmeyip insanı bağımsız birey (özne) haline getirecek yola iteklemek… Atabek’in yazı ve kitaplarını okuyup konuşmalarını dinleyenler bunlarla ne denmek istediğini hemen kavrayıverir.

Atabek’in Kışkırtılmış Erkeklik Bastırılmış Kadınlık adlı kitabındaki ‘bize öğretilen yanlışlara karşı başkaldırmamız gerekiyor, söylenen yalanlara karşı da; duygularımızı korumak, geliştirmek ve açıklamak için daha çok başkaldırı gerekiyor’ deyişi de aynı aydın sorumluluğunun doğal sonucu. Çünkü Atabek’e göre ‘başkaldırı insana özgü’: ‘Başkaldıran insan, teslim olmayan, düşünen, irdeleyen, kuşku duyan, araştıran, karşı koyan insandır.’ Bunun için de ‘insan olma eğitimi’ zorunlu. Bu eğitim, ‘kişiyi düşündüren, ona güç katan ve kendini öğreten; doğayı, toplumları hayatı, dünyayı öğreten eğitimdir.’

Onun çağrısı, birey olmayı kışkırtmak en arı anlatımla. İnsanı insan, bireyi birey yapan bilinci ortaya koymak; onu harekete geçirmek, değerleri kaybetmemek… Kaygısı bu. Hayatımız ve Değerlerimiz başlıklı çalışmasında o nedenle ‘Değerlerimiz sürekli değişir mi?’, ‘Değer değişimi dünyamızı nasıl değiştirir?’, ‘İnsanlığın kalıcı değerleri yok mudur?’ gibi sorulara yoğunlaşıyor.

Sevgi ve sevmek için zar attığından olacak ‘Sevgiyi biliyor muyuz?’ diye sorup ekliyor: ‘Benim olmadığı zaman da sevmeyi biliyor muyuz? Benden olmadığı, benim gibi olmadığı zaman da sevmeyi?’ Sevgiden yana olmak, enikonu insana omuz vermek demek. Atabek’in ‘yaşamın binbir rengini istiyoruz, insan insana yaşamak istiyoruz’ seslenişi de aynı yoldaşlığın ürünü.

Sevgi ve insana yoldaş olmak Atabek’i, yaşam ve dürüstlüğün sularına çekiyor. Dürüstlüğü ‘gerçekleri kabul etmek’ diye tanımlayan Atabek’in buna düştüğü bir de dipnot var: ‘Dürüst olmak en başta cesur olmayı gerektirir.’ Bedeli ağır bu erdemi hayatın merkezine koymak günümüzde ne kadar olası? İnsan önce kendine karşı dürüst olmaktan vazgeçerse sonrasında neler yaşanır? Özsaygı yitimiyle başlayan süreç, yaşamın ayağının kayışına kadar varır.

Bunun çözümünü de sunar Atabek. Parçaları birleştirdiğinizde; yazılanları arka arkaya koyduğunuzda çözüm beliriverir: İnsan yetiştirmek… Dürüstlük Sevgili Çocuğum kitabında insan yetiştirmenin ne menem bir şey olduğunu ince ince anlatır: Yetiştirilecek insan ‘kendisinin, çevresinde olup bitenlerin farkında, kendisinde bu yaşananların sorumluluğunu duyan, yaşama kendi gücünü katabilen insan’dır.

Onun için insan yetiştirme sanatının yegâne amacı, kendini yöneten ve yönlendiren insana ulaşmak. Bu insan, Kendi Yurdunda Sürgünsün kitabına ismini veren yazıda betimlediği ‘para düzeninin sürgünü’ olmayan; hepsinden öte insana insan olduğu için değer veren; onu insan olduğu için seven kişidir.

Buradan bakınca Erdal Atabek’in gençlere neden ayrı bir parantez açtığını anlamak zor değil. Kuşatılmış gençliğe neden yaşama cesareti aşılamaya gayret ettiğini kavramak da kolaylaşır. ‘Daha çok gençsin’ sözü kulaklarda çınlarken, birden daima genç kalamadığını gören insana seslenmiş olur.

Kirlenmeyelim

Başta gençlere ve sonra ulaşabildiği herkese ‘kirlenmeyin’ çağrısı gönderiyor. Sözü, ‘insana duyarsızlaşıp’ kirlenenlere getirip ‘böyle olmayın’ diyor ve gerçeği gösteriveriyor: ‘Evet insan kirleniyor; duyguları, düşünceleri, umutları ve sevinçleri kirleniyor (…) Yaşama sevincimiz çıkarcılıkla kirleniyor; dünya herkesin kendi çıkarının peşinde koştuğu bir yaşama kavgasıyla kirletiliyor (…) Düşüncelerimiz şartlandırma ve baskılarla kirletiliyor; yaşama kavgasına düşürülmüş insan, günlük sorunlardan kurtulup da geniş ufuklara bakamıyor (…) Duygularımız önyargı, baskı ve korkularla kirletiliyor; günümüz insanı ‘duygusal davranmakla’ aşağılanıyor, duygularımızla davranmamamız gerektiği sürekli yineleniyor, duygularımıza yabancılaşıyoruz, bu duyarsızlığın adına da ‘gerçekçi olmak’ deniyor (…) Umutlarımız umutsuzlukla kirletiliyor; umut, boş beklentilerle karıştırılıyor, insanın yazgısını değiştirme gücü azaltılıyor, dünyayı değiştirme azmi kırılıyor (…) Mutluluk, yasak, tabu ve suçlulukla kirletiliyor; mutsuzluk kutsanıyor, insanlara başkalarının mutlu olmasından rahatsız olması gerektiği öğretiliyor (…) İnsan kirletiliyor, çevre kirliliği asıl burada…’

Atabek insan olmanın suçlanışını da tehlikeli buluyor. İnsan gibi yaşamanın ‘büyük bir suç’ gibi algılanışını eşelerken, bir anlamda yine düzen eleştirisine yöneliyor: ‘Ben insanım, insan gibi yaşamak istiyorum. Bu sadelikte bir amaç suçlanabilir mi? Evet suçlanabilir, belki de en bağışlanamaz suç budur. İçinde yaşadığımız düzen bu suçu şöyle tanımlar: Sen insansan ve insan gibi yaşamak istiyorsan, toplumun kurallarına boyun eğeceksin. Seni yaşatan emeğinse, çalışacaksın. Çok çalışacaksın, hep çalışacaksın ve sana verilene şükredeceksin. Daha iyi yaşamak istiyorsan, daha çok çalışacaksın (…) Sıkıntı mı çekiyorsun, kabahatli sensin (…) Aklını kullanamadın (…) İnsanım diyorsun ama insan gibi yaşamayı beceremedin, kabahatli sensin.’

Dile getirdiği bir tehlike daha var. Cehaletin sakıncası ya da ‘Tehlikeli Cehalet’: ‘Düşünmeye alışmamış beyinler oyalanıp gitmektedir, düşünen beyinlerin de bu durumu önlemeye gücü yetmemektedir. Tehlikeli cehalet, farkına varmadan bu tuzağın içine düşüp eğlenmektir. Bunu bilip de bilmezden gelen, görüp de çıkar sağlayanlar sonra da ‘işte özgürlük budur’ diyenlerse toplumun asıl belalarıdır. Bilmemiz gereken budur. Görmemiz, anlamamız gereken budur; mücadelemiz de bu olmalıdır.’

İnsanın hiçbir şeyi yoksa söyleyecek sözü olmalı. Sayfa dolsun, ağız laf yapsın diye değil, lakırdı olsun diye de. Bilgiden damıtılmış fikir burada bahsi geçen. Erdal Atabek yıllardır yazıyor, konuşuyor; bilgi ve fikirlerini paylaşıyor, uymuyor, uyarıyor; karşısındakinde bir görü yaratmak adına çabalıyor. Kısacası birden fazla söyleyecek sözü var. Zaten yıllar önce Sözüm Sanadır diyen de o değil miydi:

‘Gün gelir her şey değişir; gün gelir hapisteki insan çıkar, dışarıdaki hayata karışır (…) Gün gelir suç sayılan erdem, erdem sayılan suç olur. Gün gelir içerideki dışarıda, dışarıdaki içeride olur (…) İnsanlıktan sorumluluk duyduğu, ülkesini düşündüğü için suçlanan insanı gördüm (…) Onları suçlayanların kime hizmet ettiğini gördüm (…) Düşünmen gerekiyor, yalnız kendini değil bütün insanlığı (…) Yalnız bildiğini değil, bütün bilinenleri, seçim senin, karar senin; sen ki insansın, sözüm sanadır.’

Bize düşen, kendimizi bilerek; ne bildiğimizi ve ne bilmediğimizi tartarak Erdal Atabek’in söylediklerini anlamaya çalışmak. Bir de 80. yaşını kutlamak…