Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

14 Şubat Sevgililer Günü tüm Dünyada ve Türkiye’de bugün kutlanıyor. Sevgililerin özellikle çiçek, kart ve mesaj gönderip, aldıkları hediyelerle kutladıkları Sevgililer Günü hakkında değişik yorum ve tanımlamalar yapılıyor.

Bu günle ilgili ilgili en yaygın görüş şöyle: Sevgiler Günü’nün başlangıç tarihi eski Roma İmparatorluğu zamanına uzanıyor. Eski Roma’da 14 Şubat günü bütün Roma halkı için önemli bir gündü. Çünkü bu günde Roma tanrı ve tanrıçalarının kraliçesi olan Juno’ya duyulan saygıdan ötürü tatil yapılırdı. Juno ayrıca Roma halkı tarafından kadınlık ve evlilik tanrıçası olarak da biliniyordu. Bu günü takip eden 15 Şubat gününde ise Lupercalia Bayramı başlıyordu.

Bu bayram halkın genç nüfusu için büyük önem taşıyordu. Bunun nedeni ise yaşantıları kesin kurallar ile sınırlandırılmış, bunun doğal sonucu olarak bir birliktelik yaşama şansı olmayan bu gençler sadece bu bayram süresince bile olsa birbirlerinin partneri oluyorlardı. Hangi genç bayanın hangi genç erkek ile bir çift oluşturacağı eski bir gelenek olan ve Lupercalia Bayramı’nın arife günü yapılan bir çekiliş ile belli oluyordu. Romalı genç kızlar isimlerini küçük kağıt parçalarının üzerine yazıp bir kavanoza koyuyorlardı. Genç Romalı erkekler ise kavanozdan bu kağıtları çekerek üzerinde hangi kızın ismi yazıyorsa o kızla bayram eğlenceleri boyunca beraber oluyorlardı. Bu birliktelikler birbirine aşık olan çiftler için bayram süresinin dışına taşıp genellikle evlilikle sonlanıyordu.


Aziz Valentine günü

İmparator 2. Claudius, Roma’yı kendi katı kuralları ile zalimce yöneten bir hükümdardı. Onun için en büyük problem ordusunda savaşacak asker bulamamaktı. Ona göre bu durumun tek sebebi Romalı erkeklerin aşklarını ve ailelerini bırakmak istememeleriydi. İşte bu yüzden Roma’daki tüm nişan ve evlilikleri kaldırdı. Aziz Valentine de Claudius’un hükümdarlığı zamanında Roma’da yaşayan bir papazdı. Kendisi gibi papaz olan Aziz Marius ile birlikte Claudius’un yasağına rağmen gizlice çiftleri evlendirmeye devam etti. Ancak imparator bu durumu bir süre sonra öğrendi. Aziz Valentine insanları evlendirmeye devam ettiği için tutuklandı ve yaptıklarının cezası olarak sopa ile dövülerek öldürüldü. Milattan sonra 270 yılının 14 Şubat’ı Hıristiyan şehitliğine gömüldü.

Aynı zamanlarda Roma’daki putperestler, şubat ayı içinde kutlanan Lupercalia Bayramı’nı kendi putperest tanrıları için kutluyorlardı. Bayram öncesi yapılan geleneksel çekilişi ise seremoniye bağlı kalarak kendileri için uygulamaya başladılar. Hıristiyan Kilisesi’nin ilk kurulduğu yıllarda hizmet veren papazlar bu törenlerin, özellikle de evlenmemiş gençlerin putperestler ile birlikte anılmasından rahatsız oldukları için bir çözüm buldular. Bu gençlerin isimlerinin azizlerle birlikte anılmasını istedikleri için Lupercalia Bayramı’nın başladığı günü Aziz Valentine Günü olarak kutlamaya başladılar.


Saint Valentine ve Sevgililer günü

Milattan sonra ilk yüzyıllardan beri her yıl şubat ayının ondördünde kutlanan Sevgililer Günü’nün başlangıcı ile ilgili o günden günümüze kadar gelmiş çeşitli efsane ve hikayeler var. Bazı kaynaklara göre bu özel günün kutlanma sebebi Hıristiyanlığı seçtiği ve bu inancından vazgeçmediği için öldürülen Romalı Aziz Valentine. 14 Şubat 270 yılında ölen Valentine’nin ölüm günü o günden sonra Sevgililer Günü olarak kutlanmaya başlanmış. Efsanenin başka bir yönü ise Aziz Valentine’nin İmparator Claudius hükümdarlığı ile aynı dönemde bir tapınakta papaz olarak hizmet vermesi ile ilgili. Claudius Valentine’i emirlerine uymadığı ve kendisine başkaldırdığı için tutuklatıp öldürdü. Bu olaydan 226 yıl sonra 496’da Papa Gelasius Aziz Valentine’i onurlandırmak için Şubat 14’ü Aziz Valentine Günü olarak belirlemiştir.

Sevgililer Günü’nün ilk kartı

Yıllar geçtikçe yavaş yavaş Şubat 14 sevgililerin, aşıkların birbirlerine aşk mesajları yolladığı bir gün haline geldi. Bununla pararel olarak Aziz Valentine de bütün sevenlerin koruyucu azizi haline gelip böyle anılmaya başlandı. Sevgililer Günü, 1800 yıllardan sonra Amerika’da Esther Howland’ın ilk Sevgililer Günü kartını yollamasından bu yana günümüzde daha çok sayıda insanın kutladığı toplumsal bir olay haline geldi. Bunun doğal sonucu olarak olayın ticari yönü çok gelişti. Neredeyse herkes her yıl 14 Şubat’ta sevgililerine veya eşlerine bu günün ruhu ile bütünleşen, karşı tarafa sevgilerini anlatan hediyeler veriyor.

Aşk, evlilik, sevda üzerine milyonlarca kitaplar yazılmıştır. Hemen hemen her gün bu olgularla karşılaşıyoruz. Sıkça karşılaşılmasına rağmen, bu terimlere getirilen açıklamalar göreceli ve sübjektiftir. Sevgililer gününde, aşkı, evliliği, sevdayı ele alan bu yazının da göreceli olduğu unutulmamalıdır. Aşk, aslında uygun duygulara ilişkin olarak bir dizi beklentilerin gerçekleştiğini görmedir. Bu beklentiler, insanların içini kıpır kıpır eden 3-5 saniye sürmektedir. Yaşam boyu da bu ilk duyguları unutmak mümkün değildir.

Belki de evliliklere neden olan, evlilikleri koruyan ve sürdüren bu izlenimlerdir.  Aşkı  bir cazibeye karşı bir belirsiz duygu olarak da tanımlamak mümkündür. Bu duyguya sahip olan fiziksel özellikler olabildiği gibi, sosyal ve düşünsel özellikler de olabilir. Özellikle, ergenlik ve gençlik dönemlerinde fiziksel; sonra da sosyal ve düşünsel özellikler önem kazanmaktadır. Aşk, birliktelik, evlilikle sonuçlandığında, sevda ve daha sonrasında derin dostluklara dönüşebilmektedir.

Sevda; genel olarak aşırı hoşgörüye yol açmaktadır. Sevda, çiftlerin birbirlerinin olumlu yönlerini daha yüksek ölçülerde değerlendirmesidir. Eşlerin, yaşadıkları olumsuzlukları yoğunluklu olarak idare etmeleridir. Evlilikte karı-koca ilişkilerinin tamamen çok iyi geçtiğini de öne sürmek doğru bir değerlendirme sayılmaz. Yetiştirilme biçimleri ve kültürel farklılıkların doğurduğu sonuçlar, evlilik sürecini bazen olumsuz etkileyebilmektedir.

Ancak, duygu ve düşüncelerin karşılıklı paylaşımı ile bu sorunların üstesinden gelinebilmektedir. Çıkan sorunların üstesinden gelme yollarından birisi de sorumlulukların paylaşımıdır. Ortak karar verme, olası sorunların çözümünde en etkili yöntem olarak kabul edilmelidir. Başka bir ifadeyle, aile içi ilişkileri etkileyecek kararlara, eşler birlikte karar vererek sorunlara, yine birlikte çözüm bulabilmektedirler. Evlilikte, eşler arası ilişkiler derin dostluklarla sonuçlanabilir.

Derin dostlukla sonuçlanan evlilikle, eşler artık birbirlerinin duygularını olduğu gibi kabul etmekte ve birbirlerini değiştirme çabası içine girmeyebilmektedirler. Düşünce ve duygularda ısrar edilmemekte, esnek olunabilmektedir. Diğer taraftan, eşler kendisini diğerinin yerine koyup birbirinin duygularını anlayabilmektedirler. Çiftler birbirinin olaylara bakış açısına saygı duyabilmektedirler. Dost olarak eşler, değerlerini olduğu gibi kabul edebilir; çözüm yollarını birlikte düşünebilir; sorunun çözümüne birlikte karar verebilirler.

Aşk lider tanımaz. Her gün ‘Sevgililer Günü’ diyenler için ideal bir okuma şöleni, aşkın derin sularında dolaşmayı sevenlere…

İyi ya da kötü tarihte iz bırakmış liderlerin yaşadıkları aşk ve birlikteliklerin, onların hayatları üzerindeki rolüne eğilen bir çalışma olan Tarihi Liderler ve Aşkları İkaros Yayınları (Şubat 2010) tarafından okurla buluştu. Kitap liderlerin aşkları paralelinde tarihin akışına, yıkılan ve kurulan imparatorluk ve krallıkların serüvenine, modern devletlerin katmanlarına da ayna tutmaya çalışıyor. Yaşanan aşkların liderlerin özel hayatlarını, bireysel dünyalarını nasıl etkilediğinin yanı sıra devletlerin ve toplumların aşkın yarattığı fırtınalardan aldıkları etkileri de ihmal etmemeye çalışıyor.

Bundan önce Dâhiler ve Aşkları kitabında olduğu gibi bu defa yine Özcan Erdoğan’ın hazırlamış olduğu Tarihi Liderler ve Aşkları kitabı ile bir araya gelen Türk yazınının değerli şair ve yazarları, sağlam kaynaklara dayanan anlatımlarıyla eşsiz bir çalışmaya imza attı. Kitabın en önemli özelliği, daha önce yayımlanmış olsun veya olmasın ilgili kitaplarda aşk özeline girilmemiş Vladimir İlyiç Lenin, Winston Churchill, Josef Stalin, Lev Troçki, Benito Mussolini, Fidel Castro, Eva Peron, John F. Kennedy, Nelson Mandela gibi liderlere ait bu yönlerin ilk defa böyle bir toplamda bir araya getiriliyor olması.

Aşk’ın ve İktidar’ın sorgulanmasının yanı sıra bu kitapla oldukça etkileyici bir tarih yolculuğuna da çıkabiliyorsunuz. “Aşk mı, iktidar mı?” sorusuna verilen “yaşanmış yanıtlar”ın bulunduğu kitapta, kronolojik bir tarih dizini ile yer alan liderler ve bunları kaleme alan yazarlar şöyle: Nefertiti  (Emel İrtem),  Ramses (Halim Şafak), Gotama Buddha (Semra Çeçen), Büyük İskender (Halim Şafak), Spartaküs (Halim Şafak), Cleopatra – Jül Sezar – Marcus Antonius (Funda Aksüt), Neron (Yakup Öztürk),  Attila (A.Galip), Jüstinyen – Theodora (Ferhat Uludere), Cengiz Han (A.Galip), II. Edward ( Korkmaz Uluçay), VIII. Henry Anne Boleyn (Burcu Ağırdemir),  Kraliçe I. Elizabeth (Ceren Şanlıdağ), Kanuni Sultan Süleyman – Hürrem Sultan (Melike Koçak), Şah Cihan – Mümtaz Mahal (Atakan Yavuz), Çar I.Petro – I. Katerina – Baltacı Mehmet Paşa (A.Galip), Napoleon Bonaparte (Derya Önder), Abraham Lincoln (Elif Bereketli), Kraliçe I. Victoria (Barış Behramoğlu), Mahatma Gandhi (Özcan Erdoğan), Vladimir İlyiç Lenin (Aziz Kemal Hızıroğlu), Winston Churchill (Özlem Bayat), Josef Stalin (Halim Şafak), Lev Troçki (A.Galip), Mustafa Kemal Atatürk  (Fatma Gizem Asiltürk), Benito Mussolini (Nicola Verderame), Adolf Hitler (Özcan Erdoğan), Mao Zedung (Asuman Susam), Juan Domingo Peron – Eva Peron (Ceren Şanlıdağ), John F.Kennedy (Cenk Gündoğdu), Nelson Mandela (Gonca Özmen), Şah Muhammet Rıza Pehlevi – Prenses Süreyya (Makuble Aras), Fidel Kastro (İzlem Oral), Che Guevera (Nihat Ateş), Prenses Diana (Sibel Oral).

Özcan Erdoğan’ın Önsöz’de yazdığı “Dünya üzerinde yapılmış kaç gerçek savaşın arka planında aşk vardı? Yoksa gerçekten gizli aşklar, aşk bahaneleri mi barındırıyordu savaşların çoğu? Bu bir dışavurum muydu?”,  “bütün bir kadın dünyasının barış dolu o insancıl yapısı ile erkeklerin oluşturduğu o iktidar ve şiddet dolu dünyalarının bu ilişkileri belirlerkenki birbirinden o çok farklı rollerinin altı özellikle çizilmelidir.” şeklinde çıkarmış olduğu sonuçlar, kitaba farklı bir açıdan bakmamız gerektiğini de gösteriyor: “İktidar ve erkeklik libidosu”. Bu bağlamda kitapta Adolf Hitler’in aşk ilişkisi yaşamış olduğu yedi kadından yedisinin de intihar etmesi, yine Benito Mussolini’nin iktidar süreci, aşk ve faşizm ilişkisi üzerine bireysel ve toplumsal yönden birçok tahlilin yapılması gerektiğini anlıyoruz.

Yağız bir atın bir savaş kazandırdığı çağlarda, bir aşkın daha fazlasını başarabildiği örnekler -kaleme alanların çoğunun edebiyatçı olmasından olsa gerek- bunların birer düş gibi algılanmasını sağlıyor. Halbuki içine masal diye daldığımız gerek o aşkların olsun, gerekse halkların çektikleri hep gerçek acılar aslında. Aşkın olduğu yerde trajedi hiçbir zaman eksik olmuyor, buna bir de iktidar ilişkileri eklendiği zaman orada savaş ve ölüm kaçınılmaz oluyor. Birçoğumuz için bu kitap; tarihe mal olmuş bu kişiliklerin, tarih sahnesinde oynadıkları roller ve olayların perde arkasını görebilmek bakımından yeni izler ve farklı bakış açıları sağlayacaktır.

Özel hayatlar üzerinden tutku dolu kronolojik bir tarih okumasına sahip olan Tarihi Liderler ve Aşkları daha önce hazırlanan Dâhiler ve Aşkları ile birlikte kütüphane raflarında mutlak suretle bulundurulması gereken kitaplar arasında şimdiden yerini aldı.

Bir kişinin ömrü boyunca 6284 kez ufak tefek rahatsızlıklar geçirdiği bildirildi.

 Daily Mail’in internet sitesindeki habere göre, Birleşik Krallık’ta yapılan bir araştırma, bir insanın yılda yaklaşık 80 kez, baş ağrısı, kramp girmesi, sırt ağrısı ve soğuk algınlığı gibi hafif rahatsızlıklar geçirdiğini ortaya koydu.

Buna göre, yılda 21 gün ağrı kesici ilaçlar kullanıyoruz. Ortalama 78,5 yaşına kadar yaşadığımız varsayılırsa, ağrı kesici ilaç kullandığımız gün sayısı 1649 oluyor.

3000 yetişkin üzerinde yapılan araştırmaya göre, en yaygın diğer bir şikayet sık sık giren kramplar. Kramplar bir kişiyi yılda 19 gün etkiliyor ki bu da bir ömürde 1492’yi buluyor.

Yılda en az 16 kez baş ağrısı çekiliyor ve bu yaşam boyunca 1256 baş ağrısına tekabül ediyor. Araştırmaya göre ortalama bir Britanyalı yılda 14 kez, bir ömürde 1099 kez sırt ağrısı çekiyor.

Araştırmayı yaptıran şirketin yetkilisi, araştırmanın, bu rahatsızlıkların önemsizmiş gibi görünmesine karşın, toplamda ne kadar yıkıcı olabileceğini gösterdiğini belirterek, bu rakamlara ciddi hastalıkların dahil olmadığını hatırlattı.

Ömrümüzde en çok mustarip olduğumuz diğer hafif rahatsızlıklarsa kas çekilmesi, boyun tutulması, mide ve karın ağrıları veya bozuklukları, burun kanamaları ve bilek burkulması.

Yeter artık yahu
 

BAKIN konuşan insan herhangi biri değil.

Cumhuriyet Ordusu’nun yetiştirdiği en sakin komutanlardan biri.

Son iki yılda demokrasiye, Anayasa’ya, meşruiyete bağlığını otuz kere ispatlamış bir insan.

Hani o kendini demokrat sanıp ortalıkta fink atan sözde liberallerden değil.

Kimsenin dolduruşuna gelmiyor, kimseyi dolduruşa getirmeye çalışmıyor..

Hep temkinli konuşuyor.

“Ordunun morali bozuk.”

Haber Türk gazetesinden Fatih Altaylı ve Murat Bardakçı’ya söylüyor ve devam ediyor:

“Morali bozuk bir ordu, ülkenin sorunudur.”

Kim diyor bunu?

Türkiye Cumhuriyeti Ordusu’nun Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ:

Tarihin yarattığı en acımasız coğrafyayı vatan yapmış bir ülkenin ordusunun komutanı diyor.

* * *

Arkadaş, bu laf çok ağır.

Cumhurbaşkanı için ağır.

Başbakan için ağır.

Ana muhalefet partisi başkanı için ağır.

Muhalefet için ağır.

Hepimiz için ağır.

Eğer bizler her akşam yastığa başımızı, “ordusunun morali bozuk bir ülkenin vatandaşı” olarak koyuyorsak, bu lafın da hepimize koyması lazım.

Tarihi boyunca ülkesine şerefle hizmet etmiş bir orduya, içinden çıkmış beş on sivri zekâlının yaptığı yanlışlar, geri zekâlılıklar yüzünden bu kadar saldırılıyor; onuru bu kadar ayaklar altına alınıyor ve bu ülkenin siyasetçisi, şusu busu buna izin veriyorsa yazıklar olsun bize.

Evet yazıklar olsun.

Artık ben de inanıyorum.

Asimetrik bir savaş var.

Karşısında orduyu pestile çevirmeye, askeri sokağa çıkamaz hale getirmeye ant içmiş, yeminli bir güya liberal müminler ordusu, ha babam gerilla savaşı yapıyor.

Eline ne geçirse, doğru mudur, değil midir bir saniye düşünmeden, sormadan etmeden vuruyor, kaçıyor.

Kendini savcının yerine koymuş.

O yetmemiş, hâkim olmuş.

O da yetmemiş, sandalyeye tekmeyi atmış, ipi çekmiş…

Aynı zamanda infaz memuru.

Vuruyor da vuruyor.

Ne insafı kalmış, ne mantığı.

Vicdanı desen zaten hiçbir zaman olmamış.

Kendi gibi düşünmeyen kim varsa, etiketi hazır:

“Darbeci, cuntacı, şucu bucu, öcü…”

Herkes susturulmuş, ağzını açan damgalanıyor.

* * *

“Ordunun morali bozuk…”

O ordu ki, hâlâ gece yarıları sınır boylarında teröristin karşısında nöbet tutuyor.

Yanımızdaki İran.

Savaş çıktı çıkacak.

Dünyanın başına tebelleş olmuş ne kadar mesele varsa, kapı komşumuz.

Ve bu bölgenin tek istikrar ülkesinin ordusunun haline bakın.

Başındaki komutan ağlamaklı.

“Moralimiz bozuk” diye, ta şuramıza, kalbimize sesleniyor.

“Arkadaş yeter artık, moralimiz bozuk.”   

Artık bu sorumluluk hepimize ait.

Bu feryat hepimizin yüreğini yakmalı.

Sayın Cumhurbaşkanı, Sayın Başbakan, Sayın ana muhalefet partisi başkanı, sayın parti başkanları.

Ey siyasetçiler.

Ordunuzun morali bozuksa bundan medet ummayın.

Kimse sanmasın ki orada kaymaklı bir siyasi rant, oy haline dönüşecek bir mama var.

Tabii bizler, susturulmuş, pusturulmuş, sindirilmiş bizler.

Biz de şunu çok iyi bilelim;

Bir millet olarak, ordumuzun moralinin bu kadar yerlerde süründürülmesine müsaade ediyorsak, tarihin hepimize vereceği ağır derse hazır olalım.

Bir vatandaş olarak ben de Genelkurmay Başkanı ile birlikte haykırıyorum.

“Yeter yahu…”

 

                           

Adam, bir haftanın yorgunluğundan sonra Pazar sabahı kalktığında keyifle eline gazetesini aldı ve bütün gün miskinlik  yapıp evde oturacağını hayal etmeye başladı. Tam bunları düşünürken, oğlu koşarak geldi ve parka ne zaman gideceklerini sordu. Baba, oğluna söz vermişti; bu hafta sonu parka götürecekti onu; ama hiç dışarıya çıkmak istemediğinden bir bahane uydurması gerekiyordu.

            Sonra gazetenin promosyon olarak dağıttığı dünya haritası gözüne ilişti. Önce dünya haritasını küçük parçalara ayırdı ve oğluna uzattı;

            “Eğer bu haritayı düzeltebilirsen, seni parka götüreceğim!”dedi. Sonra düşündü:

            “Oh be, kurtuldum! En iyi coğrafya profesörünü bile getirsen, bu haritayı akşama kadar düzeltemez!”

Aradan on dakika bile geçmeden oğlu babasının yanına koşarak geldi:

            “Babacığım, haritayı düzelttim. Artık parka gidebiliriz.” dedi. Adam önce inanamadı ve haritayı görmek istedi. Gördüğünde de hayretler içindeydi ve oğluna bunu nasıl yaptığını sordu. Çocuk şu cevabı verdi;

            “Bana verdiğin haritanın arkasında bir insan resmi vardı. İnsanı düzelttiğim zaman dünya kendiliğinden düzelmişti!!!”

The Guest House 

This being human is a guest house. 
Every morning a new arrival. 

A joy, a depression, a meanness, 
some momentary awareness comes 
as an unexpected visitor. 

Welcome and entertain them all! 
Even if they’re a crowd of sorrows, 
who violently sweep your house 
empty of its furniture, 
still, treat each guest honorably. 
He may be clearing you out 
for some new delight. 

The dark thought, the shame, the malice, 
meet them at the door laughing, 
and invite them in. 

Be grateful for whoever comes, 
because each has been sent 
as a guide from beyond. 

Mevlana Celaleddin Rumi
  
SİGARASIZ YAŞAM…
 
Sigara ve tütün dünyada en yaygın kullanılan bağımlılık yapıcı maddedir. Sigara ve tütün kullanımı önlenebilir ölüm nedenlerinin başında gelmektedir. Dünyada ve ülkemizde önemli bir halk sağlığı sorunu olarak karşımıza çıkmaktadır. Her yıl yaklaşık 5 milyon kişinin sigara ve tütün kullanımına bağlı hastalıklar nedeniyle hayatını kaybettiği tahmin edilmektedir. Dünyada meydana gelen ölüm olaylarının başında yer almaktadır ve giderek ilk sıraya yerleşme eğilimindedir.
Sigara önemli bir halk sağlığı sorunu olarak çeşitli fiziksel, sosyal ve ekonomik olumsuz sonuçlara yol açan ciddi bir bağımlılıktır. Kanser, akciğer hastalıkları, kalp ve damar hastalıkları gibi birçok hastalığa yol açmaktadır. Sigara kullanımı sadece bireye değil, sigara dumanını soluyan diğer kişilere de ciddi zararlar vermekte, sigara ve diğer tütün ürünlerinin dumanına maruz kalan kişilerde de aynı hastalıklar görülmektedir.
Sigara kullanımı bir bağımlılıktır, diğer bağımlılık yapıcı maddelerde görüldüğü gibi, kişi zarar gördüğü halde kullanmaya devam eder. Kontrol yitimi ön plandadır. Kullanım kesildiği zaman çeşitli yoksunluk belirtileri ortaya çıkar.
Sigara kullanımı gelişmiş ülkelerde alınan önlemler ve toplumun bilinçlenmesi sonucunda giderek azalma eğilimi göstermektedir. Oysa gelişmekte olan ülkelerde sigara tüketimi artmaktadır. Ülkemizde sigara kullanım yaşı düşmekte ve kullanım yaygınlaşmaktadır. Erişkin nüfusun %50 den fazlasının düzenli bir şekilde sigara kullandığı çalışmalarla gösterilmiştir. Sigara kullanımı tüm yaş gruplarında yaşam süresini 16 yıl, 35-69 yaş grubunda ise 22 yıl kısalttığı yapılan çalışmalarla gösterilmiştir.
Sigaraya başlama yaşı ve bağımlılık şiddeti arasında bir ilişki vardır. Sigaraya başlama yaşı düştükçe bağımlılık gelişmesi olasılığı artmaktadır. Ergenlik döneminde sigara kullanmaya başlama, bağımlılık gelişme riskini artırmaktadır. Bu nedenle 18 yaş altındaki kişilere sigara satılmaması, sadece yasal değil, halk sağlığı açısından da uyulması gereken bir zorunluluktur.
Gençler arasında sigara kullanım nedenleri incelendiğinde merak ilk sırada yer almaktadır. Büyüdüğünü kanıtlamak, farklı olmak, stresten kurtulmak gibi nedenler ergen sigara kullanımı için diğer nedenler olarak sayılabilir. Bu nedenle sigara kullanımı ile ilgili merak uyandırıcı, özendirici tutumlar sigara kullanımı açısından risk oluşturmaktadır. Sigaraya kolay ulaşım, fiyat, evde sigara kullanan kişilerin bulunması sigara kullanımını artırmaktadır. Ergenlerde sigara bağımlılığının çok daha kolay ve hızla geliştiği unutulmamalıdır.
Sigara bağımlılığı, diğer bağımlılık tedavileri ile benzer ilkelerle yürütülmelidir. Bu nedenle tedavi bir psikiyatri uzmanı tarafından yürütülmelidir. İlk aşama bırakmaya karar verme aşamasıdır. Sigarayı bırakma, diğer bağımlılıklarda olduğu gibi kişinin gördüğü zararı fark etmesi sonucu bırakmaya karar vermesi ile mümkün olmaktadır. Sigaranın zararları ile ilişkili bilgilendirme, toplumda sigara karşıtı bir duruş geliştirme bu kararın alınmasında yardımcı olmaktadır.
Tedavide ikinci aşama yoksunluk döneminin tedavisidir. Bırakma evresinde kişiyi önemli ölçüde etkileyen yoksunluk belirtileri görülmektedir. Sigara bırakan kişiler arasında da, diğer maddelere olan bağımlılıklarda görüldüğü gibi, nüks yani tekrar kullanmaya başlama görülebilmektedir. Nüks en sık sigaranın yol açtığı yoksunluk döneminde ortaya çıkmaktadır. Nikotin yoksunluğunda huzursuzluk, sıkıntı, çökkün hissetme, uykusuzluk, çabuk öfkelenme, bunaltı, yoğunlaşmada azalma gibi belirtiler görülür. Bu yoksunluk döneminde doğru tedavilerin uygulanması ile nüks oranlarında ciddi azalmalar görülmektedir.
Tedavinin üçüncü aşaması değişim aşamasıdır. Sigarayı bırakmada uzun süreli başarı sağlanabilmesi için, kişinin davranışlarında, alışkanlıklarında değişiklikler yapmasını sağlamaktır. Bu değişimin gerçekleşmesi ve riskli durumların tespiti ile gerekli önlemlerin alınmasını hedefleyen ruhsal eğitimi içeren, bilişsel davranışçı, bireysel veya grup tedavileri eklenmelidir
Yukarıda belirtilen tedavi aşamalarının yürütülmesinde psikiyatri uzmanı hekimlere başvurulmalıdır.
Sigaranın yol açtığı bu sorunları göz önüne alarak birçok ülkede sigara kullanımı kısıtlanma ve yasaklanma eğilimindedir. Burada temel hedef sigara karşıtı duruşu pekiştirmek ve sigara kullanmasa dahi dumanına maruz kalma sonucu ortaya çıkan olumsuz sonuçları azaltmaktır.
Sigara bağımlılığı tedavi edilebilir bir hastalıktır. En iyi tedavi hiç başlamamak, eğer başlandıysa da bırakmak yönünde doğru adımları atmaktır.
Sigara kullanımından sadece sigara üretimi yapan şirketler fayda sağlamaktadır. Kendimize ve geleceğimize zarar vermeyeceğimiz, sağlıklı günler dileği ile…
 
Dr. Defne Tamar Gürol
Türkiye Psikiyatri Derneği
Alkol ve Madde Kullanım Bozuklukları Bilimsel Çalışma Birimi

Eurovision için harıl harıl çalışıyor Manga. Henüz şarkının sözleri ortada yok, müzik aşamasındalar. Türkçe ya da İngilizce, o da henüz belli değil. Kesin olan olan şey, onları yansıtacak bir şarkı olacağı.

Şirin Güven

 Almanya Berlin’de düzenlenen MTV Avrupa Müzik Ödülleri’nde “Avrupa’nın En İyi Sanatçısı” seçilen Manga, şimdi de Eurovision Şarkı Yarışması için hazırlanıyor. Ferman Akgül, Yağmur Sarıgül, Cem Bahtiyar, Özgür Can Öney ve Efe Yılmaz’dan oluşan Manga, bu yıl Norveç’in başkenti Oslo’da düzenlenecek olan 55. Eurovison Şarkı Yarışması’nda Türkiye’yi temsil edecek. Şarkı çalışmalarına hızla başlayan topluluk İngilizce bir şarkıya bir adım daha sıcak baktıklarını söylüyor. Tabii ki hedefleri birincilik. Şimdi bunun için harıl harıl çalışıyorlar. Konuşulanlara ve dış seslere kafa yormadan… “İçimize döndük. Hedefimiz iyi bir Manga parçası yapmak. Manga çıkacak ve her zaman yaptığı gibi iyi müzik yapmaya çalışacak” diyen grup üyeleri, yarışmaya dinleyenin “tam bir Manga şarkısı” diyebileceği kadar kendilerini yansıtan bir parçayla katılacaklarını vurguluyor. Bir de isteği var Manga’nın: Bu süreçte yapıcı olmak, desteklemek ve birlik olmak…

– Eurovision’a seçildiğinizi duyduğunuzda ne hissettiniz?

Ferman: En başından beri ismimiz bir şekilde telaffuz ediliyordu ama biz kafamıza “Eurovision’a biz gideceğiz bu yıl” diye bir şey yazmamaya çalışıyorduk. MTV ödülü gibi önemli bir ödülü almıştık. Ödülün ardından zaten şarkılar yapmaya başladık. O sırada da eurovision için ismimiz söylenmeye başlandı. Ardından TRT’yle görüştük ve anlaştık. Çok gurur duyduk…

– Şarkılar için çalışmalara başladınız mı?

Yağmur: Başladık tabii. Kasım ayındaki MTV ödülünden sonra bizim kafamızda hep bu doğrultuda bir şeyler yapmak vardı. Döndüğümüz gibi ufak ufak, fikir bazında çalışmalara başlamıştık zaten. Üstüne TRT’yle görüşmeler başlayınca çalışmaları hızlandırdık. Şu an kesin şu şarkıdır diyebileceğimiz bir çalışma halen elimizde yok ama farklı birkaç çalışmamız var. Bu son günlerde oturup kafa kafaya vereceğiz, tartacağız. Hangi şarkıyı daha çok istiyorsak, karar verip onunla gideceğiz.

İngilizceye bir adım daha yakınız

– Şarkılar İngilizce mi olacak, Türkçe mi?

Cem: Henüz belli değil o da.

– Çalışmaya başladıklarınız arasında İngilizce var mı?

Ferman: Daha sözler ortada yok ki. Şu an müzikle uğraşıyoruz.

– Ama bu konuda herkesin bir fikri vardır. Ben bile “Katılsaydım İngilizceyle katılırdım şu yüzden” ya da “Kesinlikle Türkçe söylerdim” diyorum. Net olmasa da bir fikriniz olmalı sizin de…

Yağmur: Bu ilk bakış işte. İşin içine girdikten sonra bambaşka şeyler çıkıyor. Mesela yaptığımız şarkının yapısı daha çok Türkçeye uygun olabilir. Ama genel olarak İngilizceye bir adım daha sıcak bakıyoruz. Ağzımızdan çıktı diye kesin İngilizce olacak da değil.

– Mor ve Ötesi’ne eleştiri gelmişti. Siz de “Niye girdiler Eurovision’a” gibi eleştirilerden korkuyor musunuz?

Cem: Şu anda hepsi tam destek veriyor. Tepkiler çoğunlukla olumlu diyebiliriz. Sanat camiasından deneyimli isimlerden de destek aldık. Çoğunlukla güzel şeyler söylüyorlar yani. Bunlar da bizi mutlu ediyor tabii. Ama genel olarak şu anda biz içimize dönmüş durumdayız. İyi bir Manga parçası yapmak hedefindeyiz.

– Yani yarışma için yapacağınız şarkı, bir Manga şarkısı nasılsa öyle mi olacak?

Ferman: Aynen öyle. Onun dışında şu anda dıştan gelen şeylere, konuşulanlara kafamızı yormamaya çalışıyoruz. İşimizi yapıyoruz, işimiz de şarkı yapmak, müzik yapmak. Onun dışında prodüksiyon, organizasyon ve pr çalışmalarıyla ilgilenen bir ekibimiz zaten var. Bu şekilde çalışmalara devam ediyoruz yani.

– Türkiye’yi temsil edecek olmak nasıl bir his? Bir sorumluluk var mı üstünüzde?

Ferman: Tabii ki bir sorumluluk var üstümüzde, olmaması mümkün değil ki zaten. Çünkü Eurovision’a Türk insanının bakış açısı belli, biz çok önemsiyoruz bu yarışmayı. Bu anlamda bir temsil ve onun getirdiği sorumluluk söz konusu. Ama bu bizim üstümüze bir yük, bir baskı oluşturmadı. Önümüzdeki aylarda da oluşturacağını sanmıyorum. Biz bundan keyif alıyoruz. Her şey güzel olacak bizce…

– Nasıl bir sahne şovu düşünüyorsunuz?

Cem: Aramızda “şöyle mi olsun yoksa böyle mi” gibi şeyler tartışıyoruz, düşünüyoruz. Ama şarkı çok önemli olduğu için şimdiki önceliğimiz şarkı. Şarkı yüzde yüz tamamdır dedikten sonra şarkıyla paralel olarak düşüneceğiz görsel şovu, sahne şovunu ve kostümü… Bunlar şarkı bittikten sonra şekillenecek yani. Şimdilik her şey fikir aşamasında.

Efe: Biz genelde parça yaparken parçanın genelini kafamızda canlandırmaya çalışıyoruz. Yani yazdığımız sözler, hissedilen müzik bir görseli çağrıştırıyor. Bunların hepsiyle kafamızda oluşturduğumuz görseli vurgulamaya çalışıyoruz. Dolayısıyla sahne şovu da şarkının bir parçası gibi. Yani sahne şovu, parçanın teması, gittiği yer belli olduktan sonra üstüne gelecek bir şey. Zaten parça çıkınca o “ben bunu istiyorum” diyecektir.

– Sahnede sizi görünce “Aaa, Manga’dan hiç böyle bir şey beklemiyorduk. Çok şaşırdık” der miyiz?

Özgür: Sanmıyorum öyle bir şey olacağını. Yine Manga müziği olacaktır müziğimiz. Her şeyimizle kendimiz gibi olacağız.

– Umudunuz nedir?

Ferman: Elbette çok iyi dereceler istiyoruz. Hatta birincilikle dönmeyi. Ama olaya şöyle bakıyoruz: Sonuçta bu bir yarışma. Manga çıkacak ve her zaman yaptığı gibi iyi müzik yapmaya çalışacaktır. Yani mutlaka iyi bir parçayla gideceğiz oraya. Sonuç ne olur bilemeyiz ama ne olursa olsun biz yolumuza devam edeceğiz. Ama elbette, iyi bir sonuçla dönmeyi biz de çok istiyoruz.

– Son olarak ne söylemek istersiniz?

Yağmur: Bu süreçte bize destek olacak herkese şimdiden teşekkürler. Son söz olarak “yapıcı olmakta fayda var” diyelim.

Eurovision’a seçilen sanatçıları eleştirmiyoruz

– Bundan önce katılanlar hakkındaki düşünceleriniz nedir? Mesela geçen sene Hadise’yi beğenmiş miydiniz?

Ferman: Hiç öyle yorum yapmayalım. TRT’nin seçtiği her sanatçı o zamanın şartlarında doğru isimlerdir ve onlar da ellerinden geleni yapmışlardır. Bence bir şey söylemeyelim.

– Çok politik bir cevap oldu bu. Mutlaka doğru isimlerdir ve ellerinden geleni yapmışlardır da siz beğendiniz mi onu soruyorum ben.

Yağmur: Zaten çok farklı tarzlarda sanatçılar temsil etti bugüne kadar. Alternatif dallarda olan katılımlar ister istemez biz de aynı kategoride olduğumuz için daha çok ilgimizi çekiyor. Kendimizi daha yakın hissediyoruz.

– Mor ve Ötesi’ni beğenmiş miydiniz?

Ferman: Evet, Mor ve Ötesi çok güzel bir şarkıyla katılmıştı. Athena da… Sertab Erener’i de çok beğenmiştik ve birinciliğiyle gurur duymuştuk. Biz belki de bu konuda biraz duygusalız. Böyle bir organizasyon için Türkiye’den biri seçilip gittiği zaman çok eleştirme yoluna gitmiyoruz. Orada bir temsil söz konusu. Yani bir ülkenin bir sanatçısı orada bir şov yapıyor. Bence o an herkes bir şekilde birlik olmalı ve desteklemeli. O yüzden şu iyiydi, şu kötüydü demek istemiyoruz. Ama tabii ki Yağmur’un da dediği gibi alternatif işlere gönlümüz daha yakın.

Hikmet Çetinkaya

Yine yağmurlu, soğuk ve hüzünlü bir İstanbul sabahı…

Son aylarda en çok tartışılan konu demokrasi ve özgürlük. Kimilerine göre, demokrasi ve özgürlükler genişliyor Türkiye’de.

Oysa her şey yerli yerinde, değişen bir şey yok.

İlhan Selçuk’la birlikteyiz Koç Vakfı Hastanesi’ndeki odasında…

Kız kardeşi Ülfet Ertel, İbrahim Yıldız ve Alev Coşkun da var yanımızda…

Önce Cumhuriyet gazetesini konuşuyoruz… İlhan Ağabey, “Geçen hafta gelecektim gazeteye, olmadı ama yakında gelip arkadaşlarımla sohbet edeceğim” diyor.

İlhan Ağabey’le demokrasiyi ve özgürlükleri konuşuyoruz.
Diyor ki:
“Türkiye’de demokrasinin önündeki engel ne MGK’dir, ne Genelkurmay’dır; ülkemizde demokrasinin önündeki engel, Meclis’i oluşturan ‘seçilmişler’dir.

Hem yalnız bu Meclis değil, 12 Eylül’den bu yana seçilen Meclislerdir. Hepsi de 12 Eylül hukukuna titizlikle sahip çıktılar.

1982 Anayasası’nı tümden değiştirmeye hiçbiri yanaşmadı. İnsan hakları ve özgürlükler yolunda yeterli siyasal değişikliklerin hiçbiri yapılmadı. Sadece bazı maddeleri değiştirildi, o kadar.”

İlhan Ağabey, kimi örnekler verdi dünkü sohbetimiz sırasında…

Dedi ki:
“Demokrasinin olmazsa olmaz koşulu sayılan genel seçimlerin toplum yapısında demokrasi getirmediği, dünyanın çoğu ülkesinde olduğu gibi Türkiye’de de yaşanarak kanıtlandı.”

İlhan Ağabey sözü TEKEL işçilerinin direnişine getiriyor:
“TEKEL işçileri neredeyse iki aya yakın süredir, Ankara’nın kışına soğuğuna karşın eylemlerini sürdürüyor. Siyasal iktidara bakıyorum umurunda değil. Türkiye’de işçi sınıfı 20 yıldır ilk kez gündeme geliyor TEKEL işçilerinin direnişiyle. Halk destek veriyor. Ama medyamız bu olayı bile pek görmüyor. İşin acı yanı bu.”

***

İlhan Selçuk on yıl önceye gidiyor, yazdığı yazılardan örnekler veriyor. 2000 yılında ekonomide yapısal uyum yasalarının hızla çıktığına değinip bir örnek veriyor:
“O tarihte Başbakan, Bülent Ecevit’ti…
Demokratikleşme ve özgürlüklerin geliştirilmesi konusunda Ecevit’in elini kolunu bağlayan mı vardı? Daha açık söyleyeyim asker baskı mı yapıyordu?

Hayır!

Başbakan yardımcıları Devlet Bahçeli ve Mesut Yılmaz’dı.

Bahçeli ve Yılmaz demokrasi istediler de karşılarına asker çıkıp ‘olmaz’ mı dedi?

Çok partili rejimin yasal yapısını Avrupa ölçütlerine göre düzenlemek isteyen Meclis’in önüne topla tüfekle çıkan bir güç mü vardı?

Hayır!

Bugün 2010 Türkiyesi’ni yaşıyoruz. Meclis’te tek parti iktidarda. Demokrasiyi geliştirmek için ne yaptı söyler misiniz.

Hiçbir şey!

Önünde top, tüfek yok!

Engel yok!

Engel Meclis’te!

Kimse kimseyi aldatmasın…”

İlhan Selçuk, liderlerin, seçilmiş milletvekillerinin demokrasiyle başlarının hoş olmadığını söylüyor. Ardından sözü yaşadığımız coğrafyaya getirip ekliyor:
“Türkiye’de seçim coğrafyasıyla demokrasi coğrafyası birbiriyle örtüşmüyor. Bütün sorun burada.

Bir ülkede toplumsal yapı ve ekonomik yapı geriyse, seçim sandığına olduğu gibi yansıyor.
Halkın oylarıyla iktidara gelen partilerin parlamentodaki çoğunluğu, Avrupa’da oluşmuş evrensel demokrasi hukukuna karşı çıkıyor.

Azgelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerdeki bu çelişki Türkiye’de en çarpıcı biçimde yaşanıyor.

Bugün 12 Eylül’ün getirdiği Partiler ve Seçim Yasası’nın değişmesini, yüzde 10’luk seçim barajının kaldırılmasını ne AKP istiyor, ne CHP, ne de MHP.
Bunu sorgulamak gerekmez mi?

1999 seçimlerinde CHP barajın altında kaldı. 2002 seçimlerinde DSP, MHP, ANAP ve DYP.
Yarın AKP de aynı durumla karşı karşıya kalmaz mı?”
***
Sohbetimiz uzayıp gidiyor…
Saatime bakıyorum… Neredeyse 40 dakikadır konuşuyoruz…

Azgelişmiş ya da gelişmiş ülkelerdeki çelişki… Türkiye’de tarikat-cemaat örgütlenmesi…
İlhan Ağabey’in sık sık değindiği, “kul” ve “yurttaş” kavramları…

Tarikat-cemaat örgütlenmesinin ağır bastığı bir toplumda demokrasi ve özgürlükler neden olanaksızdır?

Çünkü demokrasi, yurttaş adı verilen özgür istençli (iradeli) kişilerin toplumunda geçerli olabilir!

Bir devlet içinde “medeni ve siyasal haklara sahip kişidir” yurttaş!

Türkiye’de Yurttaşlar Yasası 1926’da çıktı…

Az gittik uz gittik, bunca yıl ne kadar yol gittik?
Sanırım bir arpa boyu kadar!