Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

Asırlık yaşamların adası Okinawa’da, insanlar her gün 2-4 porsiyon meyve yiyor. Ancak meyveyi de limitsiz tüketmiyorlar. Onlar için bir porsiyon meyve; iki kiraz veya bir dilim anastan oluşuyor.

Okinawa’da insanlar, bol bol meyve yiyor. Mümkünse kabuklarıyla birlikte tüketilen meyveler, vücut sağlığının en önemli yapı taşları olan vitamin, mineral, lif içeriyorlar. e-kolay’ın haberine göre Fransız gazeteciler Anne Dufour ve Laurence Wittner, ‘Okinawa Rejimi’ adlı kitapta Okinawalı asırlıkların her gün 2-4 porsiyon meyve yediğini söylüyor: Bir porsiyon meyve, bir elma ya da iki kirazdır. Birinden ya da diğerinden birer kilo demek değildir. Peki bir porsiyon meyve ne kadardır? Orada bir meyve (elma, armut, portakal) veya iki küçük meyve (çilek, erik) ya da 100 gram kızıl meyve, 100 gram üzüm, bir dilim ananas veya bir dilim karpuz da bir porsiyondur.
 

Portakal

Okinawa’da en fazla tüketilen meyveler arasındadır. Portakalı C vitamini ile dolu olmasından bilirsiniz ama hepsi bu değil. Bütün turunçgiller gibi yeterli oranda kalsiyum taşır ve aynı zamanda anti-kolesterol lifler taşır. Ve unutmayın, meyve en iyi tatlıdır.

Ananas

Egzotik meyvelerin başında gelir. Düşük kalori yoğunluğuyla ilgi çeker. Sindirim proteinlerini üreten, özellikle balık ve ette bulunan ‘bromelain’ adında bir enzim içerir. Bu enzim kan pıhtılaşmasını dengeler ve kalbi korur. Bundan başka midede kanserojen maddelerin birleşmesine engel olan enzimleri içerir ve mideyi korur.

Avokado

Kalori yoğunluğu çok yüksektir fakat günlük mönüde yer alacak iyi bir adaydır. Çünkü, yağları çok yararlıdır (zeytinyağı kadar iyidir) ve diğer yandan kalp için iyi bir kozdur. Örneğin, lifleri, E vitamini anti-kolesteroldür ve çok iyi bir antioksidandır.
 

Elma

Kolesterolü ve tansiyonu düşürür. Düzenli olarak belli oranda tüketmek anti-aging etkinlik sağlar, kandaki şeker oranını düzenler ve diyabetin hızlandırdığı erken yaşlanmayı engeller. Bağışıklık sistemini güçlendirir, her gün yemek çok iyidir. Eklem ve romatizma ağrılarını keser. Kabızlığı engeller ve ishali keser.

Erik

Okinawa’da, genellikle salamurası yapılır ve macun kıvamında kullanılır. Sade bir şekilde pirinç ya da çaya eşlik eder. C vitamini konusunda alçakgönüllüdür ama kan damarlarını güçlendiren, etkililiğini artıran ilgi çekici unsurlarca zengindir. İdrar sökücüdür, bağırsakları yumuşatıcı etkisi vardır. Mineralden zengindir ve iyi bir anti-aging kaynağıdır!

Karpuz

Serinletici etkisi dışında, su içeriğiyle rekor kırar, ama diğer nitelikleriyle de bilimsel olarak ilgi çeker. Yüksek oranda keratin içerir, (portakal renginde bir kavun seçin), lif olarak zengindir ve anti-aging’dir. Diğer meyve ve sebzeler gibi sayısız kanser ve kardiyolojik hastalıklardan korunmada etkilidir.

Goya

Acı karpuz, goo-fo olarak da adlandırılır. Bizdeki sakız kabağına benzer. Kalori yoğunluğu düşük, vitamin ve lifler açısından zengin olduğu için çok sık tüketilir. Yemeklerin şeker verimlerini yavaşlatır ve kandaki şeker oranını düşürür. Acılığı sindirim sistemini yatıştırmaya yardımcı olur, özellikle de karaciğeri. Sağlık ve güzellik için mükemmeldir.

Japon armudu

Bir nevi elmadır ama ağızda armut etkisi yapar. Japon armudu, bizim armudumuza çok yakındır, yararları ve taşıdığı besin değerleri açısından da. Bileşimi çok dengelidir, nitelik ve makul bir mineral yelpazesine sahiptir, kalori olarak kusursuzdur.

Kiraz

Kiraz zamanı, Okinawa’da en güzel mevsimdir. Kiraz, pigment olarak güçlü koruyucuları sayesinde kılcal kan damarlarını korur. Vücudun diğer bölümlerine dağılan (ayaklar, eller, gözler) flavonoid’ler olarak adlandırılan bu pigmentler, kan dolaşımını destekler ve organların düzenlenmesini sağlar. Bu, yaşlılıkla savaşmada önemlidir.

Limon

Bütün turunçgiller gibi limon da sağlığa olan çok büyük katkılarıyla tanınır. Vitaminler ve flavonoid’lerle kan damarlarını güçlendirir. Kan dolaşımı yoluyla organlarımıza, hücrelerimize tıpkı benzin gibi güç verir ve vücudun yaşamsal vitamin materyallerini sağlar. Üstelik kanserden korunmada da önemli bir yeri vardır. Bütün yemeklerimize biraz limon suyu katarak onun faydalarından yararlanabiliriz, çünkü limon kandaki şeker oranını ve aynı zamanda kan basıncını düşürür.

Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) İşgücü Piyasası Bülteni’nde işsizliğin 2009 yılında damgasını vurduğu, işsizlikte yıllık oranın son 20 yılın zirvesine ulaştığı, 757 kişinin iş bulma ümidi olmadığı söyledi.

 TİSK’in 2009 yılı İşgücü Piyasası Bülteni’nde, Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK)Hanehalkı İşgücü Araştırması 2009 Yıllık sonuçları kapsamında işgücü piyasasında son bir yıllık dönemde ön plana çıkan gelişmeler, işsizlik ödeneği başvurularındaki yıllık değişim ve ILO verileri çerçevesinde işsizlik oranlarında Türkiye’nin dünyadaki konumu değerlendirildi ve bazı tespitlere yer verildi.
”İşsizliğin 2009 yılına damgasını vurduğu” belirtilen bültende, 2009’da Türkiye’de 15 yaş ve üzerindeki nüfusun 914 bin kişi arttığı, 28 bin kişinin çeşitli nedenlerle işgücü piyasasının dışında kalanlar arasından ayrılarak işgücü piyasasına dahil olduğu kaydedildi. Böylece işgücü artışının, nüfus artışının üzerine çıkarak 943 bin kişiyi bulduğu belirtilen bültende, ”İşgücü içinde istihdam edilenler ancak 83 bin kişi artarken, işsiz sayısındaki artış 860 bin kişiye varmıştır. Çalışma çağındaki nüfus artışının neredeyse tamamını (yüzde 94) oluşturan işsizlik artışı işgücü piyasasına hakim olmuştur” denildi.

İşsizlik oranının, 2009’un Şubat dönemindeki yüzde 16,1’lik rekor sonrasında 2009 yılı genelinde yüzde 14 olarak gerçekleştiği belirtilen bültende, böylece işsizliğin yıllık oran açısından son 20 yılın en yüksek düzeyine çıktığı kaydedildi.

Kriz öncesi dönemi temsil eden 2007 yılında 2 milyon 376 bin kişi olan işsiz sayısının 2009’da yüzde 46,1 artarak 3 milyon 471 bin kişiye çıktığı belirtildi. Bültende, iş bulma ümidi olmayanların sayısının 2009’da yüzde 24 oranında artarak 757 bin olduğu ifade edildi.

Bültende, ILO’nun ülke grupları için yaptığı tahminler kullanılarak, 2009 yılında bir önceki yıla göre işsizlik oranındaki artışlar puan olarak karşılaştırıldığında, Türkiye’deki işsizlik artışının dünya ortalamasının ve tüm ülke gruplarına ait ortalamaların üzerinde olduğunun görüldüğü kaydedildi. Buna göre, 2009’da 2008’e göre dünyada işsizlik oranı artışı Türkiye’de 3 puan olurken, gelişmiş ülkelerde 2,4 puan, orta ve güneydoğu Avrupa (AB) dışı ve BDT’de 2 puan, Latin Amerika ülkelerinde 1,2 puan, Orta Doğu ülkelerinde 0,2 puan oldu.
 

”Erkek istihdamı azaldı, kadın istihdamı arttı”

TİSK’in hazırladığı işgücü piyasası bülteninde şu değerlendirmelerde bulunuldu:
”Ekonomik ve sosyal yapının en büyük düşmanı olan işsizlik Türkiye’de kriz ile birlikte çok önemli mevziler ele geçirmiştir. İşsizliği geriletmek için hükümet, işveren ve işçi kesimlerinin uzlaşmasına dayalı Ulusal İstihdam Programının oluşturulup uygulanması gereklidir.

2007’de yüzde 10,3 olan işsizlik oranı ekonomik kriz nedeniyle 2008’de yüzde 11’e çıkarken, 2009’da sıçrama yapmış ve yüzde 14’e yükselmiştir. 2009’da işsiz sayısı kriz öncesine göre yüzde 46,1 oranında yaklaşık yarı yarıya artmıştır. İşsiz sayısı klasik tanıma göre 2008’e kıyasla 860 bin kişi artarak 3 milyon 471 bin kişiye ulaşmıştır.

İş bulmaktan ümidini kesenlerin sayısı 145 bin kişi artarak 757 bin kişiye varmıştır.
Alternatif işsizlik tanımına göre işsizlik oranı yüzde 23,4; işsiz sayısı 6 milyon 292 bin kişidir.
2009’da istihdam sanayide 311 bin kisi azalmış; tarımda 238 bin kişi, hizmetler sektöründe ise 149 bin kişi artmıştır. Hizmetlerdeki artış, sanayideki büyük kaybı telafi edememiş ve tarım dışı istihdam 155 bin kişi azalmıştır.

Böylece, 2009’daki 83 bin kişilik cılız istihdam artışını tarım kesimi yaratmıştır.
Kentlerde istihdam azalmış, ‘tersine iç göç olgusu’ yaşanmıştır.
Erkek istihdamı azalırken kadın istihdamı artmıştır. Sanayi sektöründeki erkek istihdamı azalışı 334 bin kişi olmuştur. Genç istihdamı gerilemiştir.

Kayıtdışı istihdam oranı, güçlü olmayan bir artış gösterirken, ücretli kesimde kayıtdışı istihdam oranı azalmıştır. Ücretli kesime ait bu olguda sosyal güvenlik primlerinde yapılan indirimlerin de etkisinin bulunduğu düşünülmektedir.

Yeni iş arayanların sayısı, uzun süreli işsizlere göre daha hızlı artmaktadır. İşgücüne katılma oranı özellikle kadınlarda artmaktadır. İşsizlik ödeneğine başvuranların sayısı Aralık 2009’dan itibaren tekrar yükselişe geçmiştir. Bu durum, işsizlik oranının yükselebileceğine işaret etmektedir.

ILO’nun dünya geneli ve ülke grupları itibariyle yaptığı 2009 yılı işsizlik artısı tahminlerine göre, Türkiye’deki işsizlik artışı bütün ülke ortalamalarını ve dünya ortalamasını geride bırakmıştır.

Türkiye’de bölgeler açısından değerlendirme yapıldığında kriz, sanayi ağırlıklı batı bölgelerinde işsizlik alanında daha ağır hasar vermiştir. Sadece İstanbul’un istihdamı 2009’da 197 bin kişi azalmış ve bunun yüzde 82’si (162 bini) sanayide gerçekleşmiştir.”

Milli Prodüktivite Merkezi’nin yaptığı araştırmaya göre, stres iş verimini büyük oranda düşürürken, kontrol altına alınmayan stres ise kişiyi işten ayrılmaya kadar götürüyor.

MPM’nin yaptığı bir araştırma stresin iş verimini büyük oranda düşürdüğünü ortaya çıkardı. İşe gitmede isteksizlikle başlayan stresin etkileri, ilerleyen safhalarda iş hastalıklarının artması, işle ilgili yetersizlik duygusu, kararlarda isabetsizlik ve sinirliliğe yol açtığı belirlendi. Ayrıca, kontrol altına alınmayan stres ise kişinin işten ayrılmasına neden oluyor.
 

“Stres sinsi tehlike”

Araştırmada, insanın aile hayatını ve kişisel sağlığını olumsuz etkileyen stresin oldukça sinsi ve tehlikeli olduğuna vurgulanarak, bu rahatsızlığın her geçen gün daha büyük sorunlara neden olduğuna dikkat çekti. Stresin hayatın her alanında büyük sorunlara yol açtığı kaydedilen araştırmada, kurum büyüdükçe ve karmaşıklaştıkça, stres kaynaklarının da arttığına, bunun sonucunda da stresli kişilerin, diğer çalışanları ve kurumu da olumsuz yönde etkilediğine dikkat çekildi.
 

Stres sınırlanmalı

Kişinin kendisini ve çevresini olumsuz etkilememesi için stresini sınırlaması gerektiği ifade edilen araştırmada, kontrol edilebilen bir stresin kişinin başarısını kamçılayabileceği belirtildi. Araştırmada, “Stres, normal düzeyde görünmesi halinde, bireyi uyaran, motive eden bir unsur olabilir. Herhangi bir işte iyi bir sonuç elde etmek için, belli bir heyecan düzeyine gereksinim bulunmaktadır. Bu düzey aşıldığında işte başarı azalmakta, endişeli, yorgun ve yanılmaya daha yatkın olunmaktadır” denildi.

Çocuk kitapları yazarı Sevgi Tanrısever, Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün fotoğraflarında gördüğü çocuktan çok etkilendiğini, günümüz çocuklarına Atatürk’ün bu yönünü anlatmak için öyküler yazdığını söyledi.

Çocuk kitapları yazarı Sevgi Tanrısever, dedesi ile babasının 1. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı gazileri olduğunu, çocukluğunu, büyüklerinin anılarını dinleyerek geçirdiğini anlatı.

Ulu Önder Atatürk’ü babasından sürekli dinlediğini ifade eden Tanrısever, ”Bana hep Atatürk’ü anlattılar. Savaşları, vatanımızın kıymetini bilmeyi anlattılar. Gerçek bir Türk kadını olarak yetiştirdiler. Bu vatana borcum olduğunu öğrettiler. Yazdığım kitaplarla Atatürk’e borcumu ödemek istiyorum” dedi.

Yazdığı masal kitaplarıyla adım attığı çocukların dünyasındaki yolculuğunu, Atatürk’ü anlatarak sürdürdüğünü vurgulayan Tanrısever, şöyle konuştu:
”Masallar yazarken eşim beni tarihe yönlendirdi. ‘Atatürk’ü çocuklara yaz’ diyen eşimdir. Önceleri yapamadım, ancak eşimin büyük destekleri sayesinde cesaretle yazmaya başladım. Türkiye’de Atatürk’ü yazan çocuk yazarı olmadığını bilmeden başladım. Ben yetişirken babam ve dedem şansım oldu, ancak çocuklarımı yetiştirirken Atatürk’e ilişkin çocukların düzeyinde bir kaynak olmamasının büyük eksikliğini duydum. ‘Yazmalıyım’ dedim ve başladım.”

İlköğretim 1 ile 3. sınıf öğrencilerine Çanakkale ve Kurtuluş Savaşları ile Atatürk’ün yaşamı ve devrimlerinden oluşan seri yazdığını, Atatürk’ün hayatın içindeki yerini anlatmaya çalıştığını dile getiren yazar Sevgi Tanrısever, sözlerini şöyle sürdürdü:
”Fotoğraflarına baktığımda, Atatürk’ün pırıl pırıl yanan gözlerinde gördüğüm çocuk çok hoşuma gitmişti. Yaptığım araştırmalarda Atatürk’ün içinde gerçek bir çocuk bulunduğunu ve çocukları da çok sevdiğini gördüm. Çocuklara, Atatürk’ün bu yönünü anlatmak istedim. Atatürk’ün çocuk sevgisi, çocukluğu ve gençliğini yazdım. ‘Atatürk diyor ki’ başlıklı öykülerimde, Büyük Önder’in güzel sözleri üzerinden anlatmak istediklerini kaleme aldım. ‘Atatürk’ü Gördüm’ isimli kitabı yazdım. Ardından, ‘Atatürk Bana Dedi Ki’ geldi, şu an serinin üçüncü kitabı ‘Atatürk Çocuk Olmuş’ tamamlanmak üzere.”

Amacının, eserlerinin ulaştığı çocukların Atatürk’ü anlamaları olduğunu vurgulayan Tanrısever, ”Atatürk, bize bu güzel vatanımızı hediye etti. Çocuklarımız büyüsün, birer Atatürk olsun, vatan sevgisiyle yetişsinler. Önce kendilerini tanıyıp bilsinler. Ne yapmak istediklerini bilsinler. Çocuklar, Atatürk’ün gözlerine baksınlar, gözlerindeki o ışık onları hedeflerine götürecektir” diye konuştu.

Eserlerinin geniş kitlelerden olumlu tepkiler aldığına dikkati çeken Tanrısever, imza günleri, kitap fuarları, okul ziyaretlerinde öğrenciler ile öğretmenlerle duygu dolu anlar yaşadığını belirtti.

Mutlu bir evlilik için aşk yeterli değil. İsviçreli bilim insanları bir evliliğin hangi koşullarda daha uzun dayandığını ve evliliği çabucak bitirenin ne olduğunu buldu.

 Cenevre Ekonomi Yüksek Okulu araştırmacılarına göre mutlu evliliğin reçetesi doğru eş seçimi. Evlilikte erkek beş yaş daha büyük, kadın ise daha kültürlü olmalı, diyor Nguyen Vi Cao. (European Journal of Operational Research) İsviçre’de yaşayan 1074 çiftin ilişkisi beş yıl boyu takip edilmiş.

Çiftlerin daha önce evli olup olmadıkları tespit edilmiş. Yaşın, eğitimin, milliyetin ve daha önce yaşanan evliliklerin ayrılıklar üzerindeki etkisi incelenmiş. Boşanma olasılığı en düşük olan çift: Çiftlerden ikisi de daha önce evlenmemiş, erkek kadından beş yaş büyük, kadın erkeğe göre daha kültürlü, çiftlerden ikisi İsviçreli.

En büyük boşanma olasılığı olan çiftler: Eşler farklı kültür çevrelerinden geliyor, erkek daha önce evlenip boşanmış, eşinden iki ila dört yaş daha büyük ve çiftlerden ikisi de kötü eğitim almış. Günümüzdeki evlilik ve birliktelik durumları “iyinin” çok altında. Boşanma oranları kadınların ve erkeklerin kendilerine daha uygun eşler bulmalarıyla düşebilir, diyor uzmanlar.

İki dost bir ülke kuruyor

Salih Bozok’un gözünden Atatürk’ün anlatıldığı Veda filmi vizyona girdi. Bu bir dostluk hikâyesi. Atatürk’ün gençliğini ve orta yaşlı hallerini Sinan Tuzcu canlandırıyor, Salih Bozok’u ise Serhat Mustafa Kılıç. Gerisini onlardan dinleyelim.

Yıl, 1887… Yer, Selanik… Altı yaşında mahalle mektebinde başlayan iki erkek çocuğun dostluğunun ölüm döşeğine kadar süreceğini kimse tahmin etmiyor henüz. O çocukların, bir ülkenin kuruluşunu sağlayacak iki önemli adam olacağını da. Mustafa Kemal Atatürk ve kitaplarda başyaveri diye kısa bir anlatımla geçiştirilen Salih Bozok’un hikâyesi bu. Tabii aynı zamanda, bir ülkenin kurtuluşu için savaşan koca bir kuşağın da. Zülfü Livaneli’nin yönettiği “Veda” filmi vizyona girdi. Biz de Mustafa Kemal Atatürk’ün gençliğini ve orta yaşlı halini canlandıran Sinan Tuzcu ve Salih Bozok’u oynayan Serhat Mustafa Kılıç ile konuştuk…

– Rollere seçilme hikâyenizle başlayalım mı?

Sinan Tuzcu: Sanırım iki ay önceydi, Zülfü Livaneli ile Atatürk’ün babası Ali Rıza Efendi’nin kastı için buluştuk. İkinci görüşmemizden bir ay sonra Atatürk’ü de oynamamı istedi.

– Hiç aklınızdan geçmiş miydi?

S. Tuzcu: Yok… Bütün rolleri çok beğendim. Zaten Zülfü Ağabeye de herhangi bir şekilde içinde olmak istiyorum, dedim. İlk sorduğunda çok heyecanlandım. Yapabilir miyim, diye sordum. O da yapamayacağını düşünsem teklif etmezdim, dedi. Tabii hemen Salih Bozok’u kimin oynadığını sordum. Serhat olduğunu duyunca güzel bir sürpriz oldu. Çünkü zaten sevdiğim, beraber çalışmaktan keyif aldığım bir arkadaşım.

Serhat Mustafa Kılıç:
Ben tesadüfen böyle bir film çekileceğini öğrendikten bir saat sonra video çekimine girdim. Ertesi gün, Zülfü Livaneli çağırdı. Salih Bozok’un sadece 30 yaşını oynayacağımı düşünüyordum, bütün yaşlarını oynayacağımı duyunca çok heyecanlandım. Bence bu film, Atatürk, Salih Bozok, üç kadın rolü, bir oyuncunun başına gelebilecek en iyi şeylerden biri.

Atatürk, Salih Bozok hakkında çok konuşulsa da, bu daha çok “bilgi”de kalan bir konuşmadan öteye geçmiyor pek. Siz karakterleri üzerinize oturtabilmek için nasıl bir hazırlık, araştırma yaptınız?

S. Tuzcu: Önemsediğim kaynaklardan biri Tek Adam’dı, onu tekrar taradım. Salih Bozok’un anıları zaten senaryonun da yön noktası olduğu için önemli bir kaynaktı. Bir de fotoğraflardan çok yararlandım, bütün Atatürk fotoğraflarını topladım diyebilirim. Genelde fotoshop’lular ama el değmemiş olanlardan fiziksel ve duygusal bir motif yaratmaya çalıştım. Yine de en çok senaryonun yardımı oldu, Zülfü Livaneli kaynak bir senaryo oluşturmuştu.

S. M. Kılıç:
Hem bilgi toplama, hem oyunculuk anlamında Zülfü Ağabey çok yardımcı oldu. Bulabildiğimiz kaynakları toplamamızı söylerken, belgesel çekmediğimizi, amacımızın saat saat tarihi anlatmak değil, Salih Bozok’un gözünden olayları yorumlamak olduğunu da hatırlattı. Bozok’un Atatürk’ün vefa ettiği gün, sıktığı kurşunun iki milimle kalbini sıyırması ve üç yıl daha yaşaması büyük şans. Anılarını o üç yılda yazmış. O kaynaklar çok önemli. Ben de fotoğraf bulmaya çalıştım, ancak Bozok’un fotoğrafları çok az.

En çok ne zorladı sizi?

S. Tuzcu: Fiziksel olarak Atatürk’ün canlandırılmasını kişisel gözlemimde oturtmakta zorlandım. Çünkü hep poz vermiş halini, fotoğraflarını gördük. BBC’nin görüntüsü, Onuncu Yıl Nutku’ndaki görüntüsü var, ancak bunlar da hep önceden hazırlanmış duruşlar, hareketler. Onlardan yola çıkarak, “Hareket halinde olsa nasıl olur”u yaratmaya çalıştım. Göstermemeye çalıştığı duygusal yoğunluğu da beni zorlayan noktalardandı. İzmir’in yanışını seyredip Latife ile konuştuğu ve Serhat’la karşılıklı oynadığımız, annesini bulamadığı, Bozok’un kendi ailesini getirdiğini öğrenince, “Her şeye rağmen sevindim kardeşim” dediği sahne de zordu.

S. M. Kılıç: Salih Bozok, mektubuna “Oğlum herhalde dünya üzerinde hiçbir babanın hiçbir oğula yapmadığı bir hareketle seni derinden yaralamış bulunuyorum. Ölen Atatürk bile olsa bir insan ailesine bu fenalığı yapmaz, diyorsundur. Bu yüzden sana bu mektubu yazıyorum” diyerek başlıyor ya, en zoru buydu. Bir babanın oğluna kendini öldüreceğini söylemesi şu anda anlatırken bile etkiliyor beni. İntihara teşebbüs ettiği sahneyi, Atatürk’ün odasından çıktığındaki halini uzun uzun konuştuk Zülfü Ağabeyle. Daha çok Salih Bozok‘un hayatında yaptığı şeyi yapmaya, film boyunca bir adım geride durup seyirciye anlatmaya çalıştım.

– Yarım asırlık bir dostluğun anlatısı film. Peki, neler almışlar birbirlerinden?

S. Tuzcu: Atatürk gülümsemesinden, pozitifliğinden, iyi insan ilişkilerinden, iyi ara bulucu olduğundan bahseder Salih’in. Çakıştıkları, zıt düştükleri noktalar olmuş, ama dostluklarından hiç vazgeçmemişler.

S. M. Kılıç: Bu davanın bu kadar savunulmasını sağlayan da bu dostluklar aynı zamanda. Filmde, bizi çok etkileyen, seyirciyi de etkileyeceğini düşündüğüm Salih Bozok’un oğluna yazdığı mektup aslında hepimize, özellikle 2010 Türkiye’sindeki gençlere yazılmış bence. Dört bir yandan kapitalizmle çevriliyiz, bir katliam, soykırım, bir ülke işgali bizim için artık sadece televizyon haberi. Öyle bir hale geldik ki, akşam bu haberleri izlerken ağlıyoruz, ancak beş dakikada yine eğlencemize dönebiliyoruz. O yüzden gençlerin bu filmi izlemesi, bu dostluğu görmesi, bir davaya inanmanın ne olduğunu öğrenmesi önemli. Her şeyi o kadar ezbere konuşuyoruz ki.

Peki, film alışılageldik ezberleri bozabilecek mi?

S. M. Kılıç: Genç kuşakla Atatürk arasındaki mesafeyi kısaltacağını düşünüyorum.

– Sizin için ne gibi ezberleri bozdu?

S. Tuzcu: Daha didaktik, siyasi, komutan dehası üzerinden değerlendiriyordum Atatürk’ü. Zekâsının duygusal yoğunluktan çıktığını fark etmemiştim. Artık onu duygularının tetiklediği, domino taşı etkisi yaratan meselenin de Balkan Göçü olduğu kanaatindeyim. Anadolu’yu şahlandıran da o göç, onları görünce biz nereye gideceğiz, diye sormaya başlıyorlar.

S. M. Kılıç: Kitaplarda, Salih Bozok, Atatürk’ün başyaveri diye geçer. Benim için de filmden önce Atatürk’ün silah arkadaşlarından biriydi sadece. Birçok insan için Bozok filmle biraz daha anlaşılacak. Altı yaşından beri aynı mahallede büyüdüklerini, İdadiye birlikte gittiklerini hiç bilmiyoruz. Atatürk’ün en yakın dostu, sırdaşı, bazen doktoru, psikoloğu… Bulduğum Bozok fotoğraflarında beni çok etkileyen bir şey vardı, hep bir adım geride duruyordu. Çok mütevazı, o kadar egolarından sıyrılmış ki, bir kere bile ön plana çıkmamış. Anılarını yazarken bile…

– En çok korktuğunuz eleştiri ne ya da nasıl bir eleştiri alsanız haksızlığa uğradığınızı düşünürsünüz?

S. M. Kılıç: Üzerimizde ağır sorumluluk var. İstiklal Savaşı’nın kahramanlarını oynuyoruz. 70 milyonun gözünde 70 milyon Atatürk, Salih Bozok var. Herkesi tatmin etmek elbette ki mümkün değil, eleştiriler de olacak… Diğer yandan rolümle ilgili ben en çok yaştan korktum, Bozok’un 57 yaşını oynadığım sahnelerde daha şişman gösteren bir kalıp giydim. İlk bir iki gün biraz zorlandım. İnandırıcı olacak mı, diye kaygılandım. Neyse ki, tiyatrocu olduğum için yaşlı rolü oynama konusunda deneyimliydim. Sanırım filmde de fena görünmüyorum.

S. Tuzcu: Ekibin çok yoğun çalıştığını, arkasında kuvvetli bir tasarımın olduğunu bildiğim için, sanırım en istemediğim eleştiri, tasarlanmamış ve bazı şeyler öngörülmemiş denmesi olur. İşini iyi yapan, zeki 130 insanın emeğinin küçük görülmemesi tek isteğim. Onun dışında bir oyuncu olarak her şeye açığım. Sonuçta ben kendimi göstermek için oynuyorum. Sunduğum, yaptığım iş beğenilip beğenilmemek üzerine. Gelecek eleştirilerden öğreneceğim çok şey var. İş bizden çıktı artık, seyircinin.

Spor biliminde en çok tartışılan bir başka konu da yapmaya değecek en kısa egzersiz süresidir. Son bulgulara göre, söz gelimi, üç kez onar dakika egzersiz yapmakla, bir seferde aralıksız 30 dakika yapmak arasında hiç fark yok.

 Beden çalıştırmada, “kalp atışını ne denli hızlandırdığı ölçümü” yöntemi artık rafa kaldırıldı. Bugünlerde yeğlenen ölçüt, metabolik eşitlik (MET) adıyla bilinen birimle belirtilen, metabolik hız… Haftada 150 dakika (2,5 saat) egzersiz yapmayı hedefleyen kişi, bu süreyi kendi isteğine göre günlere bölebiliyor. Öyle ki, hafta sonlarında yürüyüşe bir saat, enerji gerektiren başka bir spora da bir saat harcayan bir kişi, hafta içinde spora topu topu yarım saatini ayırmak zorunda kalır.

Bedeni çalıştırmanın yararlı olduğu herkesçe bilinmesine karşın, sağlığımız üzerinde ne denli etkili olduğu ancak kısa bir süre önce kanıtlandı. 20. yüzyılın başlarında Batı’da her geçen gün daha da hızlı yaygınlaşan kalp krizleri, yeni bir kötücül salgın olarak görülmeye başlandı. Artık bu duruma, bulaşıcı hastalıkların azalarak yerlerini kalp krizine bırakmalarından tutun da, yaşam biçimlerini sağlıksız kılan toplumsal değişimlere dek uzanan, çeşitli unsurların neden olduğu düşünülüyor.

1953 yılında Britanya Tıp Araştırma Konseyi bulaşıcı hastalıklar uzmanı Jerry Morris tarafından yapılan araştırma sonucunda kalp krizi açısından, yaşam biçiminin önemine ilk kez dikkat çekildi. Morris’in araştırmasından bu yana yapılan yüzlerce başka araştırma da, beden alıştırmalarının, kalp ve dolaşımın yanı sıra, hemen hemen tüm öteki sistemler üzerinde olumlu etkiler yarattığını gözler önüne sermekteydi. Egzersiz ile önüne geçilebilen hastalıklar arasında felç, kanser, şeker, karaciğer ve böbrek hastalıkları, osteoporoz ve hatta bunama ile depresyon gibi beyin hastalıkları bile vardı.

O halde bedeni zinde tutmak için ne yapmak gerekiyor? Aşağıda beden alıştırmalarıyla ilgili son bulgulara ve bu konuda tersi kanıtlanmış kimi söylenlere yer veriliyor.

-Neler, egzersizden sayılıyor?

Genelde kişinin haftada toplam 150 dakika “orta şiddette” egzersiz yapması öneriliyor. Peki, “orta şiddette” deyimi tam olarak ne anlama geliyor? Bir eylemin şiddetinin kalp atışını ne denli hızlandırdığıyla ölçülmesi yöntemi, çoktan rafa kaldırıldı. Bugünlerde yeğlenen ölçüt, metabolik eşitlik (MET) adıyla bilinen birimle belirtilen, metabolik hız. Bu da, söz konusu eylem sırasındaki metabolik hızın, hiçbir şey yapılmadığı sıradaki metabolik hıza bölünmesi sonucunda elde ediliyor.

Orta şiddette egzersiz, 3 ile 6 MET arasındaki etkinlikleri içeriyor. Yürüyüş, hızına ve yapıldığı yere göre, 2 ile 12 MET arasında değişebiliyor. Yürürken kalp atışında hafif bir hızlanma meydana gelebileceğine, ancak kişinin konuşurken zorlanmaması gerektiğine dikkat çeken uzmanlar, çoğu kişi için 3 MET’in dakikada yaklaşık 100 adıma denk geldiğini belirtiyorlar.

-Hangi sıklıkta ve ne kadar?

Bir zamanlar haftada en az beş gün yarımşar saatlik orta şiddette egzersizin bedeni zinde tutmaya yeterli olduğu öne sürülüyordu. Oysa şimdilerde uzmanlar egzersizin günlük dozlara bölünmesinin gerekli olmadığı görüşünde birleşiyorlar.

Haftada 150 dakika egzersiz yapmayı hedefleyen bir kişi, bu süreyi kendi isteğine göre günlere bölebiliyor. Öyle ki, hafta sonlarında yürüyüşe bir saat, enerji gerektiren başka bir spora da bir saat harcayan bir kişi hafta içinde spora topu topu yarım saatini ayırmak zorunda kalır.

Spor biliminde en çok tartışılan bir başka konu da yapmaya değecek en kısa egzersiz süresidir.

Elde edilen en son bulgular, söz gelimi, üç kez onar dakika egzersiz yapmakla bir seferde aralıksız 30 dakika yapmak arasında hiç fark olmadığını ortaya koyuyor.

-Bedenin forma girip girmediği nasıl anlaşılır?

Bedenin formda olması deyimi, güçlü ve esnek kaslar gibi çeşitli özellikleri içinde barındırsa da, genellikle, kardiyovasküler ya da kardiyorespiratuvar zindelik adlarıyla da bilinen, aerobik zindelik anlamında kullanılıyor. Bu da, bedenin kas hücrelerine oksijen aktarmada ne denli etkili olduğu demek.

Aerobik zindeliği belirlemenin en iyi yolu, bir kişinin egzersiz yaptığı ve alıştırmaların giderek şiddetlendiği süre içinde tükettiği en yüksek oksijen miktarının, ya da VO2max değerinin, ölçülmesidir. Bu değer ne denli yüksek ise beden o denli formda demektir.

-Ağırlık kaldırma gerçekten gerekli mi?

Spor salonlarına göz attığınızda muhtemelen ağırlık kaldırmadan yapılan alıştırmaların eksik kaldığı sonucuna varırsınız. Bugüne dek yapılan çeşitli araştırmalar kas gücüyle uzun yaşam arasında bir bağlantı olduğunu ortaya koysa da, başka etmenlerin bu sonucu etkileyip etkilemediği kesin değildi.

Ancak son birkaç yıl içinde yapılan araştırmalar bu konuyu da aydınlığa kavuşturdu. 2008 yılında yayımlanan bir araştırmada, 9000 kadar Amerikalı erkeğin kas güçleri ölçüldü ve sağlık durumları 20 yıl boyunca izlendi.

Sonuçta, kas gücü, ait oldukları yaş grubuna göre en alt sırada olanlar arasında ölüm oranlarının, geri kalan üçte ikilik kesime kıyasla %30 daha yüksek olduğu görüldü.

-Tempolu koşu (jogging) öldürebilir mi?

Kalp krizi geçirme riskinin, jogging ya da kar küreme gibi yoğun güç gerektiren eylemler sırasında arttığı bir gerçek. Ancak bu artışın oranı büyük ölçüde kişinin o tür alıştırmalara ne denli alışkın olduğuna göre değişir.

Uzmanlar egzersizin şiddet ve süresinin yavaş yavaş arttırılmasını, 35 yaşın üzerinde olup düzenli egzersiz yapmaya alışık olmayanların doktor denetiminden geçerek spora başlamalarını öneriyorlar.

-Formda kalmak kimileri için daha mı kolay?

Beden alıştırmaları zinde kalmanın temel unsurlarından biri olmakla birlikte, kişinin zindelik düzeyi aynı zamanda onun bu alıştırmalara nasıl tepki verdiğiyle de ilgilidir. Bu da büyük ölçüde genlerle belirlenir. Öyle ki, anne ve babaları formda kalma konusunda zorlanan kişilerin formda kalmaları da büyük olasılıkla güç olmaktadır.

-Hem kilolu, hem de zinde olunabilir mi?

Kilo fazlasının formda kalmanın en büyük engeli olduğu konusu, spor biliminin en çok tartışılan konularındandır. Güney Carolina Üniversitesi’nden Steven Blair’in 2007 yılında farklı kilolardaki 2600 kişi üzerinde yaptığı araştırmada, aerobik zindelik ölçülerinin kişinin sahip olduğu yağ dokusu miktarıyla hiçbir ilintisi olmadığını, ölme riskinin şişmanlıktan çok zindelikle bağlantılı olduğunu ortaya koydu. Öyle ki, aşırı kilolu insanlar kilo vermekte zorlansalar bile, daha çok egzersiz yaparak daha sağlıklı bir yaşam sürdürebilirler.

-Bedeni sıvıyla doldurmak gerekir..

Bedeni susuz bırakmamanın önemini herkes bilir. Çoğu zaman susamasanız bile bedenin işlevlerini görebilmesi için “alabildiğine” sıvı tüketmenizi önerirler. Ancak bu öneriye uymak genellikle zaman kaybına, kimi zaman da ölümcül etkilere neden olabilir. Egzersize bağlı hiponatremi, bedenin aşırı miktarda sıvı alması yüzünden kandaki sodyum düzeyinin düşmesi sonucunda oluşan son derece tehlikeli bir durumdur. Bu durumda sıvı fazlası beyin dokularına akın ederek organın şişmesine neden olur.

Izotonik” oldukları, yani normal beden sıvılarındakine özdeş erimiş madde bileşimleri içerdikleri öne sürülen spor içecekleri bile- egzersize bağlı hiponatremiye yol açabilirler.

Uzmanlar bedenin yalnızca susuzluğunu giderecek miktarda suya gereksinimi olduğuna, aşırı sıvı tüketmenin performansı düşürdüğüne dikkat çekiyorlar.

-Ya bir yerimi incitirsem?

Kas zedelenmeleri ve bilek burkulmaları spor ve egzersizin yol açabileceği olumsuz etkilerdir. Kimi zaman insanlar bu gibi durumlarda ne yapacaklarını bilemezler. Uzmanlar ağrının kişiyi zorlaması ve yaşamını olumsuz yönde etkilemesi durumunda spora ara verilmesini ve bir hekime danışılmasını öneriyor. İyileşme sağlanıp yeniden spora başlanıldığında ısınma süresince geçici bir ağrı yaşanabilir. Bu ağrı 5-10 dakika içinde yatıştığı sürece spora devam edilebilir.

Rita Urgan, Kaynak: New Scientist, 9 Ocak

 

Prof. Dr. Erkan Topuz, bilim insanları tarafından kanıtlanmış gerçeklerden yola çıkarak hazırladığı kitabında kanserden korunma yollarını anlatıyor.

Çağımızın hastalığı kanser adeta çığ gibi büyüyor. Kanser hastası sayısındaki hızla artışa karşın, tıptaki yeni gelişmeler sonucunda hastaların tedavi başarısı da gün geçtikçe artıyor.

İstanbul Üniversitesi (İÜ) Onkoloji Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Erkan Topuz, kanserden korunmanın önemine dikkat çekerek “Dünyada yılda yaklaşık 300 milyar dolar kanser ilaçlarına ve tedavisine harcanıyor. Bu rakam silah sanayisine ayrılan paradan sonra ikinci sırada yer alıyor. Oysa kanserden korunmak için bu paraların yüzde 10’unu kullansak bile kanserde büyük düşüşler yaşanır” dedi.

 Prof. Dr. Topuz, kanserin bu denli hızla artmasının devam etmesi durumunda devletin ve özel sağlık sigortalarının büyük yıkımla karşı karşıya kalacağını da vurguladı.

Prof. Dr. Erkan Topuz, kanserle mücadelenin anne karnında başladığını belirterek, kanserden korunmanın önemine değindi ve alınması gereken önlemleri gazetemize anlattı. Topuz, çeviri editörlüğünü kendisinin yaptığı, Liz Armstrong, Guy Dauncey, Anne Wordsworth adlı üç bilim insanı tarafından kanıtlanmış gerçeklerden yola çıkılarak hazırlanan, “Kanser; Salgını Önlemek İçin 101 Çözüm Önerisi” adlı kitaptan da örneklere yer vererek, “Kanserden korunmada beslenme önemli rol oynuyor” dedi.

 İnsan vücudunda 50 ila 75 trilyon hücre bulunduğunu, her hücre çekirdeğinde 25 bine yakın gen taşındığını anımsatan Prof. Dr. Topuz, kanserin Anormal dışı bir hücre bölünmesi ile tanımlanan 200’ün üzerindeki hastalık için kullanılan genel bir terim olduğunu söyledi. Topuz, “Çoğu kanser bir sağlıklı hücrenin hasara uğramasıyla başlıyor. Hasarlar ise sigara dumanındaki 69 kanserojenden biri ya da 80 binin üzerindeki güncel kimyasallar nedeniyle oluşabiliyor” dedi. Kanser tedavisinde çok büyük ilerlemelerin olduğunu ifade eden Topuz, 2020’de dünyada 25 milyon yeni kanserli hastanın ortaya çıkacağını vurgulayarak “Bu da dünyada 1 milyar kanserli insanın olması anlamına gelir. Günümüzde kalp-damar hastalıklarından sonra ikinci sırada yer alan ölüm olan kanser, artış hızı devam ederse 2030’larda birinci sıraya çıkacak” açıklamasını yaptı. Kanserin artmasının en önemli nedenleri arasında “hava-toprak-su”yun kirlenmesi, sağlıksız beslenme ve stres faktörlerinin de etkili olduğunu anımsatan Topuz, yapılan çok sayıda araştırmada hayvansal gıdalarla beslenenlerde kanser görülme sıklığının fazla olduğu sonucunun çıktığını anlattı. Topuz şöyle devam etti: Bitkisel beslenme önemli “Bitkisel beslenme, çeşit kalite ve miktarda yeterli olduğu takdirde, hiçbir hayvani gıdaya gerek olmadan sağlıklı ve tamamen besleyici olabilmektedir. Gıdaları az pişirerek ve az tuzlayarak tüketmeliyiz. Bol meyve ve sebze tüketmek kanserden korumada önemlidir. Yapılan araştırmalar Alman vejetaryenlerde kolon kanseri yaygınlığının yüzde 56 daha düşük olduğunu, her gün et tüketen Japon kadınlarda meme kanseri riskinin çok nadir tüketenlere oranla 8.5 kat daha yüksek olduğunu göstermiştir. Günde 90 gram yağ tüketen İngiliz kadınlarının meme kanseri riskinin 37 gram tüketen kadınlara göre 2 kat daha fazla olması da beslenme faktörünün önemini bir kez daha ortaya koymuştur.”

 Az et ye sağlıklı kal

• Yaşam biçimi ve beslenme faktörleri: Beslenmede çok fazla et tüketilmesi, yetersiz meyve ve sebze, güneşlenme, obezite ve egzersiz yokluğu. • Mesleki faktörler • Beslenme ile ilgili diğer faktörler: İşleme tabi tutulmuş yiyecekler, şeker ve alkol tüketimi, sütteki büyükbaş hayvan büyüme hormonu, bazı tuzlanmış, salamura edilmiş gıdalar, organik olarak yetiştirilmeyen gıdalarda kanserden koruyan bileşenlerin olmaması, tarım ilaçları ile kirletilmiş yiyecekler ile bitki öldürücülerle kirletilmiş yiyecekler. • Radyasyon: Ozon azalmasının delinmesi ile cilt kanserlerinin artması, röntgenler, bilgisayarlı tomografi, iyonize radyasyon, nükleer tıp, radyoterapi, enerji hatları, baz istasyonları, cep telefonları, elektromanyetik radyasyon, uranyum serpintisi, nükleer enerji tesisleri, atom bombası testleri. • Hava ve su kirliliği • Toksik ürünler • Doğal kanserojenler • Bulaşıcı ajanlar: Hepatit B ve C, HIV, insan papilloma virüsü (HPV) gibi ajanları. • Bağışıklığın azalması: Bağışıklık sisteminin kanserle savaşma yeteneğini zayıflatan toksit maddeler. • Endokrin/hormon bozucular: Bir kadının kendi östrojenine maruz kalmasında artış, kanserden koruyucu hormon melatoninin azalmasına yol açan, vardiya çalışmasına bağlı karanlık kaybı. Ailede kanser öyküsü bulunması, ebeveynlerin büyük kirleticilere maruz kalması, genetik değişkenlik, gebelik öncesi ve süresince, bebeklikte, ergenlikte toksitlere maruz kalma. Kanser düşmanı bitkiler • Brokoli • Çörekotu • Isırgan • Keten tohumu • Sarmısak • Vitamin C, E, K • Zencefil • Zerdeçal • Soya • Arı poleni • Devedikeni • Hintyağı • Kara üzüm • Bazı mantarlar • Ökseotu • Yoğurt (pastörize olmayan yoğurt) • Zakkum • Elma • Soğan •Yabanmersini • Ökseotu • Omega-3 Yağ Asitleri • Meyankökü • Huş Ağacı • Vitamin C, E, K • Tahıl, nişasta ve bazı sebzelerde bulunan selenium. Çocuklar daha duyarlı Kitabında çocukların kimyasallara karşı daha duyarlı olduğu, hatta bazı kanserlerin doğumdan önce oluştuğuna dikkat çekildi. Topuz, yapılan bir çalışmada, babaları endrüstride çalışan çocuklarda lösemi gelişme riskinin 6 kat daha fazla olduğunu anımsatarak “Ortalama yeni doğanın doğum sırasında kanında 230 endrüstriyel kimyasal vardır ki bunların 180’inin insan ve hayvanlarda kansere yol açtığı bilinmektedir. Bu kanserli hayata başlamak demek” dedi. ABD Çevresel Korunma Şubesi’nin, bebekler ve küçük çocukların kansere sebep olan maddelere karşı erişkinlerden 10 kat daha duyarlı olduklarının altını çizen Topuz, şöyle devam etti: “Çocuklar plastik ve halı gibi tüketim mamullerinin yanı sıra hava, su ve gıda yoluyla alınarak anne sütüne geçen ve biyolojik süreçleri bozan kimyasallara da maruz kalmaktadır. Bahçelerinde tarım ilacı kullanılan çocuklarda yumuşak doku sarkomu gelişme riski 4 kat artmıştır. Gebelik sırasında ebeveynlerin tarım ilacı kullanımı ile lösemide 3 ila 9 kat arasında artış görülmüştür. Tek bir fetal röntgen çekilmesinin bile çocukluk çağı lösemisini iki kat arttırdığı ortaya çıkmıştır. Doğduklarında yüksek voltajlı enerji hatlarının çevresindeki 200 metrelik alanda oturan çocuklarda, 600 metre veya daha uzağında oturanlara kıyasla 2 kat lösemi riski görülmüştür.” Bunlara dikkat! • Sağlıklı beslenme koşulları yaratılmalı. • Kırmızı et yerine vejetaryen ağırlıklı beslenilmeli. • Spor yapılmalı, kilo almamaya özen gösterilmeliyiz. • Genetiği değiştirilmiş organizmalı ürünler kullanılmamalı. • Bütün dünyada organik tarıma dönülmeli. • Meme kanseri riskini azaltmak için stresten uzak durmalı, karanlıkta uyumalı, odamızda frekans yayıcı, cep telefonu, elektromanyetik cihaz bulundurmamalı. İyonize radyasyondan, plastiklerden, deterjanlardan kaçınmalı. • Turunçgillerin kabukları ile tüketilmeli, fast food gıdalardan da kaçınılmalıdır. • Günde en az 5 porsiyon sebze-meyve tüketilmeli, hormon tedavisi ve korucu ilaçlar, alkol ve sigaradan kaçınmalıdır. • Kereviz, yer elması, semizotu, buğday filizinin suyu günde bir çay bardağı tüketilmelidir. • Ebegümeci ve yoncaları köküyle birlikte tüketilmeli, karahindiba bütün salatalara konulmalı, kökünden çay yapılmalıdır. • Yeşil çay tüketilmeli, ısırganotu yaprağı, çörekotu, zencefil, açık-kırmızı biber tüketilmelidir. • Zeytinyağı tercih edilmeli. • Esmer ve beyaz şeker, tuz tüketiminden kaçınılmalı. • Sucuk, salam, sosis gibi gıdalar az tüketilmelidir. • Merdivenaltı konserve ve meyve sularından kaçınılmalıdır. • Ev yoğurdunu günde en az yarım litre tüketelim. • Özellikle ilaçlanmamış kurtlu köy elmasını tercih edelim. • Günde mutlaka bir bardak nar suyu ya da 2 tane nar yemeye özen gösterelim. • Soğan, pırasa ve elma kanserin en önemli 3 büyük savaşçısıdır. • Böğürtlen yaprağı, ısırgan yaprak ve kökü ile yeşil çayı birlikte için. • Kereviz, yer elması, enginarı çok yememizde fayda var. • Baklagilleri haftada en az 2-3 kez tüketmeliyiz. • Pazı, ıspanak çok faydalı gıdalardır. • Maydanozu sofranızdan eksik etmemelisiniz. • Zeytini çok tüketmeliyiz. • Köy yumurtasını çok kaynatmadan her gün bir tane yiyebilirsiniz. • 15 Eylül – 1 Haziran arasında genellikle ilaçlı ve hormonlu olduğundan bu sera domateslerini tercih etmemeliyiz. Mevsiminde domatesi çokça tüketebiliriz. Domates, başta prostat kanseri olmak üzere, mide, meme kanserinden korur. • Spor yapın. Stresten uzak durun, ruh dengesini korumaya çalışın. • Doktorunuza danışarak meyankökü yiyin. • Kara üzüm, kara erik ve kara kayısı yiyebilirsiniz. Üzümü çekirdeği ve kabuğu ile birlikte yiyin. • Telefonu başınıza yakın yerde şarj etmeyin. Konuşmalarınızı kısa tutun.

YÖK’ün kurucu başkanı ve Bilkent Üniversitesi kurucusu Prof. Dr. İhsan Doğramacı vefat etti.

Doğramacı’nın, tedavi gördüğü Hacettepe Üniversitesi Hastanesi’nde, ”çoklu organ yetmezliği” nedeniyle yaşamını yitirdiği bildirildi. Doğramacı, 9 Kasım 2009 tarihinden bu yana Hacettepe Üniversitesi Hastaneleri’nde yoğun bakım tedavisi gördüğü kaydedildi.

Alınan bilgiye göre, Doğramacı için 27 Şubat Cumartesi günü sabah saatlerinde bir dönem rektörlüğünü yürüttüğü Hacettepe Üniversitesinde, öğlen de kurucusu olduğu ve onursal başkanlığını yaptığı Bilkent Üniversitesinde tören düzenlenecek.

Kurucusu ve ilk başkanı olduğu YÖK’te de İhsan Doğramacı için 28 Şubat Pazar günü sabah saatlerinde tören yapılacak.

İhsan Doğramacı’nın naaşı, Kocatepe Camisi’nde öğle namazından sonra kılınacak cenaze namazının ardından Bilkent’e götürülecek.

İhsan Doğramacı, Bilkent’teki Doğramacızade Ali Paşa Camisi avlusunda hazırlanan bölümde defnedilecek.

Bakanlar Kurulu kararı gerekiyor

Prof. Dr. İhsan Doğramacı’nın babası adına yaptırdığı  Bilkent Doğramacızade Ali Paşa Camii’nde defni için Bakanlar Kurulu Kararı gerekiyor.

Prof. Dr. Doğramacı’nın Bilkent Doğramacızade Ali Paşa Camii’ne defni için Bakanlar Kurulu’nun kararname hazırlaması bekleniyor. Kararnamenin Bakanlar Kurulu üyeleri tarafından imzalanmasının ardından Resmi Gazete’de yayınlanması gerekiyor.

Prof. Dr. Doğramacı’nın toprağa verilmesi beklenen cami özel bir önem taşıyor. Prof. Dr. Doğramacı’nın, babası adına Bilkent’te yaptırdığı Doğramacızade Ali Paşa Camii, yanında bulunan sinagog ve kilise ile üç semavi dinin mensuplarına bir mekanda ibadet imkanı sağlıyor. Müslüman, Hıristiyan ve Musevilerin aynı avludan geçerek tek çatı altında ibadet edebildiği Doğramacızade Ali Sami Paşa Cami, dinlerarası diyalogun yaşanacağı bir yer olma özelliği taşıyor. Cami, Osmanlı ve Selçuklu mimarisi çağdaşlaştırarak inşa edildi.

Bin 200 kişinin ibadet edebileceği camide, “akıllı bina” sistemi uygulanarak, aydınlatma, ısıtma ve soğutma sistemleri bilgisayar kontrolü ile çalışıyor. Isıtma, soğutma ve havalandırma sistemleri namaz vakitlerine göre çalışan camide, ısıtma ya da soğutma sistemi ile havalandırmayla ilgili sistemler namaz vaktinden 30-45 dakika önce devreye giriyor. Bilkent girişinde yer alan cami değişik mimari tarzıyla da dikkat çekiyor. Klasik cami görüntüsünden uzak olan ve içinde üç dinin ibadethanesini barındıran tesisin ilginç bir de minare tasarımı bulunuyor.

İhsan Doğramacı’nın özgeçmişi

İhsan Doğramacı, 3 Nisan 1915’de Irak’ın Erbil kentinde doğdu. Doğramacı, son olarak Bilkent Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanlığı, Türkiye ve Uluslararası Çocuk Sağlığı Merkezi Başkanlığı, UNICEF Türkiye Milli Komitesi Başkanlığı ile Uluslararası Pediatri Kurumu Onursal Başkanlığı görevlerini sürdürüyordu.

Londra’da 1971’de Kraliyet Tıp Koleji üyeliği yapan Prof. Dr. Doğramacı, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesinde 1947-1954 yılları arasında öğretim görevlisi, doçent ve profesör olarak hizmet verdi.

İhsan Doğramacı, 1955-1967 yıllarında Ankara Üniversitesi Çocuk Sağlığı Enstitüsü Pediatri Profesörü olarak görev yaparken, 1967-1981 yılları arasında da Hacettepe Üniversitesinde çalıştı. Doğramacı, 1963-1965 yılları arasında Ankara Üniversitesi Rektörlüğü’nde bulundu.

Prof. Dr. Doğramacı, ”Orta Doğu Teknik (ODTÜ) Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanlığı (1965-1967), Hacettepe Üniversitesi Rektörlüğü (1967-1975), Tıp ve Sağlık Bilimleri Milli Konseyi Başkanlığı (1974-1981) yaptı. Doğramacı, Yüksek öğretim Kurulu’nun (YÖK) ilk başkanlığını (1981-1992) da üstlendi.

Değişik üniversitelerden fahri doktora unvanı verilen Doğramacı, birçok uluslararası akademi ve pediatri cemiyeti üyesiydi.

Prof. Dr. Doğramacı, 1985’te Türkiye’nin ilk özel üniversitesi Bilkent Üniversitesini kurdu; 1963’de Hacettepe Tıp ve Sağlık Bilimleri Fakültesinde entegre eğitim sistemini uyguladı. Ankara’da Hacettepe Üniversitesi, Erzurum Atatürk Üniversitesi ve Trabzon Karadeniz Teknik Üniversitesine birer Tıp Fakültesi kurulmasında öncülük eden Doğramacı, YÖK Başkanı olarak Kayseri-Erciyes, Samsun-Ondokuz Mayıs, Sivas-Cumhuriyet, Eskişehir-Anadolu Üniversitelerinin kurulmasına da destek verdi.

İhsan Doğramacı, uluslararası birçok kuruluşta ve örgütte onursal başkanlık, başkanlık, yönetim kurulu üyeliği, üyelik, danışmanlık görevlerini de yürütmüştü.

İhsan Doğramacı’nın 80’den fazla mesleki periyodiklerde, özellikle çocuk ve halk sağlığı ve tıp eğitimi hakkında yayınlanmış makaleleri; ayrıca Prematüre Bebek Bakımı, Annenin Kitabı isimli kitapları bulunuyor.

Prof. Dr. İhsan Doğramacı, TÜBİTAK Hizmet Ödülü, Leon Bernard Vakfı Ödülü (Dünya Sağlık Örgütü), Christopherson Ödülü (Amerikan Pediatri Akademisi), Maurice Pate Ödülü (UNICEF) sahibiydi. Ayrıca, Officier de la Legion d’Honneur (Fransa), Gran Oficial, Orden del Merito de Duarte, Sanchez y Mella (Dominik Cumhuriyeti), First Rank Commander of the Order of the Lion of Finland (Finlandiya), First Rank Commander of the Order of Merit of Poland (Polonya), Gran Cruz Placa de Plata de la Orden Heraldica de Cristobal Colon (Dominik Cumhuriyeti) nişanları ve T.C. Devlet Üstün Hizmet Madalyası almıştı.
İhsan Doğramacı’nın, Bilkent semtinde babası ”Doğramacızade Ali Paşa” adına yaptırdığı bir cami bulunuyor.

Taziye mesajları

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Prof. Dr. İhsan Doğramacı’nın vefatından derin üzüntü duyduğunu ifade ederek, ”Doğramacı’nın milletçe gurur duyulan bir bilim adamı, örnek bir vatandaş olduğunu” belirtti.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, ”Merhum Doğramacı, bilim adamlığının yanı sıra, Türkiye’de yeni üniversitelerin kurulması ve Anadolu’ya yayılması bakımından oynadığı rolle akademik hayatımızın unutulmazları arasında olacaktır” dedi.

Yükseköğretim Kurulu (YÖK) Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan, YÖK’ün kurucu Başkanı Prof. Dr. İhsan Doğramacı’nın bu sabah saatlerinde vefatını üzüntüyle öğrendiğini belirterek, “Sadece Türkiye değil, dünyada da tanınan merhum İhsan Doğramacı geniş ufku ve öngörüsü ile yılmadan çalışmasıyla uzun yıllar insanlığa hizmet etmiştir” dedi.

Kanada’da yapılan bir araştırmaya göre, beyinde korteks bölgesinin kalınlığını artıran zen meditasyonu, acının daha az hissedilmesini sağlıyor.

Montreal Üniversitesi tarafından yapılan ve Emotion dergisinde yayımlanan araştırmada, bilim adamları zen meditasyonu yapan ve yapmayan deneklerin korteks bölgesinin kalınlığını karşılaştırdı.

MR (manyetik rezonans görüntüleme) verilerine göre, beynin duygu ve acıyı düzenleyen orta bölgeleri meditasyon yapanlarda, yapmayanlara oranla belirgin şekilde daha kalın çıktı.

Deneklerinin acıya dayanıklılıklarını görmek isteyen araştırmacılar, zen meditasyonu yapanların çoğunun 53 dereceye kadar ısıtılan bir metal plakanın ısısını tolere edebildiklerini gördü. Diğer denekler bu ısıya dayanamadı.

Bu çok eski disiplinin beynin acıyı düzenleyen orta bölgesini kuvvetlendirebileceğini belirten Kanadalı araştırmacılar, zen meditasyonu yapanların acıyı ortalama yüzde 18 daha az hissettiklerini tespit etti.