Bir Psikiyatristin Günlüğü

Psych-Istanbul, Cinema-Philia, Tiyatroseverler ve Hayata Dair Ayrıntılar…

BEYOĞLU sinemasız olur mu?

İstanbul’un bütün dünya metropolleriyle yarışıp hatta kanımca bir adım öne geçtiği bugünlerde… Kültür-sanat etkinlikleri, konserler, sergiler, festivaller, yeme içme mekânları, gece eğlenceleri… Yani aklınıza ne gelirse artık… İstanbul almış başını gidiyor. Bu gidişin içinde Beyoğlu’nun çok büyük etkisi, katkısı ve ruhu var, kim ne derse desin… İstanbul’u hissetmek için İstiklal’de yürümek şarttır… İşte o zaman şehrin iliklerinize dolduğunu fark edersiniz… En azından benim için böyle. Gelelim soruma. Beyoğlu sinemasız olur mu? Olmaz tabii.

Peki durum nedir?

Alkazar Sineması kapandı. Emek Sineması hâlâ kapalı… Tadilat falan diyorlar ama öğrendiğime göre bir daha kapılarını hiç açmayacak. Emek Sineması, İstanbul Film Festivali’nin de yuvası aslında. İKSV Yönetim Kurulu Başkanı Bülent Eczacıbaşı, konuşmalarında sık sık bu konudan duyduğu üzüntüyü dile getiriyor ama nafile… Emek kapalı. Bu arada duyduğuma göre Yeni Rüya, Sinepop ve Beyoğlu sinemalarına da çok yakın bir zamanda kilit vurulacakmış. Düşünsenize… Koskoca İstiklal Caddesi’nde gidecek sinema kalmayacak.

Emek Sineması’nın kapatılmasını protesto eden ve bu konuda elini taşın altına koymaya hazır bir kalabalık internette bir site yaptı: www.emeksinemasiniyasatalim.org

Sitede şöyle bir mektup var:

“Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu’na, Biz aşağıda ismi bulunan sinemaseverler, festivalseverler ve kültürel mirasımıza sahip çıkmak isteyenler olarak 86 yıllık geçmişiyle, anılarımızın, gençliğimizin, kültürümüzün, sinemamızın içinde büyük bir yer eden, Yeşilçam sokağındaki tarihi Emek Sineması’nın kapatılmasına ve yıkılmasına karşıyız.

Nihai çözüm Emek Sineması’nın, Türk ve dünya sinemasının festivallerde gösterilen seçkin örneklerini seyircilerle buluşturan, Türk ve yabancı yönetmenler ve oyuncuların katılımıyla film sonrası söyleşileri düzenleyen, belirli haftalarda yeni Türk yönetmenlerine, sinema öğrencilerine ve yetenekli kısa filmcilere eserlerini gösterme imkânı sağlayan, sinema sarayı geçmişine ve binasına, Türkiye’nin sembol sineması olma özelliklerine yaraşır bir sinema ve film merkezine dönüştürülmesi, kısaca Emek Sineması ve Film Merkezi olmasıdır.”

Mektuba imza atanlar arasında yok yok. Liste Tuncel Kurtiz, Bennu Yıldırımlar, Halil Ergün diye başlıyor… Sayfalarca devam ediyor.

Sadece İstanbul’un değil Türkiye’nin sinema geçmişine sahip 86 yıllık Emek Sineması’na sahip çıkmamız gerekiyor.

Bu arada, “İyi ama Emek Sineması niye yıkılıyor?” diye soranlara da anlatalım.

Mimarlar Odası diyor ki: “Emek Sineması gibi başta Tarlabaşı olmak üzere İstanbul’un pek çok yerinde kentsel yenileme, kentsel dönüşüm adı altında 5366 sayılı yasaya dayandırılan, küresel şirketlerin rant yaratma ve sağlama iradesinin kültürel ve tarihi mirasları sildiği yıkım projeleri yapılmaktadır.”

Mimarlar Odası, Emek Sineması’nın yıkımına karşı bir de dava açmış.

Kentsel dönüşüm projelerinde onlar kadar katı değilim. Yapılanları beğeniyorum. Ama önemle üstünü çizdikleri tarihsel ve kültürel dokuyu bozmama detayına kesinlikle katılıyorum. İstanbul’u İstanbul yapan kuşkusuz tarihi ve kültürüdür. “Öyle ucundan azıcık dokunayım, bir şey olmaz” zihniyetiyle yapılan iş arapsaçına döner.

bpamir@htgazete.com.tr

Bilim adamları, Akdeniz tarzı beslenmenin sağlığa iyi gelmesinin altında yatan nedeni buldu.

Ankara– Daily Telegraph’ın haberine göre, bilim adamları zeytinyağının kullanıldığı yemeklerle beslenmenin, vücutta iltihap oluşumuna yol açan genlerin bastırılmasını sağladığını ve böylece kalp hastalıkları gibi sorunları azalttığını saptadı.

BMC Genomics dergisinde yayımlanan araştırmaya göre, iltihaba yol açan genleri bastırmada, zeytinyağında bulunan karbolik asit (fenol) rol oynuyor.

Akdeniz mutfağı başta zeytinyağı olmak üzere balık, sebze ve meyveden oluşuyor. Akdenizliler kırmızı et ve mandıra ürünleriniyse az tüketiyor.

Araştırmanın başkanı İspanya’daki Cordoba Üniversitesinden Francisco Perez-Jimenez, “Bu bulgular, iltihapla beslenme biçimi arasındaki ilişkiyi güçlendiriyor ve sağlık üzerindeki en temel etkinin, sızma zeytinyağı kullanımından geldiği yolunda delil sağlıyor” dedi.

Perez-Jimenez, bu beslenme biçiminin bağışıklık sistemi hücrelerinin faaliyetlerini daha az zararlı bir duruma getirebileceğini söyledi.

İltihap, damar sertliği ve tıkanıklığı gibi durumları tetikleyebiliyor. Damar sertliği de tansiyon ve kalp hastalıklarına yol açabiliyor.

Akdeniz diyeti kalp hastalıklarından korumanın yanı sıra 2. tip şeker hastalığı, Alzheimer ve depresyon riskini önleyebiliyor.

Doktor, öğretmen, avukat, gazeteci, yazar… Siz hangi mesleği yapıyorsunuz? Mesleğinizden memnun değilseniz, sizin için derlenen ‘Dünyanın en eğlenceli 10 mesleği’ listesine göz atmanızı öneriyoruz.

Ada bakıcılığı:

Mynet’in haberine göre, 34 yaşındaki Ben Southall’ın Hamilton Adası’na 6 ay bakarak 111 bin dolar kazanmasını sağladı.

Lüks yatak test edicisi:

22 yaşındaki üniversite öğrencisi Roisin Madigan lüks yataklarda uyuyarak onları test ediyor ve yatak başına 1500 dolar kazanıyor. Madigan sabah 10’dan akşam 6’ya kadar vaktini lüks yataklarda geçirip, iyi bir yatak ve uykunun yararlarını blogunda yazıyor.


Su kaydırağı müfettişi:

Tommy Lynch sadece bu yıl 27 bin mil yol yaptı. 29 yaşındaki Lynch yükseklikleri, hızı, su miktarı gibi konular üzerinden su kaydıraklarını test ediyor.

Hayat kadını testçisi:

Model ve DJ olan Jaime Rascone Şili’nin ünlü mamalarından Madam Fiorella’ya işe alacağı ve en önemli müşterilerine sunacağı kızları son bir denemeden geçirme teklifi götürünce hayatının işine sahip oldu. Fiorella’nın işe alacağı kızları bir gün içinde test eden Rascone görüşlerini rapor olarak patronuna sunuyor. Rascone ayda bir kez bu işi yaparken yılda 70’e yakın kızı teste tabii tutuyor.


Şarap tadıcısı ve blogcu:

Hardy Wallace ayda 10 bin dolara şarapları tadarak onlar hakkındaki bilgileri facebook ve Twitter adresinde güncelliyor.


Şeker tadıcısı:

Harry Willsher ise gizli tariflerle yapılan şekerleri tatmak. Bu en iyi iş olarak görülmese de en tatlısı olduğu aşikar.


Prezervatif testçisi:

Durex 18 yaş üstü bir grup Avusturalyalıyı ürünlerini test etmesi için işe aldı. 60 dolarlık ürün verilen kişiler 200 farklı pozisyonluk durumda prezervatifleri test ediyor. Şanslı çalışanlara 1000 dolar da bonus veriliyor.

World of Warcraft oyun testçisi:

Dünyanın en meşhur oyunlarından World of Warcraft (Wow) oynayan ve iki 80. seviyeye gelerek saatte 200 altın kazanabilenler oyunun yeni sürümünü önceden test etmek için işe alınıyor. Tabii günde en az 4 saat bu oyunu oynamak seçilmek için artı bir şans yaratıyor.


Müze eğlence müdürü:

6 yaşındaki Sam Pointon York bölgesinde bulunan Ulusal Demiryolu Müzesi’ne oyuncak trenini kullanmaktaki başarısını anlatan bir mektupla başvurmuş. Yetkilileri etkileyen bu mektup sonunda 6 yaşındaki Pointon şu an müzenin eğlence müdürü.


Google haritası için kameralı bisikletçi:

İki şanslı bisikletçi Google tarafından işe alınarak, bisikletlerinin arkasına asılan kameralar sayesinde başkent Paris’te arabaların giremediği tarihi yerlere gidiyor ve fotoğraflarını çekiyor. Bisikletçiler turlarını yineleyerek Google haritasına da yeni fotoğraflar gönderiyor.

Yepyeni bir araştırma alanı: Nostalji ve “olmayan” geçmişimizdeki geleceği!

Oylum Yılmaz

Gün gelir bir de bakmışsınız “nostalji hastalığına tutulmuşsunuz! İçinizde geçmiş günlere dair bir özlem, eve dönme arzusu; yoğun bir melankoli halinde çocukluğunuzun sokaklarında dolaşıp dururken buluyorsunuz kendinizi ya da eskiciler çarşısını her gün gezmeden içiniz rahat etmiyor; ilkgençlik yıllarının müziklerini dinliyor, kıyıda köşede kalmış eski hediyelerle avunup bazı mektupları tekrar tekrar okuyorsunuz. .. Pekala olabilir. Ancak bu dertten kurtulmak tamamen size kalmıştır, psikiyatristlere koşup kendinizi ilaçlayabilir ya da yavaş yavaş geçmesini bekleyebilirsiniz, zira çevrenizde de kimseler sizi pek ciddiye almayacaktır. Oysa bir zamanlar, bu hissettikleriniz neredeyse ölümünüze dair bir işaret olarak yorumlanırdı: Bu, dertli muhayyilenin hastalığı “beynin el değmemiş kanallarından geçerek alışılmadık yollardan bedene yayılır”, “canlı ruhunuzu” takatten düşürür, mide bulantısı, iştahsızlık, akciğerde patolojik değişiklikler, beyin iltihaplanması , kalp sekteleri, yüksek ateş derken zafiyet ve intihar! Ancak diyebilirim ki eğer bunlar başınıza 17.-18. yüzyıllarda gelseydi hemen doktora gidip kolaycacık bir tedaviyle de iyileştirilebilirdiniz: Sülükle tedavi, sıcak merhemler, midenin temizlenmesi, afyon ve o da kesmezse Alpler’e bir seyahat!

Dertli bir muhayyilenin hastalığı
Nostalji, zannedildiğinin aksine kültürel çalışmaların içinden değil,  bir hastalık adı olarak tıbbın içinden çıkmış ve 17. yüzyılda kullanılmaya başlamış.  19. ve 20. Yüzyıllara gelindiğinde şairler aracılığıyla edebiyatın alanına giren terim, günümüze yaklaştıkça siyaset bilimin ve kültürel çalışmaların içinde yer almaya başlamış. İşte Slav dilleri ve karşılaştırmalı edebiyat uzmanı, araştırmacı Svetlana Boym da “Nostaljinin Geleceği” adlı çalışmasında, nostaljinin bir dertli muhayyilenin hastalığından tedavi edilemez bir “yüzyılın hastalığı/sıkıntısı”na dönüşümünü; “romantik milliyetçiliğin pastoral sahnesinden modernliğin kent yıkıntılarına, zihnin şiirsel manzaralarından siberuzay ve uzaya kadar uzanan” son derece ilgi çekici rotasını takip ediyor.

Bugün gelinen noktada birbirinden ayırt edilen iki nostalji türünün altını çiziyor yazar: “Yeniden kurucu nostalji” ve “düşünsel nostalji”. Kültürel olarak bu ayrım biz 21. yüzyıl insanları için son derece önemli ve belirleyici. Yeniden kurucu nostalji, “yitirilmiş ev”in yeniden inşasının peşine düşer, bu arayışta kendini gelenekle ve hakikatle özdeşleştirir, komplo teorilerinden beslenir, mutlak hakikati korur. Düşünsel nostalji ise tıpkı Ahmet Hamdi Tanpınar’ın eski zamanları arayıp, aradığı yerlerde onu bulamamayı sevmesi, bu arayışı hikayeleştirmesi gibi, “eve dönüş” özleminin kendisini sever ironik bir biçimde; mutlak hakikati sorgular. İşte bu iki nostalji türü arasında toplumsal ve kültürel olarak gidip geldiğimiz, arada kaldığımız bugünlerde Boym için, hem teşhisi koyuyor hem de çeşitli tedavi önerileri getiriyor diyebilirim.

Kalp Hipokondrisinden teşhis ve tedaviye…
Çalışmanın “Kalp Hipokondrisi: Nostalji, Tarih ve Hafıza” adlı birinci bölümü özellikle dikkat çekici. Nostaljinin evrimleşme sürecine ışık tuttuğu bu bölümde modernlik ile nostalji arasındaki kan bağını açığa çıkarmakla, dolayısıyla da söz konusu kavramı kuramsallaştırmakla işe başlıyor Svetlana Boym.  Çiftdeğerli bu iki kavramın, modernlik ve nostaljinin, birbirlerinden beslendiklerini, birbirlerinden yaratıldıklarını işaret ediyor. Nostaljiyi, “Şairin kusurlu evi” ya da “aşkın evsizlik” olarak da tanımlayabileceğimiz modernliği özlemek, o özleyiş üzerine yeni bir hayat kurma, olarak nitelerken de “Yirminci yüzyılın sonunda nostalji üzerine düşünmek, eleştirel modernliği ve onun zamansal çiftdeğerliliği ile kültürel çelişkilerini yeniden tanımlamamızı sağlayabilir” diyor.

Yeniden kurucu nostalji ile günümüzdeki komlo teorileri ve kökene dönüş eğilimlerinin kaynağına doğru inerken, icat edilmiş “yeni” gelenekler, sağcı popüler kültürden beslenen aşırı çağdaş milliyetçilik örnekleri mercek altına alınmış “Nostaljinin Geleceğinde”. Sanal gerçekli ve kolektif hafıza aracılığıyla da sanatın ve edebiyatın alanına düşünsel nostalji aracılığıyla girilmiş. 

Çalışmanın birinci bölümünde teşhisi ve tedavi yöntemlerini ortaya koyan Boym, ikinci ve üçüncü bölümlerde şehirlere ve icat edilmiş geleneklere, sürgünlere ve hayali memleketlere uzanıyor. Günümüz şehirleri ve sanat eserleri ekseninde nostalji kavramına yeni bakış açıları getiriyor. “Nostaljinin Geleceği” tarih-kültür-felsefe bağlamında yeni bir araştırma alanı açarken, kültürel algımızın içine bambaşka sınıflandırmalar getirip, yeni estetik değerler öneriyor. Sosyal bilimler, sanat ve siyasetle ilgilenenlerin gözden kaçırmaması gereken bu çalışma, ortalama okurlar için de yaşadığımız dünyayı algılama bakımından son derece ufuk açıcı, diyebilirim. Yazarın son derece açık ve akıcı, hatta zaman zaman edebi bir tarza yaklaşan dili de okuma deneyimini kolaylaştırıyor, keyifli hale getiriyor. “Nostaljinin Geleceği”, hiç şüphesiz haftanın en şahane kitabı.

Oylum Yılmaz (idefixe)

Eğer ilginizi çektiyse,  “

                                Nostaljinin Geleceği

                                     Svetlana Boym

                                          Metis Yayınları      “               

isimli bu kitabı internetten kitap satışı yapan sitelerde ve seçkin kitapçılarda bulabilirsiniz.

Hakkârili çocuklar geçen hafta, Almanya’da yapılacak futbol turnuvasına katılmak için takım seçmelerindeydi. Taş atan çocuklar ile taşlanan lojmanda oturan hâkimin oğlu, aynı takımda ve aynı hayalin etrafında buluştu…

 SERKAN OCAK

Yüzlerce çocuk takıma girmeye çalıştı, 21’i seçildi.

HAKKÂRİ – Dilek Yeşilbaş, Hakkâri Devlet Hastanesi’nde psikiyatri uzmanı olan bir doktor. Türkiye’de daha ‘demokratik açılım’ konuşulmaya başlamadan önce Hakkâri’de birçok gönüllü olarak projede çalıştı. Kurduğu Baran Yetenek Avcıları Derneği sayesinde Hakkâri’de ilk kez bir sinema açıldı. İlk kez çocuklara ÖSS danışmanlığı verildi. Özellikle kadın ve çocukları sosyal hayata sokmaya çabalayan Yeşilbaş’ın son projelerinden biri de Hakkârili çocukları Almanya’da yapılacak turnavaya götürerek ‘futbollarıyla’ dünyaya kafa tutmalarını sağlamak.
Türkiye Kadın Girişimcileri Derneği’nin de bir üyesi olan Yeşilbaş, Hakkâri çocuklarla futbol takımı  fikrini, daha önce Ağrı’da kurulan Anadolu Futbol Akademisi (ASA) ile ortaklaşa bir projeyle hayata geçiriyor. ASA, şubatta Ağrılı 12 yetenekle İsviçre’ye gitmiş, 26 takım arasında 11. olmuştu. Geçtiğimiz günlerde de, Almanya’da yapılacak ‘U-11 ELBTAL CUP’ için Hakkâri’de seçmeler yapıldı. Seçilen Hakkârili yetenekler Almanya’da Türkiye’yi temsil edecek. 

Seçmeler çocuklara farklı bir hayatın kapısını araladı.

Hayal ortak: Ronaldinho olmak
Seçmelere çocukların yoğun ilgisi vardı. İlk seçmeler Yüksekova ilçesinde yapıldı. 300’den fazla çocuk başvurdu. Hakkâri merkezde ise başvuranların sayısı 100’den fazlaydı. Kiminin forması boyundan büyüktü, kiminin ayağında sadece bir lastik ayakkabı vardı. Ama hepsinin hayalini yaşıtlarının aksine öğretmen, doktor, pilot filan değil, sadece ‘Ronaldinho’ olmak süslüyordu
Hakkâri merkezde seçmeye katılan çocuklardan Sinan Koç dokuz yaşında. 3. sınıfa gidiyor. O da ‘Ronaldinho’ olabilmek için ağabeyi İlyas gibi Hakkâri’deki stadın yolunu tutmuştu. Elemelerde pek şanslı olmadığı top sektirirken gözleri kapatmasından ve dişlerini sıkmasından anlaşılıyordu.
Sinan Kaya ise seçmelerin şanslılarındandı. 1999 doğumlu Sinan, orta saha oyuncusu olmak istiyor: “Büyüyünce futbolcu olacağım. Hem vücudum da sağlıklı olur.” 
Sait Uçar da çok iddialıydı: “Futbol oynarken çok heyecanlanıyorum. En büyük hayalim futbolcu olmak.”
Rojhat Orhan 13 yaşında. O seçmelere yaşından dolayı katılamamış ancak arkadaşlarını desteklemeye gelmişti: “7. sınıftayım. Keşke ben de Almanya’ya gidebilseydim. Okuldan sonra bazen boyacılık yapıyorum. 10 kardeşiz. Eve para da veriyorum.”

Kamp için evinden ayrı kalacağına üzülen çocuğu, projenin öncüsü Yeşilbaş teselli etti.

‘Polislere taş attım’
Almanya’ya gitme hayaliyle seçmelere katılan çocukların arasında zaman zaman bölgede meydana gelen olayların içinde de yer alanlar da vardı. Ne yaşadıklarının ve ne yaptıklarının henüz farkında olmayan bazı çocukları anlattıkları, bir çok insanın belki de hiç şahit olmadıkları türden. İçlerinden biri en son Hakkâri’de meydana gelen olayların arasında kalmış: “Geçen günlerde Keklik Mahallesi’nde bir olay yaşandı. Polisler geldi. Gaz bombası attı. Acı biber gibiydi. Yüzüm yandı. Duman çıkan bombaya tekme attım. Uzağa gitti. Sonra da polislere taş attım.”
Başka bir çocuk da kafasını uzatarak bir polisin yaraladığı yeri gösteriyor:
“Ağabey, bak kafamın ortasında yarık var. Polis vurdu. Ben de ona taş attım. Ama yakalayamadı hemen kaçtım.”  

Hâkim: Çocuklar kıymet gördü
Oğlu Hasan da seçmelere katılan, Hakkâri Asliye Hukuk Mahkemesi hâkimi  Okan Albayrak’ın çocuklarla ilgili söyledikleri ise oldukça çarpıcı: “Hakkâri için yapılmış çok iyi bir proje. Burada batıya hiç gitmemiş çocuklar var, şimdi Avrupa’ya gidip gelince anlatacaklar. Çocuklar kıymet görüyor, bunu ilk kez yaşıyorlar. Ben de o heyecanı burada baştan sonuna kadar yaşadım. Bu proje için takım da çalıştırdım ve takıma dört çocuk kazandırabildim. Benim çocuğum da onların içinde. Buraya çocukları getirirken, Hakkârili çocuklar da vardı. Kapıcımın oğlunu da getirdim, o da seçildi. Bizim lojmanın bahçesi var, dışarıdan çocukları da lojmana alıyoruz maç yapıyorlar. Halbuki bu çocuklar olaylarda bizim lojmanları taşlıyorlar. Lojmanları taşlıyor ancak onlar bunu spor gibi görüyor. Çocukların ideolojik boyutu ne olabilir ki? Sonra biz o çocukları alıyoruz, lojmanın bahçesinde top oynuyor. Lojmana gelip top oynayanların içinde taş atan çocukların olduğunu görüyoruz.”
Doktor Dilek Yeşilbaş da bu tür sosyal faaliyetlerin çocukların geleceğini etkilediğini belirtiyor: “Bu proje çocukları spora teşvik edecek. Enerjilerini bu yönde kullanacaklar. Çocuklara aynı zamanda maddi manevi de destek oluyoruz. Ancak burada en önemli olan, çocukları boşluktan, hedefsizlikten kurtarmak. Bu tür sosyal çalışmalar suça itilen çocukların taş atmasına da engel oluyor.” 
Almanya’da 20-24 Mayıs’ta yapılacak turnuvada Türkiye’yi temsil edecek Hakkârili yetenekler, İstanbul Riva’da kampa girecek. 21 çocuğu İstanbul’da süprizler de bekliyor olacak. Önemli kulüplerin altyapılarıyla hazırlık maçları yapılacak. Anadolu Spor Akademisi Futbol Takımı’nın Hakkârili oyuncuları ünlü futbolculardan oluşturulacak takımla da birlikte top koşturma fırsatı bulacak.

 

Şarabın yapılışı

Şarap yapmak için önce üzümler bağlarından toplanır, ardından ezilir sonra, maya (üzümde doğal olarak bulunur) üzüm suyundaki şeker ile birleşir ve aşamalı olarak bu şekeri tüketerek alkole dönüşür. Maya aynı zamanda havada buharlaşan karbondioksiti üretir. Mayanın işlemi tamamlandığında üzüm suyu şaraba dönüşür. Üzüm şarabı kırmızı, beyaz veya rose (pembe) olur. Bunun yanı sıra köpüklü şaraplarda mevcuttur. Ayrıca, şaraplar içindeki şeker miktarına göre de sınıflandırılabilir. Bu sınıflandırmaya göre; sek, dömi-sek, yarı-tatlı ve tatlı olmak üzere dört ana grup vardır. Üzümden imal edilmeyen şaraplara meyve şarabı adı verilir. Her meyveden şarap üretilebilir. Fakat dünyada şarapların büyük bir kısımı üzümden üretilmektedir. Arpa gibi nişasta içeren bitkilerden yapılan içecekler şarap sınıfına girmez. Şarap genelde üzüm ve meyvelerden elde edilir.En iyi içme zamanı on yıldan sonradır ve kırk yıla kadar içilebilir. Bunun yanı sıra uzakdoğuda yaygın bir şekilde pirinç şarabı da tüketilir. Pirincin buharla pişirilip mayalanmasıyla elde edilir.

Cabernet Sauvignon, Merlot, Pinot Noir, Shiraz/Syrah, Zinfandel, Nebbiolo, Sangiovese, Tempranillo, Aglianico, Gamay, Grenache, ve Barbera başlıca kırmızı üzüm türleridir. Chardonnay, Riesling, Sauvignon Blanc, Pinot Gris/Pinot Grigio, Gewürtztraminer, Chenin Blanc, Muscat, Pinot Blanc, Sémillon, Trebbiano ve Viogner ise başlıca beyaz üzüm türleridir.

Şarabın diğer kullanım yerleri

Din

Hıristiyanlıkta Kudas Ayininde hiçbir katkı maddesi eklenmeden kullanılır.

Eczacılık

Tıbbi Şarap; içine çeşitli maddelerin çözünmesiyle içmek suretiyle yapılan ilaçtır. Alkol derecesi en az 11 olan kırmızı veya beyaz şaraplar tercih edilir.

Edebiyat

Kırmızı rengi dolayısıyla sevgilinin dudağı, âşığın kanlı göz yaşıdır. Kadehi andıran biçimiyle lale, kırmızı rengiyle gül de şaraptır. ve tekkelerde saki adındaki şarap dağıtıcı aslında Allah’ın rahmetini dağıtır. yani şarap mecaz anlamda kullanılır edebiyatta.şarap ın diğer adı da mey dir.

Şarap üreten ülkeler

Dünyada 7 milyon 647 bin 743 hektar alanda bağcılık yapılıyor ve dünyada yıllık üzüm üretimi yaklaşık 65-66 milyon ton, Türkiye‘de ise 530 bin hektar bağ var ve yaş üzüm üretiminin 90-110 bin tonu şarapta kullanılıyor. [1]

Kişi Başına Şarap Tüketimi: ██ 1 litreden daha az ██ 1 ile 7 litre ██ 7 ile 15 litre ██ 15 ile 30 litre ██ 30 litreden daha fazla

Ülkelere göre şarap üretimi 2003[2]
Sıra Ülke Üretim
(ton)
1 Fransa Fransa 4.735.260
2 İspanya İspanya 4.623.750
3 İtalya İtalya 4.408.611
4 Amerika Birleşik Devletleri ABD 2.350.000
5 Flag of Argentina.svg Arjantin 1.322.500
6 Flag of the People's Republic of China.svg Çin 1.200.000
7 Avustralya Avustralya 1.019.400
8 Flag of South Africa.svg Güney Afrika 885.300
9 Almanya Almanya 828.855
10 Flag of Portugal.svg Portekiz 709.300
41 Türkiye Cumhuriyeti Türkiye 22.548

Şarap tadımı

Ana madde: Şarap tadımı

Şarap tadımı’ duyulara dayanarak şarapların değerlendirilmesi işlemidir. Sadece tat alma değil, görme, koklama ve ağız duyusuna da hitap eden, profesyonellere olduğu kadar amatörlere de seslenen bir uğraştır. Bu dalda profesyonel olarak çalışanlara ‘sommelier’ denir. Dilin tat alma hassasiyetini korumak amacıyla, profesyoneller kadar amatörler de aşırı derecede acılı, ekşili ve tuzlu yiyeceklerden kaçınmalıdırlar.

Şarap tadımı görme, koklama ve tat alma duyularına sırasıyla hitap eden, profesyonellere olduğu kadar amatörlere de seslenen bir uğraştır.

Türk Şarabı

Ana madde: Türk Şarabı

Türkiye toprakları, dünyanın en eski şarap bölgelerinden biridir. Anadolu şarabın beşiğidir. Anadoluda bağcılık Hititlere kadar uzanır. Hatta Batı dillerinde şarap anlamına gelen vin, vino, wine gibi sözcüklerin kökü Anadolu’ya ve Hitit diline uzanır. [3] Türkiye’de şarap hemen hemen bütün bölgelerde üretilmektedir. MarmaraTrakya bölgesinde, Adakarası, Savignon Blanc, Papazkarası, Karasakız, Semillon ve Gamay üzümleri üretilmektedir. Ege Bölgesinde Cabernet Sauvignon, Carginan, Alicante Bouchet, Çalkarası, Sultaniye, Bornova Misketi ve Merlot üzümleri üretilir. Diğer bölgelerde ise Kalecik Karası, Emir, Öküzgözü ve Boğazkere gibi değerli üzümler üretilmektedir.

Türkiye’nin toprakları üzüm yetişriciliğine son derece elverişlidir.Bugün dünyanın bir çok bölgesinde şarap yetiştirebilmek için pek çok sunni yöntem geliştirilmiştir. Türkiye’nin toprakları doğal olarak verimli olmasına rağmen Türk Şarabı büyük şarap üreticisi olan ülkelerin gerisinde kalmış olmakla birlikte giderek saygınlık kazanmakta ve Türk şaraplarının üretim miktarı hızla artmaktadır.

Şarap yapınında kullanılan üzümler

İlgili maddeler

Dış bağlantılar

Kaynakça

  1. ^ Hürriyet gazetesi, 1 Mayıs 2008
  2. ^ Avrupa Birliği Genel Sekreterliğinin Türk Şarapları raporu
  3. ^ Cumhuriyet gazetesi, 7 Mayıs 2009

Çok iyi bir şarap, eğer uygun bir yemekle içilmezse beklentilerimizi boşa çıkarabilir, bir hayal kırıklığı yaratır ve keyif planlarımız hüsrana uğrar.  Hangi şarabın hangi yemekle içilebileceğini bilmek için temel bazı bilgilere gerek duyulur.

“Koyu etlerle kırmızı, açık renkli etlerle beyaz şarap” klişesi geçerliliğini çoktan yitirmiştir. Doğal aroma maddelerine önem veren, yeni ve yaratıcı yemek pişirme teknikleri yepyeni kombinasyonları mümkün kılmış ve özellikle beyaz şarapların önemini artırmıştır.

Şarap ve yemek birbirine benzerse, yani yemeğin içindekiler ve hazırlanışı, şarabın kıvamı, yapısı,  kokusu ve tat nüanslarına benzerse, istenen ahenge ulaşılabilir. Burada her zaman akılda bulundurulması gereken üç temel kural vardır:

1) Şarabın tadı, yemeğin tadına baskın olmamalı.

2) Şarap ve yemek sıralaması aroma, tatlar, kıvam ve yapı açısında birbirine paralel olmalı.

3) Şarabın yemek masasında üç düşmanı vardır:

  • Sirke; örneğin çok fazla sirke katılmış bir salata
  • Çok keskin bir ekşiliği olan yiyecek ve içecekler (limon gibi)
  • Yağ (örneğin bazı çok yağlı yapılan balık türleri, özellikle kırmızı şaraba metalik bir tat verebilir)özellikle kırmızı şaraba metalik bir tat verebilir

 

Alkol, tatlının ve baharatların etkisini artırır, ayrıca hazmı kolaylaştırır.  Şarapta alkol seviyesi düşükse, kalan şeker kendini daha fazla gösterir. Kalan şeker içermeyen tam olarak mayalanmış şaraplar, tam olarak mayalanmış ama daha az alkol içeren şaraplardan daha yumuşak bir etki bırakırlar. Şarapta veya kavrulmuş, ızgara yapılmış ya da buğulanmış yemeklerdeki acılık veren maddeler,  tatlı algılanmasını uyumlu bir hale getirirler ve ölçülü bir asiditenin algılanmasını sağlarlar. Acılık veren maddeler, yavaş yavaş algılanırlar ama uzun süre kalıcıdırlar; tanenli ve çok alkollü şaraplarla uyumludurlar.

Çok yağlı yemeklerle asidi, taneni ve alkolü zengin şarapların içilmesi önerilir. İştah açan bu üç bileşen, hazmı da kolaylaştırır.

Çok baharatlı yemeklerin tatları, alkol derecesi yüksek şaraplarla birlikte daha da kuvvetlenir. Bu yüzden, alkol derecesi yüksek şaraplarda fazla derecede asit de varsa dikkatli bir seçim yapmak gerekir.

Özellikle köpüklü şaraplardaki karbonik asit, tatlı algılanmasını biraz önler. Bu tip şaraplar, yemeklerle birlikte olduklarından daha tatlıymış gibi gözükürler. Yemeklerle birlikte sekliği fazla olan köpüklü şaraplar daha uygundur (tatlılar hariç).

Tuz, şarap ve yemeklerdeki aroma ve acılık veren maddelerin algılanmasını  artırır.

Asit, tatlıyı destekler (bunu çileğe biraz limon sıkarak görebilirsiniz),  ayrıca geçici olarak acılığı gizler. Asiditesi yüksek şaraplarla, fazla asitli yemekler uymaz.

Tatlı tat, şaraptaki aroma maddelerinin algılanmasının kolaylaştırır, acı ve ekşi tadı dengeler. Çok sek yapılmış şaraplar, yemeklerle birlikte daha yumuşak ve ahenkli bir izlenim bırakırlar (yemekteki tuzdan ve şekerden dolayı).

En uygun şarap-yemek ikilisinin seçiminde önemli bir dizi faktör daha vardır: günün hangi zamanı olduğu, hangi mevsim olduğu, dışarıdaki sıcaklık,  içme nedeni (doğumgünü gibi), içen kişilerin yaşı ve şarap zevki, fiyat ve menü  sırası.

Mümkünse aşağıdaki sırayla servis yapılmalı:

Şarap Sıralaması
beyaz kırmızıdan
sek tatlıdan
soğutulmuş normal sıcaklıktakinden
zarif ve yumuşak baharat çağrışımlıdan
hafif kuvvetliden
az alkollü çok alkollüden
genç eskiden
önce içilmelidir

 

Yemek Sıralaması
zarif ve yumuşak baharatlıdan
hafif kuvvetliden
tuzlu yumuşak ve hafif tatlıdan
önce yenmelidir

Üç büyük kent kıyaslaması

ANKARA
En iyi kalpli Üvey ana,
Bu şehri bu kadar yalın anlatan başka bir şey olamaz sanırım.
Sorumluluklarını bilen, asla kötü davranmayan ama sonuçta bir üvey ana
olan Ankara.

Bu şehirde insanlar bekler. Emekliliği, askerin bitmesini,
rüşvetin gelmesini, gönderdiğiniz evrakın cevaplanmasını , suskun devletin
konuşmasını beklerler.
Taşı çatlatacak bir sabırla bir şeyleri beklerler, kim bilir
bekledikleri hayattır. Belki denizi görselerdi beklemezlerdi.
Denizi su sanırlar.
Suyu görmek için göllerin kıyısına gidersiniz ama su ufka uzanmaz.
Bir suyu deniz yapan ufuk yoktur Ankara’nın göllerinde.
Oysa ne önemlidir suyun hiç bitmemesi ve uysal bir sevgili gibi
gökyüzüyle birleşmesi.
O vaatker ufuk çizgisi, o nasıl güzeldir.
Her zaman ötelerde bir şey olduğunu fısıldayan o şehvetli çizgi.
İnsanlar Ankara’da beklerler, kim bilir bekledikleri hayattır.

İSTANBUL’da
ise durum daha vahimdir.
Hayat sanki bir adım ötede duruyor gibidir.
Doğruya doğru, dünyanın en güzel şehridir İstanbul, ama hayat
eli çabuk davranır.
Daha siz elinizi uzatmadan işveli bir kadın gibi kaçar gider.
Bu yüzden hırsla kovalarlar hayatı İstanbullular.
Beklediği şeyin belki de hiç gelmeyeceğini söyleyen şeytani fısıltıya
rağmen,
Ankaralının dingin tevekküllü bekleyişinde bir huzur vardır.
Ama,
İstanbullunun hırslı kovalamacasında ne huzur vardır ne de tatmin.
Dünyanın en güzel şehri hemen kol mesafesindeyken kendilerini yiyip
yutan bir kovalamacanın içinde kaybolur giderler.
Hayat kaçar, onlar kovalar.

Ama İZMİR…
İzmir’de hayat beklenmez, kovalanmazda.
O zaten sizinle beraberdir.
Ufkun ötesini muştulayan bir deniz vardır.
Mutlulukla dolu,sakin bir sevişmenin tadındadır körfez.
Körfez vapurlarının sakin gidişinde hırslarınız yok olur,
Kovalamayı bırakırsınız, hatta martılara gevrek atacak kadar iyilikle
dolarsınız.
Ne varsa bu şehirde, bayatlamış vapur çayı bile nektar olur.
Hafta sonları denize doğru bir göç başlar.
“Ey hayat, biz Çeşme’ye gidiyoruz sen de arkadan gel” der
İzmirliler muzipçe.
Ve ne gariptir ki hayat, uslu bir çocuk gibi onların peşinden gider.

Ne garip, uçak biletinin üzerinde adımın hemen yanında yazan IZM
harflerine sevgiyle bakıyorum.
Sabırsızım, sevgilisine kavuşacak aşıklar kadar.

Cemal Süreyya

Sinemaseverler için bu hafta 2’si yerli olmak üzere 8 film gösterime girecek.

İstanbulNesli Çölgeçen‘in yönettiği ve Onur Saylak, Deniz Boyner, Ahu Türkpençe ile Sümer Tilmaç‘ın oynadığı “Denizden Gelen/Zeytin Dalı”bir polis, bir çocuk ve bir kadının hikayesini beyaz perdeye aktarıyor.

Doğu’dan Batı’ya göçü anlatan ve ön yargıların kırılması için hoşgörünün gerektiğini vurgulayan filmin konusu şöyle: ”Polis Halil, bir Afrikalı göçmenin ölümüne sebep olur. Olayın vicdani sorumluluğu Halil’i kendi dünyasına hapseder. Jordan ise annesiyle birlikte başladığı yolculuğu Yunanistan’da buluşacağı babasıyla İngiltere’de sonlandıracaktır. Bu, haftalar sürecek olan kaçak yolculuktur. Babasına ulaşmadan önceki son durağı Dalyan’da Jordan’la Halil’in yolları kesişir.”

Hırsız kosmos

Reha Erdem‘in yönettiği ve Sermet Yeşil, Türkü Turan, Hakan Altuntaş ile Sabahat Doğanyılmaz‘ın oynadığı ”Kosmos”, hırsız bir mucizecinin maceralarını yansıtıyor.
Doğa üstü güçleri olduğuna inanılan Kosmos’un hikayesini akıcı bir üslupla anlatan filmin konusu şöyle: ”Kosmos mucizeler yaratan bir hırsızdır. Dağlardan, taşlardan, ağlayarak ve sanki birilerinden kaçar gibi gelir bu zaman dışı sınır şehrine. Şehre girer girmez, nehirde boğulan bir küçük çocuğu kurtarır ve mucize yaratan insan olarak hemen kabul görür şehirde. Kosmos’un gelmesiyle şehirde soygunlar ve mucizeler birbirini kovalarken, şehirliler, Kosmos’un insanları iyileştirme gücünü keşfederler.”


Genç Victoria

Jean-Marc Valle’nin yönettiği ve Emily Blunt, Rupert Friend, Paul Bettany ile Miranda Richardson’ın oynadığı ”Genç Victoria/The Young Victoria”, bir dönem filmi olarak öne çıkıyor.

Kraliçe Victoria’nın genç yaşında iktidara yürüyüşünün anlatıldığı filmde, Kraliçe Victoria’nın kraliyet ailesi içindeki iktidar kavgalarının nesnesi olmaktan, Prens Albert ile yaşadığı romantik yakınlaşmaya ve dillere destan evliliğine değiniliyor. Britanya tarihinin en uzun süre tahtta kalan kraliçesi Victoria’nın entrikalarla örülü öyküsü, İngiliz oyunculardan oluşan kadrosuyla daha da güçleniyor.

“Ölüm çığlığı” devam ediyor

Jaume Balaguero ile Paco Plaza’nın yönettiği ve Oscar Sanchez Zafra, Ariel Casas, Alejandro Casaseca ile Pablo Rosso’nun oynadığı ”[REC]/(Rec 2)”, korku filmi sevenleri sinema salonlarına çekecek.

”[REC]1:Ölüm Çığlığı” filminin devamı olan ve el kamerasıyla çekilen filmin konusu özetle şöyle:
”Karantinaya alınan binanın içinde kapana kısılmış insanlarla iletişimin kesilmesi üzerinden henüz birkaç dakika geçmiştir. İçeride neler olduğunu kimse tam olarak bilemez. Dışarıda ise kargaşa hakimdir. Binaya girmek ve durumu incelemek Özel Harekat Birimi için çok basit bir görevdir aslında. Ama hepimizin bildiği gibi, görünürdeki durum yanıltıcı olabilir.”

Sudaki zehir

Breck Eisner’ın yönettiği ve Timothy Olyphant, Radha Mitchell, Joe Anderson ile Danielle Panabaker’ın oynadığı ”Salgın/The Crazies” bir salgını anlatıyor.

Şehir suyundaki maddeyle canavarlaşan insanların vahşetini sergileyen filmin konusu şöyle:
”Şehir sularına karışan zehirli bir madde, kasaba sakinlerini psikopat katillere dönüştürdüğünden, yetkililer kasabayı karantinaya almaya karar verirler. Kasaba sakinlerinin kontrollerini kaybederek birer caniye dönüşmeleriyle Amerikan rüyası sona erer. Salgını önlemeye çalışan askeriye, kasabaya girişi ve çıkışı engelleyince, sağlıklı kalanlarla gözü dönmüş katiller arasında bir kaos başlar.”

Moda dünyasından Hoolywood’a

Colin Firth, Julianne Moore, Nicholas Hoult ile Matthew Goode’un oynadığı ”Tek Başına Bir Adam/A Single Man”, filminin yönetmeni dünyaca ünlü moda tasarımcısı Tom Ford.
Filmde, orta yaşlı, eşcinsel bir İngilizce öğretmeninin uzun yıllar birlikte olduğu sevgilisinin ölümünün ardından yaşadığı bir gün anlatılıyor. İlk uzun metraj denemesi olduğu için Tom Ford’un finansmanını bizzat karşıladığı bu filmdeki performansıyla Colin Firth, En İyi Erkek Oyuncu dalında Oscar’a adaya gösterildi

Şarkılar bitmesin

Julie Anne Robinson’ın yönettiği senaryosunu ise Nicholas Sparks’ın üstlendiği ”Last Song/Son Şarkı” filminde, Avustralyalı aktör Liam Hemsworth ile Miley Cyrus rol aldı.
Miley Cyrus’ın, babasının yanına yaz tatilini geçirmeye gönderilen genç ve asi bir kızı canlandırdığı filmde, baba kız ilişkisi ele alınıyor.

Shane Acker’ın yönettiği ve Elijah Wood, John C. Reilly, Jennifer Connelly ile Christopher Plummer’ın oynadığı ”9 Nine” haftanın öne çıkan fantastik filmi olarak gösteriliyor.
Fantastik filmler dünyasına yeni bir soluk getiren filmin konusu özetle şöyle:
”Yakın bir gelecekte dünyadaki makineler isyan ederek insanlığa savaş açar. Toplumsal çalkantılarla insan nüfusu neredeyse silindikten sonra makinelerin çoğu kapanır. Dünyamız yıkılırken dokuz küçük, dikişli bez bebeğe can verilir. Hedefleri arta kalan canavar makinelerdir.”

Sarı mutluluğun, gri depresyonun rengi… İnsanın ruh sağlığı ile renkler arasındaki ilişkiyi araştıran bilim adamları, duyguların da rengi olduğunu ortaya koydular.

Depresyondaki insanların donuk, kendini iyi hissedenlerin ise sıcak renkleri tercih ettiğine işaret eden bilim adamları, bunun, çocukların ve iletişim sorunu yaşayanların hastalıklarının teşhisine yardımcı olabileceğini belirttiler.
        
İtalyan La Repubblica gazetesinde yayımlanan habere göre, İngiltere’deki Manchester Üniversitesi’nden bir grup bilim adamı, sağlıklı 105 ve depresyondaki 108 yetişkinin her birinden, kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi, lacivert, mor, kahverengi, siyah, beyaz ve grinin 38 tonunun bulunduğu renk tablosundan ruhsal durumlarına en uygun olan rengi seçmelerini istediler. Araştırmacılar, depresyondakilerin grinin, sağlıklı katılımcıların ise sarının tonlarını tercih ettiklerini gözlemlediler.
        
Araştırmanın ikinci bölümünde ise sağlıklı 204 gönüllüden renkleri pozitif, negatif ve nötr olarak ayırmalarını ve en sevdikleri renkleri seçmelerini isteyen bilim adamları, katılımcıların sadece yüzde 10’unun, ruhsal durumlarını temsil etmesi için griye yöneldiklerini belirttiler.
       
Araştırma sonuçlarının, beynin, insanın ruh haliyle renkleri hemen eşleştirdiğini ve bu şekilde dış dünyayla iletişim kurduğunu gösterdiğini kaydeden bilim adamları, bu ilişkinin sürekli dile getirildiğini, ancak şimdiye kadar bu konuda yapılmış tam ve gerçek bir araştırmanın mevcut olmadığını vurguladılar.
        
Araştırma ekibinin başındaki Peter Whorwell, şu anda asabi bağırsak sendromu görülen ve dolayısıyla da oldukça sıkıntılı olan hastalar üzerinde çalışmakta olduğunu belirterek, “Renk çarkının, bu hastaların psikolojik tedavilere verdikleri yanıtı görmemize yardımcı olmasını umuyorum” dedi. Kelimelerin yetersiz kaldığı ve sözsüz ifade yöntemlerinin daha etkili olduğu durumların olduğunu ifade eden Whorwell, bu gibi durumlarda renklerden faydalanılabileceğini söyledi.